08-13-2010, 17:11 | #1 |
Abdullah Büyük "12 Eylül 1980 cezaevi hatıraları 1-2-3"
Üzerinden 30 sene geçmiş. Daha dün gibi. Yaşımız takriben 31-32. Konya halkımızla dostluğumuzun, kardeşliğimizin tavan yaptığı bir dönem. Ayyaşların, sarhoşların, yüz kızartıcı suç işleyenlerin tertemiz fıtratları ile baş başa kaldığım bir zaman. Konya’mızın iki büyük camisinin; Sultan Selim ve Kapı camilerinin gençlerle tıklım tıklım dolduğu bir devir. Kardeşliğin, yardımlaşmanın, birlik içinde yaşamanın hazzını tattığımız, “Koç Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler” olarak halkımızın baş tacı yaptığı ve en büyük desteğini aldığım Sayın Keçeciler, tüm baskılara rağmen bizi ismini verdiğim camilerde vaaz yapmamızı istemeyen zihniyete karşı, tenzil-i rütbe ile Bursa Merkez vaizliğine atanan Konya İl Müftümüz rahmetli İsmet Karaokur hocamız ve etrafımda etten-kemikten bir sur gibi bizi koruyan dava arkadaşlarım. İşte böyle bir zaman ve zeminde 12 Eylül 1980 gününün sabah namazında askeri ihtilal oldu. Yaklaşık 289 dava arkadaşımızla Şems Camii’nde sabah namazını kılmak için yollara çıkmıştık, asker ve polis, ihtilal oldu diye bizleri evlerimize göre gönderdi. Tarih 21 Eylül 1980’i gösterirken, merkez komutanlığından gelen askeri bir heyet bizi evimizden almak istediğinde, rahatsızlığım sebebiyle, doktor raporu aldım ve üç gün sonra kendi imkânlarımla merkez komutanlığına gittim. Buraya kadar anlatılan konular basit, normal bir seyir halidir. Bizim 12 Eylül 1980 tarihli ihtilalin hatıraları bundan sonra başlamıştır. Açık, net ve ibret dolu bazı hadiseleri siz okurlarımızla paylaşmak ihtiyacını hissettim. Toplama kampı gibi bir özelliğe sahip ilk askeri cezaevine konduk. Ülkenin her tarafından insan gelmiş. Samsun’dan, Kağızman’dan insan var cezaevinde. 2. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel’in (merhum) cezaevine geleceği bildirildi ve askeri gardiyanlar bizi U düzenine koydular. Ve komutan geldi. Karşımıza geçti ve kısa bir konuşma yaptıktan sonra tek tek bizlere soru sordu. Orgeneralden iki tane dikkat çekici soruya, sizin de dikkat etmenizi rica ediyorum. Çobanlık yaparken düşmüş ve kolunun yarısını kaybetmiş birine komutanın sorduğu sual şöyle: -Tek kolunu ne yaptın lan? Hukuk devletinin generalinin ne demesi gerekirdi? “Evladım, geçmiş olsun. Ne yaptılar koluna”. İşte bu soru medeni olmanın, ilerici olmanın, ülkeyi aile ocağı olarak görenlerin sorusudur. Her şeyimize şüphe ile yaklaşan zihniyet, kolu kesik olan mazlum çobanı anarşist, terörist olaylara katılmış biri zannetti ve çobanın kalbi kırıldı. İkinci soru şahsıma yönelikti. İşte o çirkin, iğrenç, pislik kokan soru: Sakallı! Sen buraya niye geldin? Hiç istifimi bozmadım ve Kapı Camii’ndeki vaaz edası usulünde cevap verdim: Komutanım. Devlet ile milleti barıştırmak istiyordum, gözümü burada