05-01-2009, 08:44 | #1 |
Osmanlı, Taliban’ı niçin destekledi?
Batının propagandası bu kez Pakistan üzerinde işliyor. Ötekileştir, şeytanlaştır ardından katlet. Sonra tüm dünya, barbarları(!) temizlediğin için sana alkış tutsun. İşte, emperyalist güçlerin asırlardır uygulaya geldiği taktik. Her ne kadar bu oyunun farkında olduğumuzu gösteriyorsak da, mazur görün ama aynı zokayı hep yutuyoruz… Hafızası nisyan ile malül olan hazreti insan “Tarih tekerrürden ibarettir” demiyor mu?
Son oyun ise şu, Pakistan'da İslam devrimi yaklaşıyormuş, radikal gruplar ülkenin nükleer silahlarını ele geçirecekmiş, kız okulları yakılıyormuş, insanlar taşlanıyormuş ve bölgede istisnasız her insan silah taşıyormuş… Blaa.. blaa…blaa yani!!! Fazla geriye gitmeye gerek yok, hani ABD eski Dışişleri Bakanı Colin Powell, BM Güvenlik konseyinde Irak savaşı öncesi Saddam'ın elinde onlarca nükleer silah olduğunu iddia etmiş ve koca ekrandan tüm dünyaya bakın işte silahlar demişti ya… İşte, o oyunun başka versiyonu bu… Pakistan titrinde İslam Cumhuriyeti ibaresi geçen dünyadaki 5 ülkeden biri. Nükleer güce sahip olan ordusu koca Hindistan'a meydan okuyacak ancak sözde radikal gruplarla mücadele edemeyecek. Kız okullarının kapatılması ve yakılması da her ne hikmetse 2001 yılından sonra ayyuka çıkıyor. Artık herkesin malumu, bölgede askerleri bulunan ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda ve taşeron orduların hedefi ne Taliban ne de El Kaide… Hedef, Orta Asya'nın zengin doğalgaz, petrol, eroin, yakut gibi değerli madenler ve stratejik geçiş hatları. Bunun yanı sıra Çin, Hindistan, Rusya ve batılı güçlerin bölgedeki nüfuz mücadelesi. Afganistan bu kurtlar arasında tamamen bölüşülmüş durumda. Bölgede ordusu bulunan her ülke, kendi payının kavgasını veriyor. Hani bazen televizyonlarda ABD ve Alman veya Hollanda ve Fransız askerleri arasında “Dost ateşi”nden şu öldü bu öldü deniliyor ya, onlar dost değil bilakis “kazık ateşi”. Hikâyeyi bilirsiniz, dostlar hazine aramaya çıkar, hazineyi bulurlar ancak herkes ona sahip olmak ister. Böylece herkes birbirinin kuyusunu kazmaya çalışır… Neyse konumuz bunlar değil. Biz Pakistan'da yaşananlara biraz ışık tutmaya çalışalım… Bugün dünya basının da sık sık gündeme getirdiği Pakistan'ın Svat bölgesi tarihi öneme sahip bölgelerden biridir. Milad'dan önceden tâ bugüne kadar hep özerkliğini korumuş ender bir yerdir. Bölge insanı geçmişten bugüne tarihçiler tarafından hiddetli, şiddetli, şeci, cesur ve mutaassıp olarak tasvir edilmiştir. Yani dün ne idiyseler bugün de öyleler. Hatta Hindu tarihçileri, bölge halkının İslam dinini benimsemeden önce Budist iken de aynı celalli yapıya sahip olduklarını kaydeder. Svat bölgesi, Başkent İslamabad'a 120 km uzaklıkta Pakistan'ın en önemli turistik yerlerindedir. Himalaya uzanan Hindukuş dağları silsilesi bu engin coğrafyada yol almaktadır. Dağları, yeşillikleri, çam ormanları, nehirleri ve ovaları ile meşhur bir bölgedir. Pakistanlılar coğrafi yapısı itibariyle burayı İsveç'e benzetirler. Bölge kadim dönemden bugüne özerk yapısını hep korumuştur. Pakistan 1948 yılında kurulduğunda dahi buranın özerk yapısına asla dokunulmamıştır. 