Orijinalini görmek için tıklayınız : Dikkat Çeken, Ezber Bozan, Okunmaya Değer "Alıntılar"
Kötülük hep dışardan mı gelir?
“Bizim kültürde 'kötülük' hep dışarıdan gelir: Benim çocuğum bir halt ettiyse, kötü arkadaşları onu yoldan çıkardığı için etmiştir. Zaten bildiğim dillerde, 'kendisi iyidir ama etrafı kötüdür' gibi bir deyimi hiç işitmemişimdir. Bize özgü bir şey, bu düşünce tarzı. Şimdi, 'Trabzon'da ne oluyor?' denince, gene benzer bir tepkiyle karşılaşıyorsunuz: bir olumsuzuk varsa dışarıdan gelenler yapıyor, Trabzon'u sevmeyenler de bunu kullanıyor vb. Bildiğimiz 'olan biten her şeyi bir komployla açıklama' alışkanlığı.”
Murat Belge
Bu bölümde yukarıdaki gibi şablon kullanacağız. Köşe yazılarında dikkatinizi çeken, dikkate değer bölümleri buraya asalım. Alıntılar üzerine yapacağımız yorumlar bölümü mecrasından kaydıracak kadar uzun olmamalı.
Teşekkürler...
Milliyetçilik nedir?
“Modern ulus devletlerin muharrik gücü ve arka-plan düşüncesi olarak milliyetçilik özünde politik bir ideolojidir. Bu ideolojinin merkezinde belli bir egemen gücün otoritesi altındaki nüfusu -halkı veya halkları- ‘ulus’ olarak tasarlamak ve yaratmak düşüncesi yatar. Milliyetçiliğin karakteristik vasfı, türdeş bir kolektif kimlik olarak tasavvur ettiği ‘ulus’u tek bir merkezî siyasî güç altında toplama (ulus temelli bir devlet kurma) ve bunu her ne pahasına olursa olsun koruma iradesidir. Bu da bir yandan dışa dönük olarak ‘ulus’u başka egemenlerin uyrukları olan halklardan -başka ‘ulus’lardan- büsbütün farklı olarak tanımlamayı, öbür yandan da içe dönük olarak nüfusun içindeki farklılıkları reddetmeyi ve törpülemeyi gerektirir.
Bunun için amaca uygun bir tarih üretilir veya tarih yeniden yazılır, bu çerçevede geçmişe dönük olarak -başta, ‘kuruluş miti’ veya ‘kurucu miti’ olmak üzere- birçok efsane uydurulur veya keşfedilir, ulusal semboller yaratılır ve yaygınlaştırılır, genellikle çoğunluk dili resmîleştirilir ve standardize edilir. Bunların hepsi bir tür resmî ideoloji oluşturur. Bazı örneklerde bu ideoloji tebaanın kendisini emsalsiz bir kültürel-politik antite olarak görmesini sağlamanın ötesinde, onların hayata dair temel görüşlerini de belirlemeye dönük ahlákî-felsefî unsurlar da içerir. Milliyetçiliğin bu anlamda dinsel bir yanı da vardır. Esasen milliyetçilik din meselesine tamamen kayıtsız kalamaz; nitekim ulus devletler yer yer dinleri de millîleştirmeye çalışmaktadırlar.
Bütün bu faaliyetlerde ulus devlet mümkün olan her türlü araçtan yararlanır. Bunların başlıcaları resmî eğitim sistemi, genel ve zorunlu askerlik, kültürün devletleştirilmesi ve kitle iletişim araçlarının kontrol edilmesidir. Mamafih, bunlar her zaman ‘ikna’ya dayanan ‘ideolojik-hegemonya’ araçlarından ibaret de değildir. Ulus devlet ‘ihtiyaç duyduğu’nda kendi tekelinde olan cebir aygıtını da kullanmaktan çekinmez. Nitekim, kimlik taleplerine veya resmî ideolojiye ‘meydan okunması’ durumlarına bazen bu şekilde mukabele edilmektedir.”
Mustafa Erdoğan
tayyipleyiz
05-30-2008, 00:05
Mecaz, Hakikate mağlup düştü .
" "Bir zamanlar şiirle anlatabildiğimiz o mecazlara bürünmüş hayal kadınını, bugünün erkekleri artık akıllarıyla tartıp realist kâr hesabıyla çarpıyor, bölüyor, topluyor, çıkarıyor ve nihayet gözleriyle didik didik edip tüketiyor. Kulaklar kadın sesinin bin bir türlüsüyle kirlenmiş durumda; gözler müstehcen reklam görüntülerinin istilası altında. Realite, bırakınız sıradan insanları, şairleri bile o mecazlara akseden büyüleyici görüntülerden, o terennümsaz seslerden mahrum bıraktı. Servi salınışlı güzeller çağı kapandı, yere pat pat basan genç kızlar türedi. Bugün, sigaradan kalınlaşmış sesiyle kadın, sokakları ve caddeleri kaplayan hayat mücadelesi uğruna peçesini kaldırmış, metrolarda ve çarşılarda tüketim hırsıyla şirretleşmiş, hatta amfilere ve dersliklere taşan seviyesizliklere düşmüş, velhasıl vapuru, otobüsü, dolmuşu, taksiyi, treni, uçağı herkesle eşit şartlarda doldurmuş, baş tacı edilen konumunu yitirmiştir. "
Tevfik Fikret: "Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer". "
İskender PALA
-Kompile değil Önder, komp-lo; hem niçin sana durup dururken kompile yapsınlar ki? Mâkul bir sebep yok! Ben meydanlarda dinden imandan bahsedeyim, âyetler, hadisler okuyayım, sen git orada espriden anlamayacak hacıemmilere takıl. Olmuyor Önderciğim. Biliyorsun hükümeti başarılı muhalefetimizle iyice zor durumda bıraktık. Kapatılmaları şurada gün meselesi, sen ise partimizin imajını bozuyorsun. Seninle ne yapacağız bilemiyorum... Acaba yerini daha genç bir arkadaşa mı devretsen; ne dersin? (baykal)
-Ama benim panikatağım var sayın genel başkanım; siz de böyle yaparsanız elâlem ne düşünür? Üstelik benim odamı dinlediler biliyorsunuz; ben mağdurum efendim, lütfen... (sav)
Ahmet Turan Alkan
tayyipleyiz
06-01-2008, 04:11
Böcek, aslında bazılarının kaafsında ve kalbinde ...
Neymiş? Bir vali, CHP Genel Sekreteri'yle parti genel merkezinde görüşmüş ve Vali Bey görev yaptığı ilde CHP'nin seçimi nasıl kazanacağını anlatmış ve bu arada konuşulanların tamamı Vakit Gazetesi'nde yer almış. Yani? Parti dinleniyor olmalı ki gazete bunları kelimesi kelimesine yayınlayabilsin. İddia doğruysa durum vahim! Kanunsuz dinlemenin üzerine topyekûn gidelim ve soralım: "Bu ülkeyi faşizme mi götürüyorsunuz?" Sormak zorundayız bu soruyu. Lâkin ya meselenin özü dinlemeye dayanmıyorsa, ya köşeye sıkışan CHP ve Önder Sav, sıkıştığı köşeden böyle bir atakla kendini kurtarmayı, iktidarı zora sokmayı planlıyorsa? Konuşan belli, konuşma mekânı belli, bu konuşmayı yazan gazeteci belli. Hâl böyleyken ilgisi olmayan insanları suçlayanlar var. İlk defa da yapılmıyor bu! Bazı insanlar tepişmenin yaşandığı her olaydan sonra cemaat efsanesine sığınıp peyda ettiklerini cami avlusuna atıveriyor. Peki, somut delil nerede? İddia eden ispat etmek zorundadır. Önce iddia et; sonra "Sen böyle olmadığını ispat et" denebilir mi? Hangi akıl, hangi hukuk böyle çarpık bir çıkarımda bulunabilir! İnsanları kanunsuz yoldan dinlemek şerefsizliktir. İlgisi olmayan kitlelere "siz dinliyorsunuz" diyerek kara propaganda yapmak da başka bir tür şerefsizlik. Bu ülkede böcek korkusu var; ancak bu böcek sadece bazı odaları değil, bazı kalpleri de esaret altına almış ve onları önyargı ve iftiraya esir etmiş.
Ekrem DUMANLI
tayyipleyiz
06-02-2008, 14:03
Beyefendi, fermuarınız...
Sayın Sav'ın CHP genel sekreterliği gibi önemli bir makamı haylidir deruhte etmesine rağmen benim bundan, -neredeyse iş işten geçtikten sonra- haberdar olmamın kıymet-i harbiyesi yoktur. Önemli olan CHP genel sekreterinin fani bedeni değil, CHP genel sekreterliğinin, -hatırladıkça bile insana güvenle karışık tatlı bir ürperti hissi veren- ebedî ve ezelî mevcudiyetidir. Evet, hoş ve -nasıl derler- "şık" bir final olmamıştır ve geçmiş hizmetleriyle Önder Bey, daha görkemli bir jübileyi hak etmektedir. Esasen onu bitiren şey, makam odasında merkez valisiyle "devlet dedikodusu" yapması ve bu sohbette konuşulen şeyler değil -hepimiz okuduk, bunlar alelâde kıraathane sohbetleridir-, "Efendim, telefonunuzu açık unutmuşsunuz" yollu nazik uyarılara, "saçmalık" diye her mânâya gelebilecek, amorf bir tepki vermiş olmasıdır. Oysaki, yaşlı-genç ayırt edilmeksizin her insan, "beyefendi, fermuar!.." şeklinde bir ikazla karşılaşsa refleks icabı irkilip, o anda görünmez olmayı temenni ederek ani bir otokontrol ameliyesine girişmek ihtiyacı hisseder. İşin daha eğlenceli kısmı, bilumum "bir kısım medya" editör ve köşekadısı takımının, "beyefendi, fermuarınız!" ikazını, "hadi ordannn; sen makbul biriysen gözün başkalarının fermuarında ne geziyor?" şeklinde paraşizoit bir kontratak refleksi göstermiş olmasıdır.
Ne var ki, pis ve küçük bir gerçek, o güzelim ve muhteşem teoriyi berbat etmiş bulunuyor. Bıyıklarını pomatla eğittiğinden şüphelendiğim bir laikçi yazar, dün bu durumu, "n'aaptın Önder; her şeyi berbat ettin!" özdeyişiyle kabullenmiş gibi görünüyorsa da CHP kalesinden hâlâ, "dayan yiğidim, yettim" naraları duyuluyor. Bakalım Malkoçoğlu Cüneyt Bey bu defa vaktinde yetişebilecek midir?
A. Turan ALKAN
tayyipleyiz
06-04-2008, 12:42
Demokratik müzakere ve yargı
"AK Parti, Milli Görüş'ün devamıdır," sözünün ilk tekzibi doğrudan Milli Görüş'ün kendisinden gelir. Yetmişli ve seksenli yıllardaki Milli Görüş'le 94'den sonraki Milli Görüş arasında radikal bir kopuş vardır. Refah Partisi'ne 94 mahalli idareler ve 95 genel seçimlerinde başarı kazandıran tam da budur. Milli Görüş geleneği 94 seçimleriyle birlikte toplumu değerler itibariyle dönüştürme iddiasından vazgeçmiş, herkese kendi hayat tarzı içinde "iyi hizmet"i öne çıkartmıştır. Semboller üzerine kılı kırk yaran dikkate sahip olanların, bu dönüşümün sayısız sembollerini dikkate almamaları ilginçtir. İkinci tekzip ise, AK Parti'nin icraatlarıdır. 2002'den bu yana iktidarda olan bu parti "Batı kulübü"ne üye olmaya çalışmış, "vahşi kapitalizm"e tam yelken açmış, "ağır sanayi kurma" iddiasını kaale almamış, en önemlisi de Milli Görüş'ün omurgasını teşkil eden "muhafazakâr" kadroları her bakımdan modern dünyaya entegre etmiştir. Milli Görüş'ün asli sahibi Erbakan'ın seçim öncesi AK Parti'ye yönelttiği eleştiriler sadece siyasetin bir cilvesi değildir.
"Ilımlı İslam" iddiası ise, yukarıdaki terminoloji eşliğinde bazen bir "Amerikan projesi" olarak zikredilir, bazen ise dikkatlerin yöneldiği sosyal sahadaki modern göstergeleri anlamlandırmak için kullanılır. Şahsen bu "ılımlı" sözünün tekabül ettiği esnek ve belirsiz coğrafyanın müzakereyi zorlaştıran bir işlev gördüğünü düşünmüşümdür. AK Parti davası hem demokrasi hem de yargı için çok önemli. Anayasa Mahkemesi Başkanı bu iki kavramı telaffuz ederek süreçten güçlenilerek çıkılacağını söylemişti. Aynı temenniye katılmak gerekiyor.
Naci BOSTANCI
Müntesip
06-04-2008, 13:36
Zaman, itibari bir şeydir. Onun hakiki vücudu yoktur. Zamana değer verip hayatiyet ve canlılık kazandıran şey, o zaman içinde yapılan hizmetlerdir. Biz Asr-ı Saadet diyerek belli bir devreyi ve belli bir çağı alkışlarken, hadd-i zâtında herhangi bir zamanı değil, o zaman içinde yaşayan ve yaşananları dikkate alarak Asr-ı Saadet diyoruz. Zaman ancak içinde cereyan eden şeyler itibariyle renklenir ve bir gökkuşağı halini alır. Bu şekilde hizmetle dolu yaşanan zamanın anı seyyâlesi, başkalarının hizmetsiz geçen yüzlerce senesine bedeldir!
M.Fethullah GÜLEN
Gönülden
06-04-2008, 15:42
Asimov ve Tayipleyiz...+1
Ben burayı daha önce nasıl görmemişim hayret.. :o
tayyipleyiz
06-04-2008, 16:15
Sevgili Hocam (+) :)
tayyipleyiz
06-04-2008, 16:15
Dışişleri Bakanı Babacan’a bu kadar tepki neden?
Dini özgürlüklerle ilgili sorunlar var!
Türkiye’de din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili sorunlar var mı? Yok diyebilir misiniz?
Eğer yok diyorsanız, başörtüsü ya da türban sorunu ne olacak?
Bundan dolayı yıllardır üniversiteye giremeyen kız öğrencilerin bu sorunun bir parçası olmadığını öne sürebilir misiniz?