açtım… Bozulmuştu cevabıma. Yüzü mosmor olmuştu. Tokat vursa ayıp olurdu. Yanındaki yaverine dönerek: Kestirin bunun sakalını, dedi. Cezaevi berberi geldi, ama komutan gitmişti. Cezaevi müdürüne dedim ki: Kesemezsiniz sakalımı. Çünkü ben gözetim altındayım, daha tutuklanmadım. Zor durumda kalan müdür, askeri savcılığa telefon etmiş ve gözetim altında bulunan birinin sakalının kesilmesinin yasal yönden mümkün olmadığını öğrenmişti. Ama ne var ki, yasal yönden yasak olan nice yasaklar hep çiğneniyordu. Tıpkı Ergenekon iddianamesinde yüzlerce yasa dışı işlerin yapıldığı gibi. Bu ve benzeri yüzlerce olayın iddia edildiği adres, halkımızın dilinde ve gönlünde “Peygamber ocağı” olarak kabul görmüştü. Şu kadarını söyleyelim ki, her konuda, her olayda istisnalar vardır. Birinin, birilerinin yaptığı, işlediği kötülükleri, tüm komutanlara mal etmek gibi bir niyetimiz ve gayretimiz yoktur. Ben de askerliği yedek subay olarak yaptım. Seneler geçmiş olmasına rağmen, nice komutanlarımı hayırla yâd etmekte ve onlarla iftihar etmekteyim. Şimdi size bir başka hatıramı nakletmek istiyorum. Mesleği öğretmenlik olan bir genç... Kağızmanlı. Adı Zafer. Solcu ve inkârcı. Sorgulamada öyle işkencelere tabi olmuş ki, konuşamamakta ve sürekli inlemekte. Yakın arkadaşları, yanıma geldiler ve: Arkadaşımız ölmek üzere, ona Yasin okur musun? Dediler. Yanlış duymadınız, komünist, inkârcı olan gençler geliyor ve arkadaşlarının son anında bir iyilik yapmak istiyorlar. Nedir o iyilik? Yasin okumak. Vardım yanına. Tuttum elini ve Zafer isimli genç öğretmenin kulağına fısıldadım: Allah birdir. Muhammed O’nun Resulüdür ve kelime-i tevhidi okudum. Bilmiyorum, tekrarladığını. Ancak, gözünü açtı, çok sevimli bir bakışla yüzüme baktı. Daha sonra kendi dünyasına dönerek, “Ben etmedim, ben yapmadım” diyerek, ebedi âleme gitti. Arkadaşları bir taraftan gözyaşı dökerken, bir taraftan bize teşekkür ediyorlardı. Ülkeyi aile ocağı haline sokmak isteyen inanan insanları, potansiyel suçlu olarak gören zihniyetle hesaplaşma günümüz Allah’ın huzurunda gerçekleşecektir. Suçumuzun ne olduğunu soracağız onlara. Hangi kapalı hanım, hangi sakallı Müslüman, hangi alnı secdeli memur, amir, asker, doktor Balyoz olayını hazırladı? Hangi cami imamı Ergenekon’a çanak tuttu? Bizim hesaplaşmamız 12 Eylül 2010’da olmayacak, asıl hesaplaşma ahrette, mizan başında ve Rabbimizin huzurunda… Başını kapatarak okumak isteyen kızlarımıza, Suudi Arabistan’ı gösteren zihniyet, ne kadar bu ülke için zararlı, tehlikeli ve iğrenç bir tavır ise, Hatay’da, İnegöl’de, Batman’da, karakollarda masum insanları, polis ve askerleri öldürenler aynı kefeye konacak söz ve olaylardır. Konuyu dağıtmadan, biz yine 12 Eylül 1980 tarihine dönelim. Ama bir hafta sonra ve Cuma gününe. Allah’ın selamı, bereket ve rahmeti inanan insanların üzerinden eksik olmasın.
