![]() |
#1 |
![]() Ahlâk, Hukuk ve Başörtüsü Yasağı - I Türkiye'de gerek demokratikleşmede ve gerekse AB reform sürecinde yaşanan tüm ilerlemelere rağmen, başörtüsü yasağının kaldırılması yolunda henüz bir ilerleme görülmemektedir. Problem dondurulmuş, halının altına süpürülmüş, unutturulmuş veya unutulmuş vaziyettedir ve bazıları bunun problemin çözülmüş olduğunu gösterdiğini düşünmektedir. Oysa, ortada çözülen bir şey yok ve bu yasak insanları mağdur etmeyi sürdürüyor. Ne ahlâkî, ne hukukî olan ve tamamen keyfiliğe dayanan bu yasağın, insanları ağır mağduriyetlere mahkûm etmesi bu konu üzerinde tekrar tekrar durmayı zorunlu kılıyor. Başörtüsü Yasağı ve Hukuk Bazı kamu otoritelerinin ısrarla yasaklamaya çalıştığı başörtüsüyle ilgili olarak Türkiye'nin hukukî sisteminde yasağa dayanak teşkil eden bir hüküm yoktur. Tam tersine, 2547 sayılı YÖK kanununun ek 17. maddesine göre, yasağın esas belirdiği yer olan üniversitelerde, kılık kıyafet serbesttir. Buna rağmen yüksek okullarda başörtüsü yasağı getiren ve uygulayanlar, hem bu kanunu, hem de, dolayısıyla, Anayasa'nın eğitim hakkıyla ve vatandaşların eşitliğiyle ilgili hükümlerini ihlâl etmektedir. Normal şartlar altında bunu yapanların hukukî takibata uğratılması, yargılanması ve cezalandırılması gerekirdi. Bugün bu yapılamıyorsa, yasakçı zihniyetin zorbalığı yüzündendir. Ancak, yasakçılardan bugün hukukî olarak hesap sorulamaması her zaman böyle olacağı ve eğitim hakkının kullanılmasını engelleyenlerin asla yargılanıp mahkûm edilmeyeceği anlamına gelmez. Anayasa ve kanunlarda başörtüsüyle ilgili bir yasak yokken, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay'ın çeşitli kararlarında yasağa temel aramak, hukuku katletmektir. Böyle bir arayış ülkemizde egemen jakoben anlayışın otoriter tavrının klasik tezahürlerinden biridir. Yasakçı ve baskıcı zihniyet, anayasa ve kanunlarda bulunan hakları yönetmelik gibi daha alt ve dolayısıyla anayasa ve kanunlara aykırı olamayacak mevzuat parçalarıyla gasbetmekte, kullandırtmamakta, veya, aynı şekilde, anayasa ve kanunlarda bulunmayan yasakları getirmekte pek mahirdir. Başörtüsü olayında olan da aşağı yukarı budur. Ancak, yasakçılar, ellerini kuvvetlendirmek için, Anayasa Mahkemesi kararlarına atıf yapmayı seviyor ve yasağın bu mahkemenin kararıyla konulduğunu söylüyor. Oysa, anayasa hukuku hakkında biraz bilgisi olanlar, Anayasa Mahkemesi'nin yeni bir hüküm tesis edemeyeceğini, sadece kanunların iptali yolundaki talepleri kabul etme veya reddetme yetkisinin bulunduğunu bilir. O yüzden, başörtüsü yasağına Anayasa Mahkemesi'nin Mart 1989 tarihli başörtüsü kararında temel bulmak hukuken imkânsızdır. Tersini söylemek, yasama yetkisinin halk tarafından seçilen meclise değil, kendi kendini atayan yargı bürokrasisine ait olduğunu ileri sürmekle eş anlamlıdır. Esasen, başörtüsüyle ilgili bir yasak, Anayasa Mahkemesi kararlarıyla konamayacağı gibi, Anayasa ve kanunlarda da temellendirilemez. Çünkü, bu konu, yâni, kılık kıyafet özgürlüğü, insan haklarıyla ilgilidir. Türkiye demokratik bir ülke ise, insan haklarına bu tür keyfî bir sınırlama getiremez. Getirirse, o zaman, bu sistemin adı demokrasi olmaz. Kimse yanılmasın, başörtüsü