Din eğitimi konusunun bu ülkede bunca yıldır yerli yerine oturduğunu söyleyebilir misiniz?
Bu bakımdan, kendi çocuklarının daha dindar yetişmesini isteyen ailelerin din eğitimiyle ilgili olarak çok uzun yıllardır devletle bazı dertleri olduğunu unutabilir misiniz?
Kuran kursları olsun, İmam Hatipler olsun, din eğitimiyle doğrudan ilgili bu alanlarda ne zamandan beri yaşanan tartışmaları yok sayabilir misiniz?
Ve bu tartışmalar, din ve vicdan özgürlüğüyle ilgili değil midir?
Cemaat ve tarikatlar açısından sorunsuz bir Türkiye’de yaşadığımızı iddia edebilir misiniz?
Cemaat ve tarikatlar bin yıldır bu toprakların bir gerçeği iken onları yok saymak, yer altına itmek, bu ülkede din özgürlüğü, vicdan özgürlüğü alanlarında sorun yaratmıyor mu?
Cemaat ve tarikatları yok saymakla, tekke ve zaviyeleri kapatmış olmakla, özellikle sosyolojik bakımdan hiçbir şeyin yok olup gitmediği, devletle yaşanan sürtüşmelerin din ve vicdan özgürlüğü alanında sorunlara yol açtığı bilinmiyor mu?
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri geçerli olan laiklik anlayışı ya da tepeden, devlet tarafından kontrol altında tutulmaya çalışılan din kurumu bu ülkede birçok soruna kaynaklık etmiyor mu?
Etmediğini iddia edebilir misiniz?
Edebiliyorsanız, başörtüsü ya da türban sorunu ne oluyor?
Edebiliyorsanız, yüzde 47 oy almış bir iktidar partisinin özellikle türbandan hareketle kapatılması nasıl gündeme gelebiliyor?
Dini özgürlüklere ilgili herhangi bir sorun yoksa, başını inancının bir gereği olarak örtenlere üniversite kapıları nasıl kapatılabiliyor ve bu yasak Türkiye’yi derinden nasıl sarsabiliyor?
Ve son bir nokta:
“Eşi türbanlı olan Cumhurbaşkanı olamaz!” diye yargısıyla, askeriyle kazan kaldırılan, 367 gibi hukuk skandalları, 27 Nisan Muhtırası gibi demokrasi ayıpları yaşanan bir ülkede daha hâlâ “Din özgürlüğüyle ilgili sorun yoktur!” desen de kolay kolay inandırıcı olabileceğini sanmıyorum.
Din eğitimi hâlâ yerli yerine oturtulamadığı için vardır. Devlet din kurumuna fazla karıştığı için vardır. Laiklik anlayışı tepeden inme olduğu için vardır.
Ya da din-devlet ilişkilerinin yapısı fazla otoriter olduğu için vardır. Din-devlet ilişkilerinin otoriter yapısı daha fazla demokrasi ile tanıştırılamadığı için vardır.
Bu arada bütün bu sorunlar neden vardır sorusunun bir yanıtı daha vardır akılda tutulması gereken:
Bütün bu sorunlar bastırıldığı için, bütün bu sorunlar ve çözüm yolları serbestçe tartıştırılmadığı için, tabular ve yasaklarla özgür tartışma ortamı bir ‘kışla düzeni’nde cendereye alındığı için, toplumun kreması sayılanlar fena halde cahil bırakıldığı için, dini özgürlüklerle ilgili sorunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri başımızdan eksik olmamıştır.
İşte bu nedenlerle, Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Avrupa Parlamentosu’nda bir soruyu yanıtlarken, “Türkiye’de Müslüman çoğunluk da dini özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşıyor” demesine bu denli tepki göstermek yanlıştır, ölçüyü kaçırmaktır.
Hasan Cemal
Gönülden
06-04-2008, 17:07
Kapatma davası için kaleme aldığım yazıyı nostaljik deposundan alıp ortaya sergileme acizliğimi maruz görün lütfen
Söz konusu sancıların ,bir değişime talip olmanın ülkeye layik görünen dar alandaki izafiyet sorununun bir tezahürü olduğunu düşünüyorum ,bireylerin insan hakları ve özgürlük normlarının uluslararası normlara taşınması için gerekli olan yapılaşmanın başını cekmesi AK partinin odak noktasına taşınması için yeterli bir sebep haline gelmiştir, bu normlara ulaşma azmi statik veriler ile bezenmiş cevrelerin vehimleri ile durdurulması bir kaygının getirisidir hiç olmadığı durumlarda bile demokrasi farklılıkların anlaşmasını ya da güçsüzün güçlüye tabi olmasını ima eden bir yasanın yapılmasını ima eder mağdur olanlar bu yasaya karşı çıkabilirler, değişmesi için uğraşabilirler ama hiç olmazsa ülkenin yasalarla yönetildiğine dair bir önkoşulun var olduğunu bilirler ve dava edinirler,AK partiyi kapatma davası nüfuzunu kaybeden bir zümrenin siyasi güce tutunma gayretinin bir yansıması birey tercihi olan bir başörtüsü konusunda dahi hukuku anlamsızlaştıran ölçüde siyasi tavır alan yargı, şimdi de hukuku bizzat bir siyasi alet olarak kullanma girişiminde ,aslında demokrasinin beslediği bir hukun insana hizmet dışına cıkıp ideolojik vehimler ile demokrasiyi budaması anlamına geleçek bir gelişmeye doğru gidiyoruz, aslında en kaba demokrasi bile, çoğunluğun tercihinin göz ardı edilmesine izin veremez, toplumsal değişimin ve dönüşümün ve burdan ordaya cıkan neşet eden taleplerin siyasette karşılık bulmasına imkan tanır ve siyasetin sınırlanmasına yönelik herhangi bir tasarrufu ancak evrensel normlara dayanarak yapar bu müdahalenin uygunluğu bu şekilde güç kazanır
Demokrat olmanın temelinde dışımızdaki gerçekliği aynen var olduğu anlama tesbiti yatması gerekir, insan zihni herhangi bir konuda hepimiz aynı kanaate sahip olsak bile, söz konusu kanaatin doğru olduğunu iddia edemeyiz. Çünkü yanlışlarda hemfikir olmanın doğrularda hemfikir olmaktan hiçbir farklı yanı yoktur bu durumda herkesin hemfikir olduğu durumlarda bile olası aykırı fikirlere alan açmak, onların tartışılmasını teşvik etmek gerekir Ayrıca bizden sonraki nesillerin neyi doğru bulacaklarını ise hiçbir şekilde bilemeyiz kısacası herkesin sandığa giderek oy vermekle yetindiği, tartışmanın bir zorunluluk olarak görülmediği ve çok oy alanın tercihlerinin kendiliğinden doğrusayıldığı rejimler demokrat zihniyet açısından demokrasi değildir, ulaşılmak istenen ve arzu edinen demokrasi kültürüne ulaşmaya ramak kala bu kaosa sürüklenmenin Bu kadar ideolojik vehimlere sahip olan yargı sürecinin geleçek nesli bu günden hipotek altına almasının bir anlamı olmalı , bu anlamlar karmaşasına takılıp geleceğimizi karatmaya hiç bir kurum ve kuruluşun hakkı olduğunu düşünmüyorum buraya kadar belki hep zihinsel dönüşümleri işlemiş olabilirm bunum arka planında kök salmaya başlamış demokrasi kültürüne verileçek bir darbenin ülke ekonomisine ve sivil insiyatiflere verecek darbeyi hesap etme acizliğine dahi düşmeyeceğim , eminimki bu kadar büyük hasarlara vesile olacak bir karara Anasaya üyelerimiz alet olmayacaktır , hukuk ve ideolojinin savaşı kırılma anları ile bize bırakacak güzellikleri umud etmekten başka bir şansımız yok
YALCIN
Umarım umut ettiğiniz gibi olur .... yaşanacak krizlerle ve kaoslarla haşırlanan bir Türkiyeye seyirci olmayız..Demokrasiyi dar bir kalıba oturtarak, halkın ikinci planda olmasına sebebiyet veren, bir hukuk anlayışının demokrasideki yeri tartışılır..
Yalçın bey yazarlık yönünüzede teyit ettik... :)
Kaleminize yüreğinize sağlık....+1
Hani, hep; “Burası Türkiye... Bu ülkede olmaz, olmaz!” deriz ve “her an her şeyin olabileceğine” inanırız ya, bu inancı haklı çıkaracak gelişmeler hiç eksik olmaz bu ülkede!..
Meselâ; “demokratik ülke” deriz, sokaklarında “tanklar” yürür!..
Meselâ, “Matematiğin 4 işlemi”nde, 9 rakamı küçük bir sayıdır, 411 ise büyük!..
Ama, burası Türkiye... Burada “matematiğin kuralları” değil, “yargının kuralları” geçerlidir!.. Yargı, eğer “9 büyüktür 411’den” diyorsa, geçerli olan budur!..
Çünkü Türkiye’de; “yargı ne diyorsa, o!”dur!..
Çünkü Türkiye’de; “Millet”in 21 Milyonu bilmez, o iradenin temsilcisi “Milletin Meclisi” bilmez, ama “Anayasa Mahkemesi’nin sadece 9 üyesi” bilir!..
Kısa ve net ifadesiyle; “9’un, 21 Milyondan büyük olduğunun ispatlandığı” tek ülkedir Türkiye!..
Bu ülkede matematik de sökmez, demokrasi de!..
Çünkü bu ülkede, “kurallar” değil, “krallar” egemendir!
Hasan KARAKAYA
Mustafa Kemal'i anlamanın kuralları
İpek Çalışlar’ın ‘Latife’ başlıklı biyografik romanında Topal Osman’ın adamları geldiğinde Mustafa Kemal’in kadın elbisesi giyerek kaçtığı söyleniyor. Tabii bu bilgi bizzat Latife Hanım’ın hatıratından çıkmakta... Ama devletimiz bunu da kabul edemiyor, çünkü Mustafa Kemal böyle bir şey yapmış olamaz. Yani gerçekte ne yaptığından hareketle Mustafa Kemal’i anlamaya çalışmıyoruz, hayalimizdeki Mustafa Kemal’den hareketle gerçekliğin ne olduğunu kurguluyor, bir de bunun aksini söyleyeni cezalandırmak istiyoruz.
Etyan MAhçupyan
Hani, hep; “Burası Türkiye... Bu ülkede olmaz, olmaz!” deriz ve “her an her şeyin olabileceğine” inanırız ya, bu inancı haklı çıkaracak gelişmeler hiç eksik olmaz bu ülkede!..
Meselâ; “demokratik ülke” deriz, sokaklarında “tanklar” yürür!..
Meselâ, “Matematiğin 4 işlemi”nde, 9 rakamı küçük bir sayıdır, 411 ise büyük!..
Ama, burası Türkiye... Burada “matematiğin kuralları” değil, “yargının kuralları” geçerlidir!.. Yargı, eğer “9 büyüktür 411’den” diyorsa, geçerli olan budur!..
Çünkü Türkiye’de; “yargı ne diyorsa, o!”dur!..
Çünkü Türkiye’de; “Millet”in 21 Milyonu bilmez, o iradenin temsilcisi “Milletin Meclisi” bilmez, ama “Anayasa Mahkemesi’nin sadece 9 üyesi” bilir!..
Kısa ve net ifadesiyle; “9’un, 21 Milyondan büyük olduğunun ispatlandığı” tek ülkedir Türkiye!..
Bu ülkede matematik de sökmez, demokrasi de!..
Çünkü bu ülkede, “kurallar” değil, “krallar” egemendir!
Hasan KARAKAYA
,
ağlamak istiyorum :'(
tayyipleyiz
06-08-2008, 01:43
Egemenlik krizi
Denetlenemeyen, gücünü kendinden alan, yetki alanını kendi belirleyen yargıçlar krallığı bağımsızlığını ilan etti. Bugün laiklik kisvesi altında bütün bir milletin egemenliğine kelepçe vuran bu krallık, yarın başka bir gerekçe ile herkesin egemenliğine kelepçe vurabilir.
Bu karar, Anayasa Mahkemesi'nin; şehri korumak için icat edilmiş robot gibi denetlenemez, kontrol edilemez, kendi yetki sınırlarını kendi belirler bir hale gelmesinin resmidir. Anayasa'nın değiştirilemez maddesi sadece laiklik değil ki. Hukuk devleti olmasını nereye koyuyorsunuz? Kafalarda oluşturulan laiklik anlayışı uğruna diğer bütün yasalar (içinde değiştirilmezlerin de olduğu) askıya alınabilir mi? Türkiye jakoben laiktir diye bir madde bırakıp diğer bütün yasaları ortadan kaldıralım o halde. Bütün her şey bu jakoben laikliğin varlığını devam ettirebilmesi uğruna değiştirilebilir, sündürülebilir, yorumlanabilir, askıya alınabilir diyelim.
Bu nasıl bir projeydi, yüksek yargının bu denli siyasallaşması ne zaman başladı hatırlıyor musunuz? Bu süreç Süleyman Demirel'in cumhurbaşkanlığında başladı, ama asıl 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer döneminde zirve yaptı. Böylesine ideolojik saplantıları olan üyeler atayan Ahmet Necdet Sezer'in bize nasıl yutturulduğunu hatırlıyor musunuz? Seçilmesi konusunda kamuoyunun ikna edilmesi sürecinde Sezer demokrasi, insan hakları, yetki paylaşımı, hukukun üstünlüğü gibi sözleri hiç ağzından düşürmüyordu. Ahmet Necdet Sezer her geçen gün Türkiye'nin üstünde kara bir gölge gibi durmaya devam ediyor.
Mehmet KAMIŞ / 07 Haziran 2008, Cumartesi
[b] Kara bir gün...
"Hep birlikte vatandaşlıktan çıkmak için İçişleri Bakanlığı'na dilekçe verelim. Birleşmiş Milletler'in Vatansız Kişilerin Statüsüne İlişkin Sözleşme'sinin tanıdığı haklardan yararlanmak üzere BM'nin Ankara Temsilciliği'ne müracaat edelim."
Çaresizliğin, umutsuzluğun, haksızlık karşısında duyulan isyanın bir tezahürü olan bu mektup, iki gündür işittiğim acılı feryatlardan sadece bir tanesi...
