Kur'ânTalebesi
01-04-2010, 20:23
http://minikkelebek.files.wordpress.com/2009/12/amelsiz-iman-olur-mu.jpg?w=372&h=344
İman, Sâlih Amelsiz Olmaz
Medyanın verdiği haberlerde sık sık canavarlaşan insanların durumlarına şâhit oluyoruz. İnsanları koyun keser gibi kesen cânîler, kocasını vuran kadınlar, çocuklarını doğrayan babalar, küçücük bebelere tecâvüz edenler, kapkaçlar, terör olayları, sapıklıkların bin bir çeşidi… Sebep tek: İmansızlık. Allah’a ve âhirete iman eden böyle vahşet ve barbarlık yapabilir mi?! Bazıları zannediyor ki, toplumun % 99’u müslüman, ama amel etmeyen günahkâr müslüman! Acaba?
İman
İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar.
Kavram olarak, Rasûlüllah’ı Allah’ın katından getirmiş olduğu bilinen haber ve hükümlerin tümünde, kat’i olarak tasdik etmek, bunu diliyle ikrar edip, gereklerini sâlih amel olarak tatbik etmeye çalışmaktır. İman, küfrün zıddıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı tanımak ve O’na yönelmektir. İman: Allah’ın gönderdiği peygamberleri tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir. Allah’ın buyruklarını yerine getirerek, O’nun güven çemberine girmektir. Âyetleri kabul edip, bağlanmak ve yaşamaktır.
İman’ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü’min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir.
Kur’an’da İman
İman kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim’de 873 yerde geçmektedir. Kur’an’ın onda birinden fazlasının imanla direkt ilgili ifâdeler olması, konunun önemini göstermek için yeterlidir.
Mü’min, hem Allah’ın, hem de insanın sıfatıdır. Esmaü’l-Hüsnadan biri, El-Mü’min’dir. Allah’ın mü’minliği, güven verici, güven kaynağı olmayı; insanın mü’minliği de El-Mü’min’e (Allah’a) güvenmeyi ifâde eder. İman, bu karşılıklı güvenin işleyişidir. Allah’a güven tam olmadan iman olmaz. Allah’a güvenin tam olması için, O’nu her şeyden fazla sevmemiz, O’nun emir ve hükümlerini de herşeye tercih etmemiz gerekir. “İman edenlerin Allah’a olan sevgileri çok fazladır.” (2/Bakara, 165)
İman, insanı kopmaz, çürümez bir bağa kavuşturur ve boşluklara yuvarlanmasını önler. (Bak. 2/Bakara, 256). İmandan yoksun kalanları Kur’an, hayvanların en şerlisi olarak anmaktadır. (Bak. 8/Enfâl, 55). Fakat, ne yazık ki, insanlığın çoğunluğu bu imandan uzak bulunmuştur, bulunacaktır. (Bak. 11/Hûd, 17; 13/Ra’d, 1, 31; 10/Yûnus, 99; 12/Yûsuf, 16, 103) 40/وَاللهُ وَلِىُّ الْمُؤْمِنِينَ Mü’min, Allah’ın yardımcısı, Allah’ın dostu, velisi olarak nitelendirilmiştir (Bak. 47/Muhammed, 7-11; 61/Saff, 14; 3/Âl-i İmran, 68).
İmanın Gerektirdikleri
İman, insana dünyada çok büyük onur ve âhirette ebedî mutluluk sağlar. Cennet bedava değildir. Kur’an, imanın bir imtihan, ıstırap ve çile işi olduğuna dikkat çeker. “İnsanlar, sandılar mı ki, ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılacak, inceden inceye imtihan ve ıstıraba çekilmeyecekler. Yemin olsun, biz onlardan öncekileri de inceden inceye deneylerden geçirmişizdir.” (29/Ankebut, 2) “Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele” (2/Bakara, 155) “(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet Peygamber ve beraberindeki mü’minler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?!’ dediler. Biliniz ki, Allah’ın yardımı yakındır.” (2/Bakara, 214)
Kâmil iman sahibi mükemmel mü’minin bir özelliği de, kınayanların kınamasından korkmamaktır ki, Kur’an, bunu şöyle ifâde eder: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütufdur. Allah’ın lütfu ve ilmi çok geniştir.” (5/Mâide, 54) “Bir kısım insanlar, mü’minlere: ‘düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘hasbüna’llahu ve ni’me’l- vekîl’, yani, ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah’ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah’ın rızâsına uymuş oldular. Allah, büyük kerem sahibidir. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimselerseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.” (3/Âl-i İmran, 173-175).
Gerçek mü’minlerin bir özelliği de birbirlerine sürekli hakkı ve sabrı tavsiye etmeleridir (Bak. 103/Asr, 1-3). Mü’minlerin gönül dostları, yalnız kendilerinden olanlar, yani mü’minler olacaktır (Bak. 3/Âl-i İmran, 28). Mü’min erkekler ve mü’mine hanımlar da birbirlerinin dostu ve kardeşidirler. Dostluk ve kardeşlikte cinsiyet ayırımı yapılmayacaktır (Bak. 9/Tevbe, 71). Mü’minler, birbirlerinin ancak kardeşleridir (Bak. 49/Hucurât, 10).
İmanda ortak olmayan, mü’min olmayan akraba, yakınlığı ne olursa olsun (ana-baba da dahil) gönül dostu olma, kardeş olma hakkını kaybeder. Onlara karşı hukukî sorumluluklar yerine getirilir ama, gönül dostu olarak benimsenemezler (Bak. 9/Tevbe, 20; 58/Mücâdele, 22). Kur’an, böylece kan ve et bağlarından arı, şuur beraberliğine dayalı bir akrabalık getirmektedir. Bu bir gönüldaşlık, iman kardeşliğidir. İman bağı, kan bağından daha üstündür, daha önemlidir.
Hayatın anlamı ve insanın mahlukat içerisinde taşıdığı bir imtiyaz olan imanı bir ağaca benzetirsek, bu ağacın kökü kalpte, gövdesi akılda ve dalları organlardadır. Bu ağacın meyvesi ise amellerdir. Ağacı; kökü, gövdesi, dalları ya da meyvesi olmadan tanımlamaya kalkanlar, onu eksik ve yanlış tanımlamak zorunda kalacaklardır. Dalları kurumuş, meyve vermeyen ağaç, odun parçasından başka bir şey değildir ve yanmaya lâyıktır.
İman, aslında insanın şerefinin en büyük delilidir. İnsanın fizikötesi boyutunun fizikî boyutundan çok daha yüce ve anlamlı olduğunu, onun iman edebilirliğiyle açıklayabiliriz. İman, insanı fiziğin dar ve statik sınırlarından kurtarıp onu kendi dışındaki âlemlerle bütünleştiren muharrik güçtür; enerjidir, aksiyon ve eylemdir. İman gibi muazzam bir imkânı kullanmayan insan, bedeninin daracık kabuğuna sıkışıp kalmış, meleklerle ve diğer aşkın varlıklarla yarıştığı bir kulvarı terk ederek kendisini, hayvanlarla paylaştığı fiziğin dünyasına mahkûm etmiş demektir.
Akıl, imanın aracıdır. Eğer bu araç gayesine ulaşamamışsa akıl sahibi olmak, insan için bir meziyet olmaktan çıkar, bilakis en vahşi hayvanların dahi başaramayacağı bir vahşete kılavuzluk yapabilir. Bu durumda insan, hemcinsleri için diğer tüm yaratıklardan daha tehlikeli olabilir. İmana araç olsun diye verilen akıl, kimi zaman haddini aşarak imanın koltuğuna oturur ve kendisi “amaç” olur. Aklın putlaştırılması, ilahlaştırılması, işte bu durumun bir sonucudur. Aklın imana “yoldaş” değil de; “rakip” olarak çıkartıldığı bir yerde dengeler bozulmuştur. Çünkü akıl imansız, ya da iman akılsız kalmıştır.
İman şereftir. Bugün müslümanın en önemli sorunlarından biri, kimlik bunalımıdır. Bunun farklı tezahürleri olan kişilik erozyonu, şahsiyetsizlik, zillet ve meskenettir. Müslümanın kimlik bunalımı imanını iktidar edemeyişinden, müslüman oluşuyla iftihar edemeyişinden, daha doğrusu iftihar edebilecek bir imana sahip olamayışındandır. Bu durum, kâfirleri sevmeyi ve onlara gıpta etmeyi getirecektir.
Tabii olay, sadece kâfiri sevmek sınırında kalmayacak; onun küfrüne lâkayıtlıkla başlayan süreç küfre rıza ve küfre gıpta etmenin ardından, küfre sevgi ve hayranlığa kadar varacaktır. Küfre rızâ küfürdür, bu kesin! Ya küfre hayran olmak nedir? Evet, bu bir akîde sorunudur ve çözümü de imanla ilgilidir. İmanla, yani bilgi, tasdik, ikrar ve amelin toplamı olan imanla. Ve elbette İslâm’ı olan imanla… (M. İslâmoğlu, İman Risalesi, s. 302)
Kuru bir “iman ettim” sözü elbette yeterli değildir. İmanın gerçeği de bu değildir. Söz, kalbin tasdiki ve beynin kabulü ile bağlılığın ifâdesi olmalıdır. Bu da yaşamayı gerekli kılar. İman sözünün verildiği anda, kişi “ben, Allah’tan başka ilah olmadığına şahit olarak, bütün benliğimle Allah’a bağlanıyorum. O’nun otoritesine giriyorum.” demiş olur. Sonra da O’nun otoritesini hiçe sayıp, hevâ ve hevesleri doğrultusunda hayâtını sürdürürse, bu kişi imanı anlamamış ve benimsememiş demektir. Aslında onun imanı, kendi arzularının otorite olarak kabulü yönündedir. Çünkü o Allah’ın isteklerini değil; kendi isteklerini kayıtsız şartsız yerine getiriyor. Kim, kimin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirirse, o, onun kuludur. İmanı, yani bağlılığı onadır.
İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur. “İnsanlardan öyle kimseler vardır ki: ‘Allah’a ve âhiret gününe iman ettik’ derler; Hâlbuki onlar, mü’min değillerdir.” (Bakara, 8) “Allah’a ve Peygamber’e iman ve itaat ettik derler. Sonra da onlardan bir grup, bunun ardından yüzçevirir, bunlar mü’min değillerdir.” (24/Nur, 47) “Ey iman edenler, Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ediniz. İşitip dururken, itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde ‘işittik’ diyenler gibi olmayın. Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (8/Enfâl, 20-22) Görüldüğü gibi âyet, Allah’a itaat etmeyenleri işitmeyen ve görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahluklar olarak tanımlıyor. “Ey iman edenler, Allah’tan korkulması gerektiği gibi korkun ve ancak müslüman olarak, O’na teslim olmuş şekilde can verin.” (3/Âl-i İmran, 102) İman, gerçek olup olmadığı ortaya konması için Allah tarafından imtihan edilir: “İnsanlar, ‘iman ettik’ demekle bir imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Hâlbuki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir.” (29/Ankebut, 2-3).
Allah’a iman, insan ile yaratıcısı arasında en şerefli bağı teşkil etmektedir. Zira yeryüzünde en şerefli varlık insandır. İnsanın en şerefli yeri kalbidir. Kalbin de en şerefli şeyi imandır. Bu bakımdan iman ve hidâyet, nimetlerin en üstünü ve Allah’ın en büyük lutfudur. “Allah imanı size sevdirdi. Onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar da onların ta kendileridir.” (49/Hucurât, 7)
İmanın amellerle tezahürü olmalıdır. Güneşten ısı, gülden koku saçıldığı gibi, imandan da ameller saçılmalıdır. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. Yoksa iman, birtakım istek ve temennilerden ibâret değildir. “İman, istek ve süsten ibâret değildir. Ancak iman, kalpte yerleşip amelde kendisini gösterendir.” İman, Allah ve Rasülünü sevmeden olmaz. Hem öyle ki, bir mü’min için, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması lazımdır. Bu sevginin mutlaka amel ve fiillerle ispatı lazımdır. Yoksa sadece söz ile sevgi olmaz. Allah’ı ve Rasülünü sevmek demek, Allah’ın hükümlerine ve Rasûlullah’ın tebligatına fiilen bağlanmak demektir. Bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır. “De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah’tan, Onun Peygamberi’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (9/Tevbe, 24). İman, ancak gerçek bir sevgiyle; Allah’a karşı sevgi, rasülü’ne karşı sevgi ve şeriatın tümüne karşı sevgi ile tamamlanır. Rasûlullah, bu konuda şöyle buyurur: “Şu üç şey kimde olursa, o kimse imanın zevkini alır: 1- Kendisine, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması, 2- Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmesi, 3- Ateşe atılmaktan nefret ettiği gibi, küfre dönmekten de nefret etmesi.” “Sizden biriniz beni, anasından, babasından, çocuğundan, kendi nefsinden ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.”