Konu Ertuğrul ÖZGÜL tarafından (08-20-2010 Saat 11:31 ) değiştirilmiştir.. |
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
08-13-2010, 17:12 | #2 |
12 Eylül 1980 Cezaevi hatıraları (2)
İmam-Hatip Lisesi ve Yüksek İslâm Enstitüsü mezunu bir insan olarak, sistem tarafından hep suçlu görüldük. Takip edildik. “Ne yaparız, nerelere gideriz, kimlerle beraber oluruz?” gibi konularda sürekli izlendik. Buna rağmen, sistemle fikri-zihni kavgamız bitmedi. Bitmez, çünkü barış ortamında insanlar birbirlerine daha yakın olurlar ve konuşurlar. Ergenekoncuların iddianamesinde dile getirilen konuların yüzde biri, bizlere isnat edilseydi, herhalde sonumuz darağacıydı. Şimdi birkaç konuyu siz okurlarımızla paylaşarak, İmam-Hatip neslinin gerçek kimliğini bir daha tanıyalım. Bu ülkeye ve halkına İmam-Hatip kökenli olan hiçbir insandan zarar gelmeyeceğine inanalım, iman edelim. Bu insanın cami imamı olması, polis olması, milletvekili olması, hatta Başbakan yahut Cumhurbaşkanı olması fark etmez. Kim olursa olsun, İmam-Hatip neslinden hiçbir insan, hiçbir kurum zarar görmemiştir ve görmeyecektir de. Kabul etseler de, etmeseler de bu hakikat değişmeyecektir. İBADET HAYATIMIZA ENGEL ÇIKARIYOR Konya, Tutlukır mevkii Askerî Cezaevi’ndeyiz. Cezaevinin bodrum katından tuvalet ve lavabolar var. Sessiz ve sakin bir yer. Abdest almaktayım. Birkaç komünist genç geldi ve “Bir daha senin burada abdest aldığını görürsek, şişleriz seni” deyip gittiler. Onlar, kendilerine yakışanı yapmışlardı. Sıra bize gelmişti. Müslüman olarak, kötülüğe, kötülükle cevap vermeyi Rabbimiz istemiyor ve tam aksine, “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur” buyuruyor. (Fussilet Sûresi/34) Ergenekoncular, yağdanlıklar, menfaatçiler, sırtını kuvvete dayayanlar iyi ve doğru anlasın İmam-Hatip neslini... Hâlâ hayatta olan Halil Yalçın ağabeye haber gönderdim. Bize biraz para, iç çamaşırı, ayakkabı, gömlek göndermesini istedim. Niçin? Çünkü anarşik eylemlere katılmış, adam öldürmüş ve inkârcı olmuş birçok gencin ziyaretçisi yok. Giydikleri gömleklerin rengi belirsiz, kirden belirsiz.. Ayakkabıları parçalanmış ve cezaevine gönderilen eşyaları aldım. Abdest almamı, ibadet yapmamı yasaklayan, beni şişlemek isteyen o insanlara, güzel usûl ve üslupla hediyeler verdim. İç çamaşırı, ayakkabı vs. Peki netice ne oldu? Netice. 3-4 ay sonra bizi şişlemek isteyenlerle cezaevinin mescidinde cemaat halinde namaz kıldık. Farkımız bu... Ergenekoncular bizi anlayamaz. Mantıkları, bizleri tartmaya müsait değildir. MEDRESE-İ YUSUFİYE’YE DOĞRU Cezaevinde çok onurlu ve kaliteli Ülkücü kardeşlerimiz vardı. Adeta dost olmuştuk onlarla. Birlikte karar aldık. Yemekhane masalarını, yemek yenildikten sonra adeta sınıf masası haline getirdik. Ellerinde defter ve kalem olan onlarca genç ile derslere başladık. Öyle bir noktaya geldi ki cezaevi, binbaşı rütbesinde olan cezaevi müdürümüzün bize karşı tereddütlü bir güveni vardı. Ders faaliyetlerimize göz yumuyor ve hatta memnun oluyordu. Bu arada Ülkücü kardeşlerimle olan irtibatımız, yardımlaşmamız göz ve gönül doyuracak seviyeye gelmişti. Sadece aramızda küçük bir problem oluştu. O da, bizim sol kesimle olan diyalog ve yardımlaşmamızdı. Sarıkamış’ta yaptığım askerliğimde de Ülkücü gençlikten fazlasıyla destek bulmuştum. Anarşik olayların tırmandığı o dönemde, haberim olmadan şahsımı sürekli koruma altına almışlar, fakat bundan haberim olmamıştı. Ta