Evet, günün birinde bütün bu olup bitenlerin absürdlüğü anlaşılacak. Gelecek kuşaklar, üniversitelerdeki başörtü yasağını, kadınlara oy hakkı vermemek kadar inanılmaz bir gerilik olarak görecekler. "Biliyor musunuz; eskiden Türkiye'de üniversitelerde baş örtmek laikliğe aykırı sayılıyormuş" deyip şaşacaklar.
Ama şu anda bu gerçek, ne bütün yetişkin hayatı darbelerle ve darbeci zihniyetle kararmış benim gibileri avutabiliyor, ne de üniversiteye gitme umutları silip süpürülen on binlerce genç kızı...
Çünkü herkesin bir tane hayatı var...
Gülay Göktürk[b]
:'( +
tayyipleyiz
06-10-2008, 16:34
Bu Meclis artık 'Kurucu Meclis' olmalıdır
Şimdi Meclis, yetki alanına uzanan bu 'tecavüze' dur demek zorunda. Bunun yolu Meclis'in artık bir 'Kurucu Meclis' gibi çalışmasıdır. Yeni anayasa taslağı biraz daha liberalleştirilerek hemen Meclis'e inmeli, hatta Meclis yaz dönemini çalışmaya devam ederek yeni anayasayı çıkarmalıdır. Artık Ak Parti için hükümet olmanın bir anlamı kalmamıştır. Meclis çoğunluğu yeni bir anayasa için 'Kurucu Meclis' gibi çalışmazsa milli iradenin üzerindeki bürokratik ipoteği kaldıramaz. Evet, bu bir 'rejim krizi'dir, 'vesayet rejimi'nin krizi. Çıkışın yolu da bellidir; tam demokrasi. 'Bürokratik cumhuriyet'ten 'demokratik cumhuriyet'e geçişin şartı yeni bir anayasadır. Demokratik ve özgürlükçü bir ruhla devletin kurumlarının yeniden kurulması... AK Parti bu yöndeki toplumsal talebe karşılık vermez, 'tam demokrasi' yolunda dönüşümün siyasal aktörü olma vasfını taşıyamazsa toplumsal ve ekonomik dinamikler kendine yeni bir siyasal temsilci bulur. Dönüşümün öncülüğünü üstlenenler hem ülkenin geleceğini hem de kendilerini kurtarabilirler.
İhsan DAĞI / ZAMAN
Gönülden
06-11-2008, 16:55
Anayasa Mahkemesi kararıyla yargı milletin seçtiği vekilleri yok mu saydı ? Bırakın saysın.
Ülkenin en tepesindeki hukuk adamları bir siyasi partinin peşine mi takıldı ? Bırakın takılsınlar.
Yüksek Mahkeme yetki sınırlarını mı aştı ? Bırakın aşsın.
Tarafsız olmadı mı, hukuka uymadı mı, Meclise müdahale mi etti ? Bırakın hepsini yapsın.
Kendi kendinize sorun. Anayasa Mahkemesinden farklı bir karar mı bekliyordunuz ?
O halde karar sürpriz değil. Ama çok önemli.
Niçin mi ?
Çünkü millet bir kez daha yanılmadığını gördü.
Çünkü millet 367’den sonra yüksek mahkeme hakkında bir kez daha suizan etmediğini gördü.
Çünkü millet kime güvenip kime güvenemeyeceğini bir kez daha iyice anlamış oldu.
Çünkü millet sağlama yaptı. Ve millet bir kez daha haklı çıktı.
Karar sürpriz değil.
İnanılmaz değil.
Şok edici değil.
Hayretler içinde bırakıcı hiç değil.
O halde bırakalım şimdi Anayasa Mahkemesinin ne yaptığını.
Millet ne yapacak onu konuşalım. Biz ne yapacağız ona karar verelim.
Huzurluyum. Vicdanım rahat. Aklımda ‘acaba’ yok. Artık günah benden gitti.
Şimdi millet, ‘inadına demokrasi’ diyecek,
Şimdi millet, ‘inadına milli irade’ diyecek,
Şimdi millet, ‘inadına kayıtsız şartsız egemenlik’ diyecek.
Şimdi millet, ‘inadına birlik’ diyecek, ‘beraberlik’ diyecek.
Şimdi millet, ‘inadına tek Türkiye’ diyecek.
Kuralları kim koyarsa koysun maçı oyuncular oynar.
Şimdi biz, hepimiz, bir millet olarak sahaya çıkalım.
Ama bir şartla.
Oyun bozuculuk yapanı takıma almayalım.
İtiraz edeni takıma almayalım.
Mızıkçılık yapanı takıma almayalım.
Ağlayanın verelim topunu gitsin.
Sahaya süreceğimiz takımı biz belirleyelim.
Seçerken sağlam seçelim.
Şimdi var mısınız bu oyunu adam gibi oynamayacak olanı kadro dışı bırakmaya.
Var mısınız oyunu erkekçe oynamayacak olanı tribüne mahkum etmeye.
Var mısınız oyun bozanı sahaya sokmamaya.
Bu bizim elimizde.
Sandık geldiğinde güçlü bir takım kuralım.
Kaç kişi gerekiyorsa; 350 mi, 400 mü, 450 mi ?
Yeter ki mızıtanların olmadığı bir takım olsun.
Anlaşıldı ki o zaman ülke huzura erecek.
Anlaşıldı ki o zaman işler yoluna girecek.
Anlaşıldı ki maçı başka yerde oynayanları takıma almazsak bu iş olacak.
Anlaşıldı ki (C)anı (H)ep (P)enaltı isteyenler kadro dışı bırakılırsa bu maç kazanılacak.
Var mısınız bunu yapmaya, inadına yapmaya, bu ülke için yapmaya ?
ABDULLAH ABDÜLKADİROĞLU/SAMANYOLUHABER
İşte sana bir anne, ye aslanım Fatih Altaylı onu!
Humeyni dedirt, Atatürk derdirt, İngilizler dedirt... Sen konuşturmayı becerirsin. Böyle “Andıçlama” zamanlarında sana büyük ihtiyaç var.
Bu kızlar Avusturya'da, ya da Çin'de maçinde ne arıyorlar?
Türkiye'de özgürlük var da, hava olsun diye mi gittiler odalara?
Avrupalı bir parlamenter, bir CHP'liden, ya da Avrupalı bir üniversite yöneticisi, bizim profesörlerimizden daha özgürlük yanlısı çıktıysa, suç, eğitim için o özgürlük alanlarına açılanlarda mı, yoksa Türkiye üniversitelerini bir cehennem ortamına çevirenlerde mi?
Siz kimden “ODTÜ rektörü de özgürlüklerden yana” diye bir açıklama bekleyebilirsiniz ki... Bay rektörün elinde başörtülü kızların ihraç fermanı sallanıp duruyor.
O rektör diyor ki:
-Bizim başörtülü kızlarımız üniversite kapısına gelir, ya başlarını açarlar ya da peruk takarlar!
Bunu söylerken hiç rahatsızlık duymuyor.
Bir tv kanalına görüş bildirirken sordum:
-Sayın Ural Akbulut, derse girdiği amfide, karşısında başlarında peruk bulunan 100 öğrenci görse ne hisseder? Sistem adına, bu katı başörtüsü karşıtlığı adına içinde bir utanç damarı kabarmaz mı?
Kaç gündür, tv kanalları, AYM'nin kararı vesilesiyle, üniversite kapasında başörtülü kız öğrencilerin görüntülerini veriyor. Kimi yüzünü kameralardan kaçırarak başörtüsünü çıkarıyor, kimi peruk takıyor...
Her gün bu böyle!
Ben diyorum ki, insanlık damarı ölmemiş olanlar, utanır bu görüntülerden, biraz daha insanlıkları diri ise içleri yanar...
Ahmet Taşgetiren
tayyipleyiz
06-19-2008, 17:31
Hırlayan bürokrasi
Herkes biliyor: Ülkedeki iktidar yapılanması çift başlı.
Bir yanda halkın oylarıyla biçimlenen sivil siyaset var, diğer yanda ise bürokratik elit.
Bürokratik elit, siyasete diyor ki:
"Sen ekonomiyle uğraş. Pastayı büyüt. Daha fazla vergi topla. O parayla bana lojman yap. Altıma otomobil çek. Maaşımı, ek ödeneklerimi, harcırahımı artır. Silah alacağım; bana para ver. Ama bu parayı harcama şeklime karışma, denetleme, sorma. Kıbrıs meselesine karışma; ben orada çözüm istemiyorum, gerilimi sürdüreceğim. Kürtleri döveceğim, barıştan filan söz edip kafaları bulandırma. Avrupa Birliği'ne de fazla yanaşıp canımı sıkma. Tamam mı?"
Ne var ki iktidara gelenler bu gerçeği hep unutuyor. "Halka dayanıyorum, meşruiyetim var; beni ısıramaz" diyorlar.
Sonuç: Paçasını kurtaran pek az.
19/06/2008
Emre AKÖZ - SABAH
Müntesip
06-19-2008, 17:36
Evet, çok zor bir dönemden geçiliyor. Enerji-emtia-gıda fiyatları nedeniyle cari açık ve enflasyon direnince, yüksek faiz ve nispi ekonomik daralmaya paralel olarak işsizlik artıyor, halkımız sıkıntı yaşıyor. Ancak bir sorun olduğunda bunu anlamak yerine illa da birilerini bulup vur abalıya yapmanın ideolojik tatminden öte ülkeye bir yararı yok.
Bilesiniz ki, her şeye rağmen bu ülke ittirilerek krize sokulursa, bunun gerekçesi asla küresel kriz ve içerideki ekonomi olmayacak. Halkının özgürlüğünü ve refahını haram sofralarına tehdit gören Soğuk Savaş'ın son 'oligargları' yüzünden olacak.
İBRAHİM ÖZTÜRK
Osmanlı Devleti gibi, farklı dinden, farklı mezhepten, farklı etnik kökenden, farklı dillerden insanların genellikle dostane ilişkiler içinde ve çoğu zaman komşu olarak yaşadıkları bir devletin vârisi olan ve seksen küsur yıldır lâikliği rejimin temel ilkesi haline getirmiş bulunan Türkiye Cumhuriyeti'nde özellikle dinsel hoşgörüsüzlüğün bu boyutlarda olması ilginçtir.
Ergun Özbudun
1917’deki Ekim Devrimi’nden sonra Bolşeviklerin ilk işlerinden biri “devrim mahkemeleri” kurmaktı. Lenin’in 5 Aralık 1917’de yayınladığı talimatnamede işin mantığı şöyle açıklanıyordu: “Devrim mahkemelerinin amacı, devrimi korumak, karşı-devrim güçlerine karşı savaşmak… sermayedarların, tüccarların ve din adamlarının sabotajlarına karşı mücadele etmektir.”
Yani bu mahkemeler, Sovyet vatandaşlarının haklarını değil, “devrim”i savunmak için kurulmuştu. “Devrim muhalifi” sayılan vatandaşları da cezalandıracaklardı.
Epey tanıdık geliyor, değil mi?.. Hele de üstteki “sermayedar, tüccar, din adamı” kavramlarının yerine “gerici, tarikatçı ve bölücü” kelimelerini koyarsanız, “cuk” diye oturuyor.
Mustafa Akyol
Yargıçlarımız ve yasa koyucumuz, bütün bu ödevleri/görevleri yerine getirselerdi, hiç kuşkusuz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde bir gün içinde (8.7.1999) on bir kez düşünceyi açıklama özgürlüğünü çiğnemekten hüküm giymezdik. 2005 yılında düşünce özgürlüğünü çiğneme nedeniyle açılan ve bu mahkemece kabul edilen 50 davadan 39’u (%80) bizim olmazdı. Cümle álem karşısında da saygınlığımızı yitirmezdik.
Sami Selçuk
tayyipleyiz
06-29-2008, 16:17
100 Entelektüel
Benim bakış açımdan entelektüelliğin üç ana kriteri var:
1) Entelektüel, düşünce faaliyetinin merkezine "beyni ve zekâ"yı değil, "akleden kalbi" yerleştirir. Bu kalb, sanıldığı gibi göğsümüzün sol yanındaki organ değil, onunla ilişkili manevi merkezdir. Kalb saf duygu da değildir. Zekâyı ve duyguyu yedeğine almakla beraber aslolan bilinenden bilinmeyene, görünenden görünmeyene gidişin irfan ve hikmet zemininde yol haritasını çizen insanî en yüksek melekedir.
2) Entelektüelin referans çerçevesi salt akıl veya varlığın gözlem ve deneyle elde edilen bilgisi değil, vahydir. Vahy-akıl ilişkisi güneş-göz ilişkisidir. Vahy, güneş gibi varlığı aydınlatır, göz, güneşin/vahyin aydınlattığı objeler dünyasını görür. Böylece "görmek" için güneşin ışığına da göze de, yani vahye de, akla da ihtiyacımız olduğu anlaşılıyor. Hz. Peygamber (sas), "Aklı olmayanın dini yoktur" buyurmakla, gözü olmayanın görmeyeceğini işaret etmiş bulunmaktadır. Burada dinin akılla çatışması düşünülemez. Aydınlanma imkansızı iddia etti, yani gözün kendisinden ışık saçıp bu sayede çevremizi görebileceğimiz, dolayısıyla güneşin ışığına ihtiyacımız olmayacağını söyledi ki, bu eski Greklerde marjinal bazı tabiplerin naif iddiasıdır.
3) Entelektüel olaylara varlık âleminin bütününü göz önüne alarak bakar, dünya görüşüne sıkışıp kalmaz. Zihin faaliyeti ve ruhî iştiraklerinin ucu açıktır, "dünya görüşü" içinden bakanlar kapalı bir sistem içindedirler, bu yüzden isteseler de entelektüel olamazlar. Deistler, materyalistler, ateistler ve agnostiklerin entelektüel olma şansları yoktur, çünkü varlığı bu dünyaya indirgemişler, laik veya seküler bir sitenin, kapalı bir sistemin içine kendilerini hapsetmişlerdir. Ucu açık düşünme melekelerini kaybettikleri için, bu düşünmenin gücünü ve gözlenebilir dünyanın ötesini, yani aşkın/müteali, iç/batını ve öteyi/ahireti inkar etmektedirler. Bu açıdan entelektüellik kaçınılmaz olarak dinin evrenine ait en yüksek düzeyde zihnî faaliyettir.
