09-11-2007, 20:26 | #1 |
ALLAH'A İMAN ( Allah Sevgisi ve Allah Korkusu )
Allah'a İman Ne Demektir?
Allah Teâlâ'nın varlığına ve birliğine inanmak ve O'nu sıfat ve isimleriyle güzelce tanımaktır. Allah'a îman, bütün dinlerin temelidir. Allah'a inanma, O'na dayanma ve ibâdette bulunma ihtiyacı, insanda yaratılıştan vardır. Bu duygu, insanla beraber doğmuş ve her devirde de olagelmiştir. Allah'ın varlığının delillerinden biri de budur. Çünkü fıtrat yalan söylemez. İnsan fıtratında, madem, bir yüce Yaratıcıya inanıp dayanma, O'na ibâdet etme, yalvarıp dileklerine karşılık bulma ihtiyacı vardır; öyleyse o yüce Yaradanın vâr olmaması mümkün değildir. Bu, fıtratın inkârı demek olur. Başka hiçbir delil olmasa bile, bu fıtrat ve vicdan delili, Allah'ın varlığını anlamamız için kâfi bir ışıktır. Aslında, Allah'ı inkâra yeltenenler bile, başları dara geldiği zaman yine Allah'a yönelmek, O'ndan yardım dilemek zorunda kalırlar. Fakat darlıktan kurtulur kurtulmaz yine eski hallerine dönerler. Bunun misallerini pek çok görmüş ve duymuşuzdur. Bu hususa Kur'ân-ı Kerîm şu şekilde işâret buyurmaktadır: "İnsana bir zarar dokunduğu zaman, yan üstü yatarak, yahut oturarak veya ayakta iken bize yalvarır. Fakat ondan (ilticâsına sebeb olan o) zararı kaldırdığımız zaman, sanki kendine dokunan bir zarardan dolayı bize yalvaran o değilmiş gibi hareket eder. (Eski sapıklığına devam eder.)" (Yûnus: 12). "Gemiye bindikleri zaman (batma korkusundan) ihlâs ile Allah'a yalvarırlar, fakat kendilerini karaya çıkarıp kurtardığımızda, hemen şirk koşarlar." (Ankebût: 65). Allah'ın Zâtını Görmemiz ve Mâhiyetini İdrâk Etmemiz Mümkün müdür? İnsanın Allah Teâlâ'nın zâtını bu dünyada görebilmesi mümkün olmadığı gibi, gerçek mâhiyetini kavrayabilmesi de imkânsızdır.Çünkü, insan aklı ve duyguları mahduttur. Allah'ın mâhiyetini kavramaya müsâid değildir. Fakat mahlûkata bakıp O'nun varlığını ve birliğini anlamaya, sonsuz kudretini ve diğer sıfat ve isimlerini bilmeye güç yetirebilir.Bunun içindir ki Allah Teâlâ, bizi zâtını ve mâhiyetini düşünmekten men'etmiş, yalnızca kendisinin varlığını ve birliğini bilmemizi ve sıfat ve isimlerini tanımamızı emretmiştir. Bir hadîs-i şerîfte meâlen şöyle buyurulur: "Allah'ın varlığını, birliğini anlamak için göklere bakın, yere bakın, kendi nefsinize bakın ve bütün bunların yaratılışındaki akıllara hayret veren incelikleri, bunların kendilerinden olamıyacağını düşünün. Çünkü bunlar, Allah'ın varlık ve birliğini gösteren alâmetlerdir. Fakat Allah'ın zâtını, mâhiyetini düşünmeyin. 'Allah acaba şöyle midir, böyle midir? O'nun görmesi, işitmesi nasıldır?' diye düşünmeye kalkışmayın. Zira buna kudretiniz yetmez. Ne kadar çalışsanız da bunu hakkıyla bilemezsiniz, idrâk edemezsiniz. Şaşırırsınız. Bilgi ve görgü ölçüleriniz buna yetmez." Aslında biraz düşünecek olursak, Allah'ın zâtî mâhiyetini kavramanın mümkün olmadığını aklen bile anlayabiliriz. Yumurta içindeki bir civcivden yumurtanın dışındaki âlemi idrâk etmesi elbette beklenemez. İnsan aklı da şu muhteşem kâinatı ve kâinat içindeki Allah'ın yarattığı âlemleri bilme, tanıma bakımından, yumurta içindeki civcivden farksızdır. Bu bakımdan, aklın son derece sınırlı idrâk kapasitesiyle kâinat Hâlikının zâtını ve mâhiyetini kavrayabilmesi muhâl içinde muhâldir. Mehmed Kırkıncı bu hususu şu şekilde izah etmektedir: "Bir insanın mağarada büyüyüp hiç ışık yüzü görmediğini ve kendisinin bir gün sabahın erken saatlerinde ve daha güneş doğmadan dünya yüzüne çıkarıldığını