fatih kısaparmak balon baskılı balon AK Parti Gerçeği ve "Muhafazakârlaşma" Eğilimi - AK Parti |AKParti Forum |AK Gençlik |Recep Tayyip Erdoğan |AKPARTİ Gençlik Forumu|

PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : AK Parti Gerçeği ve "Muhafazakârlaşma" Eğilimi


Hüdaverdi
05-08-2008, 00:08
Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP)’nin 22 Temmuz’da yapılan genel seçimden %46,6 oranındaki halk desteği ile çıkmasının ardından, “muhafazakârlık” mefhumu, tekrar gözden geçirilmeye değer bir hâl aldı. Seçim tabloları nitelikli bir biçimde analiz edildiğinde, “muhafazakârlaşan” bir halk kitlesinin Türkiye’nin inkâr edilemez bir gerçeği haline geldiğini müşahede ediyoruz. Bir nevi “pasifize olma” durumu olarak nitelendirebileceğimiz “muhafazakârlaşma” olgusunun, son zamanlarda en çok, “siyasi talepleri bulunan” Müslümanlarda karşılık bulduğunu üzüntüyle görüyoruz. Bu nedenle, “kavram olarak onaylamadığımız ‘muhafazakarlaşma’nın nasıl olup da içimize kadar sirayet ettiği” sorusuna gerekli sosyal, kültürel ve siyasal çıkarımlarda bulunarak cevap aramak durumundayız. Aksi takdirde, “söylem olarak” karşı olduğumuz bu kavramın yansımaları zamanla bizlerde de görülecektir.

Türkiye’deki İslami camialar, “muhafazakârlaşma” kavramı ile ilk ciddi tanışıklıklarını “Turgut Özal” döneminde yaşadılar. Bazılarına göre, İslami faaliyetlerin 1980 sonrası Türkiye’sinde canlanmasına olanak sağlayan kişi olarak tanımlanan Turgut Özal, esasında Türkiye’deki “tevhidi bilinçlenme süreci”ne güçlü bir darbe vuran kişi olma özelliği taşımaktadır. Şu anda Müslümanlar için mevcut olan “kaygan zemin”in temelleri, Özal zamanında ortaya konulan politikalar ile atılmıştır.

Genelde Türkiye’deki tüm halk kitlesi, özelde de bilinçli Müslüman bireyler, “refah” kavramı ile ilk olarak “Özal zamanı”nda tanıştılar. Özal’ın ekonomik refahı öngören politikaları, zamanla filizlenmeye başladı. Kapitalist sistemin temel cümleciklerinden olan “if you have got it, flaunt it (Eğer bir şey varsa, bir şeye sahipseniz, saklamayın, varlığınızı harcayın, göstermekten çekinmeyin)” cümlesi Özal’ın temel politikası haline geldikçe, toplumda var olan sınıflar, ekonomik anlamda gittikçe derinleşmeye başladı. Kısaca, kapitalist sistem, bu zamana kadar bulamadığı fırsatı iyi değerlendirerek halkı çevrelemeye başladı. Mevcut durum, en fazla, “İslami davada ideallere sahip olan” ve “bu idealleri pahasına can verecek kadar cesur” olan Müslümanları sarsıntıya uğrattı. Maalesef, o dönemde “sınanmamış ahlak, ahlak değildir” sözü bir kez daha haklılığını gösterdi. Daha önceden ellerinde makam, mevki, para olmayan idealist(!) Müslümanlar, bu değerler ellerine geçince, dünyaya temayül göstererek çözülmeler yaşamaya başladılar. Ve artık Müslümanlar; “ben İslami davaya birey olarak nasıl fedakârlıkta bulunabilirim?” sorularından vazgeçerek, “ben nasıl olur da daha müreffeh bir hayat yaşayabilirim”in derine düşmeye başladılar. Oluşan süreç, Müslüman bireylerin, yavaş yavaş kulvar değiştirerek “muhafazakârlaşma” seviyesine gelmelerine neden oldu. Peki, “muhafazakârlaşma” neyi öngörüyordu/öngörüyor ve neden Müslümanlara bu kadar cazip gelmiştir/geliyor?