Söz konusu liste bize şu gerçeği hatırlatmaktadır: Tarihin bu yeni helezonik zamanında dünyanın entelektüel ağırlık dengesi İslam'a ve İslam dünyasına doğru kaymaktadır. Batı'da hiç olmadığı kadar bilgi birikimi/malumat yığını olmasına rağmen entelektüel hayat gelip son sınırına dayanmış bulunmaktadır. Batı artık büyük entelektüeller yetiştirmiyor, Chomsky ve Umberto Eco gibileri modern dünyaya "eleştirel" baktıkları oranda dikkat çekip öne çıkıyorlar.
ALİ BULAÇ
Sormak lazım: Efendiler, akıl sağlığınızın yerinde olduğuna emin misiniz? 80 yıldır “ya bir gün bölünürsek” diye korkup duruyorsunuz, peki ülkeyi “bölünmekten” uzaklaştıracak, Kürtçülüğü zayıflatacak tek siyasi hareketi niye yok etmeye çalışıyorsunuz?
Ak Parti’yi kapatmaya hazırlanıyorsunuz. DTP zaten yolda. Yani Kürt vatandaşların oy verdiği bütün partileri kapatmış olacaksınız. Peki bu adamlar “artık bu iş kabak tadı verdi, bize müsaade, Cumhuriyetiniz sizin olsun, bizi ancak Kürdistan paklar” derse, ne yapacaksınız?
“Kurumlarınızı” ve “ilkelerinizi” çok sevdiğinizi biliyoruz. Ama siz bu memleketi sevdiğinize emin misiniz?
Mustafa Akyol
Sormak lazım: Efendiler, akıl sağlığınızın yerinde olduğuna emin misiniz? 80 yıldır “ya bir gün bölünürsek” diye korkup duruyorsunuz, peki ülkeyi “bölünmekten” uzaklaştıracak, Kürtçülüğü zayıflatacak tek siyasi hareketi niye yok etmeye çalışıyorsunuz?
Ak Parti’yi kapatmaya hazırlanıyorsunuz. DTP zaten yolda. Yani Kürt vatandaşların oy verdiği bütün partileri kapatmış olacaksınız. Peki bu adamlar “artık bu iş kabak tadı verdi, bize müsaade, Cumhuriyetiniz sizin olsun, bizi ancak Kürdistan paklar” derse, ne yapacaksınız?
“Kurumlarınızı” ve “ilkelerinizi” çok sevdiğinizi biliyoruz. Ama siz bu memleketi sevdiğinize emin misiniz?
Mustafa Akyol
:-*
Biz duya duya belki alıştık, ama bu “Türk okulları” gerçekten de muazzam bir proje. 91 ayrı ülkede 300’den fazla okul açmak ve bunların hepsini de başarıyla yaşatmak, şapka çıkarılacak bir iş. Fransa’da yaşayan bir dostum, bu okulların şöhretiyle Paris’in çok pahalı bir restoranındaki bir iş yemeğinde bile karşılaşmış. Bir süre Madagaskar’da yaşamış bir Fransız iş adamı, kendisine, “Çocuklarımızı oranın en iyi okuluna göndermek istediğimizde bize Türklerin idare ettiği bir okulu tavsiye ettiler” demiş. “Etkilendim” diye de eklemiş.
Bu, az şey değil. Türkiye deyince epey bir Avrupalı’nın aklına “Ermeni soykırımı”, darbeler, işkence ve bilumum insan hakkı ihlâlleri gelir. Son dönemde de 301 davaları, Hıristiyan cinayetleri veya tecavüz vakaları geliyor. “Türkiye’den iyi şeyler de çıkıyor” dedirten az şey var. Bunlardan biri de, belli ki, “Türk okulları.”
Ama ne gariptir ki bu Türk okullarının en büyük muhalifleri yine Türkler. Öyle ki bazıları, bu kurumları ziyaret etmeyi “parti kapatma” ve “siyasi yasak getirme”nin gerekçesi bile sayıyor. Medyanın malum köşeleri ise, okulları kötülemekle hızını alamıyor, bunlar hakkında olumlu şeyler yazan Batı basınını da suçluyor. Zaten Sabrina Tavernise, aynı AB Komisyoneri Olli Rehn gibi, Türkiye’deki “katı laiklik”ten bahsettiği için bir süredir boy hedefi.
Ne enteresan değil mi? “Katı laik”likten eleştiri alanlar, “vay, siz misiniz bizim laikliğimize dil uzatanlar” diye küplere biniyor, bu eleştiriyi getirenleri “dincilere satılmakla” suçluyor, yani aslında kaskatı olduklarını fiilen ispat ediyorlar. Öz eleştiri yapmak, “acaba gerçekten bizim modelimizde bir gariplik var mı” demek, akıllarına hiç gelmiyor.
Sorunun kökeni, Türk seçkinlerinin beynine kazınmış olan “din fobisi”. Bu öğretiyle yoğrulmuş standart bir Türk, dinin sadece “vicdanlarda” kalması gerektiğine, toplumu etkilemesi durumunda ise “karanlığa gömüleceğimize” sorgusuz-sualsiz iman ediyor. Bu öğretiye göre toplumda hiç bir dini hareket olmamalı, hele de bunlar eğitim kurumları açarak “yükselen yeni nesil”e yön vermemeli. Eğer din lazımsa bile, devlet onu gerektiği şekilde, gerektiği kıvamda topluma verir. Devlet zaten her şeyi bilir.
Bu zihniyet Türkiye dışında da vardır; ama sadece ideolojik dikta rejimlerinde. Demokratik Batı toplumlarında ise din toplumsal yaşamın her alanında kendini ifade edebilir. Örneğin her dini kurum ve cemaat kendi eğitim kurumunu oluşturabilir. Hele de Amerika’da laik devlet okullarının yanında sayısız Hıristiyan, Yahudi ve hatta İslami kolej vardır. Zaten bildiğiniz ünlü üniversitelerin çoğu din kökenlidir. Princeton Üniversitesi’nin ambleminde hala “Dei sub numine viget”, yani, “Tanrı’nın kudreti altında yükselir” diye yazar. Türkiye’de böyle bir cümle yazsanız bir üniversitenin tabelasına, artık yargı darbesine mi gerekçe olur, Sincan’da tank gösterisine mi, varın siz düşünün...
MUSTAFA AKYOL
Anayasa Mahkemesi daimi üyelerine sesleniyorum. Muhtemelen önümüzdeki hafta içinde alacağınız karar kağıt üstünde bir partiyi kapatıp bir kaç isme siyasi yasak getirme ve getirmeme basit önergesinin çok ötesine bir karadır. Bu ülkede bir mentalite devrimi yapma şansını elinizde bulunduruyorsunuz. İddianamenin reddi ile bu şansı bir kere elinizden kaçırdınız. Tarih size bu şansı son bir kez daha verdi. Bu ülkenin insaninin bütün dünya ile ayni oksijeni alıp verdiğini, ayni şekilde beslendiğini ve ayni beşeri yönetim sekilerline layık olduğunu artık kabul edin. Bu ülkenin bu dünyanın bir parçası olduğunu artık kabul edin. Alacağınız kararın vukuatı adliyeden sayılan basit bir parti kapatma kararı olmadığının farkına varın ve bu karar ne olursa olsun demokrasimiz için paradigmaların bir daha geriye dönmeksizin değişeceği bir karar olacağını aklınızdan çıkarmayın.
Bu ülke sizden demokrasi adına devrim mahiyetinde bir değişimin ilk kıvılcımını yakmanızı bekliyor. Bu uğurda binlerce gencini ve düşünürünü “ergenekon zihniyetine” kurban veren insanımıza bunu çok görmeyin.
SAVAŞ GENÇ
Demokrasinin, hukukun, adaletin olmadığı yerlerde diktatörlük olur. Diktatörlüğün olduğu yerde de; sadece benim dediğim doğru ve sadece benim dediğim olacak diyen zorba diktatörler olur...
Ülkemizin yürüdüğü yoldan saptırılmaması ve bir an önce AB standartlarına ulaşması temennisiyle...
Teşekkürler oztuks...(+)
Fasl-ı Gül
08-14-2008, 18:06
.... herkes kendi dünyasında yaşar. Ve yine bu nedenle herkesin, kendi kendine sarmalandığı perdelerle başı belâdadır.
Gözlerimiz, muhataplarımızın fanusuyla karşılaşmadan önce kendi fanusuyla çarpışır; o görünmez fanusuyla... kendi fanusuyla...
Kendi fanusunu kırmadığı/kıramadığı sürece, kimse başkasının fanusuna el uzatamaz.
Dücane CÜNDİOĞLU
Müntesip
09-01-2008, 18:10
Şayet, kendimizi Cenâb-ı Hakk’ın rızasına adamış ve o rızayı da Zât-ı Ulûhiyeti duyurmaya bağlamışsak, artık nerede olursak olalım, hangi şartlar altında bulunursak bulunalım, bizim için durmak, acizliğe düşmek ve mesuliyetten kaçmak söz konusu değildir. Zira, “Bahar gelsin, hava ısınsın, çiçekler açsın, bülbüller ötmeye başlasın... işte o zaman ben de şakırım!” şeklindeki bir düşünce bir disiplin insanının mülahazası olamaz. O kışta da şakımalıdır yazda da; baharda da güle Türküler söylemelidir güzde de. O, her mevsime ve her döneme göre bir dil ve üslup tutturmalı, dilbeste olduğu hakikatleri terennüm etmekten asla geri durmamalıdır.( M.Fethullah GÜLEN )
saçlarıyağmurlukız
09-08-2008, 02:15
Meryem hırkasız.
Meryem taraksız.
Ne sırtını sıvazlayan oldu, ne saçını ören, hem yetim hem öksüz...
Ah üzülme yine de. Rızkı Allah'tan gelir her yetim gibi Meryem'in
de. Allah varsa ne gam!
Sibel Eraslan, farklı dini kaynaklardaki bilgileri bir araya getirerek, bir biyografi kitabından ziyade edebi bir metin içinde Meryem'i aradı, anladı ve yazdı.tavsiye ederim :-*
Gönülden
10-07-2008, 18:21
Üstad'ım bu alıntılar için teşekkürler...
Bu ne hız..bugün size gazeteler dayanmamış anlaşılan..
Artılarımızında iadesini verelim üzerimizde kalmasın +
FarukARSLAN.
10-21-2008, 05:27
Bazıları “yemek için yaşasa” da, insanoğlu, genelde “yaşamak için yer!”
20.10.2008 - Hasan Karakaya
Gönülden
10-24-2008, 12:18
Önceki gün yine, “özgürlükler ülkesini” düşündüm;
Bir de “esaretin mabedini”.
Bir de vicdanıma sordum,
Bir garip ağırlık çöktü omzuma.
İki kelime:
“Özgürlük”,
“Bağnazlık”.
İşte o “bağnazlık” kulaklarını “sağır”, gözlerini ve vicdanlarını “kör” etmiş!
Dine karşılar!
Çünkü din onlara göre bir “dogma”!
Tesettüre karşılar!
Tesettür onlara göre bir “simge”.
Hadi dine-tesettüre düşmansınız, anladık;
Peki, özgürlüklere neden karşısınız?
Kısıtlanan özgürlükler bu ülkede bir sorun değil mi?
Bu sorunu kanayan bir yara olarak görmüyor musunuz?
Bu yaranın bir şekilde tedavi edilmesi, bu sıkıntının bir şekilde giderilmesi gerekmez mi?
Siz inanıyor musunuz, bu “kılıfın” bu derde derman olacağına?
Çözmek, demokrasi ve hukuk içerisinde halledilmesi mümkünken, laikliği istismar ederek yaranın üzerine kezzap dökmek midir?
CHP dilekçesiyle, ezici çoğunluğun “Tutsaklık-esaret son bulsun, ülkemiz özgürlükler ülkesi olsun.” kararını apar topar iptal etmişler;
Sonra da “kılıf” bulmanın derdine düşmüşlerdi.
“Özgürlük katline” ferman bulma çabaları…
***
“Kılıf” bulmuşlar;
Heyula dolu evhamlara, vehimlere, korkulara, niyet okumalara dayalı bir kılıf!
Bugün,
Bu tablo karşısında,
Özgürlüğü düşündüm yine.
Karamsarlık çöktü içime.
Tuhaf bir ağırlık yüklendi omzuma.
Bazen karabasan basar ya,
Kâbus başlar arkasından…
Öyle bir şey.
Yine de ümitliyim.
Bir gün mutlaka,
“Özgürlük ve demokrasi karşıtı eylemlerin odağına” neşter atılacak
Anladık ki bunların “mutasyonla” çağdaş değerlerden nasiplenmesi imkânsız.
TURGAY YENER
Gönülden
10-24-2008, 18:19
Güzelin tanımını en güzel İslam yapıyor… İslam’ın güzel dediği güzeldir. Bu açıdan güzelin, iyinin, doğrunun, gerçeğin adresi bellidir… Başka referans aramaya ihtiyaç yoktur…
İştahların, arzuların, şehvetlerin, hevaların beşeri ideolojilerin güzellik tanımı, tercihi görelidir, aldatıcıdır…
Evet, güzellik izafidir… Esas olan aziz ve celil Olan’ın işaret buyurduğudur…
Yapay güzellikler… Rölatif güzellikler… Çoğu zaman yanıltıcı, saptırıcı ve baştan çıkarıcı olabiliyor… Bize lazım olan sadece göze hitap eden güzellikler değil… Çünkü; arızi güzellikler aldatıyor…
Önemli olan gök merkezli güzelliklere kendimizi açık tutmaktır…
Müteal güzellikler… Rabbani güzellikler… Baki güzellikler… Genelde geçici beşeri ve dünyevi güzellikler insanı büyülüyor… Basireti tutulan insan baki güzellikleri atlayabiliyor… İşte önemli olan sentetik, estetik, kozmetik dünyanın güzelliklerinden sonsuz güzelliklere uzanabilmektir…
İmaj çağında tüm iç güzellikler görselliğe feda edildi… İnsanoğlu çamurunu makyajlamakla meşgul, cevherini unuttu…
Neyimizle güzeliz?
Endamımızla mı? Evladımızla mı? Emlakımızla mı? Emtiamızla mı? Envanterimizle mi? Yoksa amellerimizle mi?
