fatih kısaparmak balon baskılı balon ‘Ev’e Dönüş - AK Parti |AKParti Forum |AK Gençlik |Recep Tayyip Erdoğan |AKPARTİ Gençlik Forumu|

PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : ‘Ev’e Dönüş


Kur'ânTalebesi
04-01-2010, 15:06
http://minikkelebek.files.wordpress.com/2010/03/e28098ev_e-donus1.jpg?w=436&h=439

Hem dışarıda çalışıp para kazanan hem de evdeki işleri idare etmek zorunda kalan kadın iki hayatı birden yaşıyor. Erkeğin payına ise sadece yarım hayat düşüyor. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde batı özentisi kültürel akım, sanat, edebiyat ve benzeri alanlarla aileyi çözücü bir işlev görmüştür. Batı tipi modernleşme aileyi, özgürlüğe engel görücü bir tutum içerisine girdi. Böylece kendi toplumunu parçaladı. Batılı insan, her açıdan evsiz, yuvasız ve pek tabii olarak korunaksız ve barınaksız kalış ile kendisini, önemli bir krizin içerisinde buldu. Özgürlük sorumlulukların bilincinde olmayı gerektirir; boş vermişliği ve aldırışsızlığı değil. Özgür olmak amaçlı olabilmektir de.

Kur’an’ın insan ilişkileri açısından en önemli vurgusu olarak aileyi, aile üyelerini, yakın/uzak akrabaları ve cemaat ilişkilerini kapsadığı görülmektedir. Bu en temel öge, insan ilişkiler yumağı içerisinde merkezi konumda bulunmaktadır. Aile ile doğrudan ilgili olarak “… kendinizi ve ehlinizi ateşten koruyunuz …” , “… aileye güzel söz söyleyiniz…” , “Aileye namazı emrediniz…” gibi çoğaltılabilecek bu ayetler, vahyin ana öğretisi içerisinde yer almakta, toplumsal dirilişin ve çözülüşün, aile zemininde mümkün olabileceğine işaret etmekte, bu çerçevede ıslah sürecini aileden başlatmaktadır.

Akrabalarla ilgili hukukî emir olan, “Akrabalar birbirlerine mirasçı olurlar…” , hatta “Allah’ın kitabında birbirlerine öteki müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar”, ifadesindeki yaklaşım aile bağlarının merkezi konumuna işaret etmektedir. “Babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, mensubu olduğunuz aşiretiniz …” olarak devam eden ayetlerde de görüldüğü üzere toplum sınıflamasını, iç katmanlarını ve üyelerini bu çerçevede ele almaktadır. Daha da ileri giderek, akraba ilişkilerinin ne anlama geldiğini şu ifadelerde görmekteyiz ki, “Şimdi siz eğer sırtınızı dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmış, akrabalık bağlarını (sıla-i rahmi) koparmış ve dolayısıyla (Allah’a) isyan etmiş olmaz mısınız? İşte böyleleri, Allah’ın rahmetinden dışladığı, ardından sağırlaştırdığı ve gözlerini körelttiği kimselerdir.” Burada dikkat çeken en önemli husus, akrabalık ilişkilerinin koparılmasının, “bozgunculuk yapma” gibi en kötü fiil ile birlikte anılmasıdır.

Hülasa Kur’an’ın toplum tasvirini, sınıflamasını büyük ölçüde aileden yola çıkarak yapmaktadır. Ailenin teşekkülü (evlilik), ayrılık (talak), çocuklar, miras paylaşımı hukuku ve aile içi ilişkiler, Kur’an’da oldukça büyük bir yer tutar.

Modernleşme Sürecinde Aile

Batı tipi modernleşme aileyi, özgürlüğe engel görücü bir tutum içerisine girdi. Böylece kendi toplumunu parçaladı. Aileden, akrabadan, cemaatten, aşiret ve kabileden soyutlayarak, toplumu yapayalnız ve korumasız bireylerden müteşekkil bir yapı haline getirdi. Aile ve cemaat aidiyetini yok ederek sosyal açıdan insanı ortada ve korumasız bırakan Batı modernitesi, kendi toplumunu çözerek parçalamış oluyordu. Çünkü aileler, akrabalık bağları ve cemaat ilişkileri insan için bir direnç noktasını oluşturmaktaydı. Batı modernitesi, ilişkilerini kestiği, bu bağlardan kurtulduğu sürece, özgürleşeceği telkininde bulundu. Avrupa’da, boşanma oranlarının % 70’lere dayanması, evlilik yaşının yükselmesi, ailelerin hiç ya da tek çocuk sahibi olmayı tercihi, kadınların çoğunlukla anneliği hor görmeleri, tehlikeli bir sürece işaret etmektedir.