1970'de Svat eyaleti yine Peştunların yoğunlukta olduğu Pakistan'ın Serhat eyaletine dâhil edilmiştir. Kabilelerin hâkim olduğu Svat vadisi, özerk yapısı itibariyle bugüne dek bölgede şer'i kanunları uygulaya gelmiştir. Dört bölgeden oluşan Svat vadisi genelinde 525 medrese bulunmaktadır. Bu medreselerde 700 bin kız ve erkek talebe okumaktadır. ABD saldırıları sonrası bu medreselerden 200'ü kapanmıştır. Pakistanlı uzmanlar, şimdiye dek bölgede Taliban tarafından hiçbir kız medresesinin yakılmadığını ikrar ediyorlar. Ancak 2001 yılından sonra ne zamanki Amerikalılar bölgeye saldırı düzenlemeye başladı gizli bir el, kız medreselerini yakmaya başlamış. Pakistanlı ve Afganistanlı yetkililer biz bunların kim olduğunu biliyoruz ama “söylemeyiz” diye kekeliyorlar… Yani bu yetkililer bize konuşmadığımız zamanlar, zeki olun bizi “anlamaya” çalışın demeye getiriyorlar… Biz de anlamış gibi yapıp kafa sallayalım!.. Svat vadisinin en önemli özelliklerinden birisi bölgeye şimdiye dek hiçbir yabancı gücün girişine izin verilmemesidir. İngiliz ve Rus orduları bölgeye birçok kez yıkıcı saldırılar düzenlemesine rağmen girememişlerdir. Huyundan mıdır, yoksa suyundan mıdır bölge insanı yabancıları hele arazilerine destursuz silahla girmeye çalışanları hiç affetmiyor. İngilizler 18. ve 19. yüzyılda bölgeye birkaç girmeye çalışmışsalar da hep başarısız olmuşlardır. 1895-1897 yılları arasında Hindistan'ın kuzeybatı Serhat Eyaleti'nde yaşayan kabileler İngilizler'e karşı ayaklanmış. Bölgede yapılan idarî değişikliklere tepki olarak ortaya çıkan bu ayaklanma, İngilizleri oldukça zor durumda bırakmış ve bastırmak için onbinlerce askerin katıldığı bir seri büyük harekâtlar düzenlenmişler. Dönemin en ağır silahlarını kullanan İngilizler, yaptıkları büyük tahribata rağmen yine de bölgeye girememişlerdir. OSMANLI'NIN BÖLGEYE GÖNDERDİĞİ GİZLİ ŞEHBENDERLER İngilizler, bugün Pakistan ve Afganistan arasındaki kabile bölgesi olarak adlandırılan yerde geçmişte meydana gelen hemen hemen her karışıklıktan Osmanlıları sorumlu tutmuşlardır. Hatta bundan dolayı Osmanlı devletinin bölgedeki şehbenderlerle (konsoloslorlar) yapacağı tüm haberleşmeleri Londra yoluyla yapmasını istemişlerdir. Osmanlı gazetelerinden Sabah ve Malûmat'ın bölgeye girişi yasaklanmıştır. Osmanlı şehbenderleri hakkındaki rahatsızlık resmen Bâbıâli'ye bildirilmiş ve bazılarının bir daha bölgeye gelişine izin verilmeyeceği söylenmiştir. İngilizler, kabile bölgelerinden Osmanlı şehbenderliğinin açılmasına hiçbir zaman izin vermemiştir. Onun için Svat ve Veziristan'a yani bugün kabilelerin yoğunlukta olduğu Serhat eyaletine gönderilen şehbenderler genelde buraya gizli gitmişlerdir. Bölgeye Ağa Kubalı Muhammed, Hacı Habib, Ahmed Hamdi Efendi, Hüseyin Hasib Efendi, Hüseyin Kâmil Efendi ve Halil Halidi gibi önemli simalar gönderilmiştir. Osmanlı ilk kez bu kıtaya resmen 1849 yılında şehbender göndermiştir. 