Hangi güzelliklerin peşindeyiz? Gelişigüzel değil gerçekten güzel olanın arayışında mıyız?
Kirlilik kanıksandı… Kötülerin iktidarı kutsandı… Güzellikler tüketildi, üretilmedi… Güzelin çoğu zaman sadece edebiyatı, hatıratı, hamaseti ve hasreti kaldı… Çirkinlik, çılgınlık ve çarpıklık hep alkışlandı… Kirlilik, çağdaşlık ambalajı ile sunuldu… Güzellere ve güzelliklere hayat hakkı tanımayan bu çağ sabıkalı bir çağdır… Çirkinliklerin güzellikleri örtmesi kabul edilemez…
Bir çok yerde güzellikler acemiliklere, aşırılıklara, asabiyetlere kurban gitti…
İnsanlık güzele hasret… Toplumlar iyiye muhtaç…
Güzellik perspektifini sadece göze indirgeyen, gönlü atlayan anlayış arızalıdır… Güzelliği ve gerçeği Samiri’nin buzağısında arayan mantalite sapkın ve şaşkındır…
Bize gelince, kötü bir dünya kaderimiz olamaz… Kötülüklere yakınmak, sızlanmak, şikayetlenmek, kahretmek ancak kötülerin ömrünü uzatır… Bize düşen görev, karanlığa küfretmek değil bir mum yakmaktır… Kalıcı güzelliklere imza atmaktır…
Ertelenen güzellikler güzellik değildir… Belki güzel rüyalar görmek güzeldir, ancak ondan da güzeli her gün yeni güzelliklere uyanmaktır… Çünkü; “iki günü müsavi geçen aldanmıştır” buyurmuyor mu Efendimiz?
RAMAZAN KAYAN
Yalçın bey ne yapabilirim yazının ahengini bozamıyorum ;1
Siz okumaktan yorulmazsınız okuyun efendim iki kelamda ...iki satır fazla paylaştık diye veryansın yok:hmm
Hakan Özkan
10-24-2008, 18:52
gönülden hanımla yalçın beyi takip etmek yazılarını okumak insanın hayatta kazanacağı mükafatların enbüyüğü olur.Maşaallah deryasınız imreniyorum size...
Gönülden
10-24-2008, 19:03
gönülden hanımla yalçın beyi takip etmek yazılarını okumak insanın hayatta kazanacağı mükafatların enbüyüğü olur.Maşaallah deryasınız imreniyorum size...
Aman Hakan bey sizin bakış ufkunuzun güzelliğinde paylaştıklarımızı aynı eksen etrafında paylaşmak kadar güzel ve imrendirici olmak, güzel bakan düşüncelerinizden olsa gerek..
Yalçın üstadıma yetişmeye çalışıyorum :w:
Üç mevsim
10-24-2008, 19:52
gönülden hanımla yalçın beyi takip etmek yazılarını okumak insanın hayatta kazanacağı mükafatların enbüyüğü olur.Maşaallah deryasınız imreniyorum size...
:merhaba:
Gönülden
10-25-2008, 11:10
Ortada tuhaf ve çelişkili bir durum var: 1924 tarihinde Büyük Millet Meclisi'nin kabul ettiği Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (yani Anayasa), kanunların anayasaya uygunluğunu denetleyen bir yüksek mahkemeyi öngörmemişti ve 1924 Anayasası Mustafa Kemal Paşa'nın anayasasıydı.
1924 Anayasası, 27 Mayıs 1960 tarihine kadar yürürlükte kaldı; o gün, Milli Birlik Komitesi, ordunun bazı silahlı güçlerini kullanarak hükümet darbesi yaptığında bu anayasaya karşı işlenebilecek en büyük suçu işledi çünkü 24 Anayasası'nın 103. maddesi aynen şöyle diyordu: "Teşkilât-ı Esasîye Kanunu'nun hiçbir maddesi, hiçbir sebep ve bahane ile ihmal ve tatil olunamaz."
Komiteci ve darbeci subaylar o gün, Atatürk'ün anayasasını sadece ihmâl etmekle kalmadılar, tâtil de ettiler. 1924 Anayasası, 27 Mayıs günü öldü, tarihe karıştı, ortadan kaldırıldı. Bu suçun cezası, o günkü TCK'nın hükümlerine göre öyle ağırlaştırılmış müebbed filan değildi, düpedüz idamdı.
Atatürk'ün Anayasası'nda Anayasa Mahkemesi yoktu; niçin yoktu? Cevabını ben biliyorum ama bir kere de Atatürkçü zevattan duymak isterim; acaba Atatürk, yaşadığı çağın icablarından haberdar mı değildi? Kezâ Atatürk'ün Anayasasını beğenmeyip yerine yenisini yaptıran Atatürkçülerin fikri istikamet itibariyle ne türlü bir yamukluk sergilediklerini de öğrenmek pek heyecanlı olabilir.
Ahmet Turan Alkan
Gönülden
10-25-2008, 13:48
Allah rızası aradan kayıp gittiğinde her şey tersyüz oluyor… Bu gün dostluklar neden kalıcı değil? İnsanlar kalabalıklar içerisinde yalnız, çaresiz, kimsesiz… Sesler içinde sağır… Renkler içinde kör… Kendisi ile görebileceği, duyabileceği, hissedebileceği yürekler arıyor… Bu kaygan seküler zeminde dost bulmak, dost kalmak günbe gün zorlaşıyor… Çünkü toplumsal virüsler bünyeyi sardı. İnsanlar bireyselleşiyor, bencilleşiyor, dünyevileşiyor, cimrileşiyor… Liberal rüzgarlar kişilikleri parçalıyor… İlkesiz, ölçüsüz özgürlük alanları toplumsal dokuyu bozuyor… Artık dostluklar birer fantezi… Yüzler maskeli… Güzensiz, doyumsuz, dayanıksız ruhlar dağınık… Bu insanların önce Rableri ile barışmaları lazım… Fıtratları ile buluşmaları gerekiyor… Yalansız bir dünya, riyasız bir yaşam insanlığın ortak ihtiyacı…
Bu gün toplumsal hayat sosyal bir mezarlığa dönmüş durumda… Yorgun-argın işten eve kendilerini atan yığınlar televizyonların karşısında yığılıp kalıyorlar… İnsani temastan, sıcak dostluktan, duyarlılık ve duygudan uzaklaştıkça uzaklaşıyorlar…
Modernizm, teknoloji belki bize çok şey kazandırdı fakat bir o kadarda aldıkları var… Dostlarımızı çaldı… Dünya öncelendikçe, dostluk ucuzladı…
Rekabet dünyası, rant kavgası, riya virüsü ruhları kemiriyor… İnsanlar birbirini rakip görme marazından kurtulup refik olamıyorlar…
Toplum politize oldukça, popülizme kaydıkça dostluk yitimi ivme kazanıyor…
Bu toplumsal tabloyu acı ve hüzünle izleyen her insaf ehli, şunun altını çiziyor:
Şimdi dostlukları ayağa kaldırma vaktidir…
Bizim için, hayat dost kazanma sanatıdır…
Dostsuzluk, insanın en hazin gurbetidir…
‘‘Dostluk öldü mü?’’ diye soranlara… ‘‘Hayır’’ demeliyiz…
Çünkü; ‘‘biz varız ya!’’
RAMAZAN KAYAN
Gönülden
10-27-2008, 13:31
Görsel alan ve eğlence kültürü sohbetin alanını daralttı… Mekanik cihazlar içinde sözün gücü güme gidiyor… Başbaşa vererek, gözgöze gelerek, sohbetin sıcaklığını yaşama şansını günbe gün yitiriyoruz. Söz ‘‘cep’’ üzerinden söylenmeye başladıktan sonradır ki, konuşacağımız her sözün maddi faturasının neye baliğ olacağı tedirginliği ile sözü kısa kesiyoruz… Konuşmada tasarruf, derken söz tükendi…
Ulvi hedeflere yürüyen kelimelerimize kurulan tuzaklar çoğaldı…
‘‘Mânâ’’nın yerini ‘‘mâlâyani’’lik aldı… Gırgır, şamata, mugalata, münakaşa fasılları insanımızı eritiyor… Halbuki Allah biz müminleri nasıl tanımlıyordu?
‘‘Onlar ki; ‘‘tümüyle boş’’ şeylerden yüz çevirenlerdir.’’ (Müminun-3)
Hatta daha ileri bir sorumluluğumuz bulunmaktadır… Allah’ın ayetlerinin inkar veya alay konusu olduğu çirkin ortamlara ya karşı çıkmak veya orayı terk etmek mecburiyetimiz var:
‘‘O, size Kitapta: ‘‘Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar başka bir söze dalıp geçinceye kadar onlarla oturmayın, yoksa sizlerde onlar gibi olursunuz’’ diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır.’’ (Nisa-140)
Ya tepki yada terk… Gayri meşru oturumların ne katılımcısı ne de dinleyicisi olabiliriz… Bizim hangi söze müşteri olacağımız belli… Kelime-i Tayyibe…
Ancak, ne kadar acı, sohbet geleneği zayıflıyor… Artık sohbetler kimileri için nostaljik bir takıntı… Halleşme yok… Hasbihal yok… Ayak üstü arkadaşlıklar sadra şifa şeyler sunmuyor… Paylaşamıyoruz, güvenemiyoruz… Özel görüşmeler, kapalı oturumlar…
Gizemli hayatlar, insanı sıkıyor… Hile, dümen, düzen, dolap üstün beceri(!) olarak algılanıyor… Tilki kurnazlığı ile başlayan buluşmalar, şeytanlıkların sergilendiği arenaya dönüşüyor… Yüzler maskeli, herkes kendi rolünü oynuyor…
Sohbetlerin olmazsa olmazı; sıcaklık, içtenlik ve doğallıktır… Gönülde demlenmeyen kelimelerle sohbet olmuyor… İçten hesaplı, ön yargılı, fırsatçı zevatın sözlerinde şifa aranır mı? Ama herzelerden haz alanların sayısı artıyor… Sohbetlere haset ve şehvet sızdıkça tadı tuzu kalmıyor… Sohbet meclislerinin safvet, hikmet, iffet, sekinet ve emniyetine hasret kaldık… Şimdilerde karşı cinsle halvet yani flört sohbet faslından sayılır oldu… Kokteyl, kulis, lobi, chat, msn, modern paradigmanın seküler sohbet varyantları… Sohbete yönelik sabotaj girişimleri yaygınlık kazandı… Bereketli sohbet ziyafetlerinden geriye sadece sofra birliktelikleri kaldı… Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardı.Aslında kahve işin bahanesiydi, gönüller sohbet arayışındaydı… Zamanla kahve kültüründen, cola kültürüne evrildikten sonra konuşma tarzımızda değişti…
Doğrusu düne göre bu gün sohbete daha çok muhtacız… Eski dosyaları kurcalamadan, suçlamadan, şikayetlenmeden seviyeli sohbet günlerine dönmemiz gerekiyor…
Kendimizle, geçmişimizle, birbirimizle kavga etmeden, ‘‘şimdi sohbet zamanı’’ demeliyiz…
İnsan şu iki şeyden koparsa kaybolur: Kitap ve sohbet…
RAMAZAN KAYAN
Gönülden
10-31-2008, 13:21
Bir zamanlar çirkinlik ve edepsizlik karşısında tavrı sert ve net olan insanlara bu gün her fırsatta “bunda ne var ki?” telkinleri habire tekrarlanıyor… Bu da olumsuz etkilerini göstermeye başladı… Artık en hayasız söylem ve görüntüler toplum nazarında sıradanlaşmaya başladı… Günahın estetize edildiği günlerden geçiyoruz… Öyle ki, “günahtan sakınmak” yadırganır oldu…
Değerlerini koruyan ve günahlardan korunan kişiler dışlanır oldu…
Haya, ar, çekinme, utanma duyguları tarumar oluyor…
Toplumsal denetim tahrip edildikçe başıboşluk ortamında bireyci, özgürlükçü çıkışlar yeni fırsatlara kapı aralıyor… Herkesin “kendi özel”i, “kişisel dokunulmazlığı” kutsanıyor… Yolsuzluk, arsızlık, haksızlık, ahlaksızlık, sahtekarlık, riyakarlık sınır tanımıyor… Herkesin yaptığı yanına kar kalıyor… Kimse kimseye müdahil değil…
Toplumsal denetimin kalan kırıntıları da “mahalle baskısı” yaygaraları ile yok ediliyor ve bununla duyarlı Müslümanlar baskı altında tutuluyor…
Herkesin gözü önünde işlenen cürüm, cinayet, tecavüz ve talan yaygınlaşırken, kimse oralı değil! Herkes kendince tedbirli(!)… “Başıma iş açmayayım” felsefesi geçer kural…
Hani, eskiden “ya büyükler görürse” endişesi, caydırıcı bir faktördü… Şimdi büyükleri kim tanır? Kim takar?
Toplum “emri bil maruf nehyi anil münker” sorumluluğundan uzaklaşınca bu defa “bireysel özgürlüklerin tadını çıkarma”ya başlar insanlar…
O zaman görün bakalım, gençliği polisiye tedbirlerle terbiye edebilecek misiniz? Kent yaşamının büyülü atmosferinde gözden uzak ortamlarında yaşamın tadını çıkaranlara ne yapabilir siniz?
İç karartıcı, yüz kızartıcı fotoğraflar psikolojimizi bozsa da zamanla bizi de buna alıştıracaklar gibi…
Bilmem ilginizi çekiyor mu? Şiddetten , ahlaki yozlaşmadan nefret ettiğini söyleyenler bile, bu zararları içeren dizi ve programları heyecan ve merakla izlemiyorlar mı? Dizilerden başını kaldırıp olup-biteni sorgulamayan Müslümanları neyi, nasıl dizginleyebileceklerdir? Hangi kötülüğe, nasıl “hayır” diyebilecekler?
Sessizlik sarmalında, seyir kültürüne kendilerini terk edenler; kime, hangi değeri ve doğruyu sunabilecekler?
Ortada görülen, ürkütücü bir “sessizlik sendromu”dur… İçe kapanmanın, alandan çekilmenin hazin sonucudur… Belki de bunun adı: “haksızlık karşısında susmak
RAMAZAN KAYAN
Gönülden
11-04-2008, 13:51
Vakit sonbahar. Yapraklar sararmaya, güller kurumaya döndü. Fırsat bu fırsattır diyerek ve içinizden gelerek ilk gördüğünüz gülü derin derin koklayın...