ki terhis oluncaya ve bu fedakârlığı duyuncaya kadar. Yine burada küçük bir not düşmek istiyorum. Ülkücü kardeşlerimiz sakın alınmasınlar. Cumhuriyet döneminde Ülkücü gençliğin, başlarında, yönetimlerinde ve eğitimlerinde dört dörtlük liderler pek olmadı. Biraz daha açık konuşmam gerekiyor ki; Sayın Devlet Bahçeli, Ülkücü gençliğin başkanlığını temsil etmede ne kadar isabetli, onun yorumunu vicdanlara havale ediyorum. Bağırtkanlığı, yüz ifadeleri, kullandığı ağır ve itici kelimeler, verdiği örnekler, Ülkücü gençliğin gerçek kimliği ile bağdaşmıyor. Referandumla alakalı tavır ve sözleri, kamuoyunda kabul görmüyor. ADLİ MÜŞAVİR İFADEMİ ALIYOR Yüzbaşı rütbesinde olan M. Kapısız isimli askerî savcı, güleryüzlü davranıyor, lâkin bize ceza verme talebinde kararlı olduğu belli. Günümüzde Ergenekoncuların iddianamede suçlandıkları meselelere bakarak, askerî savcının şahsıma sorduğu sorulara dikkatinizi çekmek istiyorum. Soruyor: Niçin T.C. dedin? Türkiye Cumhuriyeti diyemez miydin? Devleti küçük düşürdüğünün farkında mısın? Ne istiyorsun bu devletten? Cevap veriyorum: Sayın Savcı! Size ABD desem, ne anlarsınız? Benim anladığım Amerika Birleşik Devleti’dir. Şimdi ben, ABD dememle ilgili devletle alay mı ettim? Savcı bey susuyor ve ısrarlı: Biz, sizi biliriz. T.C. demenizin arkasındaki fikirleriniz bellidir. Siz bu devleti yıkmak istiyorsunuz, öyle değil mi? Cevap veriyorum: Sayın Savcı! Siz şu anda niyet okuyorsunuz. 10 senedir Konya’dayım. İstihbarat ağınız kuvvetlidir. Lütfen sorun bizim durumumuzu. Simitçiye, tüccara, fakirlere, kadınlara, erkeklere sorun. “Abdullah Büyük’ü nasıl bilirsiniz?” diye bir sorun. Savcı harekete geçiyor: Demagoji yapma. Sen niçin T.C. dedin? Bundan sonra iş yine bana düşüyor. İç dünyama dönüyor ve dua ediyorum: Ya Rabbi, bu kuluna hidayet ver! İşte devlet yıkmakla suçlanan İmam-Hatiplinin niyeti ve tavrı budur? Ama çağdaş ve lâik zihniyet bu gerçeği anlayamaz. “SEN SİHİRBAZ MISIN?” Cezaevi Müdürümüz bir gün çağırdı makamına ve sordu sorusunu: “Cezaevine geldiğin günden beri takip ediyorum ziyaretçilerini. Her gün 30-40 araba geliyor. Karşı tarlaya park ediyor. Arabanın camından kaldığın cezaevine bakıyor ve sonra el sallayarak buradan ayrılıyor. Günlük gelen araç sayısı, bir ayda 900-1000 eder. Sen bu insanlara ne yaptın? Sihir mi yaptın ki sabahtan akşama kadar biri gidip diğeri geliyor. Anlamıyorum seni. Cevap veriyorum: Komutanım, sıkıntı da burada zaten. Bizi anlasanız, her şey hallolacak. Size ulaşan dosyamızda, ben, Ziraat Fakültesi mezunu olsaydım, avukat veya mühendis olsaydım, böyle olmazdı. İmam-Hatip mezunu olmamız, sizin yanınızda ve kanaatinizde suç işleyen, devletin geri kalmasına sebep olan, ülkeyi parçalamada aktif olan bir portre. Komutan sükut ediyor ve makamından ayrılıyorum. Bilmiyorum şimdi, nerede, hangi askerî birlikte? Bilsem, ziyaretine gider, hediyeler verirdim. Ve şu açıklamayı da yapardım: Sayın komutanım. 1980 askerî darbesinde ülke için potansiyel suçlu gördüğün İmam-Hatip nesli, bugün ülkeyi yönetiyor. Muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak için kefen giymiş bir Başbakan var. Ülkesine ve milletine sevdalı olan insanlar işbaşı yapmışlar. Türkiye, dünya devletlerinin arasına girdi. Amerika, Türkiye konuşmadan, Ortadoğu hakkında yorum yapmaktan çekiniyor. İsrail, Türkiye’den giden bir telefonla şok olup, esas duruşa geçiyor. Komutanım 10 senedir İmam-Hatip neslinin iktidarında ne ülke parçalandı, ne de geriledi. Hazinede 60 milyar dolar mevcut. Dünyanın her tarafından gelen zenginler, ülkede yatırım yapmak için sıraya girdi, biliyor musunuz?.. |