İman dediğimiz şey, Allah ve Rasûlü’ne karşı sevgide şekillendiği gibi, Allah’ın dinini yüceltmek ve üstün kılmak için cihad etmede, yeryüzünde zulmü ve fesadı önlemek için mücadele vermede de şekillenmelidir. Allah’a yaklaşmak için namaz ve oruca devam etmede, haram ve helâle ittibâ etmede de iman kendini göstermelidir. Allah, imandan söz ederken, iman ile birlikte amellerden de söz ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında birleşir. Çünkü cihad, imanın ruhu ve ameli olarak ortaya çıkar. “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasûlü’ne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ederler. İşte onlar, imanlarında sâdık (doğru) olanların ta kendileridir.” (49/Hucurât, 15)
İman, meyvesiz kurumuş çürümüş, odun kütüğü olmuş bir ağaç değildir; iman ağacının mutlaka eseri ve meyvesi görülmelidir. İmanın meyvesi, Allah’tan korkup Allah’ın murakabesi altında olduğumuzu bilmektir. Şüphesiz Allah’ı tanıyan kişi, kendi kusurlarını idrak eder, O’ndan korkar ve ona göre hazırlık yapar. “Allah’ın gönderdiği risâleti tebliğ edenler, O’ndan korkanlar ve başka hiçbir kimseden korkmayanlar var ya, işte bu, Allah’ın dinine dosdoğru uyan hak ehlinin sıfatıdır.” (33/Ahzâb, 39)
İmanın varlığının en güzel isbatı, vahye sarılmaktır. Çünkü vahy, en temiz ve en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah’a bağlanıp, araya aracılar koymadan doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızın Allah’a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin mü’minlerden istediği onu dinlemek ve ona tâbi olmaktır.
“Aralarında hükmetmek üzere, Allah’ın Rasûlü’ne dâvet olundukları zaman, mü’minlerin sözü ancak, ‘dinledik ve itaat ettik’ demelerinden ibârettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, Allah’tan korkar ve O’ndan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (24/Nur, 51-52) “Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdikleri zaman, mü’min erkek ve mü’mine bir kadın için işlerinde muhayyerlik (başka şeyi tercih etme özgürlüğü) yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ederse, muhakkak ki o, apaçık bir sapıklığa sapmıştır.” (33/Ahzâb, 36) “Öyle değil, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çekiştikleri, tartıştıkları şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65)
Görüldüğü gibi, mü’min erkek ve mü’mine kadınlara muhayyerlik hakkı yoktur. İman ettikten sonra, kendi hevâ ve hevesine göre hareket edemezler. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmek zorundadırlar. Allah’a iman, sonra arkasından isyan, apaçık bir sapıklıktır. Allah’a iman, teslimiyetle beraber bütün işlerde Allah Rasûlü’nün hakemliğini şart koşar. İman ettiğini iddia eden herkesin mutlaka hakemi, hükmünü kabul edip uygulayacağı ölçüsü, tercihi Allah ve Rasûlü olmalıdır. Aksi, dalâlettir. “Demokrasi var, özgürlük var; bana kimse karışamaz. Canım neyi isterse onu yaparım!” Bir mü’minin diyebileceği sözler değildir bunlar (bak. 33/Ahzâb, 36).
İman ile amel, birbirini tamamlayan iki husustur. İman olmadan amel, Allah katında kabul edilmeyeceği gibi; güzel amellerle süslenmeyen kalpteki imanın mânevî zevk vermekten uzak olduğu da bellidir. İman, kalp toprağına atılan bir tohumdur. İbâdetler, güzel ahlâk, iyi davranışlar onun yeşermesini ve hayâtiyetini devam ettirmesini sağlayan vâsıtalardır. Sâlih amel ve güzel ahlakla bezenmemiş iman, bir hücreye kapatılan ve kimseyle görüştürülmeyen bir din âliminin, mürşid ve vâizin, hitab ettiği topluma faydasızlığı gibi; kişiyi olgunlaştırıp mânen geliştirmekten yoksun bir cevherdir.
O halde iman olmadan amelin kabul olunması söz konusu edilemezse; sâlih amellerle desteklenmeyen imanın kemale ermekten mahrum olacağı unutlulmamalıdır. Hatta bu konuda “imanı korumak, kazanmaktan daha zordur” sözü meşhur olmuştur. Mü’min olmak kolay, ama özellikle küfrün hâkim olduğu câhiliyye toplumunda mü’min kalmak ve mü’mince ölmek zordur. Biz de Hz. Yusuf gibi, duâ etmeliyiz; fiilî ve kavlî duâ: “Teveffenî müslimen ve elhıknî bi’s-sâlihîn (Ey Rabbim, beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.” (12/Yusuf, 101)
İman ve Amel
Kur’an’ın, imanı tanımladığı âyetlere dikkat edecek olursak, hemen tamamında imanla amelin yan yana geldiğini görürüz. Özellikle iman ve sâlih amelin birlikte kullanıldığına şahit oluruz. Kur’an, amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle doludur. Hatta kinâye olarak Kur’an’da amel, iman olarak adlandırılmıştır. “Allah imanlarınızı zâyi edecek değildir.” (2/Bakara, 143). Bu âyetteki iman’dan kasıt “namaz”dır.
Sahih sünnette de iman-amel münâsebetlerini ele veren birçok rivâyete rastlamak mümkün. İşte şu hadiste iman-amel iç içe: “Nebî’ye soruldu: ‘Hangi amel daha efdaldir?’ “Allah ve Rasûlü’ne iman” buyurdu. ‘Sonra hangisi?’ diye soruldu. “Allah yolunda cihad.” buyurdu. Ardından yine soruldu: ‘Sonra hangisi?’ Cevapladı: “Hayır üzere yapılmış bir hac.” (Buhârî, İman 26). Rasûl’ü sevmek imandandır: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, ben, içinizden herhangi birine babasından ve evladından daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamazsınız.” (Buhârî, İman 14). Allah yolunda cihad, imanın bir parçasıdır: “Allah, bir kimseye kendi yolunda cihadı nasip ederse ve o da Allah’a ve Rasûlü’ne iman ediyorsa çıksın. Ya ecri, ya ganimeti, ya da şehâdeti elde eder. Eğer ümmetime lazım olmasaydım hiçbir çarpışmadan geri kalmazdım. Andolsun Allah yolunda öldürülüp sonra dirilmeyi, sonra öldürülüp bir daha dirilmeyi ve yine öldürülmeyi ne kadar isterdim.” (Buhârî, İman 37). Hayâ da imandandır: “Hayâ imandandır.” (Buhârî, İman 24)
Allah için sevmek, kızmak, vermek ve engel olmak da imandandır: “Allah için seven, Allah için kızan, Allah için veren, Allah için engel olan kuşkusuz imanını tamamlamıştır.” Allah Rasûlü, imanın parçalardan meydana gelen bir bütün olduğunu, bunların içinde amellerin de yer aldığını açık bir biçimde ifâde etmiştir: “İman yetmiş küsür şubedir. En üst derecesi la ilahe illa’llah, en alt derecesi, çevreyi rahatsız edici bir engeli yoldan kaldırmaktır.” (Buhârî, Müslim). Bu hadiste nazarî iman olan “lâ ilâhe illâ’llah” ile, amelî iman olan “eziyet veren şeyi ortadan kaldırmak” bir bütünün farklı ağırlıktaki parçaları olarak geçiyor. İşte o bütünün adı “iman”dır.
İmanın ve İslâm’ın şartlarını sayılarla ve belli maddelerle sınırlamanın yanlışlığının delili olan şu sahih hadiste namaz, zekât, oruç “iman nedir?” sorusunun cevabı olarak zikredilmektedir: “Allah Rasûlü, kendisine gelen bir elçiler grubuna “yalnızca Allah’a iman etmeyi” emretti ve sordu: “Yalnızca Allah’a iman nedir, bilir misiniz?” ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. Bunun üzerine buyurdu ki: “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve beşte biri (humus) vermektir.” (Buhârî, İman 53)
İman ağacının meyvesidir amel. Mü’minlik iddiasının isbatı, vahyin hayâta dönüşmesidir amel. İmanın, zihinde hapsolunan soyut bir düşünce, kalpte mahkûm olan zavallı bir akide, dilde söylenilegelen kuru bir iddia olmaktan çıkarak göze fer, bileğe güç, dize derman olarak yürümesidir amel. İmanın beden ülkesinde şeytanın ve nefsin iktidarını yıkarak iktidara geçtiğinin göstergesidir amel.
“Bizim âyetlerimize yalnızca o kimseler inanır ki, onlar kendilerine hatırlatıldığı zaman hemen secdeye kapanırlar. Rablerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar.” (32/Secde, 15) “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Peygamberi’ne inanırlar, toplumsal bir iş (görüşmek) üzere onunla buluştukları zaman ondan izin almadan gitmezler.” (24/Nur, 62)
Konumuzun eksenini teşkil eden “amel” den kasıt, Allah’a itaattir. Burada sözkonusu ettiğimiz amel, nâfile olan ameller değildir; Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Allah’a inandığını söylediği halde O’nun emirlerini yapmayanın durumu şu askerin durumu gibidir: Komutan, kendisine hayâtî önemi olan bir plânı verdikten sonra plânın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O plânın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezaya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların cezasına, ikinci durumda da âsîlerin cezasına.
Bu noktada İmam Ebu Hanife’nin şu tesbitini aktarmak yerinde olacaktır: Allah Teâlâ mü’mine ameli, kâfire imanı, münafığa da ihlası farz kılmıştır. “Ey insanlar, Rabbinizden korkun.” (22/Hac, 1) âyetinde “Ey mü’minler Allah’a itaat edin!“, “Ey kâfirler Allah’a iman edin!“, “Ey münafıklar, ihlâslı ve samimi olun!” anlamı vardır. (Vasıyet, İmam Âzam’ın Beş Eseri, s. 75) İman hem amel, hem marifet, hem tasdik ve hem de ikrardır. Bunların her biri farklı ağırlıklarla imanı oluşturan boyutlardır. Bunlardan birini, ikisini ya da üçünü kaybeden kimse, imanî dengesini kaybeder. Yapması gereken işlevi ifa edemez. İşlevini ifa edemeyen iman da iman olmaktan çıkmış demektir.
İmanın vicdanlara hapsedildiği bir çağda, bundan zarar gören yalnızca mü’minler olmayacaktır. Bilakis bütün insanlık zarar görecektir. Çünkü imanın hâkim olduğu toplumda ahlak, adalet, fazilet, muhabbet, muâvenet, sadakat ve iffet baştacı edilen değerler olarak yerini alacak; İmanın hakim olmadığı toplumda ise rezalet, nefret, sefalet, sefahat, atalet, ihanet, bencillik ve her türlü dalavere ortalığı kaplayacaktır. Kimsenin unutmaması gereken bir gerçek var: İman, atom ve nötron bombasını yapan “insan” adlı muazzam silahın emniyet anahtarıdır. Onun olmadığı bir yerde her an herkesin ‘kaza‘ya kurban gitme ihtimali çok yüksektir. Bütün bunlar imanın dünyevî kazancına dâhildirler. Bir de onun uhrevî kazancı vardır ki o başka hiçbir şeyle elde edilemeyen bitimsiz mutluluğun ta kendisidir (M. İslâmoğlu, İman Risalesi, s. 311).
İmanın sahih ve kabule şâyan olması için bazı şartlar vardır. Birincisi; İman, ölüm döşeğinde iken, yeis ve ümitsizlik sebebiyle vâki olmamalıdır. “Azabımızın şiddetini gördükleri zaman imanları kendilerine fayda verecek değildir.” (40/Mü’min, 85) Fir’avn bile boğulma ânında iken iman etmiştir. (İngiltere Brıtısh Museum’daki ona ait olduğu belirtilen bozulmamış ceset de secde halindedir.) Ölüm üzere iken azabın şiddeti ve dehşetini görerek iman, artık gayba iman olmaktan çıkar. İkincisi; zarûrât-ı diniyyeden olan hükümlerden herhangi birini inkâr veya tekzib etmemelidir. Mesela; bir kimse Allah’ın varlığına, meleklerine, âhiret gününe inandığını ikrar etse, ancak peygamberlere inanmadığını söylese, bu kimsenin imanı sahih değildir. Çünkü iman bir bütündür, tecezzî (cüzlere, parçalara ayrılmayı) kabul etmez. Yine Kur’an-ı Kerim’e inandığını beyan eden bir kimse, onun herhangi bir âyetini reddetse mü’min olamaz. Çünkü Kur’an-ı Kerim’den olduğu sâbit olan herhangi bir âyeti inkâr etmek küfürdür. Bu durumda, “efendim çoğuna inanıyor ya?” diye itirazda bulunulamaz. Zira Kur’an, Allah tarafından vahy yoluyla indirilmiştir. Bir âyeti yalanlayan kimse, vahyi yalanlama durumundadır. Bu sebeple, insanı küfre götüren sözler (elfâz-ı küfür) ve haller (ef’âl-i küfür) bilinmelidir. Mü’minler; bilmedikleri herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman; ileri geri herhangi bir söz söylemeden “ben bunu bilmiyorum; Allah ve Rasûlü nasıl bildirmişse öyledir” demelidirler.