yasağı sadece üniversite öğrencileri açısından değil, bütün kamu görevlileri açısından yanlıştır. Bir liberal olarak, altını çizmek isterim ki, çok istisnaî ve niteliği gereği özel üniforma veya özel kıyafet gerektiren ve başörtüsü takmanın bu tür kıyafetlerin oluşmasını engellediği objektif olarak ve makul bir insanı ikna edecek şekilde ispatlanan işler dışındaki hiçbir kamu görevinde, başörtüsü yasağı uygulanamaz. Yâni, başörtülü öğretmen, doktor, hastabakıcı, hemşire, hâkim de olabilir. Üniversite öğrencileriyle ilgili yasaksa tam bir komedidir. Kamusal Alan ve Başörtüsü Yasağı Kamusal alanla ilgili tartışmalar ve bu kavrama dayanan tezler yasağı haklılaştıracak bir hukukî zemine varılmasını sağlamaz. Kamusal alan siyaset felsefesinde tartışılan bir konudur ve tartışmalı bir felsefe kavramından hareketle insanların hayatını derinlemesine etkileyen konularda hukukî hüküm tesis edilemez. Nitekim, bütün gürültü patırtıya rağmen, başörtüsü takanlarla ilgili işlemler, hep, hukukî değil idarî işlemler olagelmiştir. Başörtüsü kullananlar hukukî bir takibata maruz bırakılamamış, idarî müeyyidelerle, sözüm ona cezalandırılmıştır. Bu dahi, hukuk sistemimizde başörtüsü yasağına bir temel bulunmadığının ispatıdır. Kamusal alan tanımları çok tartışmalıdır. Kamusal alan nedir? Değişik yorumlar yapılabilir. Kamusal alan, egemenliğin bir yansıması olarak, kamu otoritesinin geçerli olduğu her alan mıdır? Yoksa, bir kamu görevinin ifa edildiği yer midir? Veya, bir kamu görevlisinin bulunduğu mekân mıdır? Bu üç bakışın hiçbiriyle başörtüsü yasağı konusunda anlamlı ve yasağı haklılaştırıcı bir sonuca ulaşılamaz. İlkini ele alalım ve diyelim ki kamu otoritesinin söz sahibi olduğu her yer kamusal alandır. Bu durumda, başörtüsü yasağını alabildiğine genişletmek gerekir. Toplum hayatında kamu otoritesi teorik olarak her yerde geçerlidir, bu otoritenin fiilen tezahür etme biçimi, derecesi ve sıklığı, duruma ve şartlara bağlı olarak, değişse bile. Meselâ, sokaklar da kamu otoritesinin geçerli olduğu yerlerdir, öyleyse, sokakta da başörtüsünün yasak olması gerekir. Bu kadar değil, dahası var: Evimiz elbette bizim özel alanımızdır, lâkin orada da, duruma bağlı olarak, kamu otoritelerinin yetkileri vardır. Eşinize veya çocuğunuza kötü muamele ederseniz, kamu adına evinize müdahalede bulunulabilir. Yâni eviniz de bir kamusal alana dönüşebilir. Bu durumda, evlerde bile başörtüsü yasağının bulunması gerekmez mi? Yok, bir kamu görevlisinin bulunduğu yer kamusal alandır dersek, yine problemlerle karşılaşırız. Önce sormamız lâzım: Bir kamu görevlisinin fiilen görev yaptığı her yer bir kamusal alan mıdır? Eğer böyleyse ve yasak kamusal görev veya hizmet alanlarını kapsayacaksa, üniversiteler yanında parklar, vergi daireleri ve hastaneler de başörtüsünün yasak olduğu yerler arasında olmalıdır. Bu kamusal alan yorumuna dayanan yasağın hukukî ve ahlâkî bir temeli varsa, yasak buralara kadar uzatılmalıdır. Niye uzatılmıyor, uzatılamıyor peki? Çünkü, yasak, sağlam, hukuka dayanan ve vicdan kanatmayan bir ilkeye oturmuyor da ondan... Kamusal alan tanımlarının üçüncüsü doğruysa, yâni bir kamu görevlisinin bulunduğu her yer kamusal alansa, o zaman, kamu