Muhafazakârlık, siyasi bir kavram olarak ele alındığı zaman, 19. yüzyılın başlarından itibaren kullanılmaya başlanan, “mevcut siyasal düzenden, kanundan yana olma”yı, “statükoyu muhafaza etme”yi öngören bir kavram olarak önümüze çıkmaktadır. Kavrama bu şekilde baktığımızda, en muhafazakâr parti olarak, statükoyu savunan ve statükonun yanında yer alan CHP’yi gösterebiliriz. Lakin muhafazakârlık kavramını günümüzdeki şekliyle okuduğumuz zaman, sosyal ve kültürel alanda “eski”yi, “yeni”yle beraber yaşama ve köklü değer sistemini koruma tavrı olarak tanımlayabiliriz. Kavrama daha somut açılımlar getirdiğimizde; “muhafazakarlaşma”nın, “ideolojik olarak mevcut düşüncelerden arınmış, aileyi, toplumsal gelenekleri muhafaza eden, fikri anlamda mücadelesi olmadığından ötürü toplumun her kesimiyle uzlaşma(!) sağlayabilen, dünya konjonktürüne göre tavırlarını belirleyen” insan prototiplerinin ortaya çıkmasına zemin hazırladığını görüyoruz. Bu çerçeve etrafında değerlendirdiğimizde, Özal zamanında, bu mefhumun, bilinçli Müslüman bireylere neden bu kadar sirayet ettiğini daha iyi anlayabiliyoruz. Müslümanlar “muhafazakârlık” adı altında, hem İslami dava etrafında riski gerektiren pozisyonlardan kaçınmış oldular hem de birtakım İslami değerleri terk etmeyerek kendilerini tatmin etmenin lezzeti(!)ne varmış oldular.

Özal zamanında alevlenen bu akım, Özal’ın vefatından sonra hızını biraz kaybettiyse de, Özal’dan esinlenerek politikalarını belirleyen AK Parti yelpazesi altında, hedef kitleyi büyüterek tekrar alevlendi.

Esasında, AK Parti kadroları, kuruluş aşamasında, ikinci bir Özal dönemini hedeflediklerini her defasında hissettiriyorlardı. “Muhafazakâr ve Demokrat” kimliğini nirengi noktası olarak belirleyen parti yönetimi, önceden dillendirdikleri “ideolojik söylemler”in şimdiki zamanı bağlamadığını ve yeni yapılanmalarının temelini, ideolojik düzlemden ziyade “toplumsal mutabakat” düzlemine oturttuklarını her defasında gündeme getirdi. Partinin kurucu üyelerinden olan Ali Babacan’ın parti ile ilgili yaptığı tanımlama, bu gerçeği daha net ortaya koyuyordu: "Benim partim, muhafazakâr ve demokrattır. İslamcı değiliz. İslamcı bir devleti istemiyoruz. Aileyi, gelenekleri savunuyoruz, ancak Avrupa Kriterlerince yönetilen muhafazakar ve demokrat bir parti gibiyiz"

“Geçmişin ‘statükoculuk üzerine bina edilen muhafazakârlığı’ yerine yeniliğe açık modern bir muhafazakarlık”ın üzerinde sürekli vurgu yapan AKP, çağdaş(!) dünyanın ortak hedefini parti felsefesi haline getirdi: “Barış, istikrar ve refahı güvenceye alacak bir diyalog ve işbirliğini geliştirmek…” Bu kutsal(!) hedefin gerçekleşmesi için; “1) demokrasi ve insan haklarının güçlendirilmesi 2) sürdürülebilir ve dengeli ekonomik ve sosyal gelişmenin sağlanması 3) yoksullukla mücadele önlemlerinin arttırılması ve kültürler arasındaki karşılıklı anlayışın geliştirilmesi” zorunluluğu olduğuna her defasında vurgu yapıldı.