İman – Sâlih Amel İlişkisi
Âyetlerde, iman ile sâlih amel genellikle beraberce zikredilmekte olup, bu şekildeki ayetler oldukça fazladır. Hatta İzutsu’nun tesbitine göre, iman ve sâlih kelimeleri birbirlerine var olacak en kuvvetli semantik bağ ile bağlı olup, neredeyse ayrılması imkânsız bir şekilde birbirleriyle girift haldedirler (İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Pınar Y., s. 270). İman ve sâlih amel ifadesi, Kur’an-ı Kerim’de 52 defa beraberce zikredilmektedir.
Genellikle ayetlerde “İman eden ve sâlih amel işleyenler” şeklinde geçen “iman” ve “sâlih amel” lafızları, bazı ayetlerde “Kim iman ederek sâlih amellerden işlerse…” (20/Tâhâ, 112; 21/Enbiyâ, 94) veya “Erkek ve kadından her kim iman ederek sâlih amellerden işlerse…” (4/Nisâ, 124) şeklinde şartlı geçmektedir. Şartlı ifade biraz farklı olarak şu ayetlerde de geçmektedir: “Kim de O’na sâlih amelleri işlemiş bir mü’min olarak gelirse, işte onlar için de yüksek dereceler vardır.” (20/Tâhâ, 75) “Rabbine kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin ve Rabbine kullukta hiç ortak koşmasın.” (18/Kehf, 110)
“…Kim Allah’a ve âhiret gününe iman eder, sâlih amel işlerse, elbette onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69)
İman olmadan, sâlih amelin kişiyi kurtaracağını söylemek son derece yanlıştır. Zira, amelin, imansız kabul edilemeyeceği açıktır. Bunun yanında sâlih amelin mutlaka dayanması gereken köklü bir dayanağı olması gerekir ki, bu da, imandır. Ayette “iman etmiş olarak” ifadesinin yer alması gösteriyor ki, iman olmadan, sâlih amelin bir faydası olmamaktadır. Hatta , bir amelin, sâlih olabilmesi için, imana bağlı olarak yapılması gerekmektedir. İmanın, hem dünyevî, hem de uhrevî boyutta olduğu düşünülünce, bir fiilin sâlih amel olabilmesi için her şeyden önce imana dayanması gerektiği daha iyi kavranır. İmandan kaynaklanmayan bir amelin kabul edilmemesi kadar tabii ve mantıkî bir şey olmaz. Malum bir gaye ve muayyen bir düşünceden doğan sâlih bir amel, ancak, Allah’a iman sayesinde zuhur imkânı bulabilir. Başka bir ifade ile, amel, imandan akan bir nurdur. Zaten ayetlerde, imanın, sâlih amelden önce gelmesinde, sâlih amelin, imandan doğup neşv ü nemâ bulduğuna işaret vardır. Zira iman, sahibini hayra ulaştırır, şerden korur ve sâlih amel, imanla itibar kazanır.
Kur’an-ı Kerim’de yetmiş ayette iman ile sâlih amel beraberce zikredilmektedir. İman ile sâlih amel arasında kuvvetli bir semantik bağ olup, birbirlerinden ayrılması imkânsızdır. Gölge, nasıl bedeni takip ederse, aynı şekilde sâlih amel de imanı takip etmektedir. Nerede iman varsa, orada sâlih amel de olmalıdır. Öyle ki, birinci ikinci ile, veya ikinci birinci ile tarif edilse, doğru kabul edilebilir. Çünkü iman, ıslahın en faziletlisidir. Amellerin en üstünü ise sâlih olanıdır. İman ve sâlih amel ifadelerinin beraberce zikredildiği ayetlerde, insanın ebedî kurtuluşa ermesi genelde iman ve sâlih ameli beraberce yapmasına bağlanmaktadır. Sâlih amel olmadan, yalnız kuru bir imanın kişiyi ebedî saadete kavuşturacağı pek mümkün görülmemektedir. Amel, imanı ayakta tutacak bir rükûn olarak imana dahil değildir. Dolayısıyla amelin yokluğu ile kişinin, dünyada kâfir oluşuna ve imandan çıkışına; âhirette ise devamlı azap olunacağına ve cehennemde ebedî kalacağına hükmedilebilsin. Yine amel, imanın ayrılmaz bir parçası olarak imanın dışında da değildir. Dolayısıyla amelin yokluğu ile kişi, bu dünyada kınanmayı hak etmeyeceğine; âhirette ise ıkap ve azabı gerektirmeyeceğine hükmedilebilsin.
O halde sâlih amel ile iman arasında önemli bir bağ vardır. Çünkü Allah, kendisine kavuşmanın sâlih amel işlemede ve yapılacak ibadette hiç kimseyi kendisine ortak koşmamada olduğunu bildirmektedir (18/Kehf, 110). Yine kötülüklerin keffareti ve kişinin en güzel şekilde mükâfatlandırılması, iman ve sâlih amelleri işlemeye bağlanmaktadır (29/Ankebut, 7) Sâlih amel, imanın semeresidir. Sâlih amel işleyenin ne zulümden, ne de hakkının çiğnenmesinden korkmayacağı (20/Tâhâ, 212), yaptıklarına karşılık kat kat fazlasıyla mükâfat verileceği (34/Sebe’, 37), cennetlerin vadedilmesi (2/Bakara, 82) gibi daha pek çok hususlar ayetlerde belirtilmektedir.
Bütün bu ve benzeri ayetler, iman ile sâlih amel arasında kuvvetli bir ilişkinin varlığını göstermektedir. Aslında iman lafzı müşterek bir lafızdır. Gazali bu konuda şunları söyler: İman lafzı, üç mana arasında müşterektir. Zira iman kelimesinden, bazen yakınî delillere dayanan tasdik, bazen herhangi bir şüphe bulunmamak şartıyla taklid elde edilen inanç kastedildiği gibi, bazen de bu isim, tasdikin bir gereği olarak, kendisiyle beraber amelin de bulunduğu bir inanca verilir (Gazâli, İtikada Orta Yol, s. 167-168). Görüldüğü gibi aslında iman lafzının içerisinde amel de bulunmaktadır. Bu da gösteriyor ki, iman denilince akla amel de gelmelidir. İnsan, amele devam etmesi sebebiyle, kendi inancına karşı bir yakınlık duyar ve bununla da huzur ve güveni artar. Bundan dolayı, kendi inancına uygun olarak uzun zaman amel işlemeyen bir kimsenin, bu inancını değiştirmek veya bu konuda kendisini şüpheye düşürmek isteyen bir kimsenin, amele devamı uzun olmayanınkinden daha zor olur (Gazali, a.g.e., s. 169-170). İnsan inandığı gibi yaşamıyorsa, yaşadığı gibi inanmaya başlar.
İman ile sâlih amel arasındaki ilişkiyi İbn Teymiye daha net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ona göre, sâlih amelin imanla ilişkisi, ya dudakla dilin ilişkisi gibi veya kalbin bedenle olan irtibatı veyahut da bir buğday danesinin bütünlüğü gibidir. Zira konuşmak, dudak ve dil ile olur. Kalpsiz bir beden düşünülemez. Aynı şekilde danenin içi ve dışı vardır, özellikleri ayrı olduğu halde iki dane denilmez (İbn Teymiye, Kitabu’l-İman, s. 286).
Sâlih amel, imanı olgunlaştırma ve tamamlama özelliğine sahip olmasının yanında, imanın semeresi ve sıhhatidir de. Zaten amelsiz imanı olan kişinin, zâhir ve bâtın bütün uzuvlarını kaybedip yaşamaya çalışan bir insana benzetilmesi de iman ile sâlih amel arasındaki ilişkiyi daha belirgin bir hale getirmektedir. Mücerret bir iman, ebedî bir cehennemden kurtuluş ifade etse bile, derecelerin yükselmesini ifade etmez. Mü’minin yüksek derecelere ulaşması, ancak iman ve sâlih amelle olur.
“Kim de O’na sâlih ameller işlemiş bir mü’min olarak gelirse, işte onlar için yüksek dereceler vardır.” (20/Tâhâ, 75) Ayette zikredilen yüksek derecelere nail olmak, sadece imanla olmayıp, bunun yanında sâlih amellere de bağlanmıştır. Yine aynı şekilde “İman eden ve sâlih amelleri işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlerle müjdele!” (2/Bakara, 25) anlamındaki ayette de müjde, sadece imana olmayıp, aynı zamanda sâlih amele bağlıdır. Allah, cennetlere girmeyi, iman edip sâlih amelleri işlemeye bağlayarak şöyle buyurmaktadır: “İman eden ve sâlih amelleri işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız.” (4/Nisâ, 57) Amelsiz iman, nefsi tezkiye etmeye yetmeyeceği gibi, vadedilen mükâfatları da elde etmeye kâfi gelmeyecektir (Ömer Dumlu, Kur’ân-ı Kerim’de Salah Meselesi, D.İ.B.Y.).
Amel ve İtaat Yönüyle Şirk
İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki üçe ayırmak mümkündür: İtikad şirki, ibâdet şirki ve ittibâ şirki. Bırakın eğitim kurumlarını, câmiilerde bile (istisnalar dışında) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek… Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar insanlar tevhidi bozan konulara önem vermez. Hâlbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir. Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.
Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” (26/Şuarâ, 227). Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.
Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’ân’ın en fazla önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler…” diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne bina dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin).” (4/Nisâ, 136)
“Lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, İman edin!” diye uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici… olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah’a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah’a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz (Bak. 33/Ahzâb, 44). “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah’a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!” (39/Zümer, 17-18). Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah”a muhtaçtır.
Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz de kavmini bu esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib’e “Onu söyle, onunla Allah’ın yanında sana şefaatçı olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah…” diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum vardı. Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı. İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı, Kitab’a uymayı, Allah’ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm… Ama bunların temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl ve haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.
Kur’an’ın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah’a yapılması ve helâl-haramda Allah’ın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allah’tan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibâdette Allah’tan başkasına yönelme ve Allah’tan başkasının Allah’a rağmen hüküm koyması, helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar, kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar. Yığınlar, tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu organlarıyla algıladıkları eşyaya bağlıdırlar. Mele’ (ileri gelenler, müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi değil; sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır. Bu zâlimlere göre, gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatının uygulanması yoluyla Allah mı? Bütün câhiyyelerdeki müstekbirleri tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan kalkması onların işine gelmez. Hâlbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı, rızık verici… Allah’a aittir. “…Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!” (7/A’râf, 54) “…Hüküm sadece Allah’a aittir.” (12/Yûsuf, 40) “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?” (16/Nahl, 17) “Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)?” (35/Fâtır, 3)
Buna rağmen, toplumun üst tabakası açık veya gizli diktatörlükle yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına, süflî arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında kendilerinin de inanmadığı sahte putların gölgesine sığınarak, güya onlar adına sürdürürler. Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar, bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına aday olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara karşı kışkırtırlar. “Firavun dedi ki: ‘Bırakın, Mûsâ’yı öldüreyim de, o Rabbine duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâ’yı kurtaracak mı?) Çünkü ben, onun dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.” (40/Mü’min, 26; Ve yine bak. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54).
Mekke’deki olay da aynıydı. Mele’, Kureyş’ti orada. Düşmanlık ve savaş, onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet, tevhid arasındaydı. Kendilerine karışmayacak “el-emîn” Muhammed (s.a.s.)’den şikâyetçi değillerdi. Onun için, dâvetten vazgeçmesi halinde mal, mülk, dünya varlığı, hatta yöneticilik teklif ve takdim ediliyordu. Dâvetle düşmanlık, ister istemez onlarla dâvetin temsilcisi arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar yalnız değildi rablik anlayışında. Şirk de tek çeşit değildi: Kabile, tapınılan bir rabdi, baba ve dedelerin örfü, kamuoyu tapınılan bir rabdi. Kureyş ve diğer büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran ve dilediğini haram yapan rablerdi.
Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, sahâbe denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti onların hayatında? Mü’minlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişince, şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı… İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah’a iman eden tevhid eri bir mü’minin Allah’a itaat etmemesi, O’nu tek mâbud, tek rızık verici, tek otorite… kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?!
İman iddiası, itaat ile isbat edilmeden insanı kurtaramaz. Bu konuda Kur’an’dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de… Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31) Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093)
“Rabbınızdan size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.” (7/A’râf, 3) “Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?” (42/Şûrâ, 21) “Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.” (42/Şûrâ, 10) “…Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.” (6/En’âm, 121) “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65) “(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.” (24/Nûr, 47-48) “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Mâide, 44) “Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?” (5/Mâide, 50) “Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?” (95/Tîn, 8) “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (4/Nisâ, 59) “Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” (33/Ahzâb, 36) “…Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!” (7/A’râf, 54) “İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” (6/En’âm, 82) “…Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (12/Yûsuf, 40)
Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır: “Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (4/Nisâ, 13-14) “Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.” (8/Enfâl, 1) “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” (39/Zümer, 17-18). “(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (3/Al-i İmrân, 31-32). Yine bak. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115.