|
08-20-2010, 11:30 | #3 |
Umarım, siz okurlarımıza sunduğum hatıra yazılarımdan bıkmıyorsunuzdur. Böyle bir yazı serisine niçin ihtiyaç duyuldu derseniz, bunun cevabı şudur: 12 Eylül halk referandumuna karşı çıkanların sözlerini, konuşmalarını duydukça insanın çıldırası geliyor. Kemikleşmiş bir hayatı ellerinden çıkarmamak için aklına geleni söyleyenlere, yazı ve mesajlarımla karşı çıkmaya çalışıyorum. 1980 askerî darbenin arka bahçesinde bulunan sayısız haksızlıkları, devede kulak gibi sizlerle paylaşmak istiyor ve bir asra yakındır lâikliği, Cumhuriyeti, devleti kullanarak bugünlere gelmiş menfaatçi zihniyetten kurtulmak istiyoruz. Seri halinde yayınlanan mesajımızın gerekçesi budur. SORGULAMA ODASINA DAVET EDİLİYORUM Oraya, yani sorgulama odasına giden sanık, askerlerin karga tulumba battaniyesine sarılmış olduğu halde getirilir. Sorguya alınan bir zanlı, iki, üç hatta bazen bir hafta koğuşa gelmez. Bir de bakarsınız ki; askerler koltuğuna girmiş ve battaniyenin içine sarmış şeker veya un çuvalı gibi atarlar ranzasına. Bir gün, bir haber geldi. Rahmetli olduğunu sonradan öğrendiğim bir Albay: Hocaya söyleyin, akşamdan sonra ifadeye çağırılırsa, bağırarak, yüksek sesle konuşarak gitsin. Bir türlü mânâ veremediğim bu haberin arka bahçesini de öğrendim. İsterlerse tutukluyu askerî cezaevinin tel örgüsüne gözü kapalı olarak götürür ve kaçıyor gerekçesiyle iki kurşunla işini bitirirlermiş. Böyle bir şey olmadı ve gardiyan gelerek, “Abdullah Büyük, hazırlan, ifadeye gidiyorsun” dedi. Koğuştaki sağcısı-solcusu, ateisti, anarşisti kim varsa adeta helalleştik. Kalın giyinmiş olduğum halde koğuştan çıktım ve gözüm bağlandı. Allah şahit ki; yaptığım tek şey dua okumaktı. Okuduğum o duayı, 30 senedir her sohbetten önce hâlâ okurum. Dua şu idi ve muhterem bir büyüğümüz tavsiye etmişti: “Rabbeneftah beynena ve beyne kavmina bil hak ve ente hayrul fatihin.” Buna ilaveten tasavvufta silsile vardır. Yani Salih zâtların isminin anılmasıyla, rahmet-i ilahinin geleceği tavsiyesi. Silsileyi de okudum ve kendimi sorgulama odasında hissettim. Ayaktayım. Gözüm bağlı. Sorgulama odasında asker ve sivil karışımı yetkililer var. Hiçbir ses yok. Bir anda yüksek sesli biri: Haydi konuş bakalım... Kapı camiinde bülbül gibi şakırdıyordun, Şimdi burada şakırdayacaksın, dedi ve kuvvetlice omzuma vurdu. “Müslüman yalan söylemez. Konuşacaklarım, diyeceklerim gizli kapaklı değil, Konya halkının binlercesinin şahit olduğu konuşmalardır” dedim. Tekrar “Ulan burası cami kürsüsü değildir” diyerek, üzerime hücum ettiğini fark ettim. “Getirin şu cereyan verilecek aleti” dediler ve oturttular sandalyeye. Bir başka kişi yanıma kadar geldi, ellerini omzuma koydu ve “Arkadaşlar, ben bu insana elimi kaldıramam. Bırakalım gitsin. Eğer bu devletin ortadan kaldırılması için çalışmışsa, Allah belasını versin. Ancak ben bu adama herhangi bir işkence yapmak istemiyorum” dedi ve tekrar “Haydi bakalım hocaefendi. Bizden kurtuldun. Senden ricamız, bu devlet hepimizin, onu kimsenin yıkmasına izin vermeyeceğiz” dedi ve beni aldılar, tekrar koğuşa geri getirdiler. “İnanamıyorum. Sanki rüya görüyorum” diyerek içeri girdim. Tüm koğuştaki arkadaşlar, adeta bayram