AK Parti’nin belirlediği hedeflere ve hedeflere ulaşmak için tanımladığı yollara baktığımızda, “Özal zamanı” ile ciddi manada paralellik arz ettiklerini görüyoruz. AKP kadrolarının kendileri için kullandıkları tanımlamalar ve sıfatlar, esasında kendi içerisinde herhangi bir paradoks içermemektedir. AK Parti, hiçbir zaman İslami bir parti olduğunu söylemediğine göre, AK Parti’den İslami bir bilinç ile hareket etmesini beklemek abesle iştigal olacaktır. Lakin, parti tabanının İslami bir gelenekten gelmesi hasebiyle, AK Parti, toplum nazarında İslami eğilimlere sahip, “başörtüsü, Kur’an Kursları” gibi konularda çözüm yolları üretecek olan bir parti olarak görülmektedir. Bu nedenle de, AK Parti’nin temsil ettiği “muhafazakâr” kimlik, halk tabanında zamanla “İslami kimlik” olarak algılanmaya başlandı. Aslında, bu durum AK Parti’nin bu kadar halk desteğini nasıl arkasına aldığının basit, fakat yeterli olmayan bir cevabıdır.

AK Parti’nin, Türkiye şartlarında farklı bir “İslami model” olarak ortaya çıkması, kapitalist sistemlerin işlerini kolaylaştırmıştır. Çünkü zalim devletlerin zulüm ve sömürü politikalarını devam ettirebilmeleri için, “İslam ülkelerindeki insanları pasifize edecek, İslam ülkelerindeki Müslümanların var olan zulümlere sessiz kalmalarını sağlayacak” bir AKP modeli, dünya müstekbirlerinin karşı çıkmayacağı bir fırsattır. Bugün, Türkiye’de “AKP” modellemesi ile, Müslüman bireyler, “İslam”ı tanımlarken birbirlerine taban tabana zıt açıklamalar yapabiliyorlar. Bir kimsenin “doğru” dediği şey, başka bir kimse tarafından “yanlış” olarak telakki edilebiliyor. Bu çıkarımlar yapılırken, her iki taraf da rahatça delillerini ortaya koyabiliyor. Böylece “hakk” ile “batıl” keskin çizgiler ile birbirinden ayrılamıyor; hatta tıpkı İsrailoğullarında yaşandığı gibi “hakk”, “batıl” ile karışmaya başlıyor. Bu karmaşıklık, “Müslüman’ın bireysel anlamdaki sorumlulukları”nı tanımlamadan ziyade “toplumsal anlamdaki sorumlulukları”nı tanımlamada karşımıza çıkıyor. Aslında bu durum, “Ilımlı İslam”, “BOP” gibi projelerin bir başka yansımasıdır. “İslam’ı bireye hapsetme” politikası ile, İslam’ın sosyal ve siyasal düzen içerisindeki rolü bertaraf edilmeye çalışılıyor. Tüm bu çabaların, İslami gelenekten gelen bireyler tarafından yapılması da, halk kitlelerinin “muhafazakârlık” mefhumunu zamanla içselleştirmelerine ve salt bir takım geleneksel değerleri “muhafaza” etmenin, “İslam”ı yaşamak olduğuna inanmalarına sebebiyet veriyor.

AK Parti ile hız kazanan “muhafazakârlaşma” akımını, “modernizmin Türkiye topraklarında kalıcı hale getirilmesi ve muhafaza edilmesi” olarak tanımlamamız yanlış olmayacaktır. Bu akım ile beraber, “Müslüman burjuvazi”nin şekillendiğine şahit olduk. Müslümanlar, mevcut düzen içerisinde, “ideal kaybı”na uğrayarak, “konformizm”in etki alanının içerisine girdiler. Post-modern dönemin en önemli hastalıklarından olan “kavram karmaşası”na yakalanarak, zihin dünyalarının referans kaynağı olarak “modernizm”i algılamaya başladılar. Bu tarz “itikadi ve ameli boyutu olmayan dindarlık”, küresel kapitalizm için sorun olmak bir yana kendi sitemlerinin entegrasyonunda bulunmaz bir imkan konumundadır.