1896 yılında bölgeye giden Hüseyin Kâmil Efendi bölgeye yaptığı son derece gizli seyahatinin asıl gayesinin o sıralarda İngilizleri bir hayli sıkıntıya düşüren Afganistan sınırındaki kabilelerin ayaklanmaları hakkında sağlıklı bilgiler elde etmek ve Cuma namazlarında padişahın isminin zikredilmesinin yasaklandığı şeklindeki haberleri tahkik etmek olduğunu yazar. KABİLELERİ, İNGİLİZLERE KARŞI KİMLER SİLAHLANDIRDI? 1914 yılında Türk-Alman ittifakı, Pan-İslam hareketinin tahakkuku ve Hindistan'ın İngiliz emperyalizminden kurtarılması için Svat ve Veziristan'a Teşkilat-ı Mahsusa adına ajanlar göndermiştir. Bu ajanlar bir taraftan gerilla ve sabotaj faaliyetlerinde bulunurken diğer taraftan da propaganda çalışmalarını yürütmüşlerdir. İstanbul'da neşrolunan Pan-İslamist “Cihân-ı İslam” gazetesinde Enver Paşa'nın, Hint milliyetçiliğine ve her inançtan Hintlilere yönelik olan, Hindistan'ın kurtuluşunu amaçlayan ve kendilerini İngilizlere karşı ayaklanmaya teşvik eden davetinin metni şöyledir: “Hindistan'da gadr (isyan) ilanının zamanıdır. İngilizlerin dükkânları talan edilmeli, silahlarına el konulmalı ve onlar bu silahlarla öldürülmelidir. Hintlilerin sayısı 320 milyondur. İngilizler ise yalnızca 200.000'dir. Onlar katledilmelidirler. Orduları yoktur. Süveyş Kanalı bir süre sonra Türkler tarafından kapatılacaktır. Ülkesini ve doğduğu toprakları kurtarmak için ölen kişi sonsuza dek yaşayacaktır. Hindular ve Müslümanlar, sizler hem ordunun askerlerisiniz ve hem de kardeşsiniz ve bu aşağılık İngilizler sizin düşmanınızdır. Cihad ilan ederek gazi olmalısınız ve kardeşlerinizle birleşerek İngilizleri öldürmeli ve Hindistan'ı kurtarmalısınız.” Bu çağrılardan sonra bölgeye Urduca ve Farsça mektuplar ve mesajlar gönderilmiş ve Müslüman kabilelerin Hindularla birlikte İngilizlere karşı ayaklanması teşvik edilmiştir. Ayrıca bu planın tahakkuku için Osmanlı-Alman heyeti ve sempatizanları “Cundullah” (Allah'ın Ordusu) adında bir grup teşkil etmişlerdir. Hedef ise yine bugünkü Pakistan ve Afganistan sınırındaki kabileleri İngilizlere karşı ayaklandırmaktır. Ordunun başına ise Mevlevi Ubeydullah getirilmiştir. Ne ilginç değil mi? Bugünkü olaylar geçmişle nasıl benzerlikler arzediyor. SVAT VADİSİ'NDE BİR OSMANLI ŞEHBENDERİ Sultan II. Abdülhamid tarafından kabile bölgesine Şehbender (Konsolos) olarak gönderilen Şirvanlı Ahmed Hamdi Efendi dönüş sonrası kaleme aldığı “Hindistan, Svat ve Afganistan Seyâhatnâmesi” adlı kitabı bölge hakkında önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Ahmed Hamdi Efendi 1877 yılında gittiği Peşâver bölgesinden kabile bölgelerine gitmiş orada Svat ahundu ve Müslüman kabile emirleri ile görüşmüştür. Şehbender Ahmed Hamdi Efendi, bugün Pakistan'da tartışmaların odak noktasını oluşturan Svat bölgesi ve oradaki kabileler hakkında şunları not düşmüştür: “Svat meşhûdât-ı tabîiye itibariyle görebileceğiniz nadir misk râyihalı bir kıt'adır. Svat kıt'asını ihâta eden