ediyorlardı. Komünisti, ateisti, sağcısı-solcusu... Düşünüyorum, hâlâ da düşünüyorum. Neyi? Devlet yıkmakla itham edildiğim konuyu. Bakıyorum, aynı zihniyet, aynı ithama sarılmış: Devleti bunlara teslim etmeyeceğiz... Yıkan kim, yıktıran kim, devlet nasıl yıkılır, ne ile yıkılır? Bunları hâlâ anlamış değilim. Anladığım tek şey, devleti ve kurumlarını teslim almış belli bir zihniyetin sahipleri, gününü gün etmek için, yaşamakta, zevk ve rahatlıklarının ellerinden kaçmaması için mücadele etmektedirler. İstisnalar kaideyi bozmaz. DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI DA BOŞ DURMUYOR Resmi vazife olarak Konya Müftü Yardımcılığı, fahri vaizlik ve imamlık yaptım. Vazife başında iken askerî darbe oldu ve bizi de tutukladılar. Günler geçiyor, gelenler, ziyaretçiler, avukatlar, birlikte olduğumuz farklı insanlar ve alıştığımız bir hayat seyri devam ediyor. Tutlukır Askerî Cezaevi’ndeyim. Bir gün, cezaevi başgardiyanı koğuşa gelerek, “Abdullah Büyük, mektubunuz var” dedi. Gittim ve zarfı aldım. Resmi bir özelliğe sahip olan zarfı açtım ve okudum: Nevşehir İlinin, Gülşehir İlçesinin falan köyüne tayininiz çıktı, diyordu yazıda. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan bir yetkilinin ismi ve imzası vardı. Yazıyı okuduktan sonra, inanır mısınız üzülmedim, sadece acıdım. Kimlere, Diyanet yetkililerine acıdım ve bugün otuz sene geçmiş, şu acı gerçeği tekrarlıyorum ki, Sayın Ali Bardakoğlu hariç, Diyanet İşleri Başkanlarının hiçbiri, Müslüman kamuoyundan destek bulamamıştır. Şu acı gerçeği bir daha itiraf ediyorum ki; o dönemin yetkili kişileri ile hesaplaşacağız ahrette ve büyük mahkemede. Diyanet’ten gelen sürgün yazısının üzerinden bir ay geçmemişti ki, bir yazı daha geldi: Müstafi sayılıyordum. Yani Diyanet, işime son veriyordu. Beni cezaevinde ilk tebrik edenler, Said Nursi hazretlerinin şakirtleri oldu. Müsaadenizle şu mesajımı 12 Eylül 1980 Diyanet İşleri’nin o günkü mantığına diyorum ki; nasıl şu andaki Başbakan için Hürriyet gazetesi, muhtar dahi olamayacak, haberini büyük puntolarla vermişti. Şimdi ülkeyi Cumhuriyet döneminde en güzel idare eden bir Başbakan olarak tarihe geçti ise, Gülşehir ilçesinin 16 hanelik köyüne sürgüne göndermek isteyip, daha sonra teşkilatınızdan attığınız A. Büyük, ülkenin sadece Hakkâri beldesine gidemedi. Hamdolsun Rabbime, sizler bizi, cami kürsülerinden uzak tuttunuz, Allah (c.c.), 81 vilayetin salonlarını nasip etti. Yetmedi Avrupa’nın beş ülkesini dolaştı, yetmedi bugün Afrika’nın onlarca ülkesi için halkına hizmette istihdam edildi. Kürsüler, mihraplar sizin olsun, ateistlerin, tinercilerin, misyonerlerin, inkârcıların bulunduğu yerlere gitmek ve bir insanın hidayetine sebep olmak, ömür boyu hazır cami cemaatine konuşmaktan hayırlıdır. Bizler, yani 12 Eylül 1980 askerî darbesi mağdurları, izzet ve şerefimizden ödün vermemeye çalıştık. Bugün 2010 yılının 12 Eylül halk referandumunun az da olsa önemini, halk ve ülke için az da olsa faydasını idrak edemeyenler elbette ‘hayır’ safında yer alacaktır. Ne var ki ‘Evet’ demenin bir bedeli olduğu gibi, ‘Hayır’ demenin de bir bedeli olacaktır. Çünkü Rabbimiz, sevap ve günahın limitini zerreden başlatmıştır. Yani havada uçuşan toz taneleri büyüklüğünde olan hayır ve şerden, Rabbimize hesap vereceğiz... Allah’a emanet olunuz. Cezaevi müdürü aniden beni makamına çağırdı.. Bakalım ne diyecek. Haftayı bekleyelim. |
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|