Modern kavramlar üzerinden düşünce üreten Müslüman bireyler, mevcut durumlar karşısında tavırlar belirlerken, asli kaynaklarından sıyrılarak, “reel-politik” çıkarlar çerçevesinde duruşlar sergiliyorlar. Böylece, Müslüman bireyin yerine getirmesi gerektiği toplumsal sorumluluklar, ertelenmek bir yana artık “konuşulması zorunlu olmayan cümleler” haline geliyor. Dolayısıyla, Müslüman bireyin toplum nazarında kimliğini temsil eden unsurlar da zamanla temsiliyetini kaybederek, yeni dünya düzeni içerisinde “görsel malzeme” haline geliyor. Mevcut sistem içerisindeki bu laçkalaşmaya “başörtüsü” örneğini vermemiz mümkün olabilir. Bugün, Müslüman kadının kimliği ve temsili olan “başörtüsü”, “modern muhafazakârlaşma” ile temsiliyetinden uzaklaşarak “moda unsuru” haline gelmeye başladı. Sosyolog Nilüfer Göle, kendisi ile “22 Temmuz” seçimleri üzerine yapılan bir röportaj da, bu konu ile ilgili kabul etmek istemesek de acı olan bir gerçeğin altını çiziyor: “Türkiye’de İslami hareket, solcu ve laik bir cumhuriyetin etrafında farklı bir şekilde yoğruluyor, türban da bununla birlikte değişiyor, modanın bir parçası oluyor, piyasaya giriyor. Bundan sonra kadınların türban tercihi olacak, kimisi çıkaracak kimisi takacak. Ben biraz banalleşecek diye bekliyorum...”

“Muhafazakârlaşma “ akımının, genel halk kitlesi üzerindeki etkisinden bahsettikten sonra, biraz da “topluma tevhidi bir bilincin aşılanmasını öngören, tahkiki imanın önemine vurgu yapan ve toplumsal dönüşümü sağlama derdi olan” İslami camialar açısından bir özeleştiri yapmaya çalışalım.

Son seçim sürecinde, birçok İslami yapılanmanın, “cumhurbaşkanlığı seçimi”nde yapılan haksızlıktan yola çıkarak, AK Parti’ye destek verdiklerine şahit olduk. Verilen bu oyların belli bir kısmı, sadece “cumhurbaşkanı seçimi” ne tavır olarak verildiyse de (ki bu durum dahi ciddi bir biçimde tartışılmalıdır), oyların büyük çoğunluğu AK Parti’nin politikaları olumlandığı için verilmiştir. Kısacası, bilinçli Müslüman bireyler, farkında olmadan muhafazakârlaşma kulvarına girmiş bulunmaktadırlar. Bu durumun en basit örneğini, Müslümanların, siyasi anlamda mevcut taleplerine ulaşmak için “olumlanamayacak” metot sorgulamaları yapmalarında ve siyasi taleplerinden vazgeçme durumuna gelmelerinde görebiliriz. Bunun en bariz nedeni, AK Parti’nin, İslami geleneğe sahip olması hasebiyle, bir takım İslami çalışmalara göz yumması, hatta bazı noktalarda destek sağlaması ve ülke çapında uzun zamandır hâkim olmayan “istikrar”ın AK Parti süreci ile kazanılmasıdır. Buradan yola çıkarak, Müslümanlar, AK Parti’yi eleştirmenin Müslümanlara zarar vereceğini iddia etmeye başladılar. Bu durum, AK Parti’nin kendisini öyle tanımlamamasına rağmen, Müslümanlar tarafından nasıl da “İslami bir parti” olarak içselleştirildiğinin bir göstergesidir.

Yaptığımız bu örneklemeler, bizleri İslami Hareketin geleceği açısından kaygılandırmaktadır. Bu akımın etkilerinin, “muhafazakarlaşma”ya karşı çıktığını iddia eden kimselerde görülmesi de, ayaklarımızı sabit tutmamız için ne kadar hassas olmamız gerektiğinin bir açıklamasıdır.