farzediniz. Her tarafı dolduran ışıktan derhal gözleri kamaşan bu şahsa, bu ışığın bir güneşten geldiği söylense o adam güneşi ziyadesiyle merak edecek ve onu tanımaya çalışacaktır. Şimdi bu adamın, hayâlinde nasıl canlandırırsa canlandırsın, güneşi kat'iyyen anlayamayacağı ve her defasında güneş yerine başka şeyler tahayyül edeceği âşikârdır. Çünkü, güneşi etrafında gördüğü şeylere kıyas edeceğinden yapacağı her kıyas yanlış olacak ve isabet kaydetmiyecektir. Güneşe inanmak o adam için îmanın bir rüknü olsa, o, güneşi her nasıl tasavvur ederse etsin her hâlükârda şirke düşecektir. Onun yapacağı tek şey, bu ışığın bir güneşten geldiğini ve fakat o güneşin mahiyetini bilemeyeceğini idrâk etmektir. Zaten ondan istenen îman da bundan ibarettir. Temsildeki adamın güneşi anlayamaması gibi, her bir insan da kendi beden memleketini idare eden ve ruh denilen sultanın mahiyetini bilememektedir. Bizler, bedenimizin ruhla kaim olduğunu, onun bu bedenden ayrılması hâlinde bu binanın yıkılacağını ve o sultanın göz penceresiyle bu âlemi seyrettiğini, kulak cihazıyla sesler âlemini temaşa ettiğini, dil terazisiyle de bütün tadları tarttığını... bildiğimiz hâlde, ruhun mâhiyetini bilemiyoruz. Onun mâhiyeti hakkında her ne söylesek, hilâf-ı hakikat olacağı gibi, ruhun zâtını her ne tarzda tahayyül veya tasavvur etsek onun hakkında yanlışlığa düşmüş olacağız. İşte, görmediği bir güneşin zâtını anlamaktan âciz ve kendi ruhunun mâhiyetini bilmekten eli kısa olan insanın, zaman ve mekândan münezzeh, umum âlemlerin Hâlik-ı Zülcelâlini ve Mâlik-i Zülkemâlini (hâşâ) zâtiyle anlamaya çalışması, ne derece büyük bir dalâlet dîvâneliğidir ve insanı başaşağı şirke yuvarlayan bir düşünce sapıklığıdır, kıyâs ediniz." (Hikmet Pırıltıları) Allah Sevgisi ve Allah Korkusu İslâm'ın insanlara öğrettiği ilâhî esaslardan biri de, Allah'ı sevmek ve O'ndan korkmaktır. Mü'min; nimeti, lütfu ve keremi sonsuz olan Rabbine karşı büyük bir sevgi ve hürmetle bağlanacak, O'nun rahmet ve merhametinin her şey'i kuşattığını düşünecek, ne kadar günahkâr olursa olsun, O'nun afvından ümidini kesmiyecektir. Yüce Allah'ın rahmet, sevgi ve şefkati sonsuz ise de, bunun yanında kahr ve azâbının şiddetli olduğunu da unutmayarak O'ndan korkacak, gazabından emin olmayacaktır. Korkunun ifratından yeis, yani, ümidsizlik doğar. Pek fazla ümidlenmek ise, insanı gaflete atar ve âkıbeti umursamamaya götürür. Bu bakımdan Allah'ın azâbından emîn olmak da, rahmetinden ümîd kesmek de dînimizde yasaklanmıştır. Şu halde mü'minin kalbi, Rabbinin huzurunda, korku ile ümid arasında O'na lâyık bir kul olma heyecaniyle çarpmalıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de mü'minlerin bu vasfına şu şekilde dikkat çekilmektedir: "Mü'minler, Allah'ın rahmetini umarlar ve azâbından da korkarlar..." (İsrâ: 57). "Allah'a korku ve ümid içinde dua ediniz" (A'râf: 56) buyurulmaktadır. İmanın kemâline delâlet eden bu hâle beyne'l-havf ve'r-recâ, yani, korku ile ümid arasında olma hâli adı verilir. Gerçekten de Allah'a olan îmanın kemâli, sadece Allah'ı sevmek veya sadece O'ndan korkmakla gerçekleşemez. İkisinin bir arada bulunması gerekir. İnsan, sevginin vereceği nazlanma ve şımarıklıktan ve rahmetine güven duygusunun sevkedeceği taşkınlık ve itâatsizlikten, ancak Allah korkusu ile kurtulabilir... Sadece korkunun vereceği ye's ve ümidsizlik halinden insanı kurtaracak da, Allah sevgisi, rahmetinin genişliğine ve afvının sonsuzluğuna olan inançtır. Bu sebeble "Hayrın başı Allah