En son ne zaman yağmur altında yürüdünüz sahi? Hastalanma telaşını bir kenara iterek yağacak ilk yağmurda kendinizi sokağa atın ve sırıl sıklam olana kadar yağmur altında yürüyün...
Bırakınız sivri akıllılar nezle ve grip ihtimalini düşünüp hayatı camların dışından seyretsinler; siz bu konuda yarı deli olun ve hayatı içinden fethedin.
Bir sabah vakti ve akşam üzeri erkence davranın. Sevdiğiniz insanı yanınıza alarak güneşin doğuşunu, ya da hayata pembe öpücükler serpiştirerek denize gömülüşünü seyredin...
Herhangi bir parka gidin, takım elbisenize, kravatınıza aldırmadan çimlerin üzerine yatıp yuvarlanın...
Zaman zaman bir fidan dikin...
Çocuklarınızla, torunlarınızla, yeğenlerinizle alt alta, üst üste güreşin, yaşıyor olmanın nimetlerini derinden hissedin...
Yine çocuklarınızla, torunlarınızla, yeğenlerinizle müsait bir alana giderek uçurtma uçurun...
Sizden beklemediği bir miktar vererek avuç açan bir garibanı sevindirin...
Bir gün kendi yaşınızda bir çocuğa rastlayıp oynamak amacıyla cebinizde iki misket taşıyın...
Dua etmek için camie gitmeyi filan beklemeyin, aklınıza estiği yerde içinize çekilip dua edin...
Bir düşünün bakalım: En son ne zaman çocuklarınıza, yahut torunlarınıza bir hikâye anlattınız?.. Belki de bunu yapmanın tam sırasıdır.
Bugün iş çıkışı bir çiçekçiye uğrayın, sevdiğiniz insanın çok sevdiği çiçeklerden küçük bir demet yaptırın ve onu kendisine verirken göz bebeklerine bakarak, “Seni seviyorum bir tanem” deyin.
Yarın sabah aynaya gülümseyin, sizi seçip dünyaya gönderene şükredin...
•
Bunlar bazılarınıza göre, eminim “fazla duygusal” şeyler...
Sırtüstü çimlere uzanıp bulut karmaşasından şekiller üretmek, durup güller koklamak, çocuklarla, torunlarla güreşmek, sevgiliye gül götürmek, kulağına aşk sözcükleri fısıldamak, fidan dikmek bana göre değil, diye düşünebilirsiniz.
“Yavuz Bahadıroğlu’nun tuzu kuru ki, çiçeklerden böceklerden dem vuruyor; oysa benim bunlara ayıracak vaktim yok” da diyebilirsiniz.
Ömrünüz boyunca “küresel ısınma”, “global ekonomik kriz”, “Ergenekon Davası”, “Aktütün baskını”, “Erdoğan-Baykal kavgası”nı konuşabilirsiniz.
Peki, ne zaman yaşayacaksınız?
YAVUZ BAHADIROĞLU
Gönülden
11-05-2008, 14:40
Önce Başbakan akıllı ve mantıklı bir tavır sergileyerek, halka ihtiyacı olan morali vermeye çalıştı. Bunda istenilen seviyede başarılı olmasını medya ve muhalefetin menfi propagandası engelledi. Medya ve muhalefet, Başbakan'ın gayretlerine iştirak ederek zor günlerin atlatılmasına yardım etmek yerine, tam tersini yaptı ve Tayyip Erdoğan'ın krizi küçümsediği ve önlem almakta geciktiği propagandasıyla suyu bulandırdı. Halbuki, İngiltere basını, memleketleri ABD'den sonra krizi en ağır şekilde yaşayan ülke olduğu halde, başbakanlarının sakin tavrını överek kendisinin tam bir devlet adamı gibi davrandığını yazdı. Bu arada, nükleer saldırıya bile dayanıklı sınır karakolu inşaatı gibi milletin maneviyatını yükseltici bir önemli icraat medyada siyasete kurban edildi. Başbakan'ın ölüm riskine aldırmadan sınır vilayetlerini ziyareti bile çelik yelek giydi denilerek küçümsendi. Ancak, vicdanıyla düşünenler teslim ederler ki, Başbakan krizin başından beri olağan görev sınırlarının üzerinde bir performans sergilemektedir.
SAMİ USLU
Gönülden
11-08-2008, 12:55
Siz hiç “yüksüz insan” gördünüz mü?
Hiçbir insan “boş” değildir.
Her insanın bir “yükü” vardır.
Peki nedir sizin özenle koruduğunuz, üzerine titrediğiniz “yükünüz?”
Yükünüzü nerede taşırsınız?
Kalbiniz de mi?
Sırtınız da mı?
Bir başkasına emaret edilebilir mi o?
Yükünüz büyük mü, yükünüz ağır mı?
Değerini neyle ölçersiniz?
Ya kendi değerinizi neyse ölçersiniz?
Var olmak büyük bir yüktür.
Var olup insan olmak da öyle.
ALLAH'ın bütün nimetleri insana bir yüktür.
Bu dünya hayatında insanı anlamlı kılan da o yükü karşılama ve üstlenme gayretidir.
İnsan ki gayretinden ibarettir. O gayretin samimiyeti oranında sonuç başkalaşır.
Her nimet kendi cinsinden bir şükür ister.
İnsan yüküyle ağırlaşır.
İnsan yüküyle değer kazanır.
İnsan içinde, kalbinde, fikrinde, vicdanında taşıdığı yükün değeri kadar değerlidir.
Yüksüz insan yoktur, yükünün farkında olmayan insan vardır.
MEHMET GÜNDEM
Gönülden
11-10-2008, 15:10
BİR MATERYALİST OLARAK, ONUN ASIL SAVAŞI, ’DİN’LER İLE İDİ!
Bu arada, C. Dündar, M. Kemal’in asıl mücadelesinin ’din’le olduğunu, ama bunu filmine yansıtamadığını da itiraf ediyor..: ’Asıl mücadele ne Yunanlılara, ne asî Kürtlere, ne de gericilere karşı veriliyor. Atatürk’ün asıl mücadelesi, ’İktidarı, gökyüzünden yeryüzüne indirme meselesi.’ Ben bütün mücadelesini topyekûn elden geçirdiğimde bunu gördüm. Yapmaya çalıştığı çok özel bir şey, sadece Türkiye’yi değil, bütün insanlığı ilgilendiriyor. Bütün insanlığı dönüştürebilecek bir şeyden söz ediyor. …bunu insanlık tarihinde söyleyebilecek başka bir lider bilmiyoruz. ’Biz ilhamlarımızı gökten değil, yeryüzünden alıyoruz, bizim ilkelerimiz gökten indiği sanılan kitabların dogmalarıyla bir tutulmamalıdır’ diyor. Burada sadece İslam da söz konusu değil, bütün dinlere bir gönderme var.’ (Ki, bu sözler 19. yüzyıl katı pozitivizminin, materyalizminin de sözleridir.-SEÇ)
-Peki o zaman filmde niye bunun altını daha çok çizmediniz? Öyle geldi geçti...
- Haklısın. ...Ama sen de kabul et ki bu kolay bir mesaj değil, …biz üzerinden 70 yıl geçtikten sonra bile henüz o cesarette değiliz. Bahsettiği, Barack Obama’nın İncil’e el basarak yemin etmesine uzanan bir süreç. Bütün insanlık tarihinde dinin tamamen siyasal ve toplumsal hayattan silinmesinden söz ediyor. Bu kadar radikal bir lider!’
Onu bir ’İslâm kahramanı’ diye niteleyen goygoycular, hele de ilâhiyatçılar; nerdesiniz?
Onun, ’İslam’ın kabulü, bizi diğer Müslüman toplumlarıyla bir araya getirmeye yardımcı olmadığı gibi, millî hislerimizi uyuşturdu, millî bağlarımızı gevşetti.’ lafını n’apacaksınız?
Devam ediyor Dündar: ‘- Ciddî bir sansür var Atatürk’ün üzerinde. ’Nasıl olabilir? Kim cüret edebilir?’ diye düşünüyorsun. Cüret edenlerin bazıları en yakınları. …istiyorlar ki Atatürk’ü herkes sevsin.. ...Okullarda okutulsun diye Âfet İnan’a dikte ettirdiği, hattâ oturup bizzat yazdığı bir kitap.. Bir lider düşün ki, ’Ben bir kitap yazdırıyorum, alın bunu okullarda okutun’ diyor. Onu okullarda okutmayı bırak, şu anda piyasaya çıkaramıyorsun.. Kitabın Tarih Kurumu’nca basılan versiyonunda bazı yerler çıkarılmış.. ’
İşte böyledir ol hikâyet.. Ve hepimizin acı hikâyesidir bu.. Çünkü laik rejimin temeli o!. Biz hep bunu anlatmaya çalışıyoruz. Resmî dayatmayı bırakınız da, millet, fobi ve korkularıyla ’dokunulamayan’ı, bir tabu gibi değil, adam gibi, hür iradesiyle tartışsın; var mısınız?
SELAHADDİN ÇAKIRGİL
Gönülden
11-10-2008, 15:59
Tüm zamanların Müslümanlarını bekleyen sorumluluk aynıdır. Bu günde Müslümanlara gerici, mürteci, fundamentalist, radikal, fanatik, köktenci suçlamasında bulunabilirler, bu mümkün… Ama onlara soyguncu, hortumcu, talancı, yalancı, sahtekar, hilekar, dolandırıcı, ırz düşmanı diyemezler, diyememelidirler… Ya da dedirtmemeliyiz… Ahlaki temsiliyetteki gücümüz ve güzelliğimiz buna müsaade etmemelidir… Cesaret, cömertlik, mertlik, dürüstlük ismimizin sıfatı olmalıdır… Erdem, onur ve ahlakımızla bizden önce namımız yürümelidir…
Ahlaki yüceliğimizle aleyhimizde tezgahlanan komploları ve kampanyaları boşa çıkartabilmeliyiz…
Düşmanlarımıza karşı siyasi gücümüz yeterli olmayabilir, askeri gücümüzle onlarla boy ölçüşemeyebiliriz ama ahlaki gücümüzle onların hilelerini ve hesaplarını bozabilmeliyiz… Hani, hatırlayıverin, Mekke’nin en azılı müşrikleri bile emanetlerini Muhammedu’l – Emin’e teslim etmek durumunda değiller miydi?
İşte bugünde cellatlarımız bile emanetlerini bize verebilmeliler… İşte o zaman ahlaki yapımızla kapalı yüreklerin kapılarını tıklayabiliriz…
Tüm kalleşlikler kardeşlik duvarımıza çarpıp tuz-buz oluverir…
Bireyci, dünyacı, fırsatçı, çıkarcı, hazcı acımasızların dünyasında sehavet ve merhamet ile yolumuza devam edebiliriz…
Bize yönelik tüm hile, hinlik ve hainlikleri hilim ve hikmetle savabiliriz…
Allah’ın terazisinde ahlakın ne kadar ağır bastığını biliyoruz…
Düşmanlarımızın silahı ahlaksızlık olsa bile bizim cevabımız ahlak ve erdem olacak…
Güç, iktidar, fırsat bizde olsa bile bu zorbalığa ve sömürüye neden olmayacak… Gücü sınırlayacak ahlaki değerler öne çıkacak…
Cinnetin eşiğine gelmiş toplumsal travmaya, çıkar ilişkisine dayalı ekonomik dünyanın çarpıklığına ve doyumsuzluğuna, siyasetin seviyesizliğine, zorbaların tanrılaşma ve hayvanlaşma heveslerine karşı kalkış noktamız ahlak çağrısı olacaktır… Rahmet meltemleri estirmek, merhamet kanatlarını germek, adalet ve emniyet iklimini sunmak için bir ahlaki kalkış kaçınılmazdır…
Siyasal yozlaşma, sosyal kokuşma, ticari çürüme ahlaki bir sorgulamayı zaruri kılıyor…
Artık siyasete, ticarete, kültüre, düşünceye, sanata, edebiyata, sokağa, pazara, kamuya, tüm alanlara ve anlara ahlakı taşımak farz oldu… Tabii ki, sessiz, sinik, teslimiyetçi, pasif bir ahlak değil; sorgulayan, denetleyen, savunan bir ahlak sistemi… İtaati öğrettiği gibi itirazı da olan bir ahlak… Hep “Evet efendim”ci değil, sırasınca “Hayır”da diyebilen bir ahlak öğretisi… Modern dünyanın çıkmazlarında dik durmayı öğretecek erdem iklimi…
RAMAZAN KAYAN
Gönülden
11-11-2008, 12:37
Evet, yüce bir ahlakla duruşunu netleştirmeyen yürüyüşünü sürdürmeyenin ruhu yorgun, söylemi yavan, zemini kaygandır… Dikkat edilirse yolda dökülenlerin çoğunun nedeni, ahlaki zaafiyetler olduğu görülecektir…
Benliklerimizi okşayan beğenilerin bizi şımartmasından ve şaşırtmasından endişe ediyorum… Kendimizi öncelediğimiz ve sadece kendimizi önemsediğimiz günden beridir ki, ortak mücadele ruhu ve heyecanı zedelenmeye başladı…
Yenilgiden korkmuyorum, acelecilikten doğacak fevriliklerden, olumsuzluklardan oluşacak feverandan çekiniyorum… Uzun soluklu bir seferi sürdürecek sabır ve sebattan yoksun kalmak en ciddi bir tehdittir…
Başaramamak önemli değil, başarının büyüsünün bizi bozmasından kaygılanıyorum… Siyasi başarıların nasıl baş döndürdüğüne, ticari kazanımların baştan çıkarıcı etkilerine az mı tanık olduk?
Büyümenin büyüsünü bozacak tevazu ve teenniye sahip miyiz?
Güzelim değer ve doğrulara yönelik şüphe ve vesveseler salınırken bunu savacak ihlas ve yakini kuşanabildik mi?