Özeleştirilere devam edersek; eğer bugün “muhafazakarlaşma”nın İslami hareketin bir problemi olduğunu konuşurken, bir yandan da üniversitelere girmek için başörtüsünden taviz veriyorsak, bu bizim bir “zihin buhranı” yaşadığımızın bir göstergesidir. Aynı şekilde, Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da, Lal Mescid’de yaşanan olaylara sessiz kalıyorsak “muhafazakârlaşıyoruz” demektir. Dikkat ederseniz, Lal Mescid’de yapılan katliama karşı, batı toplumlarında bile tepkiler oluşurken, Türkiye coğrafyasında herhangi bir kıpırdanma yaşanmadı. Olaya farklı bir pencereden bakarsak; “toplumsal anlamda yüklendiğimiz sorumluluklarımızı internet sayfalarında aslan(!) kesilerek yazdığımız yorumlarla geçiştiriyorsak”, muhafazakârlaşıyoruz demektir. Bu ve benzeri örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Kısacası; “5–6 yıl önceki halimiz ile şimdiki halimiz arasında bir fark var ise, bir “hassasiyet kaybı” yaşıyorsak, “muhafazakarlaşma”nın etki alanına giriyoruz demektir.

İmdi, “muhafazakârlaşma” akımının etki menzilinden uzaklaşmak ve hassasiyet kaybını önlemek için, referans noktalarımızı doğru belirlememiz gerekmektedir. Eğer ki, modern kavramlar üzerinden düşünce geliştirirsek, ameli pratiklerimiz de modern düşüncenin yansıması olacaktır. Bu nedenle, “İslami bir hayat nizamı”nı yaşayabilmek için Kur’an’a yönelmemiz gerekmektedir. Kur’an’ı Kerim’i doğru okumalar yaparak idrak edebilirsek, hayatımızda karşılaştığımız soru ve sorunlara doğru cevaplar üretebiliriz. Ve eğer Müslüman bir birey olarak yaşamaya aday isek, “uluslararası diplomasinin nesnesi değil, İslam ümmetinin öznesi” olmak durumundayız. Yani, bizim düşüncemizi, zihin dünyamızı, “reel-politik” çıkarlar uğruna uluslar arası hukuk kuralları yerine “toplumsal dönüşümü” sağlama uğruna Kur’ani metotlar belirlemelidir. Aksi halde “dünya üzerindeki görevimizi ifa ediyoruz” zannı ile kendimizi tatmin etmeye çalışırız.

Eğer “muhafazakarlık”ta ısrarcı isek, Kur’an’ın tanımladığı konularda “muhafız” olalım. Rabbimiz; mümin kadınların ırzlarını ve iffetlerini “muhafaza etmeleri”ni (Nur/31); bunun yanı sıra, tüm müminlerin Allah’ın sınırlarını(hududullah) ve namazı “muhafaza etmeleri”ni emrediyor. “Esaslı ve zor olan muhafaza”, “Allah için yaşam sürme”yi ve “iman”ı “muhafaza” edebilmektir.

“İşte bütün bu hükümler, Allah'ın çizdiği sınırlardır. Her kim Allah'a ve O'nun peygamberine itaat ederse, Allah onu içlerinde sonsuza dek oturmak üzere, altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Bu ise büyük kurtuluştur! Her kim de Allah'a ve peygamberine isyan edip onun sınırlarını aşarsa, Allah onu, içinde sonsuza dek kalmak üzere bir ateşe sokar ve ona alçaltıcı bir azap vardır.” (Nisa Suresi/13-14)

“TERCİH”i Allah olan kişi, KUR’AN’da sükûnet bulur.

Bir dahaki yazımızda “Kur’an algımızı” ve “tercihlerimiz”i değerlendirelim inşaAllah.

“HAFIZ” (Koruyan, Gözeten, Muhafaza Eden) olan Allah(c.c.)’a emanet olunuz.



İsmail DUMAN - Kudüs Yolu