Hindi-kuş silsile-i cibâli şuabâtında yüksek dağlarla çemen-zâr ve ezhâr-ı gûnâ-gûn ile mestûr olan sath-î mâillerinde âlâ inek ve keçi ve at ve mandaların yavruları ile berâber kemâl-i şevk ve şetâretle koşuşmalarını ve yatıp yuvarlanmalarını ve mecrâlarını dolaşarak imtidâd-ı mecrâsı dâiresinde bulunan arâzîyi saky ü irvâ eyledikten sonra bakıyyesi âguş-u mâderî mesâbesinden olan mesâbları can atan ırmaklarının iniltilerini dinlemekten ibâret olacağından şüphe yoktur. Şu husus da nazar-ı itibara alınmalıdır ki, sinîn-i vefîredenberi Svatlılar İngilizlerle dâimâ muhârib ve mücâhid bir sûrette bulunarak yek-diğerinden âhere bir kuş bile uçurtmazlar.” Bölge halkının hiddetli, şiddetli, şeci, cesûr ve mutaassıp tavırları Osmanlı şehbenderinin dikkatini celbeder. Bölge insanının hep silahlı gezdiğini kaydeden Şehbender Hamdi Efendi berât gecesinin, tüfenk ve fişenklerle kutlandığını belirtir. Şehbender Hamdi Efendi bölge halkını şöyle tasvir eder; “Svat ehâlîsi bir gûnâ tekâlîf-i mîrîye ile mükellef olmayıp zirâatden mâadâ bir işleri yoktur. Zirâat işlerinden fâriğ olduktan sonra da, köylerde rekz olunan sancakların etrâfında müsellâh ettiğimiz âdemlerin üzerlerinde mâî bezden birer gömlek ile birer don olup, ayaklarına çorapsız yemeni veyâ nalın giymiş, fakat başına kocaman bir sarık sardığı gibi, bu sarığın ucunda sallanan taylasanı omuzları üzerine salıvermiş olarak gezerler. Bunların ayaklarındaki nalınlardan ba'zısı gayet süslü olup, tasma üzerine elvân ipekle nakış işlenmişlerinden İngilizler bile Londra'ya hediye olarak gönderirler. Havaânîn takımı, ayaklarına ince çorapla sivri burunlu yemeni giyerler. Bunların ale-l umûm libâsları hafif olup, elbiselerinin üzerine ba'zen ince beyâz maşlah giyerler, fakat nerede bulunurlarsa bulunsunlar, silâhsız olmazlar. Her hanın maiyetinden yayan veya atlı haylice ve silâhlı âdemler bulunur.” Osmanlı bugün Taliban'ın çıktığı bölgedeki medreselere maddi ve manevi yardımların yanı sıra İstanbul'daki kütüphanelerden birçok kitap göndermiştir. Pakistan'daki medreselerde bugün hâlâ Osmanlı döneminde gönderilen kitap tabedilerek okutulmaya devam ediyor. 1914 yılında Afgan Emiri Habibullah, İngilizlere Pathan ya da diğer adlarıyla Peştun kabileler hakkında şu nasihatte bulunacaktır; “Halkım savaşçı ve mutaassıptır. Zor zap edilir. Sınır üzerindeki Afgan oymaklarıyla elden geldiği kadar iyi geçinin, gerekmediği sürece sınır boylarından yaşayan kabileler üzerine herhangi bir askeri harekâtta bulunmayın ve en azından o bölgede sertlik taraftarı bir generali görevlendirmeyin.” Hani aradan bir asır geçmesine rağmen benzeri nasihati biz de Amerikalılara bulunuyoruz. Ne siz bölgeye girmeye çalışın ne de zavallı Pakistan ordusunu buna zorlayın ki Pakistan ordusu 2001 yılından beri kabile bölgelerine girmek istemediğini ve bunun kendisine zarar vereceğini onlarca kez zaten ibraz etti. Tarih ibret alınsın için vardır. Umarım ibret alan olur… turan kıslakçı
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|