Hollanda’da, nüfusun % 27’sinin psikolojik destek aldığı ve destek alması gerekirken almayan/alamayan gizli % 7 oranında hasta bulunduğu uzmanlarca belirtilmektedir. 2030’lu yıllarda bu oranların % 50’leri aşacağı tahmin edilirken, tüm Avrupa için geçerli olan bu durum dikkate alındığında, çıldıran bir dünyaya doğru sürüklendiğimizi göstermektedir. Bütün Avrupa ülkelerinin genelini resmeden bu kompozisyonda, en büyük yarayı aile kurumu almış, çözülme artmıştır.

Aile üyeleri, hısım ve akrabaları için endişe duymuyor, onların acıları kendisi için acı veriyor olmaktan çıkıyordu. Çünkü örf ve nezaket ilişkisi koparılmış, olması gereken ilişkiler ağı sabote edilmiş bulunuyordu.

Böylece Batılı insan, her açıdan (maddî ve manevî) evsiz, yuvasız ve pek tabii olarak korunaksız ve barınaksız kalış ile kendisini, önemli bir krizin içerisinde buldu. Batı dünyasında, içinde bulunduğumuz yüzyılın ilk çeyreğinden sonra başlayan ve gittikçe hızlanan özeleştirilerden aile kurumu da nasibini aldı. Ailenin çözülüşü bazı entelektüel mahfillerde durumun vahameti fark edilmiş olmalı ki tedbir ve önlemler çerçevesinde tartışmalar yapılmaya başlandı. Başta Amerika olmak üzere, aileyi özendirici ve çocuğun gerekliliğini vurgulayan diziler ve filmler yapılarak yayınlanıyordu.

Önceleri dinin toplum hayatından yok olacağı tezini savunan, ancak yarım asra varan bir süre sonunda dinin güçleneceğini iddia ederek önceki tezlerinden vazgeçtiğini açıklayan, sosyal teorisyenlerden Peter L. Berger, “Modern toplumlarda dinin geçirdiği kriz yüzünden sosyal evsizlik sorunu ‘metafiziksel’ bir yapıya bürünerek, evrende evsizlik sorununa dönüştü.” diyordu.

Cihan Aktaş, Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği eserinin önsözünde, “Modern uygarlığın yükselişi, aile kurumunu gerçek kılan değerleri tüketerek gerçekleşti.” derken tam da anlatılmak isteneni özetlemektedir. Ayrıca “aile kurumunun modernist değerler ve bununla birlikte kökü eskilere dayanan bir takım kabuller nedeniyle yaşadığı problemleri de ele almaktadır” ki, burada ailenin problemleri arasında zamanla içerisi boşaltılan ve dinin temel kabulleri ile çatışır hale gelen, geleneksel ilişki biçimlerine de, haklı olarak zımnî atıfta bulunmaktadır.

