![]() |
#1 |
![]() 12 eylül öncesi ÜLKÜ KERVANI
ALPEREN GÜRBÜZER Aman Allah’ım, neydi O günler... Bir mahşeri yaşıyorduk sanki. Sokaklar yürümez hale gel¬mişti, herkes birbirinden korkar olmuş, kaçanın kurtulduğu ve leş kargalarının ülkemize üşüştüğü hengâme idi... Beşinci kol devredeydi. Kimsenin gıkı çıkmadığı bir dö¬nemde, bu kördüğümü bertaraf edecek yürekli delikanlılar yok muydu acaba? Vaziyet bambaşka, yaşamak işkence ve eziyet, kaçan kurtuluyor, ahbab ve dost sandıklarından. Derken sahneye bir ümit doğuyor. Bu ümit, milletin bağrından çıkan “ÜLKÜ KERVANI”dır. Kolay olmadı. Devletin halledemediği, belki de planlanmış bir senaryonun kurbanları olsalar da, delikanlı yağız yiğitler, yürekleriyle canla başla göğüslerini siper eden “ülkü kervanı” oldular. Ayakların yerden kesildiği, bedenlerin akkorlaştığı, kurşun kurşun üstüne olduğu dönem¬lerde yaşandı bunlar. Böylece Hak yolundan dönmek bilmeyen bu kervan: “Ülkücü” adı ile tarihte yerini aldı. Bu gençliğin vermiş olduğu mücadele dillere destan oldu. Dostlarca takdir gördü, iç ve dış düşmanlar tarafın¬dan ise kösteklendi. Bu yetmezmiş gibi, geceleri uykularını kaçıran bir vaka olarak addedildi. O fırtınalı günlerde kurtlar sülük olup posttan sıyrılırken Türkiye kan revan içindeymiş kimin umurunda. Sadece anaların gönlü dağlanır. Bir de Türkiye’nin yoluna başkoymuş “Ülkü Kervanı”nın gönlü. Sinelerinde sevda vardır hep. Ölümüne bir sevda. Dalkavukların üstün sayıldığı, sanatkârların sansar, dâhilerin şebek olduğu bu devirde şehitler birbiri ardınca sıralanmıştı adeta. Mevlâna’nın Şeb-i Arus (Düğün Gecesi) dediği ölümü analarına şöyle tarif ettiler: “Ana gidiyorum Hakk yola, İhtiyacım var dualarına, Hakkını helal et bana ...” diye. Belki de bu sözler dinleyen için, son bir mektuptu. Şeb-i Arus’u tadan Şehidler, toprağına gelen can yoldaşlarıyla, anaların o hüzünlü sesleriyle adeta gök kubbeyi çın¬latıyorlardı. Bütün bu ayrılık kavşağında kalpleri hüzünle dolsa da pes etmediler. Nihayetinde zorlu mücadelede kazanan, dış ve iç güçlerin azılı dişi olmadı, kazanan millet oldu. Tozbulut ve kan revan içinde akl-ı selim düşünme fırsatı bulamamışlardı. Meydanda “Leş Kargaları” çekilince nihayet olayların analizini sağlam kafayla enine boyuna tahlil edebilme şansını yakalayabildiler ancak. Şu kanaate vardılar: Sistemin bir oyunu imiş. Yani sistem ayakta durabilmek için bu tezgâhı Türkiye’nin başına örmüş meğer. Meğerse bütün dünyada geçerli olan bir kural varmış: “Tekelci görüşler hükümranlıklarını sürdüre bilmek için, suni ger¬ginliklerin türemesine zemin hazırlarlarmış hep.” Hazırlanmış bu senaryoya rağmen, onlar halis niyetle, milli tepkilerini ortaya koymuşlardı. Bir sevda için, yani Allah Rızası’nı kazanmak için baş koydular bu yola. Ölürsek “ebedi ha¬yat”, kalırsak “vatan bizim” dediler. Hakk’tan Hakikatten herdem olsun ve “Hakk’ın boyasıyla boyansın gönüllerimiz” niya¬zında bulundular. Derken ihtilal oldu. Terazi kuruldu. Bir kefeye bu devletin te¬meline dinamit koymak isteyen güruh, diğer kefesine Ülkü Ker¬vanı. İhtilal öncesi tufanı yaşamıştılar, ihtilal sonrası kıyameti yaşa¬dılar sanki. Terazi önlerine konulunca ister istemez Mizan’ı hatırla¬dılar. Uçsuz bucaksız hayaller boyunca Sırat Köprüsü’nden geçer gibi yedi kat göklerin mavi derinliklerinde dolaşırlarken, bir an içten içe uyanınca gördükleri manzara hiç de iç açıcı değildi. Terazinin iki ke¬fesindeki unsurlar eşit telakki edilmişti. Devlete başkaldıranlar ile dev¬lete itaat edenler suçlu ilan edilmişti. Hikmet-i İlâhi mapushane de varmış alın yazılarında... Adalet