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” (İbn Mâce, hadis no: 4205)
Hüküm koyma (teşrî), “Lâ ilâhe illâllah”la direkt ve sağlam bir şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.” (5/Mâide, 44) âyetinde fukahâ, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün gerisinde bir küfür, yani büyük günah) demişlerdir. Taraflardan birinden rüşvet aldığından, önündeki meselede Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir edilmez. Allah’ın gazabına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki konuda yanılan ve Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş olan biri ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar…
Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allah’ın indirdiği dışında bir şeyi teşrî (yasa koyma) ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla, fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allah’tan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allah’ın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allah’ın dinine muhâlif haramlar helâllar koyuyor. Ardından açıkça veya lisan-ı haliyle: “Allah’ın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı uygulayın, çünkü bu, ona denktir veya bu, Allah’ın kanunundan daha üstündür, kıymetlidir” diyor. İslâm tarihinde fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir. Yine, fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve kendi irâdesiyle Allah’ın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya) râzı olmak. İkrâh bunun dışındadır (16/Nahl, 106); çünkü ikrahta rızâ yoktur.
Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın hükmüne uymak, İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek, Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, “lâ ilâhe illâllah” deyince müslüman olacakları, İslâm’ı yaşamasa da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler (Geniş bilgi için bak. Muhammed Kutub, Tevhid, Risale Y.).
Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevanın soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm… bu etkenlerin başında gelir.
Şirkin Çağdaş Yansımaları
Şirk, Allah’a ait özellikleri bir anlamda gasbetmek ve onları hak etmeyenlere vermektir. Haddi aşan insanlar veya aklını iyi kullanmayanlar, Allah’ın rabliğini, melikliğini, ilâhlığını, hâkimiyetini gasbederler. Bütün bu ilâhî özellikleri bazı şeylere, insanlara veya birtakım güçlere verirler. Sonra da onların önünde şöyle veya böyle boyun eğerler, onlara mutlak anlamda itaat ederler. İnsanların şirk içinde olması Allah’ın rabliğine zarar vermez. İnsan, kendi aleyhine olarak şirke yuvarlanır. Ancak, şirkin zararı sadece müşrikle sınırlı kalmaz, topluma da yayılır. Şirkin ve müşriklerin güçlü olduğu yerlerde fesat yaygınlaşır, hayatın huzuru bozulur. Allah’tan başka yaratıcı, öldürücü, mutlak tasarruf sahibi, sınırsız güç sahibi, sevilen ve ibâdet eder gibi itaat edilen, hükmüne –Allah’ın hükümlerine aykırı olarak– boyun eğilen her şey, şirke götüren sahte tanrılardır. Şirk içinde olanlar, şüphesiz toplum içinde, tabiatta ve insan ilişkilerinde dengeyi bozarlar. Hâlbuki Tevhid bu hayatî dengeyi kurmak ve korumak için gönderilmiştir.
Şirke düşenler hiç bir zaman “Allah (c.c.) evreni şu kadar ortakla, yardımcı ile idare ediyor” demiyorlar. Onlar, yaptıklarının şirk olduğunu çoğunlukla kabul bile etmezler. Hatta birçoğu İslâm’a ve Kur’an’a saygı duyduklarını dahi söylerler. Ancak, şirk koşmaktan maksat, Allah’ın evren üzerindeki hâkimiyetini tanımamak, O’nun hükümlerini reddetmek ve O’na Rabliğinde ortaklar bulmak, öyle inanmaktır. Dolaysıyla hayata ait hükümleri, ilâhî ölçüleri Allah’tan almamak, kulluğu, mutlak itaati başka sahte ilâhlara yapmaktır.
Bu anlamda çağımızda yepyeni şirk örnekleri gelişmiştir. Eskiden görülen şirk çeşitlerine yenileri de ilave olmuştur. Artık atalar dini, eskiden beri devam eden putçuluk, falcılık, kurtarıcı liderlik, siyasal güçler, mezarda yatan ölüler, spor kulüpleri, ikon (put) haline getirilen sevgililer, her bir şeyi taklit edilen sanatçılar, dünya çıkarları, makamlar, heykeller ve ölümlü kişiler birer şirk aracı haline getirilmiştir. Allah’a inandığını söyleyen niceleri, O’nun Rabliğini göklere gönderirken, O’nun yalnızca göklere karışmasını isterken, kendi hayatına ve toplum hayatına başkalarının ilkelerini daha uygun görmekte, Allah’ın peygamber aracılığıyla gönderdiği ölçüye aldırış etmemektedirler. Bir kişinin veya bir siyasal gücün ilkelerini Allah’ın hükümlerinin önüne getirebilmektedirler. Çok üstün sandıkları birtakım kişilere ve şeylere Allah’tan ve O’nun hükümlerinden daha fazla değer vermektedirler. İslâm, insanın bu sapıklıktan kurtulup Tevhidle hayat bulmasını istiyor. Allah’ı birlemek ve yalnızca O’na kulluk yapmak üzere yaratılan insanın fıtratına uygun olan da budur. İnsana düşen, Kur’an’ın “De ki O Allah tektir. O’nun eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış, doğurulmamıştır (Baba da oğul da değildir). Hiç bir şey O’na denk/eş değildir.” (112/İhlâs, 1-4) gerçeğine teslim olmak ve gereğini yapmaktır (Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 640).
İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde, cehalet ve düzenin/ortamın cahilî yapısından dolayı –Allah muhafaza etsin– kolaylıkla şirke düşebilir. Mü’min olmak, çok zor değildir; esas önemli olan, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı çevrelerde mü’min kalmak ve müslüman olarak ölmektir. Günümüzde sık görülen şirk unsurlarının, tevhidi bozan durumların bazıları şunlardır:
Güncel Câhilî Eğitimde Şirk: Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip, sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Bu, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı konularında ortaya atılan teoriler câhilî eğitimin temelini teşkil eder. İlk insanı, tesadüf sonucu veya doğa kanunları gereği hayvanın evrim geçirmiş türü kabul eden günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rablığı) Allah’a hiç dayandırmayan, yaratıcı ve rab olarak başka tanrılara inanan müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, dünyadaki ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücadelesi unutturulmak istenir. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir.
Günümüzde ekonomik yorumlar da baştan sona şirk anlayışı içerir. Sadece iktisat ve ekonomi eğitimi veren kurumlar değil; medyanın, hatta halkın gündemindeki ekonomik değerlendirmelerin hemen hepsinde para, ilâhların başında gelir. Tüm mülkün, para, mal ve nimetlerin Allah’a ait olduğu anlayışı olan “ekonomik tevhid” anlayışına yer yoktur. İnsanların ekonomi yönüyle de evrim geçirdiği, ilkel komünal toplumdan köleci topluma, feodal toplumdan, kapitalist ve sosyalist topluma doğru seyri ve bu çeşit tasnifi, insanların Allah’tan bağımsız olarak sürekli evrim geçirdiği iddiasını haklı çıkarmaya dayanır. İlk insanın, ilk peygamber ve ilk yaşama biçiminin vahyin ışığında tevhid olduğu gerçeği, en küçük bir teori ve ihtimal dâhilinde bile değerlendirilmez.
Siyasal şirk anlayışı da bilimsel kılıflarla takdim edilir. En iyi sistem, milyonlarca yıllık tecrübe sonunda cumhuriyet ve demokrasi olarak adlandırılır. Hakk’ın değil; halkın egemenliğine, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi alternatif bile kabul etmeyen bu câhiliyye düzenlerini neredeyse tüm insanlar canla başla savunur. Faşist, kapitalist veya sosyalist olsun her farklı grup, gerçek demokrasinin kendi savundukları ideoloji ve düzen anlayışında olduğunu iddia ederlerken, kendini müslüman sayan nice insan da bu orkestraya katılır.
Devlet yönetiminde dine yer yoktur, eğitim ve sosyal hayatın düzenlenmesi laik ve Kemalist esaslarla düzenlenmek zorundadır. Din anlayışı, din eğitimi ve din kurumları da laik düzenlemeye tâbidir. Dinlerin ortaya çıkışı, din eğitimi veren laik kurumlarda da doğal olarak şirk esasına dayandırılır. İlk din İslâm, ilk insan ilk peygamber, ilk peygamber Hz. Âdem değildir bu şirk anlayışında; insan, önce tabiata, totemlere tapmış, sonra çok tanrılı dinleri icad etmiş, çok sonraları da tek tanrılı din anlayışı oluşturmuştur… Modern câhiliyyenin sosyal ve siyasal şirk anlayışı gereği, devlet, din esaslarına –en küçük çapta bile– dayandırılamaz. Tüm kurum ve kurallarıyla şirkin dışına çıkılamaz bu devlet anlayışında. Halk da sosyal hayatta, kamu alanında tevhidî inancını sergileyemez, muvahhid bir şekilde yaşayamaz. Ama demokrasi vardır; halk şirk arasında istediği tercihi özgürce yapabilir, istediği tâğutu rab olarak seçebilir.
İnsanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı, göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor, yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere uygun olmak şartıyla) sadece –o da sınırlı şekilde– câmilere karışabilir, oraya hâkim olabilir. Üniversite dahil okullara, mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.” Bu anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin devlete, devletin dine karışmaması” demek olan “laiklik” gereği ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına karışıl(a)mayan Allah’ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, buralarda egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil, temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski Arap câhiliyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir şey yok; sadece eski câhiliyenin modern görünüm ve söylemleri var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.
İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara, içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa, konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor, dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların tümü, şirkin dışında bir şeyle izah edilemez.
Câhiliyye Arapları, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kesin bir şekilde kabul ediyorlardı (29/Ankebût, 61, 63; 31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9, 87). Modern câhiliyye insanı ise, Allah’a bu kadar bile inanmıyor; ne olduğunu ve hangi vasıflara sahip olduğunu düşünmeden doğa/tabiat ve tesadüfe yaratıcılık atfediyor. Tabiatı ilâhlaştırarak çocukları, çiçekleri, güzellikleri doğanın armağanı olarak kabul ediyor. Bazen de bu “tabiat tanrısı”na kendisini ve hemcinslerini ortak koşuyor, kendisinin veya başka insanların yaratıcılıklarından bahsediyor.
Tüm bunların yanında, her dönemde görülebilen şirk unsurlarını da katarsanız, muvahhid insanın, istisnalar dışında niye yetişmediği, huzursuzluk ve zilletin niye artarak devam ettiğinin temel sebebi daha iyi teşhis edilecektir. Yalnız, burada unutulmaması gereken önemli bir husus var: Allah’a ortak koşan birisinin, şirk koştuğu şey için, “bu da bir ilâhtır” , “ben buna da tapıyorum” demesi veya böyle düşünmesi de, olayın şirk olması için şart değildir. Şirk, öncelikle kalpte yer eder, sonra düşünce ve hareketlere yansır. Şirkin temeli, Allah’tan başka herhangi bir şeyi Allah’a tercih etmektir.
Hızır olarak adlandırılan ölümsüz zannedilen zat, gerçekte hayatta olmayan bir kimsedir. Yine Hızır gibi bazı ilâhî vasıflara sahip olduğu zannedilen “evliyâ”nın, tanrılaştırılıp bunların her yerde hazır ve nâzır olduğuna, insanları gözetlediğine, bazen koruyup yardım ettiğine inanılır. Dünyanın varlık sebebinin bu gibi zatlar olduğu kabul edilir. Müslümanım diyen nice insan, Allah’ın dünyayı ve özellikle yaşanılan coğrafyaları onların yüzü suyu hürmetine ayakta tuttuğunu, yoksa çoktan helâk edeceğini kabul edip dillendirir. Bu tür inançların gerçekle de, temel hakikat olan tevhidle de hiçbir ilgisi yoktur. Tümüyle bâtıl itikatlardır. Allah, dünyayı kendi irâdesiyle ayakta tutmaktadır. O’nun irâdesine engel olacak veya onu değiştirecek hiçbir zat olamaz. Allah, dünyanın ve evrenin işleyişi ile ilgili kanunlar koymuş, hikmetler belirlemiştir. Evren bu ilâhî kanunlarla ayakta durur. Allah’ın otoritesinde ve tasarrufunda hiçbir kimsenin ortaklığı yoktur. Dolayısıyla Allah’tan başkasına, sanki bir güce sahipmiş gibi duâ etmek şirktir. Ölülerden medet ummak câhiliyye sapıklıklarındandır. Muvahhid bir mü’min, bunlardan kesinlikle uzak durmalıdır. O, yalnızca Rabbinden dilekte bulunmalı, O’na yönelmeli ve O’na duâ etmelidir.