Batı dünyasında dillerden düşürülmeyen özgürlük konusu, Batının kendi kabulleri çerçevesinde büyük sorunlar taşımaktadır. İnsanı, daha doğrusu aileyi, tek dünyalı ve sadece maddi yönü ile ele alan ve ihtiyaçlarını bu çerçevede görerek kabul eden anlayışın, toplumsal huzur ve mutluluk vadi gerçekleşmedi ve gittikçe de karamsar bir gelecek resmi verdi/veriyor. “Gerçekte özgürlük yürek işidir, bilinç işidir; bir koltukla, bir banka cüzdanıyla, bir unvanla sağlanabilir bir değer değildir. Özgürlük sorumlulukların bilincinde olmayı gerektirir; boş vermişliği ve aldırışsızlığı değil. Özgür olmak amaçlı olabilmektir de; sonuna kadar götürülebilecek yüce bir amaca sahip çıkmaktır. Paylaşmayı, bağlanmayı, fedakârlık etmeyi bilmektir özgürlük; başına buyruk, sorumsuz ve umursuz davranabilmek değil.” Aktaş, kitabın son bölümünde, “Yeni Çekirdek Ailenin Misyonu“nu tartışırken, büyük ailelerden koparılarak kurulan çekirdek aileler, bölünen ihtiyaç birimleriyle daha fazla sayıda ev ve eşya tüketimini haber verirler. Yorgun ve yılgın üyelerinin akşam üzerleri sığındığı ve ertesi iş gününe hazırlandığı çatısıyla kapitalizmin motorize gücü olan çekirdek aile ortamı, mekanik ve katı kişilikler üretmektedir. Yaşlıların yaşadığı toplumsal trajediyi düşünmek bile bu yargıyı doğrulamaya yeter niteliktedir. Aktaş devamla, “tüketim” eksenli anlayışların temelde insanı tükettiğini ve tükenen insanın sorunlarını tartışmaktadır. Gerek tüketim gerekse de çekirdek ailenin yaygınlaştığı ortamlarda yaşayan müslüman bireyin bu sorunlardan her haliyle müstağni olması düşünülemez. Hem Doğu hem de Batı toplumlarında çekirdek ailenin yaygınlığı modernitenin evrenselliğini dayatmasından bağımsız değildir. Bu olgusal durum dikkate alınınca, yaşanılan sorunların yaygınlığı, yapısal anlamda modernizmin etki alanı kadar geniştir.

Batı dünyası insanın mahiyeti ve fıtrî ihtiyaçları hususundaki yanılgısını derinleştirdi ve o kadar ileri gitti ki, İngilizler daha bundan birkaç yıl önce yapay sperm ile fare üretilince medeni kanundaki ‘babanın gerekliliği’ maddesini değiştirme kararı aldı. Aileyi parçalayarak özel bir şekilde tanımladı ve babanın gerekliliğini yok sayarak ‘ailenin gerekliliği’ şeklinde değiştirme kararı aldı… Sosyologlar ‘Gelecekte erkeğe ihtiyaç olur mu?’ diye sormaya başladı. Gelişen tıp ve gen teknolojisiyle birlikte erkeklerin pabucu dama (mı) atılıyor. Yapay spermle fare üretmeyi başaran bilim adamları erkeksiz üremenin mümkün olduğunu göstermeye çalıştı. İngiltere’de ise Doğurganlık ve Embriyoloji Yasası’nda yapılması planlanan değişiklikle çocuklar bir babaya ihtiyaç duymadan yaşayabilecekti, şeklinde yaklaşımlar yaygınlık kazanmıştı. Ancak Batı entelijansiyası, özel ve genel mahfillerde bu tartışmaları sürdürmekte ve yer yer ciddi özeleştiriler de yapılmaktadır.

Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde batı özentisi kültürel akım, sanat, edebiyat ve benzeri alanlarla aileyi çözücü bir işlev görmüştür. Modernleşmenin bizdeki çözücü yüzü en çok da bu alanlarda kendini göstermiştir.

Mesela bize roman, XIX. yüzyılın son çeyreğinde, yani değişmeyi, hatta başkalaşmayı yaşadığımız bir dönemde gelmiş; bu değişme, yozlaşma, başkalaşma olduğu gibi romanımıza aksetmiştir. Elbette toplumda bu başkalaşmaya karşı direnç noktaları ve direnen unsurlar bulunmaktadır. Genel olarak bakıldığında bu noktalardan biri de aile idi. Yalnız roman yazarlarımızın hemen tamamı bu değişmeyi çok isteyen, toplumu edebiyat yolu ile değiştirmeyi düşünen veya değişmeyi bizzat yaşayan insanlar olduğu için bu direnç noktalarını ya görmediler ya da görmek istemediler. Bunun için romanımızda; dağılan, bozulan, bozuk, hasta, hastalığa yakalanma süreci yaşayan aileler arz-ı endam ederler. Böylece romancılarımız hem düşündüklerini, arzu ettiklerini romanlarda bir hayat olarak sunmuş olurlar, hem de toplumu değiştirme yolunda gayret sarfederler; bunu da başarırlar. Romanlardaki ailelerin çoğu sun’îdir, toplumu, bizi, bizim insanımızı ve ailemizi olduğu şekilde yansıtmaz. (…) Biz de romancıların pek çoğu, insanı ve hayatı değiştirmek için bir kurgu hazırlamışlar, yeni bir hayat düzenlemişler, romanın yapısındaki kurmacayı zihinlerindeki, kafalarındaki ideoloji veya saplantıya göre oluşturmuşlardır. Varolanı, temel olanı, cemiyeti ve insanı tanıma yoluna pek gitmemişlerdir. Edebiyatımızdaki roman geleneğinde aileyi sun’i bir unsur olarak gören bu akım, bugünkü toplumsal resimde görüldüğü üzere fertten topluma devam edegelen çözülmede önemli rol oynamıştır. Bu akımı destekleyen, hatta doğumunu gerçekleştiren cumhuriyet ideolojisi, hâlâ çözülmenin ve çürümenin farkında değildir. Toplumsal direnci kırmayı amaçlayan cumhuriyet rejimi, devlet aygıtını kullanarak ailenin ve insanî aidiyetlerin koparılması için tüm kitle iletişim araçlarını kullanmaktan çekinmemiştir. Yazılı ve görsel basında din unsurunun karikatürize edilmesi, gözden düşürülmesi ve bu arada Batı modernleşmesinin yüceltilmesi en çok aile kurumunu yaralamış ve çözülmeyi hızlandırmıştır.