bu dünyada tecelli etmese de, elbet öte âlemde ve Mahkemey-i Kübra’da er geç tecelli edeceğine inançları tamdı zaten! Mapushane, Ülkü Kervanı’nın daha da şuurlanmasını sağlamıştı. Sabr-ı Cemil sonunda mapushane, “Yusufiye Medresesi” oluverdi gönüllerde... Küçük cihaddan büyük cihada beyan buyuran Fahr-i Kâinat Efendimizin yaşadığı günleri andıran bir döneme gelinmişti... Ortalık sütliman... Bir imtihan tufanı içine yuvarlanmışlardı. Nefisler ön plana itildi. Ülkücülüğün kitabını ben yazdım, tarihini de ben başlattım diyenler oldu. Dava da, ülkü de bana ait dedi¬ler. Bütün bu egolar dünyasında akl-ı selim birileri çıktı yerin¬den doğruldu ve yürekli bir ses şöyle dedi: “Hayır! Allah ve Resulü’nün hakikatleri dışında herşey tartışılır, hatta lider de, teşkilat da, doktrin de...” Doğrusu da buydu. Bütün bu fitne ortamında Hakikatin ergeç tecelli edeceğine eminiz. Şehitler kervanının hayatta kalanlardan bekle¬diği de: Hak ve Hakikat yolu olan Allah yolu’ndan dönmemektir. Sistemin yeni kuşağın önüne koyduğu yeni bir oyun var yine. Bu sefer leş kargalarının yerini PKK almış. Yarın kim bilir han¬gisi? Oğullarını kurban edecek vatan evlatları aranıyor sürekli. Külfeti üstlenecek yeni delikanlılar revaçta. Eskiden bu işi üstlenecek gönüllü (ücretsiz) delikanlılar vardı. Şimdilerde pek gözükmüyor. Öyleyse ne yapmalı? Sonunda ücretle bu işi yapacak delikanlılar bulundu. Yeni Yavuz delikanlılar da sistemin ayakta kalması için oynanan bir oyun olduğunun farkında olmayarak, bu görevi en iyi şekilde deruhte etmek için yola koyuldular. Anadolu’nun yağız evlatları Cudi ya da kandil dağlarında en iyi şekilde dövüşüyorlar vatan ve millet uğruna. Ya conconlar, onlar da eğleniyorlar. Peki, nimeti kim paylaşıyor dersiniz? Sakın bu soruyu sormayın. Niye mi? çünkü sakıncalı. İsterseniz biraz ipucu vereyim: Seç¬kinler, yani oligarşik elitist tabaka... Her zaman öyle olmuştur. Külfet yiğit evlatlara. Nimet seçkinlere, yani bir eli yağda, bir eli balda olanlara... Bu oyun sürekli değişik adlar altında Türkiye’de tezgâhlanıyor. Bu senaryoyu bozacak biraz basiret gerekli. Değiş¬meyen tek şey gönlümüz, ülkümüz ve imanımızdır. Bugün kü Nizâm-ı Âlem Alperenlerinin dünkü Ülkü Ker¬vanı’ndaki, Ülkü erenlerinin yaşadıklarından alacağı binlerce dersler olsa gerek. Onlar bu dünyada sefa sürmeden göçtü gitti¬ler; “Salâtullah Selâmullah, Aleyke ya Resûlüllah” diyerek mey¬danlarda nice başlar verildi, hiç soran olmadı. Varsın sormasın¬lar. Can bülbüle dönüşünce ne önemi var? Onlar ebediyete uç¬tular, hor açılıp gül oldular ve her ne ki var oldular. Zaten canları gövdelerine konuktu. Biliyorlardı, bir gün ruhlarının bir kelebek misali çıkıp gideceğini.. Sonunda kafesten kuş uçmuşcasına, bu dünya kafesinden şeha¬det şerbetini içerek göç ettiler. Onların hayatları arkada kalan gönüldaşlarına bir tecrübe, bir ışık oldu. Ne mutlu onlardan ders alabilene... Hak ile sevdalı olanlara, kendi özünü bilenlere ve Allah (C.C.) yolunda can verenlere çok şeyler borçluyuz. Ülkü ker¬vanı’nın kutlu seferlerindeki yolcularına layık olabilmek için on¬lara yâr olabilmeli, kaygıdan azad olunarak ya da gönüllerimizi şadan kıla¬rak, can mülkümüzü abad bilip ve yeniden sefere Dostları selamlıyarak yola koyulmalı. Onlar “Bir ölür, bin diriliriz” dediler. “Hak nasip eylesede, bu mübarek seferde Resulüllah (S.A.V.)’ın izininin tozuna sürsem yüzümü” dediler. Gâh düşünde Cemalin bu kez görebilmek aşkıyla ebe¬diyete kavuştular. Gonca gül misali gülerek vuslata erdiler. Ruhları Şad olsun!
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|