Ahmed Kalkan
Vuslat dergisi
İman, Sâlih Amelsiz Olmaz
Medyanın verdiği haberlerde sık sık canavarlaşan insanların durumlarına şâhit oluyoruz. İnsanları koyun keser gibi kesen cânîler, kocasını vuran kadınlar, çocuklarını doğrayan babalar, küçücük bebelere tecâvüz edenler, kapkaçlar, terör olayları, sapıklıkların bin bir çeşidi… Sebep tek: İmansızlık. Allah’a ve âhirete iman eden böyle vahşet ve barbarlık yapabilir mi?! Bazıları zannediyor ki, toplumun % 99’u müslüman, ama amel etmeyen günahkâr müslüman! Acaba?
İman
İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar.
Kavram olarak, Rasûlüllah’ı Allah’ın katından getirmiş olduğu bilinen haber ve hükümlerin tümünde, kat’i olarak tasdik etmek, bunu diliyle ikrar edip, gereklerini sâlih amel olarak tatbik etmeye çalışmaktır. İman, küfrün zıddıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı tanımak ve O’na yönelmektir. İman: Allah’ın gönderdiği peygamberleri tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir. Allah’ın buyruklarını yerine getirerek, O’nun güven çemberine girmektir. Âyetleri kabul edip, bağlanmak ve yaşamaktır.
İman’ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü’min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir.
Kur’an’da İman
İman kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim’de 873 yerde geçmektedir. Kur’an’ın onda birinden fazlasının imanla direkt ilgili ifâdeler olması, konunun önemini göstermek için yeterlidir.
Mü’min, hem Allah’ın, hem de insanın sıfatıdır. Esmaü’l-Hüsnadan biri, El-Mü’min’dir. Allah’ın mü’minliği, güven verici, güven kaynağı olmayı; insanın mü’minliği de El-Mü’min’e (Allah’a) güvenmeyi ifâde eder. İman, bu karşılıklı güvenin işleyişidir. Allah’a güven tam olmadan iman olmaz. Allah’a güvenin tam olması için, O’nu her şeyden fazla sevmemiz, O’nun emir ve hükümlerini de herşeye tercih etmemiz gerekir. “İman edenlerin Allah’a olan sevgileri çok fazladır.” (2/Bakara, 165)
İman, insanı kopmaz, çürümez bir bağa kavuşturur ve boşluklara yuvarlanmasını önler. (Bak. 2/Bakara, 256). İmandan yoksun kalanları Kur’an, hayvanların en şerlisi olarak anmaktadır. (Bak. 8/Enfâl, 55). Fakat, ne yazık ki, insanlığın çoğunluğu bu imandan uzak bulunmuştur, bulunacaktır. (Bak. 11/Hûd, 17; 13/Ra’d, 1, 31; 10/Yûnus, 99; 12/Yûsuf, 16, 103) 40/وَاللهُ وَلِىُّ الْمُؤْمِنِينَ Mü’min, Allah’ın yardımcısı, Allah’ın dostu, velisi olarak nitelendirilmiştir (Bak. 47/Muhammed, 7-11; 61/Saff, 14; 3/Âl-i İmran, 68).
İmanın Gerektirdikleri
İman, insana dünyada çok büyük onur ve âhirette ebedî mutluluk sağlar. Cennet bedava değildir. Kur’an, imanın bir imtihan, ıstırap ve çile işi olduğuna dikkat çeker. “İnsanlar, sandılar mı ki, ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılacak, inceden inceye imtihan ve ıstıraba çekilmeyecekler. Yemin olsun, biz onlardan öncekileri de inceden inceye deneylerden geçirmişizdir.” (29/Ankebut, 2) “Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele” (2/Bakara, 155) “(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet Peygamber ve beraberindeki mü’minler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?!’ dediler. Biliniz ki, Allah’ın yardımı yakındır.” (2/Bakara, 214)
Kâmil iman sahibi mükemmel mü’minin bir özelliği de, kınayanların kınamasından korkmamaktır ki, Kur’an, bunu şöyle ifâde eder: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütufdur. Allah’ın lütfu ve ilmi çok geniştir.” (5/Mâide, 54) “Bir kısım insanlar, mü’minlere: ‘düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘hasbüna’llahu ve ni’me’l- vekîl’, yani, ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah’ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah’ın rızâsına uymuş oldular. Allah, büyük kerem sahibidir. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimselerseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.” (3/Âl-i İmran, 173-175).
Gerçek mü’minlerin bir özelliği de birbirlerine sürekli hakkı ve sabrı tavsiye etmeleridir (Bak. 103/Asr, 1-3). Mü’minlerin gönül dostları, yalnız kendilerinden olanlar, yani mü’minler olacaktır (Bak. 3/Âl-i İmran, 28). Mü’min erkekler ve mü’mine hanımlar da birbirlerinin dostu ve kardeşidirler. Dostluk ve kardeşlikte cinsiyet ayırımı yapılmayacaktır (Bak. 9/Tevbe, 71). Mü’minler, birbirlerinin ancak kardeşleridir (Bak. 49/Hucurât, 10).
İmanda ortak olmayan, mü’min olmayan akraba, yakınlığı ne olursa olsun (ana-baba da dahil) gönül dostu olma, kardeş olma hakkını kaybeder. Onlara karşı hukukî sorumluluklar yerine getirilir ama, gönül dostu olarak benimsenemezler (Bak. 9/Tevbe, 20; 58/Mücâdele, 22). Kur’an, böylece kan ve et bağlarından arı, şuur beraberliğine dayalı bir akrabalık getirmektedir. Bu bir gönüldaşlık, iman kardeşliğidir. İman bağı, kan bağından daha üstündür, daha önemlidir.
Hayatın anlamı ve insanın mahlukat içerisinde taşıdığı bir imtiyaz olan imanı bir ağaca benzetirsek, bu ağacın kökü kalpte, gövdesi akılda ve dalları organlardadır. Bu ağacın meyvesi ise amellerdir. Ağacı; kökü, gövdesi, dalları ya da meyvesi olmadan tanımlamaya kalkanlar, onu eksik ve yanlış tanımlamak zorunda kalacaklardır. Dalları kurumuş, meyve vermeyen ağaç, odun parçasından başka bir şey değildir ve yanmaya lâyıktır.
İman, aslında insanın şerefinin en büyük delilidir. İnsanın fizikötesi boyutunun fizikî boyutundan çok daha yüce ve anlamlı olduğunu, onun iman edebilirliğiyle açıklayabiliriz. İman, insanı fiziğin dar ve statik sınırlarından kurtarıp onu kendi dışındaki âlemlerle bütünleştiren muharrik güçtür; enerjidir, aksiyon ve eylemdir. İman gibi muazzam bir imkânı kullanmayan insan, bedeninin daracık kabuğuna sıkışıp kalmış, meleklerle ve diğer aşkın varlıklarla yarıştığı bir kulvarı terk ederek kendisini, hayvanlarla paylaştığı fiziğin dünyasına mahkûm etmiş demektir.
Akıl, imanın aracıdır. Eğer bu araç gayesine ulaşamamışsa akıl sahibi olmak, insan için bir meziyet olmaktan çıkar, bilakis en vahşi hayvanların dahi başaramayacağı bir vahşete kılavuzluk yapabilir. Bu durumda insan, hemcinsleri için diğer tüm yaratıklardan daha tehlikeli olabilir. İmana araç olsun diye verilen akıl, kimi zaman haddini aşarak imanın koltuğuna oturur ve kendisi “amaç” olur. Aklın putlaştırılması, ilahlaştırılması, işte bu durumun bir sonucudur. Aklın imana “yoldaş” değil de; “rakip” olarak çıkartıldığı bir yerde dengeler bozulmuştur. Çünkü akıl imansız, ya da iman akılsız kalmıştır.
İman şereftir. Bugün müslümanın en önemli sorunlarından biri, kimlik bunalımıdır. Bunun farklı tezahürleri olan kişilik erozyonu, şahsiyetsizlik, zillet ve meskenettir. Müslümanın kimlik bunalımı imanını iktidar edemeyişinden, müslüman oluşuyla iftihar edemeyişinden, daha doğrusu iftihar edebilecek bir imana sahip olamayışındandır. Bu durum, kâfirleri sevmeyi ve onlara gıpta etmeyi getirecektir.
Tabii olay, sadece kâfiri sevmek sınırında kalmayacak; onun küfrüne lâkayıtlıkla başlayan süreç küfre rıza ve küfre gıpta etmenin ardından, küfre sevgi ve hayranlığa kadar varacaktır. Küfre rızâ küfürdür, bu kesin! Ya küfre hayran olmak nedir? Evet, bu bir akîde sorunudur ve çözümü de imanla ilgilidir. İmanla, yani bilgi, tasdik, ikrar ve amelin toplamı olan imanla. Ve elbette İslâm’ı olan imanla… (M. İslâmoğlu, İman Risalesi, s. 302)
Kuru bir “iman ettim” sözü elbette yeterli değildir. İmanın gerçeği de bu değildir. Söz, kalbin tasdiki ve beynin kabulü ile bağlılığın ifâdesi olmalıdır. Bu da yaşamayı gerekli kılar. İman sözünün verildiği anda, kişi “ben, Allah’tan başka ilah olmadığına şahit olarak, bütün benliğimle Allah’a bağlanıyorum. O’nun otoritesine giriyorum.” demiş olur. Sonra da O’nun otoritesini hiçe sayıp, hevâ ve hevesleri doğrultusunda hayâtını sürdürürse, bu kişi imanı anlamamış ve benimsememiş demektir. Aslında onun imanı, kendi arzularının otorite olarak kabulü yönündedir. Çünkü o Allah’ın isteklerini değil; kendi isteklerini kayıtsız şartsız yerine getiriyor. Kim, kimin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirirse, o, onun kuludur. İmanı, yani bağlılığı onadır.
İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur. “İnsanlardan öyle kimseler vardır ki: ‘Allah’a ve âhiret gününe iman ettik’ derler; Hâlbuki onlar, mü’min değillerdir.” (Bakara, 8) “Allah’a ve Peygamber’e iman ve itaat ettik derler. Sonra da onlardan bir grup, bunun ardından yüzçevirir, bunlar mü’min değillerdir.” (24/Nur, 47) “Ey iman edenler, Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ediniz. İşitip dururken, itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde ‘işittik’ diyenler gibi olmayın. Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (8/Enfâl, 20-22) Görüldüğü gibi âyet, Allah’a itaat etmeyenleri işitmeyen ve görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahluklar olarak tanımlıyor. “Ey iman edenler, Allah’tan korkulması gerektiği gibi korkun ve ancak müslüman olarak, O’na teslim olmuş şekilde can verin.” (3/Âl-i İmran, 102) İman, gerçek olup olmadığı ortaya konması için Allah tarafından imtihan edilir: “İnsanlar, ‘iman ettik’ demekle bir imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Hâlbuki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir.” (29/Ankebut, 2-3).
Allah’a iman, insan ile yaratıcısı arasında en şerefli bağı teşkil etmektedir. Zira yeryüzünde en şerefli varlık insandır. İnsanın en şerefli yeri kalbidir. Kalbin de en şerefli şeyi imandır. Bu bakımdan iman ve hidâyet, nimetlerin en üstünü ve Allah’ın en büyük lutfudur. “Allah imanı size sevdirdi. Onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar da onların ta kendileridir.” (49/Hucurât, 7)
İmanın amellerle tezahürü olmalıdır. Güneşten ısı, gülden koku saçıldığı gibi, imandan da ameller saçılmalıdır. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. Yoksa iman, birtakım istek ve temennilerden ibâret değildir. “İman, istek ve süsten ibâret değildir. Ancak iman, kalpte yerleşip amelde kendisini gösterendir.” İman, Allah ve Rasülünü sevmeden olmaz. Hem öyle ki, bir mü’min için, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması lazımdır. Bu sevginin mutlaka amel ve fiillerle ispatı lazımdır. Yoksa sadece söz ile sevgi olmaz. Allah’ı ve Rasülünü sevmek demek, Allah’ın hükümlerine ve Rasûlullah’ın tebligatına fiilen bağlanmak demektir. Bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır. “De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah’tan, Onun Peygamberi’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (9/Tevbe, 24). İman, ancak gerçek bir sevgiyle; Allah’a karşı sevgi, rasülü’ne karşı sevgi ve şeriatın tümüne karşı sevgi ile tamamlanır. Rasûlullah, bu konuda şöyle buyurur: “Şu üç şey kimde olursa, o kimse imanın zevkini alır: 1- Kendisine, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması, 2- Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmesi, 3- Ateşe atılmaktan nefret ettiği gibi, küfre dönmekten de nefret etmesi.” “Sizden biriniz beni, anasından, babasından, çocuğundan, kendi nefsinden ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.”