Sosyal psikoloji açısından, insanın/toplumun, manevî dokusu zayıflar ve direnme noktaları tükenirse, sonuç olarak kendine güvensizliğini, ait olduğu dini referansları ve medeniyet tecrübesini inkâr hissini doğuracak; egemen kültüre karşı, incitici bir bağlılık ve boyun eğme eylemine dönüşecektir.

Ne var ki, müslüman toplumun dinamikleri, her an vahyin ilkeleri ile doğrulacak potansiyeli mevcuttur; farkına varış ve dirilişin işaretleri ise, çeyrek asırdan beri zaten görülmektedir.

Fıtratın İntikamı

Varlık âlemi ibret ve hikmetle okunduğu ve geçmiş tecrübî birikimin bugün için analizi yapıldığında, insanlık yürüyüşünün büyük ve onarılmaz bir yol kazasına doğru sürüklendiği görülebilir. Mesela bugün Avrupa’da 0-6 yaş grubu, genel nüfusun sadece %5.5-6’sını oluşturmaktadır. 65 yaş ve üzeri ise genel nüfusun %15’ine tekabül etmektedir. Bu durumda, önümüzdeki on-onbeş yıl içerisinde Batı ülkelerinin nüfusunda hızlı bir boşalma, dengeleri altüst eden bir azalma kaçınılmaz gözükmektedir. Bu durumu gören ve halkından anneliğe ikna olmayan kızlarının yerine doğulu kadınlarla evlenmeleri için genç erkeklere tavsiyede bulunan liderlere rastlamaktayız. Ancak bu tehlikeli süreç, batı özentisi içerisindeki üçüncü dünya halkları için de geçerlidir; hatta muhtemel tehlike tahmin edilemediğinden, ciddiyeti artmış bulunmaktadır.

Ülkemiz insanının ulusal kanalların ekranlarından tanıdığı ünlü haber spikeri Ayşenur Yazıcı, büyükannesinin hayatını anlattığı “Bedriye” isimli eserinde, ilginç tesbitlerde bulunur. Büyükannesinin yaşadıklarını her zaman tevekkülle karşılaması, sürekli Kur’an okuması ve parmağını bile kımıldatamadığı son günlerinde yattığı yerden namazlarını kılması, kocasına olan sadakati, Yazıcı’nın hayata bakışını derinden etkilemiştir. Yazıcı, ‘Büyükannem’in yaşantısı, benim hayatı farklı algılamama sebep oldu. Bir kaderimizin olduğuna ve irademizin her şeyin üstesinden gelmeye yetmeyeceğine inanmamı sağladı.’ diyor. Ama en çok da aile hayatı ve eşine olan sadakatinden etkilenmişe benziyor.

Ayşenur Yazıcı, kadınların erkekleşmek, erkeklerin de kadınlaşmak zorunda kalışını büyük bir talihsizlik olarak görüyor. “Erkek evine yeteri kadar para getiremediği zaman himaye etme rolü zedeleniyor ve içine kapanıyor. Kadınsa evini derleyen toplayan, aile bireylerini bir arada tutan, sevgi ve şefkat dolu varlık olmaktan uzaklaşıp bir erkekten beklenen himayecilik, koruyup kollamacılık rolünü üstleniyor. Halbuki kadın kollanmak ve korunmak ister. Hem dışarıda çalışıp para kazanan hem de evdeki işleri idare etmek zorunda kalan kadın iki hayatı birden yaşıyor. Erkeğin payına ise sadece yarım hayat düşüyor; çünkü o, evin geçimini tek başına sağlayamamanın verdiği ezikliği yaşarken, eve de kadın kadar hâkim olamıyor. Huzur işte böyle bozuluyor.”