sevgisi; hikmetin başı da Allah korkusudur" denilmiştir. Aslında, Allah'a olan sevgi kadar, O'ndan korkmak da son derece tatlı ve zevkli bir haldir... Allah korkusunda nasıl bir lezzet ve ruhî haz olduğu şu şekilde izah edilmiştir: "Ârif-i billâh, aczden, mehafetullah'dan (Allah korkusundan) telezzüz eder. Evet, havf'da (Allah korkusunda) lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan suâl edilse, "En leziz ve en tatlı hâletin nedir?" Belki diyecek: "Aczimi ve za'fımı anlayıp validemin şefkatli sinesine sığındığım hâlettir..." Halbuki bütün vâlidelerin şefkatleri ancak bir lem'a-i tecellî-i rahmettir (Allah'ın rahmetinin küçük bir tecellîsidir). Onun içindir ki kâmil insanlar, aczde ve havfullah'da öyle bir lezzet bulmuşlar ki kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberrî edip Allah'a acz ile sığınmışlar, aczi ve havfı (korkuyu) kendilerine şefaatçı yapmışlar..." (Sözler) Allah'ı sevmek ve O'ndan korkmak hususunda Peygamberimiz de şöyle buyurmuşlardır: - "Mü'min kimse, Allah'ın azab ve ikabının miktarını bilseydi, hiçbir kimse Cenneti ümid etmezdi. Kâfir de Allah'ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilseydi hiç kimse O'nun rahmetinden ümid kesmezdi." - "Cennet size ayakkabınızın bağından daha yakındır, Cehennem de böyle..." - "Sağılan süt memeye girmediği gibi Allah korkusundan ağlayan kimse de Cehenneme girmez. Allah yolunda çarpışırken husule gelen tozla Cehennemin dumanı birleşmez." - "Allah katında iki damla ve iki izden daha sevimli bir şey yoktur. - "Herhangi biriniz ölürken Allah'a hüsn-i zan etmeksizin (afv ve mağfiret edeceğini ummaksızın) ölmesin."
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
03-03-2011, 02:33 | #2 |
|
|
03-03-2011, 12:16 | #3 |
Müslüman'ın Miracı Namaz...
Namazı geçerli şeri bir mazereti olmadan terketmek, kılmamak büyük günahtır. Peygamberimiz (a.s), kıyamet gününde mahşerde hesabı sorulacak ilk amelin namaz olacağını bildirmiştir... Namaz'ı ifa etmek, Müslümanlığın dışa yansıyan en başta göstergelerinden biri sayıldığı için İslam Alimleri farziyetini inkar etmeksizin namazı geçerli mazereti olmaksızın terkeden inanır için, mevcut bazı rivayetleri de kendi anlayışlarına göre değerlendirerek, bazı farklı müeyyideler talep edebilmişlerdir... Muhakkakki, namaz ve diğer bilumum ibadetler ALLAH'ın rızası ve kabülü için ve içten gelerek yapıldığında manasını ve ulaşılmak istenen gaye gerçekleşmiş olur. Bunun dışında farklı sebep zorlamalarla veya riyakarlık için eda edilen (!) namazların bir kıymeti harbiyesi olamayacağına göre, namazı terkedenler için Mütefessir alimlerin kendi zamanlarına göre öngördükleri yaptırımları kamu düzeni ve genel ahlak usulu çerçevesinden değerlendirmek gerekir... Aslında bu yaptırımların dayanak noktası olan hadislerin büyük çoğunluğu, namazın terkedilmesinin yaptırımı değil, İslam dininde namaz ibadetinin ehemmiyetini gösterme gayesine yönelik bulunmaktadır. Kimsenin kimseyi cebren zorla müslüman etme hak ve sahibi olmadığına göre, bu dine mensup olanlar kendi hür iradeleriyle bu dini seçmiş olacaklar ve bu dinde oldukça önemli bir yeri bulunan namaz ibadetinden haberi olacak ve bunu şevkle yerine getireceklerdir... ALLAH'a iman,Resul'e şahitlik'ten sonra (yani Tevhid'i tasdik'ten sonra) sonra İslam dininin en mühim şartı olan namaz, günde beş ayrı vakit diliminde olmak üzere kadın ve erkek her müslüman için bir görevdir,yani Farz-ı ayindir... |
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|