İman dediğimiz şey, Allah ve Rasûlü’ne karşı sevgide şekillendiği gibi, Allah’ın dinini yüceltmek ve üstün kılmak için cihad etmede, yeryüzünde zulmü ve fesadı önlemek için mücadele vermede de şekillenmelidir. Allah’a yaklaşmak için namaz ve oruca devam etmede, haram ve helâle ittibâ etmede de iman kendini göstermelidir. Allah, imandan söz ederken, iman ile birlikte amellerden de söz ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında birleşir. Çünkü cihad, imanın ruhu ve ameli olarak ortaya çıkar. “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasûlü’ne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ederler. İşte onlar, imanlarında sâdık (doğru) olanların ta kendileridir.” (49/Hucurât, 15)
İman, meyvesiz kurumuş çürümüş, odun kütüğü olmuş bir ağaç değildir; iman ağacının mutlaka eseri ve meyvesi görülmelidir. İmanın meyvesi, Allah’tan korkup Allah’ın murakabesi altında olduğumuzu bilmektir. Şüphesiz Allah’ı tanıyan kişi, kendi kusurlarını idrak eder, O’ndan korkar ve ona göre hazırlık yapar. “Allah’ın gönderdiği risâleti tebliğ edenler, O’ndan korkanlar ve başka hiçbir kimseden korkmayanlar var ya, işte bu, Allah’ın dinine dosdoğru uyan hak ehlinin sıfatıdır.” (33/Ahzâb, 39)
İmanın varlığının en güzel isbatı, vahye sarılmaktır. Çünkü vahy, en temiz ve en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah’a bağlanıp, araya aracılar koymadan doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızın Allah’a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin mü’minlerden istediği onu dinlemek ve ona tâbi olmaktır.
“Aralarında hükmetmek üzere, Allah’ın Rasûlü’ne dâvet olundukları zaman, mü’minlerin sözü ancak, ‘dinledik ve itaat ettik’ demelerinden ibârettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, Allah’tan korkar ve O’ndan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (24/Nur, 51-52) “Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdikleri zaman, mü’min erkek ve mü’mine bir kadın için işlerinde muhayyerlik (başka şeyi tercih etme özgürlüğü) yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ederse, muhakkak ki o, apaçık bir sapıklığa sapmıştır.” (33/Ahzâb, 36) “Öyle değil, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çekiştikleri, tartıştıkları şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65)
Görüldüğü gibi, mü’min erkek ve mü’mine kadınlara muhayyerlik hakkı yoktur. İman ettikten sonra, kendi hevâ ve hevesine göre hareket edemezler. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmek zorundadırlar. Allah’a iman, sonra arkasından isyan, apaçık bir sapıklıktır. Allah’a iman, teslimiyetle beraber bütün işlerde Allah Rasûlü’nün hakemliğini şart koşar. İman ettiğini iddia eden herkesin mutlaka hakemi, hükmünü kabul edip uygulayacağı ölçüsü, tercihi Allah ve Rasûlü olmalıdır. Aksi, dalâlettir. “Demokrasi var, özgürlük var; bana kimse karışamaz. Canım neyi isterse onu yaparım!” Bir mü’minin diyebileceği sözler değildir bunlar (bak. 33/Ahzâb, 36).
İman ile amel, birbirini tamamlayan iki husustur. İman olmadan amel, Allah katında kabul edilmeyeceği gibi; güzel amellerle süslenmeyen kalpteki imanın mânevî zevk vermekten uzak olduğu da bellidir. İman, kalp toprağına atılan bir tohumdur. İbâdetler, güzel ahlâk, iyi davranışlar onun yeşermesini ve hayâtiyetini devam ettirmesini sağlayan vâsıtalardır. Sâlih amel ve güzel ahlakla bezenmemiş iman, bir hücreye kapatılan ve kimseyle görüştürülmeyen bir din âliminin, mürşid ve vâizin, hitab ettiği topluma faydasızlığı gibi; kişiyi olgunlaştırıp mânen geliştirmekten yoksun bir cevherdir.
O halde iman olmadan amelin kabul olunması söz konusu edilemezse; sâlih amellerle desteklenmeyen imanın kemale ermekten mahrum olacağı unutlulmamalıdır. Hatta bu konuda “imanı korumak, kazanmaktan daha zordur” sözü meşhur olmuştur. Mü’min olmak kolay, ama özellikle küfrün hâkim olduğu câhiliyye toplumunda mü’min kalmak ve mü’mince ölmek zordur. Biz de Hz. Yusuf gibi, duâ etmeliyiz; fiilî ve kavlî duâ: “Teveffenî müslimen ve elhıknî bi’s-sâlihîn (Ey Rabbim, beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.” (12/Yusuf, 101)
İman ve Amel
Kur’an’ın, imanı tanımladığı âyetlere dikkat edecek olursak, hemen tamamında imanla amelin yan yana geldiğini görürüz. Özellikle iman ve sâlih amelin birlikte kullanıldığına şahit oluruz. Kur’an, amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle doludur. Hatta kinâye olarak Kur’an’da amel, iman olarak adlandırılmıştır. “Allah imanlarınızı zâyi edecek değildir.” (2/Bakara, 143). Bu âyetteki iman’dan kasıt “namaz”dır.
Sahih sünnette de iman-amel münâsebetlerini ele veren birçok rivâyete rastlamak mümkün. İşte şu hadiste iman-amel iç içe: “Nebî’ye soruldu: ‘Hangi amel daha efdaldir?’ “Allah ve Rasûlü’ne iman” buyurdu. ‘Sonra hangisi?’ diye soruldu. “Allah yolunda cihad.” buyurdu. Ardından yine soruldu: ‘Sonra hangisi?’ Cevapladı: “Hayır üzere yapılmış bir hac.” (Buhârî, İman 26). Rasûl’ü sevmek imandandır: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, ben, içinizden herhangi birine babasından ve evladından daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamazsınız.” (Buhârî, İman 14). Allah yolunda cihad, imanın bir parçasıdır: “Allah, bir kimseye kendi yolunda cihadı nasip ederse ve o da Allah’a ve Rasûlü’ne iman ediyorsa çıksın. Ya ecri, ya ganimeti, ya da şehâdeti elde eder. Eğer ümmetime lazım olmasaydım hiçbir çarpışmadan geri kalmazdım. Andolsun Allah yolunda öldürülüp sonra dirilmeyi, sonra öldürülüp bir daha dirilmeyi ve yine öldürülmeyi ne kadar isterdim.” (Buhârî, İman 37). Hayâ da imandandır: “Hayâ imandandır.” (Buhârî, İman 24)
Allah için sevmek, kızmak, vermek ve engel olmak da imandandır: “Allah için seven, Allah için kızan, Allah için veren, Allah için engel olan kuşkusuz imanını tamamlamıştır.” Allah Rasûlü, imanın parçalardan meydana gelen bir bütün olduğunu, bunların içinde amellerin de yer aldığını açık bir biçimde ifâde etmiştir: “İman yetmiş küsür şubedir. En üst derecesi la ilahe illa’llah, en alt derecesi, çevreyi rahatsız edici bir engeli yoldan kaldırmaktır.” (Buhârî, Müslim). Bu hadiste nazarî iman olan “lâ ilâhe illâ’llah” ile, amelî iman olan “eziyet veren şeyi ortadan kaldırmak” bir bütünün farklı ağırlıktaki parçaları olarak geçiyor. İşte o bütünün adı “iman”dır.
İmanın ve İslâm’ın şartlarını sayılarla ve belli maddelerle sınırlamanın yanlışlığının delili olan şu sahih hadiste namaz, zekât, oruç “iman nedir?” sorusunun cevabı olarak zikredilmektedir: “Allah Rasûlü, kendisine gelen bir elçiler grubuna “yalnızca Allah’a iman etmeyi” emretti ve sordu: “Yalnızca Allah’a iman nedir, bilir misiniz?” ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. Bunun üzerine buyurdu ki: “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve beşte biri (humus) vermektir.” (Buhârî, İman 53)
İman ağacının meyvesidir amel. Mü’minlik iddiasının isbatı, vahyin hayâta dönüşmesidir amel. İmanın, zihinde hapsolunan soyut bir düşünce, kalpte mahkûm olan zavallı bir akide, dilde söylenilegelen kuru bir iddia olmaktan çıkarak göze fer, bileğe güç, dize derman olarak yürümesidir amel. İmanın beden ülkesinde şeytanın ve nefsin iktidarını yıkarak iktidara geçtiğinin göstergesidir amel.
“Bizim âyetlerimize yalnızca o kimseler inanır ki, onlar kendilerine hatırlatıldığı zaman hemen secdeye kapanırlar. Rablerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar.” (32/Secde, 15) “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Peygamberi’ne inanırlar, toplumsal bir iş (görüşmek) üzere onunla buluştukları zaman ondan izin almadan gitmezler.” (24/Nur, 62)
Konumuzun eksenini teşkil eden “amel” den kasıt, Allah’a itaattir. Burada sözkonusu ettiğimiz amel, nâfile olan ameller değildir; Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Allah’a inandığını söylediği halde O’nun emirlerini yapmayanın durumu şu askerin durumu gibidir: Komutan, kendisine hayâtî önemi olan bir plânı verdikten sonra plânın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O plânın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezaya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların cezasına, ikinci durumda da âsîlerin cezasına.
Bu noktada İmam Ebu Hanife’nin şu tesbitini aktarmak yerinde olacaktır: Allah Teâlâ mü’mine ameli, kâfire imanı, münafığa da ihlası farz kılmıştır. “Ey insanlar, Rabbinizden korkun.” (22/Hac, 1) âyetinde “Ey mü’minler Allah’a itaat edin!“, “Ey kâfirler Allah’a iman edin!“, “Ey münafıklar, ihlâslı ve samimi olun!” anlamı vardır. (Vasıyet, İmam Âzam’ın Beş Eseri, s. 75) İman hem amel, hem marifet, hem tasdik ve hem de ikrardır. Bunların her biri farklı ağırlıklarla imanı oluşturan boyutlardır. Bunlardan birini, ikisini ya da üçünü kaybeden kimse, imanî dengesini kaybeder. Yapması gereken işlevi ifa edemez. İşlevini ifa edemeyen iman da iman olmaktan çıkmış demektir.
İmanın vicdanlara hapsedildiği bir çağda, bundan zarar gören yalnızca mü’minler olmayacaktır. Bilakis bütün insanlık zarar görecektir. Çünkü imanın hâkim olduğu toplumda ahlak, adalet, fazilet, muhabbet, muâvenet, sadakat ve iffet baştacı edilen değerler olarak yerini alacak; İmanın hakim olmadığı toplumda ise rezalet, nefret, sefalet, sefahat, atalet, ihanet, bencillik ve her türlü dalavere ortalığı kaplayacaktır. Kimsenin unutmaması gereken bir gerçek var: İman, atom ve nötron bombasını yapan “insan” adlı muazzam silahın emniyet anahtarıdır. Onun olmadığı bir yerde her an herkesin ‘kaza‘ya kurban gitme ihtimali çok yüksektir. Bütün bunlar imanın dünyevî kazancına dâhildirler. Bir de onun uhrevî kazancı vardır ki o başka hiçbir şeyle elde edilemeyen bitimsiz mutluluğun ta kendisidir (M. İslâmoğlu, İman Risalesi, s. 311).
İmanın sahih ve kabule şâyan olması için bazı şartlar vardır. Birincisi; İman, ölüm döşeğinde iken, yeis ve ümitsizlik sebebiyle vâki olmamalıdır. “Azabımızın şiddetini gördükleri zaman imanları kendilerine fayda verecek değildir.” (40/Mü’min, 85) Fir’avn bile boğulma ânında iken iman etmiştir. (İngiltere Brıtısh Museum’daki ona ait olduğu belirtilen bozulmamış ceset de secde halindedir.) Ölüm üzere iken azabın şiddeti ve dehşetini görerek iman, artık gayba iman olmaktan çıkar. İkincisi; zarûrât-ı diniyyeden olan hükümlerden herhangi birini inkâr veya tekzib etmemelidir. Mesela; bir kimse Allah’ın varlığına, meleklerine, âhiret gününe inandığını ikrar etse, ancak peygamberlere inanmadığını söylese, bu kimsenin imanı sahih değildir. Çünkü iman bir bütündür, tecezzî (cüzlere, parçalara ayrılmayı) kabul etmez. Yine Kur’an-ı Kerim’e inandığını beyan eden bir kimse, onun herhangi bir âyetini reddetse mü’min olamaz. Çünkü Kur’an-ı Kerim’den olduğu sâbit olan herhangi bir âyeti inkâr etmek küfürdür. Bu durumda, “efendim çoğuna inanıyor ya?” diye itirazda bulunulamaz. Zira Kur’an, Allah tarafından vahy yoluyla indirilmiştir. Bir âyeti yalanlayan kimse, vahyi yalanlama durumundadır. Bu sebeple, insanı küfre götüren sözler (elfâz-ı küfür) ve haller (ef’âl-i küfür) bilinmelidir. Mü’minler; bilmedikleri herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman; ileri geri herhangi bir söz söylemeden “ben bunu bilmiyorum; Allah ve Rasûlü nasıl bildirmişse öyledir” demelidirler.