İlginç tesbitlerini sürdüren Ayşenur Yazıcı, “Bu yaşıma kadar itiraf etmemiştim; ama itiraf etmeliyim ki, artık ben bir kadın gibi yaşamak istiyorum. Ev sahibiyle kira dalaşına girmeyeyim, apartman toplantılarına katılıp bizim katta kalorifer yanmıyor diye çar çar konuşmayayım. Bana ağır gelen bazı işlerden muaf olmayı istiyorum.” diyor. Daha da önemli olarak, “Bana saygısı ve hürmeti olan ve benim ruh halime özen gösteren bir eşimin olmasını çok arzu ederdim” itirafında bulunması, fıtratının bir çığlığı değil de nedir.

Spikerlik yaptığı süre içerisinde sürekli pantalon–ceket giymekten de şikâyetini dile getirir. Ayşenur Yazıcı örneği, kokuşmuş toplumlarda, fıtratın talebini ve derin infialini resmetmektedir. Birbirini tamamlayan eşlerden ve ilahi bir atıyye olan çocuklar ve aile büyüklerinden oluşan aile kurumunun ihlali/inkârı durumunda, insandaki ilahi bir yasa olan fıtrat, insan ve toplumdan intikam almaktadır. Ayşenur Yazıcı, bu konudaki örneklerden sadece birini oluşturmaktadır. Benzerine sıkça rastladığımız bu tür içerden değerlendirmeler sosyal psikoloji açısından önemli bir tahlil imkânı sunmaktadır.

Sonsöz

Kadın ve erkek ilişkilerindeki tartışılmaz hiyerarşik üstünlüğü kırmakla kalmayıp, öğretisiyle tarafların özerk kişiliklerini de teminat altına alan İslam’ın kurtuluş çağrısı, bu acıları dindirecek yegâne söylemdir. Bütün dinleri aynı kategoriye koyan hâkim mantık, bu tavrıyla insanlığın önemli bir çoğunluğunu bu mesajdan yoksun bırakmıştır ki; batıyı bu sorumluluğunun bedelini ödemeye icbar etmek evvelemirde müslümanların görevidir.

Geleneksel miras, Kur’ani çerçevede yararlanılması gereken bir birikimdir. Bu miras Kur’ani ilkeler ölçü alınarak değerlendirilebildiği oranda bizlere önemli katkılar sağlayabilir. Ne var ki; bu faaliyetimizde, psikolojik zayıflıklarımıza uygun kalıplar bulmuş olmanın aceleciliğine düşmemek için azami derecede dikkatli olmak zorunda olduğumuzu unutmamalıyız.

Hülasa, aile, doğal, fıtrî bir kurumdur. İnsanlık, varoluşun gizlerinde bulunan ilâhî yasaları görmezden gelirse, ağır bir bedel ödemek durumunda kalır. Çağdaş insanın muzdarip olduğu problemler gibi, ailenin yaşadığı problemlerin de vahye dayalı ilkelerin hayata geçirilişiyle çözüme kavuşacağı tartışılmaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Son yüzyılda aile kurumunun yaşadığı problemler, varlığıyla kaim olduğu iman esaslarına teslimiyet olmadan ve çözümün adresi olarak görülmeden bu nezih kurumun kolayca çözüleceği gerçeğini ortaya koymaktadır. Bugün tartışılan bu hususun, yarın daha geniş ortamlarda konuşulacağı ve kabul göreceği kaçınılmaz görünüyor. İnsanlığın kolektif aklı, ortak bir zeminde buluşabilir; inanç sorunu olanlar doğrulara, -bedeli ağır olsa da- ancak tecrübe ederek ulaşabilme umudu yaşıyor.. Ancak genelde dünya, özelde ise ülkemiz gerçekliği ve insanlığın ortak yürüyüşü dikkatle okunmalıdır. İnsanlığın sürüklendiği kaotik ortam ailenin çözülüşü ile başladığı gibi, toplumsal diriliş de yine aileden başlayacaktır.

Adnan İnanç
Hilal TV Genel Müdürü
Kur’an’î Hayat dergisi