Ak_Kelebek
07-05-2008, 12:08
Türkiye’de arzuladıkları değişimi sağlamak isteyen iç ve dış çevrelerin bu değişime engel olabileceğini düşündükleri iki temel kurum vardır; Türk Silahlı Kuvvetleri ve yargı. Şimdi bunlardan ikisi de Batı’dan gelen şiddetli baskı altındalar. Nedenleri açıklanmayan son gözaltı kararları TSK’yı hedef tahtasında ön plana çıkarmış görünüyor.
Yüksek yargının anayasal rejimi koruma görevinde ön plana çıkması, kısa süre dikkatleri askerden kaydırmışsa da son olaylar ana hedeflerin değişmediğini gösteriyor.
Aslında değiştirilmek istenen Türkiye’nin Anayasası’nda yazılı rejimdir. Bunun yasal yöntemlerle değiştirilmesi olasıdır. Ama kafalarındaki değişiklikleri, oy çoğunluğuna sahip oldukları TBMM içinde yapmanın kolay olmayacağını, girişimleri sırasında sergilenecek tartışmaların kamuoyunu dalgalandıracağını bildiklerinden, hedeflerine ulaşmak için öncelikle ortam hazırlamaya çalışmışlardır.
22 Temmuz seçimleriyle TSK’yı pasifize ettiklerini düşünmüşler, ama pek hesaplayamadıkları bir noktada ortaya Cumhuriyet Başsavcısı’nın çıkmasıyla şaşırmışlardır.
Rejimi kendi inançlarına uygun hale getirmek isteyen TBMM çoğunluğunun yapması gereken, dış desteği de almakta olduklarından, sıklet merkezlerini TBMM içine taşımak değil midir? Ama yukarıda işaret ettiğim gibi bu alandaki mücadelenin, ülkenin yaşamsal önemdeki kurumlarını ve o kurumların da yardımıyla kamuoyunu demokratik koşullar içinde harekete geçirmekten korkuyorlardı. Şimdi attıkları bir adım, yargı kontrolünde tabii mecrasına sokulamadığı takdirde, ortaya yeni bir gerginlik süreci çıkacağı söylenebilir.
Bu durumda başvurdukları yaklaşımın sadece kendileri için değil, tüm ülke için de kolay tasarlanamayacak tehlikeler yaratabileceği hesaba katılmalıdır.
TSK’ya karşı uygulamaya çalıştıkları yöntemler, şimdi yavaş yavaş, seçimlerden sonra sütre gerisine çekilmiş TSK’yı, suskunluğunu görece terk etmeye itiyor. Askerin üzerine titrediği, mutlaka muhafaza etmek zorunda olduğu disiplini ve kamuoyu nezdindeki itibarını zedeleme tehlikesini artırıyor.
Askere karşı bu yeni sayılan taktiği uygulamaya çalışanlar tehlikeli bir iş yapıyorlar. Çünkü hiçbir komuta kademesi, camianın kamuoyunda itibar kaybetmesi karşısında suskun kalma lüksünü uzun süre taşıyamaz..
TSK’yı tanıyan siyasetçiler de böyle bir gelişmenin ne gibi tehditlere sebep olabileceğini bilirler. Yeri geldiğinde hep aynı örneği verir; Başbakan İnönü’nün 27 Mayıs’tan sonraki görevi sırasında ziyaret ettiği Genelkurmay’dan ayrılırken, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ın kendisini asla Aslanlı Kapı’ya kadar inip yolcu etmesine izin vermediğini hatırlatırım.
Askerin ve yüksek yargının itibarını akıllarına gelen her yöntemle hırpalamak ve onları baskıdan suskun hale getirmek isteyenler yanlış yapıyorlar. Anayasal rejimi korumaya and içmiş bu iki önemli kurumun bu yaklaşımlarıyla daha kuvvetle birbirine bağlanmalarına yardımcı oluyorlar.
TSK da, Anayasa’nın uygulanmasını kontrolden sorumlu olan Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi de, olaylar karşısında, tehlikenin her geçen gün giderek büyüdüğünü görüyorlar. Bu da sorunları herhalde daha ciddiye almalarına sebep oluyor.
İster Avrupa Birliği, ister Avrupa Konseyi, ister ABD olsun, onlar için Türkiye’nin ulusal sorunlarında dışarıdan gazel okumak, zaman zaman mantığımızı zorlayan değerlendirmelerde bulunmak zor değildir. Ama bunların Türkiye’de kendi cephelerini oluşturan kesime yanlış kanılar verebileceği, böylece olayların çığırından çıkabileceği de düşünülmelidir.