İman – Sâlih Amel İlişkisi
Âyetlerde, iman ile sâlih amel genellikle beraberce zikredilmekte olup, bu şekildeki ayetler oldukça fazladır. Hatta İzutsu’nun tesbitine göre, iman ve sâlih kelimeleri birbirlerine var olacak en kuvvetli semantik bağ ile bağlı olup, neredeyse ayrılması imkânsız bir şekilde birbirleriyle girift haldedirler (İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Pınar Y., s. 270). İman ve sâlih amel ifadesi, Kur’an-ı Kerim’de 52 defa beraberce zikredilmektedir.
Genellikle ayetlerde “İman eden ve sâlih amel işleyenler” şeklinde geçen “iman” ve “sâlih amel” lafızları, bazı ayetlerde “Kim iman ederek sâlih amellerden işlerse…” (20/Tâhâ, 112; 21/Enbiyâ, 94) veya “Erkek ve kadından her kim iman ederek sâlih amellerden işlerse…” (4/Nisâ, 124) şeklinde şartlı geçmektedir. Şartlı ifade biraz farklı olarak şu ayetlerde de geçmektedir: “Kim de O’na sâlih amelleri işlemiş bir mü’min olarak gelirse, işte onlar için de yüksek dereceler vardır.” (20/Tâhâ, 75) “Rabbine kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin ve Rabbine kullukta hiç ortak koşmasın.” (18/Kehf, 110)
“…Kim Allah’a ve âhiret gününe iman eder, sâlih amel işlerse, elbette onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69)
İman olmadan, sâlih amelin kişiyi kurtaracağını söylemek son derece yanlıştır. Zira, amelin, imansız kabul edilemeyeceği açıktır. Bunun yanında sâlih amelin mutlaka dayanması gereken köklü bir dayanağı olması gerekir ki, bu da, imandır. Ayette “iman etmiş olarak” ifadesinin yer alması gösteriyor ki, iman olmadan, sâlih amelin bir faydası olmamaktadır. Hatta , bir amelin, sâlih olabilmesi için, imana bağlı olarak yapılması gerekmektedir. İmanın, hem dünyevî, hem de uhrevî boyutta olduğu düşünülünce, bir fiilin sâlih amel olabilmesi için her şeyden önce imana dayanması gerektiği daha iyi kavranır. İmandan kaynaklanmayan bir amelin kabul edilmemesi kadar tabii ve mantıkî bir şey olmaz. Malum bir gaye ve muayyen bir düşünceden doğan sâlih bir amel, ancak, Allah’a iman sayesinde zuhur imkânı bulabilir. Başka bir ifade ile, amel, imandan akan bir nurdur. Zaten ayetlerde, imanın, sâlih amelden önce gelmesinde, sâlih amelin, imandan doğup neşv ü nemâ bulduğuna işaret vardır. Zira iman, sahibini hayra ulaştırır, şerden korur ve sâlih amel, imanla itibar kazanır.
Kur’an-ı Kerim’de yetmiş ayette iman ile sâlih amel beraberce zikredilmektedir. İman ile sâlih amel arasında kuvvetli bir semantik bağ olup, birbirlerinden ayrılması imkânsızdır. Gölge, nasıl bedeni takip ederse, aynı şekilde sâlih amel de imanı takip etmektedir. Nerede iman varsa, orada sâlih amel de olmalıdır. Öyle ki, birinci ikinci ile, veya ikinci birinci ile tarif edilse, doğru kabul edilebilir. Çünkü iman, ıslahın en faziletlisidir. Amellerin en üstünü ise sâlih olanıdır. İman ve sâlih amel ifadelerinin beraberce zikredildiği ayetlerde, insanın ebedî kurtuluşa ermesi genelde iman ve sâlih ameli beraberce yapmasına bağlanmaktadır. Sâlih amel olmadan, yalnız kuru bir imanın kişiyi ebedî saadete kavuşturacağı pek mümkün görülmemektedir. Amel, imanı ayakta tutacak bir rükûn olarak imana dahil değildir. Dolayısıyla amelin yokluğu ile kişinin, dünyada kâfir oluşuna ve imandan çıkışına; âhirette ise devamlı azap olunacağına ve cehennemde ebedî kalacağına hükmedilebilsin. Yine amel, imanın ayrılmaz bir parçası olarak imanın dışında da değildir. Dolayısıyla amelin yokluğu ile kişi, bu dünyada kınanmayı hak etmeyeceğine; âhirette ise ıkap ve azabı gerektirmeyeceğine hükmedilebilsin.
O halde sâlih amel ile iman arasında önemli bir bağ vardır. Çünkü Allah, kendisine kavuşmanın sâlih amel işlemede ve yapılacak ibadette hiç kimseyi kendisine ortak koşmamada olduğunu bildirmektedir (18/Kehf, 110). Yine kötülüklerin keffareti ve kişinin en güzel şekilde mükâfatlandırılması, iman ve sâlih amelleri işlemeye bağlanmaktadır (29/Ankebut, 7) Sâlih amel, imanın semeresidir. Sâlih amel işleyenin ne zulümden, ne de hakkının çiğnenmesinden korkmayacağı (20/Tâhâ, 212), yaptıklarına karşılık kat kat fazlasıyla mükâfat verileceği (34/Sebe’, 37), cennetlerin vadedilmesi (2/Bakara, 82) gibi daha pek çok hususlar ayetlerde belirtilmektedir.
Bütün bu ve benzeri ayetler, iman ile sâlih amel arasında kuvvetli bir ilişkinin varlığını göstermektedir. Aslında iman lafzı müşterek bir lafızdır. Gazali bu konuda şunları söyler: İman lafzı, üç mana arasında müşterektir. Zira iman kelimesinden, bazen yakınî delillere dayanan tasdik, bazen herhangi bir şüphe bulunmamak şartıyla taklid elde edilen inanç kastedildiği gibi, bazen de bu isim, tasdikin bir gereği olarak, kendisiyle beraber amelin de bulunduğu bir inanca verilir (Gazâli, İtikada Orta Yol, s. 167-168). Görüldüğü gibi aslında iman lafzının içerisinde amel de bulunmaktadır. Bu da gösteriyor ki, iman denilince akla amel de gelmelidir. İnsan, amele devam etmesi sebebiyle, kendi inancına karşı bir yakınlık duyar ve bununla da huzur ve güveni artar. Bundan dolayı, kendi inancına uygun olarak uzun zaman amel işlemeyen bir kimsenin, bu inancını değiştirmek veya bu konuda kendisini şüpheye düşürmek isteyen bir kimsenin, amele devamı uzun olmayanınkinden daha zor olur (Gazali, a.g.e., s. 169-170). İnsan inandığı gibi yaşamıyorsa, yaşadığı gibi inanmaya başlar.
İman ile sâlih amel arasındaki ilişkiyi İbn Teymiye daha net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ona göre, sâlih amelin imanla ilişkisi, ya dudakla dilin ilişkisi gibi veya kalbin bedenle olan irtibatı veyahut da bir buğday danesinin bütünlüğü gibidir. Zira konuşmak, dudak ve dil ile olur. Kalpsiz bir beden düşünülemez. Aynı şekilde danenin içi ve dışı vardır, özellikleri ayrı olduğu halde iki dane denilmez (İbn Teymiye, Kitabu’l-İman, s. 286).
Sâlih amel, imanı olgunlaştırma ve tamamlama özelliğine sahip olmasının yanında, imanın semeresi ve sıhhatidir de. Zaten amelsiz imanı olan kişinin, zâhir ve bâtın bütün uzuvlarını kaybedip yaşamaya çalışan bir insana benzetilmesi de iman ile sâlih amel arasındaki ilişkiyi daha belirgin bir hale getirmektedir. Mücerret bir iman, ebedî bir cehennemden kurtuluş ifade etse bile, derecelerin yükselmesini ifade etmez. Mü’minin yüksek derecelere ulaşması, ancak iman ve sâlih amelle olur.
“Kim de O’na sâlih ameller işlemiş bir mü’min olarak gelirse, işte onlar için yüksek dereceler vardır.” (20/Tâhâ, 75) Ayette zikredilen yüksek derecelere nail olmak, sadece imanla olmayıp, bunun yanında sâlih amellere de bağlanmıştır. Yine aynı şekilde “İman eden ve sâlih amelleri işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlerle müjdele!” (2/Bakara, 25) anlamındaki ayette de müjde, sadece imana olmayıp, aynı zamanda sâlih amele bağlıdır. Allah, cennetlere girmeyi, iman edip sâlih amelleri işlemeye bağlayarak şöyle buyurmaktadır: “İman eden ve sâlih amelleri işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız.” (4/Nisâ, 57) Amelsiz iman, nefsi tezkiye etmeye yetmeyeceği gibi, vadedilen mükâfatları da elde etmeye kâfi gelmeyecektir (Ömer Dumlu, Kur’ân-ı Kerim’de Salah Meselesi, D.İ.B.Y.).
Amel ve İtaat Yönüyle Şirk
İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki üçe ayırmak mümkündür: İtikad şirki, ibâdet şirki ve ittibâ şirki. Bırakın eğitim kurumlarını, câmiilerde bile (istisnalar dışında) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek… Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar insanlar tevhidi bozan konulara önem vermez. Hâlbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir. Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.
Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” (26/Şuarâ, 227). Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.
Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’ân’ın en fazla önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler…” diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne bina dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin).” (4/Nisâ, 136)
“Lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, İman edin!” diye uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici… olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah’a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah’a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz (Bak. 33/Ahzâb, 44). “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah’a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!” (39/Zümer, 17-18). Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah”a muhtaçtır.
Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz de kavmini bu esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib’e “Onu söyle, onunla Allah’ın yanında sana şefaatçı olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah…” diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum vardı. Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı. İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı, Kitab’a uymayı, Allah’ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm… Ama bunların temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl ve haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.
Kur’an’ın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah’a yapılması ve helâl-haramda Allah’ın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allah’tan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibâdette Allah’tan başkasına yönelme ve Allah’tan başkasının Allah’a rağmen hüküm koyması, helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar, kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar. Yığınlar, tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu organlarıyla algıladıkları eşyaya bağlıdırlar. Mele’ (ileri gelenler, müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi değil; sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır. Bu zâlimlere göre, gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatının uygulanması yoluyla Allah mı? Bütün câhiyyelerdeki müstekbirleri tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan kalkması onların işine gelmez. Hâlbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı, rızık verici… Allah’a aittir. “…Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!” (7/A’râf, 54) “…Hüküm sadece Allah’a aittir.” (12/Yûsuf, 40) “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?” (16/Nahl, 17) “Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)?” (35/Fâtır, 3)
Buna rağmen, toplumun üst tabakası açık veya gizli diktatörlükle yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına, süflî arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında kendilerinin de inanmadığı sahte putların gölgesine sığınarak, güya onlar adına sürdürürler. Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar, bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına aday olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara karşı kışkırtırlar. “Firavun dedi ki: ‘Bırakın, Mûsâ’yı öldüreyim de, o Rabbine duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâ’yı kurtaracak mı?) Çünkü ben, onun dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.” (40/Mü’min, 26; Ve yine bak. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54).
Mekke’deki olay da aynıydı. Mele’, Kureyş’ti orada. Düşmanlık ve savaş, onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet, tevhid arasındaydı. Kendilerine karışmayacak “el-emîn” Muhammed (s.a.s.)’den şikâyetçi değillerdi. Onun için, dâvetten vazgeçmesi halinde mal, mülk, dünya varlığı, hatta yöneticilik teklif ve takdim ediliyordu. Dâvetle düşmanlık, ister istemez onlarla dâvetin temsilcisi arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar yalnız değildi rablik anlayışında. Şirk de tek çeşit değildi: Kabile, tapınılan bir rabdi, baba ve dedelerin örfü, kamuoyu tapınılan bir rabdi. Kureyş ve diğer büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran ve dilediğini haram yapan rablerdi.
Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, sahâbe denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti onların hayatında? Mü’minlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişince, şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı… İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah’a iman eden tevhid eri bir mü’minin Allah’a itaat etmemesi, O’nu tek mâbud, tek rızık verici, tek otorite… kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?!
İman iddiası, itaat ile isbat edilmeden insanı kurtaramaz. Bu konuda Kur’an’dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de… Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31) Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093)
“Rabbınızdan size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.” (7/A’râf, 3) “Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?” (42/Şûrâ, 21) “Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.” (42/Şûrâ, 10) “…Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.” (6/En’âm, 121) “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65) “(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.” (24/Nûr, 47-48) “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Mâide, 44) “Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?” (5/Mâide, 50) “Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?” (95/Tîn, 8) “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (4/Nisâ, 59) “Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” (33/Ahzâb, 36) “…Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!” (7/A’râf, 54) “İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” (6/En’âm, 82) “…Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (12/Yûsuf, 40)
Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır: “Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (4/Nisâ, 13-14) “Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.” (8/Enfâl, 1) “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” (39/Zümer, 17-18). “(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (3/Al-i İmrân, 31-32). Yine bak. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115.