Üzerine titrediğimiz ilkeler yeni zamanların gerekliliklerine feda edilirken savunma refleksimizi bilememiz gerekiyor…
Her türlü aracı, alanı, yolu, yöntemi mubah-meşru gören makyavelist, liberalist aklın, anlayışın doğruyu, güzeli, iyiyi öncelemesini ve bunun üzerinde direnmesini beklemek safdillik olur…
Artık akıl, kurnazlıkların, hileciliğin, iş bitiriciliğin aracıdır…
Bilgi “hamd”in, “şükr”ün vesilesi olması gerekirken “gurur”un, “kibr”in nedeni olmaya başlar…
Sermaye, şımarmanın ve sömürünün tetikleyicisi ise o zaman geçmiş kavimlerde refah içinde nimetlerle şımaranların akıbetine bakmak lazım…
Güç ve iktidar, tekebbür ve tahakkümle sonuçlanıyorsa, adalet ve ahlak ayak altı demektir…
Ama tüm olumsuzluklara rağmen, yani ahlaksız bir dünyada ahlaklı yaşamanın imkanı bizdedir…
Bu açıdan bir ahlak yürüyüşü başlatmalıyız… Ya da yürüyen ahlak olmalıyız… Ahlakı ayağa kaldırdığımız zaman nice kapalı kapıların bize açıldığını göreceğiz… Ahlak üzerinden yürekler arası köprüler örülecektir…
Tabii ki, bizim derdimiz ahlakçı olmak değil, ahlaklı olmaktır…
Hem nasıl bir ahlak?
“Amentü” ile formüle edilen esasların oluşturduğu bir ahlak…
Şayet dinamik bir ibadi hayatı kurmaz, üstün bir ahlakı kuşanmaz isek, o zaman hazlarımız ibadetleşmeye başlar, hevanın tutsağı oluruz…
Çıkış yolumuz ise; takva ile tahkim edilmiş yüce ahlaktır…
RAMAZAN KAYAN
Gönülden
11-12-2008, 13:28
Ancak insanlar son peygamberden sonra da yoldan sapmalar yaşamış. Ancak, hiçbir sapma modern diye tanımlanan batı modernitesinin yaptığı sapmayı aşamamıştır. Batı aydınlanması diye de tanımlanan modern dönemden önceki sapmalar; Allah’ı veya dini inançları toptan reddetme yerine, kendi çıkarlarına uygun bir yorumunu savunarak doğru yolda olduklarına inanırlardı. Çoğu kez de yaptıkları işin meşru olmadığı şüphesini derinden duyarak pişmanlıklara kapı aralarlardı. Ancak batı modernitesi sonrası ise; insanlık yeni bir duruma evrildi. Bizzat Allah inancı ile birlikte Allah’ın varlığı konusunda da şüpheler oluşturarak tanrısız bir dünya kurgulandı. İşin insani boyutu açısından bakıldığında son peygamber ve vahiy gönderilmiş, vahiy ise, bir kitap (Kur’an) olarak elimizde bulunmaktadır. Fakat insanlığın karşı karşıya kaldığı durum gerçekten çok trajik; kendi velinimetini; yani yaratıcısını yok sayarak yeni bir dünya kurma oynaşında bulunmaktadır.
Batı dünyası ve kültürü bu durumda! Peki, İslam coğrafyasında durum ne âlemde acaba?
İslam coğrafyası, özellikle Osmanlının gerilemesi ile birlikte siyasi üstünlüğünü da kaybederek derin bir mağlubiyet psikolojisine yakalandı. İbn-i Haldun’un belirttiği gibi: ‘Mağluplar, galiplerini taklit ederler’ ilkesince körcesine bir batı taklitçiliği başladı. Yönetimlere ve siyasi erke bu batıcı kültürü benimseyenler geçti. Ve geçmişe ait ne varsa ona yönelik bir düşmanlık psikolojisi ile saldırı başladı. İslam ve Müslümanlığa yönetim ve iktisat alanlarında geçit verilmedi. 20. Yüzyılın ilk yarısına kadar böyle devam etti. Daha sonra demokrasiye geçiş süreçleri başladı. Kaba bir din düşmanlığı daha rafine hale getirilerek devam ettirildi. Ancak, millette de derin bir uyanış başlamıştı. Bu uyanış, milletin kendi düşüncelerine ait veya saygısını belirtmekten uzak durmayanlara iktidar yolunu açtı. İslam coğrafyasının birçok yerinde İslami muhalefet çabaları cidden güçlendi, bazı yerlerde de iktidara ortak oldu. Bütün bu gelişmeler iyi olmakla birlikte, yaşanan derin mağlubiyet psikolojisi ve dini bilgiyi elde etmede modern kültürün dayatması altında bulunması en önemli engel olarak tarihe adını yazdırdı.
ABDULAZİZ TANTİK
Gönülden
11-13-2008, 17:15
* İnsan bazen kendi istediği gibi sevilmeyebilir, ancak bu hiç sevilmediği anlamına gelmez…
* İnsan kimi zaman çok haklı olarak bazen sinirlense bile, asla acımasız olmamalıdır…
* Arkadaşlarınız, dostlarınız, sevdikleriniz ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, sizi ne kadar büyük bir sevgiyle severlerse sevsinler, bazen size karşı hatalar yapabilirler, sizi üzebilirler; bu durumda bile onları sevmekten ve affetmekten vazgeçmemek gerekir…
* Başkaları tarafından affedilmek yetmez, asıl önemli olan kişinin kendi kendisini affetmesidir...
* İnsan ne kadar kırgın, kızgın, bıkkın, yorgun, ezik, acılı olursa olsun, hayat devam eder…
* Başkalarından enerji alan insanlar, başkaları enerji üretemediği, yahut o insana transfer yapamadığı an yıkılmaya mahkûmdurlar; enerjisiz kalmak istemeyen insan kendi elektriğini üretmeli, bir anlamda yüreğini jeneratöre (enerji merkezine) dönüştürmelidir…
* İki kişinin tartışması birbirlerini sevmedikleri, hiç tartışmayanların ise birbirlerini sevdikleri anlamına gelmez...
* Aynı yere, hattâ aynı şeye bakan iki kişi çoğunlukla farklı şeyler görürler. Gördükleri genel olarak görmek istedikleriyle ilgilidir.
* Hayatı her zaman dürüst bir şekilde yaşayanlar, vardıkları sonuçları fazla önemsemezler…
* Sizi doğru dürüst tanımayan, sizin de doğru dürüst tanımadıklarınız, birkaç gazete haberiyle hayatınızı birkaç gün içinde altüst edebilirler…
* İftira okuna karşı dayanabilecek güçte bir zırh yoktur…
* Hayat çok renkli, çok çetrefil bir serüvendir. İnsan dahil her şeyi “doğru-yanlış”, “günah-sevap”, “olumlu-olumsuz” şeklinde yalnız siyah-beyaz görme eğiliminde olanlar bu renk cümbüşünü kaçırırlar. Tekdüze bir keyifsizlik içinde yaşarlar
YAVUZ BAHADIROĞLU
Gönülden
11-13-2008, 19:16
Sürekli kendini sorgulamalı, “Şurada daha temkinli davranamaz mıydım; şu meselede daha mülayim olamaz mıydım?” türünden suallerle nefsini hesaba çekmeli ve geniş düşünmenin herkes için en selametli yol olduğu mülahazasını hep hatırda tutmalıdır.
Hayat yolunda kendimize hayat felsefesi yapmamız niteliğindeki satırlar için teşekkürler
Gönülden
11-14-2008, 14:22
Müslümanlar olarak, indirgemeci tanımlara, sömürgeci dile, mantığa, söyleme, yaklaşıma mahkum olmadığımızı öğrenmeliyiz, Bizler, Müslümanlar olarak kendimiz kalmak, kendimiz olmak istiyoruz, ideolojik çevreler bizim kendilerine benzememizi ve kendimizden vazgeçmemizi istiyor. Sömürgeci dil, ötekileştirici, yabancılaştırıcı, aşağılayıcı bir dil’dir. Bu nedenle de hakkaniyetten ve adaletten uzaktır, ideolojik düşünme biçimlerinin, her tür düşünsel özgürlüğe kapalı olduğunu bilmek gerekir, içerisinde bulunduğumuz dönemde, İslam dünyasında, Türkiye’de de İslamcı algı/bilinç/proje ve yapılanmalara karşı, bu yapılanmaları etkisiz kılmak üzere yeni bir kuşatma çalışması yapılıyor. Kuşatmaları ruhumuzda hissetmediğimiz için, kuşatmaya karşı alınması gereken önlemleri, tavırları konuşmuyoruz, Anlaşılması güç bir tevekkül anlayışı içerisindeyiz, anlaşılması güç bir rehavet içerisindeyiz. Hiç bir rahatsızlığımızı dile getirmiyoruz, her kuşatmayı, saldırıyı bir kader gibi kabul ediyoruz, İslam dünyası ülkeleri/toplumları jeopolitik kimlikleri olmayan, stratejik bakış açıları olmayan ülkeler/toplumlar olarak yaşıyor.
Sömürgeci yapılar tarafından ötekileştirilenler, zayıflar, güçsüzler için her vesile ile bir olağanüstü durum, bir sıkı denetim/sıkı gözetim durumu icat edilebiliyor. Ötekiler için, zayıflar için kurallar işletilmeyebiliyor. Hukuk boşlukları Türkiye’de olduğu gibi yönsüzlüklere ve olağandışı durumlara yol açabiliyor. Siyaset bir türlü siyasal alana bırakılmıyor, bireyler gereği gibi siyaset yapamıyor, toplum iktidara katılamıyor. Okullar/üniversiteler ideoloji, üretim merkezi gibi kullanılıyor, buralarda pedagojik mühendislik yapılıyor. Otoriter toplumlarda resmi/ideolojik vatandaş algısı, bireyin kendisini gerçekleştirmesine izin vermiyor. Aynı şekilde İslami kesimlerde de, bir hizbe, bir cemaate, bir lidere bağlananların bireyselliklerine hiç kimse saygı duymuyor. Bu yolla, bütün otoriter yapılar, her durumda edilgin üyeliklerle varlıklarını sürdürebiliyor. Tüm otoriter yapılarda liderlikler topluma karşı, cemaate karşı sorumluluk taşımıyor. Daha güçlü bir iradeyi taklit eden bireylerin de, toplumların da, bu yolla, hiç bir sorunlarını çözümleyemediklerini hatırlamak gerekir
ATASAY MÜFTÜOĞLU
Gönülden
11-14-2008, 16:37
İnsanları mahçup etmemeye azami gayret göstermeli, başkalarının en büyük hatalarına bile müsamahayla yaklaşmalı, onlardan özür beklemeden ve onların suçluluk psikolojisi içine girmelerine fırsat vermeden mümkünse maruz kaldıkları kötülüklere makul mazeretler bulmalıdırlar. Muhataplarının hatalarını yüzlerine vurarak onları utandırmamalı, suçluluk psikolojisine sürükleyerek kendilerini müdafaa etme zaafına düşürmemelidirler. Kendi hal ve davranışlarının bazı yanlış mülahazalara sebebiyet vermiş olabileceğini düşünmeli, bunu ikrar ederek muhataplarını rahatlatmalı ve ne yapıp etmeli, onları kin, nefret, iftira gibi şeytani tuzaklardan ve bu günahlara girerek ahiretlerini kaybetme talihsizliğinden korumalıdırlar.
Çok güzel ifade etmişsiniz Yalçın bey bugün bu kesintiyi bizlere iki sefer okuttunuz ...insanlar yaptıklarını sorguladığı mühletçe doğru yolu bulurlar haklısınız...bizlerde buna azami gayret gösteriyoruz...velhasıl bazen doğru diye yaptıklarımız farkına varmadan yanlışlıklara sebep olabiliyoruz...yine yaptığımız her yanlıştan Yaradana sığınıp affını dilemek en güzelidir..
Paylaşım için teşekkürler..
Gönülden
11-15-2008, 10:18
Biz Müslümanlar için en kuşatıcı, en belirleyici, en genel, en temel, en ulvi, en büyük ilke tevhid ilkesidir. İslam
bütüncül bilgiyle temellendirilmeyen iddiaları aldatıcı iddialar olarak değerlendirir. Gerçekle uyuşmayan, zanna dayalı
bilgiler, aldatıcı bilgilerdir. Hayatımıza vahyin ve aklın birliği yön vermelidir. Islama inanmak', hakikatin, bilginin,
insanlığın, birliğine inanmak demektir. Bütün değerlerin, ilkelerin, erdemlerin barbarca yok edildiği bir dünyada ahlaki
erdemleri, ufukları, değerleri îslam temsil etmeye devam ediyor.
Medya'nm, İslam ile ilgili, îslam toplumları ile ilgili, îslami hareketlerle ilgili olarak yansıttığı şeylerin kesinlikle bilgi
olmadığını bilmek gerekiyor. Günümüz dünyasında îslamın marjinalleştirilmesi yolunda bir kamuoyu mutabakatı
üretilmeye çalışılıyor. Bu amaca yönelik olarak, bağımsızlık hareketleri, direniş hareketleri tarafından sürdürülen
mücadeleler,çok muğlak bir şekilde kullanılan "terörizm" tanımı ile yaftalanarak etkisiz hale getirilmek isteniyor.
Tiranların, şiddet eylemleri, barbarlıkları medya'da kesinlikle yansıtılmıyor, tiranların eylemleri terör sayılmıyor.
Küresel iktidar bir olağanüstü hal iktidarıdır.
İçerisinde yaşadığımız dönemde, îslam toplumlarını kuşatan en büyük sorun dayanışma yoksunluğu sorunudur.
Geçici umutlara yaslanmak yerine, soylu bir dava bilinci ve bağlılığı içerisinde, en geniş anlamda bir umut ve
sorumluluk ortaklığı gerçekleştirmek gerekir. Bilincimizin ve ruhumuzun heyecanlarını aşkla yüklenerek her alanda
bir direnme yeteneği kazanabilmeliyiz. İlkesel yetersizlikleri, yüzeysellikleri aşarak, her türlü yabancılaştırıcı etkiye
karşı, düşünsel, ahlaki, kültürel direnişi yükseltebilmeliyiz. Toplumsal çıkarlara göre hareket etmek, ulusal çıkarlara
göre hareket etmek, hakikate göre hareket etmek anlamına gelmez.
Onurumuzla yasamak elimizdedir.
Bunun için ahlaki bir devrime, nihai anlamda bir tercihe ihtiyacımız vardır. İnandığımız temel ilkelerle, hayatımız ve
ilkelerimiz arasında eksiksiz bir uyum sağlayabilmeliyiz. Sahici bir hayat yaşayabilmek için, erdemli iradelerin içtenlikli
dayanışması, hayati önem taşıyan bir konudur.