görevlilerinin üstüne "kamusal alan yaratıcısı geliyor, başörtülüler savulun" diye bir uyarıcı levha, işaret vs. yapıştırıp dışarı öyle çıkmalarını sağlamak gerekir. Sakın yanlış anlamayın, bu söylediğim şeydeki komiklik benim komiklik yapmak istememden kaynaklanmıyor, yasakçıların savunuyor olabileceği bir anlayıştan türüyor. Size komik geliyor olabilir, ama bu olayın ilginç tezahürleri var. Örneğin, bir kamu görevlisi olmasa da kamu otoritesini temsil eden biri olarak Cumhurbaşkanı Sezer, kalksa, Ankara Söğütözü'ndeki Yimpaş Süper Market'e alışverişe gitse, ne olur? Orası bir kamusal alana mı dönüşür? Dönüşürse Yimpaş'ın başörtülü müşterilerinin Yimpaş'ın kendi elemanları veya Sezer'in korumaları tarafından dışarı atılması mı icap eder, laiklik adına ve uğruna? Devlet memuru akşam evine vardığında orası da mı kamusal alan olur ve eşinin başörtüsünü çıkarması gerekir? Şu söylenebilir: Kamu görevlisinin bir kamu göreviyle bulunduğu mekân kamusal alandır. Lâkin, bu da problemi çözmeye yetmez. Meselâ, Sağlık Bakanlığı'na bağlı bir hemşire bir aşı kampanyası vesilesiyle bir köye gitse ve köy meydanında topladığı kişilere aşı yapsa, bu o köyü veya köy meydanını kamusal alana çevirir ve hem hemşirenin hem de köylü kadınların başının açık olmasını mı gerektirir? Görüldüğü gibi, kamusal alan tartışmalarından anlamlı bir sonuca ulaşmak imkânsız. Özgürlükçü bir ülkede, vatandaş, her türlü kamusal alanda veya kamusal olduğu iddia edilen alanda başörtüsü takma veya takmama özgürlüğüne sahiptir. Bu çerçevede yapılan özel alan- kamusal alan karşılaştırmalarında da yasakçıların mantığı yanlış işlemektedir. Diyorlar ki, "bir özel davet veriyorsam, istersem başörtülüleri alabilirim, ama kamusal alandaki bir davette, istesem de, başörtülüleri alamam". Bu düşünce tarzı yanlıştır. Sağlıklı bir mantık şöyle işler: Bir kamu görevlisi olsam bile, istersem, özel davetime başörtülüleri kabul etmem, buna hakkım vardır, ama kamusal alandan başörtülüleri dışlayamam, zira bu hem Cumhuriyet sistemine, hem demokratik rejime ve hem de insan haklarına aykırıdır. Elimizde tipik bir olay var, ona bakarak durumu daha iyi kavrayabiliriz. Sezer, oğlunun düğününü Çankaya Köşkü'nde yaptı ve başörtülüleri davet etmedi. Çankaya'daki bu binanın topluma ait olduğu ve bu nedenle böyle bir kullanımın uygun olmadığı yolundaki eleştirileri bir yana bırakıp, bu olayın Sezer ailesinin özel bir olayı olduğunu kabul edelim. Bu durumda, Sezer'in başörtüsü kullananları çağırmamasının, sosyal açıdan şık olmasa bile, kendi tercihi olduğunu ve kimsenin buna bir şey diyemeyeceğini söyleyebiliriz. Yâni, Sezer'in başörtülüleri çağırmamasını normal karşılayabiliriz. Olur ya, başörtüsünü sevmeyebilir veya başörtüsü takanları davet etmemek için kendine göre gerekçeleri olabilir. Ama, 29 Ekim resepsiyonundan başörtülüleri dışlamasını normal karşılayamayız. Bu tavır, Cumhuriyet fikrine de, demokrasiye de, ve, evet, laikliğe de aykırıdır. Kısaca, özel alanımızda dışlayıcılık yapabiliriz, ama kamusal alanda yapamayız; tabiî, Cumhuriyet, demokrasi ve laikliğin ne olduğundan gerçekten habersiz değilsek... Prof.Dr. Atilla Yayla
![]() |
|
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|