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” (İbn Mâce, hadis no: 4205)
Hüküm koyma (teşrî), “Lâ ilâhe illâllah”la direkt ve sağlam bir şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.” (5/Mâide, 44) âyetinde fukahâ, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün gerisinde bir küfür, yani büyük günah) demişlerdir. Taraflardan birinden rüşvet aldığından, önündeki meselede Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir edilmez. Allah’ın gazabına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki konuda yanılan ve Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş olan biri ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar…
Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allah’ın indirdiği dışında bir şeyi teşrî (yasa koyma) ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla, fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allah’tan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allah’ın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allah’ın dinine muhâlif haramlar helâllar koyuyor. Ardından açıkça veya lisan-ı haliyle: “Allah’ın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı uygulayın, çünkü bu, ona denktir veya bu, Allah’ın kanunundan daha üstündür, kıymetlidir” diyor. İslâm tarihinde fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir. Yine, fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve kendi irâdesiyle Allah’ın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya) râzı olmak. İkrâh bunun dışındadır (16/Nahl, 106); çünkü ikrahta rızâ yoktur.
Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın hükmüne uymak, İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek, Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, “lâ ilâhe illâllah” deyince müslüman olacakları, İslâm’ı yaşamasa da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler (Geniş bilgi için bak. Muhammed Kutub, Tevhid, Risale Y.).
Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevanın soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm… bu etkenlerin başında gelir.
Şirkin Çağdaş Yansımaları
Şirk, Allah’a ait özellikleri bir anlamda gasbetmek ve onları hak etmeyenlere vermektir. Haddi aşan insanlar veya aklını iyi kullanmayanlar, Allah’ın rabliğini, melikliğini, ilâhlığını, hâkimiyetini gasbederler. Bütün bu ilâhî özellikleri bazı şeylere, insanlara veya birtakım güçlere verirler. Sonra da onların önünde şöyle veya böyle boyun eğerler, onlara mutlak anlamda itaat ederler. İnsanların şirk içinde olması Allah’ın rabliğine zarar vermez. İnsan, kendi aleyhine olarak şirke yuvarlanır. Ancak, şirkin zararı sadece müşrikle sınırlı kalmaz, topluma da yayılır. Şirkin ve müşriklerin güçlü olduğu yerlerde fesat yaygınlaşır, hayatın huzuru bozulur. Allah’tan başka yaratıcı, öldürücü, mutlak tasarruf sahibi, sınırsız güç sahibi, sevilen ve ibâdet eder gibi itaat edilen, hükmüne –Allah’ın hükümlerine aykırı olarak– boyun eğilen her şey, şirke götüren sahte tanrılardır. Şirk içinde olanlar, şüphesiz toplum içinde, tabiatta ve insan ilişkilerinde dengeyi bozarlar. Hâlbuki Tevhid bu hayatî dengeyi kurmak ve korumak için gönderilmiştir.
Şirke düşenler hiç bir zaman “Allah (c.c.) evreni şu kadar ortakla, yardımcı ile idare ediyor” demiyorlar. Onlar, yaptıklarının şirk olduğunu çoğunlukla kabul bile etmezler. Hatta birçoğu İslâm’a ve Kur’an’a saygı duyduklarını dahi söylerler. Ancak, şirk koşmaktan maksat, Allah’ın evren üzerindeki hâkimiyetini tanımamak, O’nun hükümlerini reddetmek ve O’na Rabliğinde ortaklar bulmak, öyle inanmaktır. Dolaysıyla hayata ait hükümleri, ilâhî ölçüleri Allah’tan almamak, kulluğu, mutlak itaati başka sahte ilâhlara yapmaktır.
Bu anlamda çağımızda yepyeni şirk örnekleri gelişmiştir. Eskiden görülen şirk çeşitlerine yenileri de ilave olmuştur. Artık atalar dini, eskiden beri devam eden putçuluk, falcılık, kurtarıcı liderlik, siyasal güçler, mezarda yatan ölüler, spor kulüpleri, ikon (put) haline getirilen sevgililer, her bir şeyi taklit edilen sanatçılar, dünya çıkarları, makamlar, heykeller ve ölümlü kişiler birer şirk aracı haline getirilmiştir. Allah’a inandığını söyleyen niceleri, O’nun Rabliğini göklere gönderirken, O’nun yalnızca göklere karışmasını isterken, kendi hayatına ve toplum hayatına başkalarının ilkelerini daha uygun görmekte, Allah’ın peygamber aracılığıyla gönderdiği ölçüye aldırış etmemektedirler. Bir kişinin veya bir siyasal gücün ilkelerini Allah’ın hükümlerinin önüne getirebilmektedirler. Çok üstün sandıkları birtakım kişilere ve şeylere Allah’tan ve O’nun hükümlerinden daha fazla değer vermektedirler. İslâm, insanın bu sapıklıktan kurtulup Tevhidle hayat bulmasını istiyor. Allah’ı birlemek ve yalnızca O’na kulluk yapmak üzere yaratılan insanın fıtratına uygun olan da budur. İnsana düşen, Kur’an’ın “De ki O Allah tektir. O’nun eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış, doğurulmamıştır (Baba da oğul da değildir). Hiç bir şey O’na denk/eş değildir.” (112/İhlâs, 1-4) gerçeğine teslim olmak ve gereğini yapmaktır (Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 640).
İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde, cehalet ve düzenin/ortamın cahilî yapısından dolayı –Allah muhafaza etsin– kolaylıkla şirke düşebilir. Mü’min olmak, çok zor değildir; esas önemli olan, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı çevrelerde mü’min kalmak ve müslüman olarak ölmektir. Günümüzde sık görülen şirk unsurlarının, tevhidi bozan durumların bazıları şunlardır:
Güncel Câhilî Eğitimde Şirk: Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip, sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Bu, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı konularında ortaya atılan teoriler câhilî eğitimin temelini teşkil eder. İlk insanı, tesadüf sonucu veya doğa kanunları gereği hayvanın evrim geçirmiş türü kabul eden günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rablığı) Allah’a hiç dayandırmayan, yaratıcı ve rab olarak başka tanrılara inanan müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, dünyadaki ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücadelesi unutturulmak istenir. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir.
Günümüzde ekonomik yorumlar da baştan sona şirk anlayışı içerir. Sadece iktisat ve ekonomi eğitimi veren kurumlar değil; medyanın, hatta halkın gündemindeki ekonomik değerlendirmelerin hemen hepsinde para, ilâhların başında gelir. Tüm mülkün, para, mal ve nimetlerin Allah’a ait olduğu anlayışı olan “ekonomik tevhid” anlayışına yer yoktur. İnsanların ekonomi yönüyle de evrim geçirdiği, ilkel komünal toplumdan köleci topluma, feodal toplumdan, kapitalist ve sosyalist topluma doğru seyri ve bu çeşit tasnifi, insanların Allah’tan bağımsız olarak sürekli evrim geçirdiği iddiasını haklı çıkarmaya dayanır. İlk insanın, ilk peygamber ve ilk yaşama biçiminin vahyin ışığında tevhid olduğu gerçeği, en küçük bir teori ve ihtimal dâhilinde bile değerlendirilmez.
Siyasal şirk anlayışı da bilimsel kılıflarla takdim edilir. En iyi sistem, milyonlarca yıllık tecrübe sonunda cumhuriyet ve demokrasi olarak adlandırılır. Hakk’ın değil; halkın egemenliğine, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi alternatif bile kabul etmeyen bu câhiliyye düzenlerini neredeyse tüm insanlar canla başla savunur. Faşist, kapitalist veya sosyalist olsun her farklı grup, gerçek demokrasinin kendi savundukları ideoloji ve düzen anlayışında olduğunu iddia ederlerken, kendini müslüman sayan nice insan da bu orkestraya katılır.
Devlet yönetiminde dine yer yoktur, eğitim ve sosyal hayatın düzenlenmesi laik ve Kemalist esaslarla düzenlenmek zorundadır. Din anlayışı, din eğitimi ve din kurumları da laik düzenlemeye tâbidir. Dinlerin ortaya çıkışı, din eğitimi veren laik kurumlarda da doğal olarak şirk esasına dayandırılır. İlk din İslâm, ilk insan ilk peygamber, ilk peygamber Hz. Âdem değildir bu şirk anlayışında; insan, önce tabiata, totemlere tapmış, sonra çok tanrılı dinleri icad etmiş, çok sonraları da tek tanrılı din anlayışı oluşturmuştur… Modern câhiliyyenin sosyal ve siyasal şirk anlayışı gereği, devlet, din esaslarına –en küçük çapta bile– dayandırılamaz. Tüm kurum ve kurallarıyla şirkin dışına çıkılamaz bu devlet anlayışında. Halk da sosyal hayatta, kamu alanında tevhidî inancını sergileyemez, muvahhid bir şekilde yaşayamaz. Ama demokrasi vardır; halk şirk arasında istediği tercihi özgürce yapabilir, istediği tâğutu rab olarak seçebilir.
İnsanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı, göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor, yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere uygun olmak şartıyla) sadece –o da sınırlı şekilde– câmilere karışabilir, oraya hâkim olabilir. Üniversite dahil okullara, mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.” Bu anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin devlete, devletin dine karışmaması” demek olan “laiklik” gereği ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına karışıl(a)mayan Allah’ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, buralarda egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil, temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski Arap câhiliyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir şey yok; sadece eski câhiliyenin modern görünüm ve söylemleri var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.
İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara, içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa, konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor, dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların tümü, şirkin dışında bir şeyle izah edilemez.
Câhiliyye Arapları, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kesin bir şekilde kabul ediyorlardı (29/Ankebût, 61, 63; 31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9, 87). Modern câhiliyye insanı ise, Allah’a bu kadar bile inanmıyor; ne olduğunu ve hangi vasıflara sahip olduğunu düşünmeden doğa/tabiat ve tesadüfe yaratıcılık atfediyor. Tabiatı ilâhlaştırarak çocukları, çiçekleri, güzellikleri doğanın armağanı olarak kabul ediyor. Bazen de bu “tabiat tanrısı”na kendisini ve hemcinslerini ortak koşuyor, kendisinin veya başka insanların yaratıcılıklarından bahsediyor.
Tüm bunların yanında, her dönemde görülebilen şirk unsurlarını da katarsanız, muvahhid insanın, istisnalar dışında niye yetişmediği, huzursuzluk ve zilletin niye artarak devam ettiğinin temel sebebi daha iyi teşhis edilecektir. Yalnız, burada unutulmaması gereken önemli bir husus var: Allah’a ortak koşan birisinin, şirk koştuğu şey için, “bu da bir ilâhtır” , “ben buna da tapıyorum” demesi veya böyle düşünmesi de, olayın şirk olması için şart değildir. Şirk, öncelikle kalpte yer eder, sonra düşünce ve hareketlere yansır. Şirkin temeli, Allah’tan başka herhangi bir şeyi Allah’a tercih etmektir.
Hızır olarak adlandırılan ölümsüz zannedilen zat, gerçekte hayatta olmayan bir kimsedir. Yine Hızır gibi bazı ilâhî vasıflara sahip olduğu zannedilen “evliyâ”nın, tanrılaştırılıp bunların her yerde hazır ve nâzır olduğuna, insanları gözetlediğine, bazen koruyup yardım ettiğine inanılır. Dünyanın varlık sebebinin bu gibi zatlar olduğu kabul edilir. Müslümanım diyen nice insan, Allah’ın dünyayı ve özellikle yaşanılan coğrafyaları onların yüzü suyu hürmetine ayakta tuttuğunu, yoksa çoktan helâk edeceğini kabul edip dillendirir. Bu tür inançların gerçekle de, temel hakikat olan tevhidle de hiçbir ilgisi yoktur. Tümüyle bâtıl itikatlardır. Allah, dünyayı kendi irâdesiyle ayakta tutmaktadır. O’nun irâdesine engel olacak veya onu değiştirecek hiçbir zat olamaz. Allah, dünyanın ve evrenin işleyişi ile ilgili kanunlar koymuş, hikmetler belirlemiştir. Evren bu ilâhî kanunlarla ayakta durur. Allah’ın otoritesinde ve tasarrufunda hiçbir kimsenin ortaklığı yoktur. Dolayısıyla Allah’tan başkasına, sanki bir güce sahipmiş gibi duâ etmek şirktir. Ölülerden medet ummak câhiliyye sapıklıklarındandır. Muvahhid bir mü’min, bunlardan kesinlikle uzak durmalıdır. O, yalnızca Rabbinden dilekte bulunmalı, O’na yönelmeli ve O’na duâ etmelidir.
Ahmed Kalkan
Vuslat dergisi