Tırmanmakta olan olayları kimin kontrol altına alabileceğini düşünürken yargıya olan güvenimi muhafaza ediyorum.
M.Ali KIŞLALI
radikal
Yüksek yargının anayasal rejimi koruma görevinde ön plana çıkması, kısa süre dikkatleri askerden kaydırmışsa da son olaylar ana hedeflerin değişmediğini gösteriyor.
Aslında değiştirilmek istenen Türkiye’nin Anayasası’nda yazılı rejimdir. Bunun yasal yöntemlerle değiştirilmesi olasıdır. Ama kafalarındaki değişiklikleri, oy çoğunluğuna sahip oldukları TBMM içinde yapmanın kolay olmayacağını, girişimleri sırasında sergilenecek tartışmaların kamuoyunu dalgalandıracağını bildiklerinden, hedeflerine ulaşmak için öncelikle ortam hazırlamaya çalışmışlardır.
22 Temmuz seçimleriyle TSK’yı pasifize ettiklerini düşünmüşler, ama pek hesaplayamadıkları bir noktada ortaya Cumhuriyet Başsavcısı’nın çıkmasıyla şaşırmışlardır.
Rejimi kendi inançlarına uygun hale getirmek isteyen TBMM çoğunluğunun yapması gereken, dış desteği de almakta olduklarından, sıklet merkezlerini TBMM içine taşımak değil midir? Ama yukarıda işaret ettiğim gibi bu alandaki mücadelenin, ülkenin yaşamsal önemdeki kurumlarını ve o kurumların da yardımıyla kamuoyunu demokratik koşullar içinde harekete geçirmekten korkuyorlardı. Şimdi attıkları bir adım, yargı kontrolünde tabii mecrasına sokulamadığı takdirde, ortaya yeni bir gerginlik süreci çıkacağı söylenebilir.
Bu durumda başvurdukları yaklaşımın sadece kendileri için değil, tüm ülke için de kolay tasarlanamayacak tehlikeler yaratabileceği hesaba katılmalıdır.
TSK’ya karşı uygulamaya çalıştıkları yöntemler, şimdi yavaş yavaş, seçimlerden sonra sütre gerisine çekilmiş TSK’yı, suskunluğunu görece terk etmeye itiyor. Askerin üzerine titrediği, mutlaka muhafaza etmek zorunda olduğu disiplini ve kamuoyu nezdindeki itibarını zedeleme tehlikesini artırıyor.
Askere karşı bu yeni sayılan taktiği uygulamaya çalışanlar tehlikeli bir iş yapıyorlar. Çünkü hiçbir komuta kademesi, camianın kamuoyunda itibar kaybetmesi karşısında suskun kalma lüksünü uzun süre taşıyamaz..
TSK’yı tanıyan siyasetçiler de böyle bir gelişmenin ne gibi tehditlere sebep olabileceğini bilirler. Yeri geldiğinde hep aynı örneği verir; Başbakan İnönü’nün 27 Mayıs’tan sonraki görevi sırasında ziyaret ettiği Genelkurmay’dan ayrılırken, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ın kendisini asla Aslanlı Kapı’ya kadar inip yolcu etmesine izin vermediğini hatırlatırım.
Askerin ve yüksek yargının itibarını akıllarına gelen her yöntemle hırpalamak ve onları baskıdan suskun hale getirmek isteyenler yanlış yapıyorlar. Anayasal rejimi korumaya and içmiş bu iki önemli kurumun bu yaklaşımlarıyla daha kuvvetle birbirine bağlanmalarına yardımcı oluyorlar.
TSK da, Anayasa’nın uygulanmasını kontrolden sorumlu olan Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi de, olaylar karşısında, tehlikenin her geçen gün giderek büyüdüğünü görüyorlar. Bu da sorunları herhalde daha ciddiye almalarına sebep oluyor.
İster Avrupa Birliği, ister Avrupa Konseyi, ister ABD olsun, onlar için Türkiye’nin ulusal sorunlarında dışarıdan gazel okumak, zaman zaman mantığımızı zorlayan değerlendirmelerde bulunmak zor değildir. Ama bunların Türkiye’de kendi cephelerini oluşturan kesime yanlış kanılar verebileceği, böylece olayların çığırından çıkabileceği de düşünülmelidir.
Tırmanmakta olan olayları kimin kontrol altına alabileceğini düşünürken yargıya olan güvenimi muhafaza ediyorum.
M.Ali KIŞLALI
radikal