ATASAY MÜFTÜOĞLU
Gönülden
11-15-2008, 14:46
Paylaşımlarımızla bugün sizlerin okuduğu alıntılarına vesile olabilmişiz...teşekkürler efendim..
Gönülden
11-17-2008, 17:56
Zaten İslamiyet sürekli dinamizmdir. Müslüman ise dinamik insandır. Elinden geleni yaptıktan sonra Allah’a tevekkül eder, kaderin hükmüne teslim olur ve kendini yeni başlangıçlara hazırlar.
Unutmayın: Beşerî sistemlerin tıkandığı bir dünyada yaşıyoruz. Bir zamanlar insanlığa dünya cenneti vadeden komünizm çöktü. Yıllardır yazılanlar çöplüğe gitti. İddialar bir bir yalanlandı. Eski komünist liderler bile, bir şansları daha olsa asla komünist olmayacaklarını söylüyor.
Onların bir şansları daha yok. Ama Müslümanın var. Ayrıca İslam’ın hiçbir hükmü yalanlanmamış, yüzyıllar önce yazılan kitaplar bile daima değerini korumuş, her zaman kitleleri etkilemiştir. Çünkü İslam vahiydir. Doğrudan Allah'ın hükümlerini içerir. Ve Allah asla yanılmaz.
İşte bu yüzden şanslıyız, talihliyiz. Sahip olduğumuz değerin farkında olalım ve emrolunduğumuz gibi dört elle Allah’ın ipine sarılalım.
Ondan sonra da Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi, diyelim:
"Hak şerleri hayreyler
"Zannetme ki gayreyler,
"Garip anı seyreyler,
"Mevla görelim neyler?
"Neylerse güzel eyler."
Şunu da unutmayalım ki: "Herkesin bir hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı var. Ve yalnız Allah’ın hesabı yanılmaz hesaptır
Yavuz Bahadıroğlu
Gönülden
11-18-2008, 15:38
Her toplum, hangi alanda olursa olsun, tarihsel, düşünsel, siyasal, felsefi gelişmeleri, değişim ve dönüşümleri, kendi kültür ve uygarlık değerleri, yaklaşımları, kendi kültür ve uygarlık mantığı içerisinde algılar, değerlendirir, hayata kazandırır. Laiklik söz konusu olduğunda kesinlikle böyle bir hassasiyet gösterilmiyor. Günümüz dünyasında ifade özgürlüğü de, politik bir araç olarak kullanılıyor, ifade özgürlüklerini ancak egemen ideolojik düşünceler/unsurlar kullanabiliyor. İslam karşıtı dil, her tür ifade özgürlüğünden yararlanabilirken, Siyonist karşıtı dil, hiç bir ifade özgürlüğünden yararlanamıyor. Günümüzde, Müslüman halkların/toplumların güvenlik sorunları hiç bir şekilde gündeme alınmazken, İsrail’in güvenlik sorunu bütün dünyanın gündeminde her gün önemini koruyabiliyor.
ATASAY MÜFTÜOĞLU
Gönülden
11-18-2008, 17:37
Din deyince hurafedir diye her şeyi eleştirenler, Atatürk söz konusu olduğunda hurafeciliğin en kabasını yapıyorlar. Âlemleri Efendisinin hayatının her safhasını teşrih masasına yatıranlar, Osmanlı hanedanı hakkında yalan yanlış her şeyi söyleyebilenlerdir bunlar!
Bu Atatürk sevgisi filan değildir. Açıkça Atatürk’ün putlaştırılması, gerçek hayattan koparılarak, anlaşılmaz, takip edilmez, istifade edilmez hale getirilmesidir.
Atatürk’ün hayatta iken şiddetle karşı çıktığı bir idrak biçimi bugün Kemalist düşüncenin en belirgin vasfı olmuştur.
Putlaştırılan sadece Atatürk olsa yine iyi, fikirleri, düşünceleri de eleştirilmez, dokunulmaz, yan gözle bakılmaz ilahi hakikatler gibi sunulmuştur. Belli bir dönemin problemlerine çare olmak üzere terennüm edilen düşünceleri, Türkiye hep o çağda kalacakmış gibi ebedi hakikatlermiş gibi algılanmıştır.
Hâlbuki Atatürk de insandı. Fikirleri de her insanın fikirleri gibi fanidir. Fikirlerde insanlar gibi, doğarlar, gelişirler, büyürler ve de ölürler. Yok, Atatürk ün fikirleri ölümsüzdür demek eşyanın tabiatına aykırıdır.
Üstün meziyetleri vardı, ama zaafları da vardı.
Doğruları vardı, ama yanlışları da vardı.
Cüret ve cesareti vardı, ama korkuları da vardı.
Alkışlanacak, taklit edilecek yönleri vardı, ama eleştirilecek yönleri de vardı.
Yumruğu vardı ama kalbi de vardı.
Böyle bir Atatürk, putlaştırılarak toplumdan koparılmış bir Atatürk’ten bin defa daha evladır.
Demokratik toplum olmanın gereği de bunu gerektirir. Özel hayatlarında dahi Atatürk’ ü örnek alan Kemalistler Atatürk’ ün özel hayatının halk tarafından öğrenilmesinden rahatsızlık duyuyorlar. Bu ne yaman çelişki.
SELÇUK ÖZDAĞ
Gönülden
11-19-2008, 18:05
Modernlikle birlikte hayatın her alanında bölünmeler yaşandı. Bütünlükler bozuldu. Hayatın her alanı araçsal rasyonalitenin baskısı altına girince hayat, insanî boyutlarını/derinliklerini yitirdi. Sekülerleşme ve araçsal rasyonalite, bütün anlam/ahlak/erdem/bilgelik kaynaklarını, sistemlerini/söylemlerini hayatın dışına sürgün etti. Aklın ve bilimin efsaneleştirilmesi, bağnazca putlaştırılması, bir davranış mühendisliği şeklinde eğitim hayatında egemenliğini sürdürüyor. Rasyonalite, teknoloji ve bürokrasi, hayatın, toplumun, tarihin, insanın, felsefenin ruhunu yok etti; dini, ahlakı ve kültürü marjinalleştirdi. Modern elitizim kendisini hiçbir değer sistemine ihtiyaç duymaksızın ifade etmeye çalışan bir sanat/edebiyat akımı oluşturdu. Sanat için sanat, edebiyat için edebiyat anlayışı öne çıktı. Türkiye'de siyasal hayatın kendine özgü yasaları var. Siyasal hayat ne modernliklerden ne postmodernliklerden etkileniyor. Türkiye'de siyaset, içerikten yoksun, ideolojik kavramlarla, farklılıkları ve başkalıkları yok etmek isteyen totaliter bütünlüklerle sürdürülüyor.
Postmodern dönem, eşya fetişizminin, imajların, enformasyonun ve medyanın belirleyici olduğu bir dönem oldu. Kültür, tüketim kültürüne, eşya ve haz kültürüne dönüştü. Yığınlar manipülasyonların nesnesi haâline geldi. Postmodernizm bir tür nihilizme yol açtı.
Türkiye çok çarpık, çok biçimsel, çok yüzeysel, çok öykünmeci bir modernleşmenin, postmodernleşmenin etkisi altındadır. Farklı halk ve kültürlerin, ötekilerden ne daha iyi ne de daha kötü, yalnızca farklı olduğu iddiası; postomdernliğin temel yaklaşımıydı. Ancak görülebileceği üzere bu yaklaşım, Müslümanlar için hiçbir şekilde hayata geçirilemedi. Modernlik/postmodernlik, Türkiye'de bir maneviyata, ahlaka karşı savaş biçiminde temsil ediliyor. Modernlikler, değer yargılarını, bilgelikleri, erdemleri bilgi alanının dışına çıkarıyor. Türkiye ne modern olmayı ne de geleneksel kalmayı başarabiliyor.
Atasoy Müftüoğlu
Gönülden
11-19-2008, 19:18
Onlar müslümanları ayırmaya yönelik planlar yapa dursunlar... büyük planı başlarına yıkacak olan en büyük plan sahibi elbetteki yüce Mevlam'dır...İslamiyet yeryüzünü şereflendirdiği günden itibaren savaş müslümanlaradır...ve yıllardır müslümanlığın en büyük temsilcileri olan bizleri dinsizleştirme güdüleri artık politikaya döndü...onlar halkımızı bu cehalete rağmen kandıramadılar...o zaman düşmandan önce kendi toplumunu eğiteceksin ki yeniden dünyaya kendini gösterebilesin..
Paylaşımlarınız için teşekkürler
Gönülden
11-21-2008, 15:33
İşte o müthiş söz: "Yeryüzünde karşılaştığınız veya gördüğünüz tüm fenalıkların, kötülüklerin oluşmasının sebebi üçtür. Bunlar:
1. Haksız kazanç elde etmek,
2. Gerekli olan yerlere harcama yapmamak,
3. Gereksiz yerlere ise harcama yapmak."
Köyden şehre, mahalleden başkente, gecekondudan villaya kadar yaşanan hayatta tarifi mümkün olmayacak derecede israf söz konusudur. Tüketim ekonomisinde israf tavan yapmıştır.
Bu noktaya elbette birden gelinmedi. Toplumun içinde bulunduğu iki temel buhran-krizin fark edilememesi, nice nice krizlerin oluşmasına sebep oldu. Kıyamete kadar devam edecek iki temel buhran vardır. Bunlar iman ve ahlak buhranıdır. Diğer buhranlar, krizler, bu iki temel buhranın neticesidir.
Etrafımıza baktığımız zaman, toplum, yiyenler, yarışanlar, sevişenler ve içenlerin ağır bastığı bir toplum olmuştur. Kafalar, kalpler ve mideler Allah'ın ayetleri ile adeta savaşmaktadır. Son üç asırdır ve bilakis cumhuriyet döneminde ekonomi ve teknolojinin başını Müslümanlar çekmedi. Sadece tüketime mahkûm edildi.
İhtiyaç maddelerinin üretilmesi yerine, gereksiz ve faydasız şeyler üretildi. Çünkü üretimin başında bulunan zihniyetin, ahiret kaygısı, hesap verme diye bir düşüncesi yoktu.
Üretimde bilgilendirici reklâmlar yerine, yanıltıcı, abartıcı reklâmlar, toplumun iştahını kabarttı. Bir insanın cebinde birden fazla kredi kartı taşınmaya başladı. İnsanı yönetmek kadar, ekonomik yapının yöneltilmesinin önemi gözardı edildi. Ekonominin, ahlaki yapısı, Yaratan ile bağlantısı, maksat ve hedefi belirtilmediğinde, insanlık için büyük bir fitne olur. Ahlak, hukuk ve ekonomi değerlerinin kaynağı öncelikle vahiy ve vahyin gölgesinde iş yapacak olan akıldır.
Şu gerçek hiçbir zaman gözardı edilmemelidir. Allah'ın ayetleri (yasaları), toplumun davranışlarına göre tecelli eder. Buna sadece bir tane örnek verip, mesajımı noktalamak istiyorum:
"Peygamberleri onlara apaçık bilgiler getirince, onlar (inkârcılar), kendilerinde bulunan beşeri bilgiye (sanat, felsefe, teknoloji) güvendiler, onu alaya aldılar. Alaya aldıkları şey kendilerini boğuverdi." (Mümin sûresi/83)
ABDULLAH BÜYÜK
Gönülden
11-24-2008, 18:35
“…Bir avuç çapulcu eşkıya 25 yıldır bu ülkeye kan kusturuyor, bir türlü teröristin hakkından gelinemiyorsa onun da bir sebebi vardır. İşte Vakit gazetesinde yayınlanan o fotoğraf, sebebin ne olduğunu gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır. O resim Iğsız paşanın resmi değildir. O helikopterli piknik resmi PKK’nın niye bitirilemediğinin resmidir...” sorgulamalarına neden oluyor.
Tarihi kayıtlara baktığımız zaman kazanılan zaferlerin parayla pulla olmadığı, gerçek manada vatan, millet, inanç ve tarih şuurunun her şeye bedel olduğu gün yüzü gibi ortaya çıkıyor.
Kurtuluş Savaşı’nı milletle birlikte bizzat yaşayan, cephede düşmana karşı mücadele veren vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı birinciliğinden dolayı kendisine zorla verilen 500 lirayı, fakr-u zaruret içinde olmasına rağmen, fakir kadın ve çocuklara bir maişet temin etmek üzere kurulmuş olan "Darü'i Mesai"ye bağışlamıştı. Kurtuluş Savaşı işte böyle bir hassasiyet, iman ve inançla yapıldı.
İstiklal Marşı kabul edildiğinde, Mehmet Akif'in cebinde, Zonguldak milletvekili Hayri Bey'den borç aldığı iki lirası vardı. Millî Marş için 500 lira teklif edildiği günlerde 140 lira ile Ankara'da bir çiftlik satın alınabiliyordu. Paltosu dahi olmadığı için kışın bile ceketle dolaşan bu idealist İstiklâl şairi, çok soğuk günlerde, arkadaşı Baytar Şefik (Kolaylı)'dan muşambasını ödünç olarak kullanıyordu...
Baytar Şefik'in bir gün: Akif Bey, hiç olmazsa kendine bir palto alsaydın" demesi üzerine, ona darılıp iki ay konuşmamıştı.
Çok ötelere giderek; tarihte altın harflerle yerini alan hem devlet başkanı hem de ordusunun başında kumandan olarak seferlere katılan Sultan Alparslan’ın, Osman Gazi’nin, Sultan Yavuz’un, Sultan Fatih’in ve daha nice kumandanların sergiledikleri o destansı duruşlarına bakmamıza gerek yok.
Daha yüz yıl önce haksız eleştiri ve karalamalara maruz kalan Sultan Mehmet Reşat’ın bile, ordusunun başında kumandan olarak seferdeyken şehzade Ziyaeddin Efendi'nin doğum müjdesini aldığı zaman sevineceği yerde:
"Memleketin başına bir masraf kapısı daha açılması hoş değil..." diyecek kadar devlete yük olmaktan üzüntü duyması ve Osmanlı askerinin, sefere çıktıkları yol güzergâhında, ağaçlardan kopardıkları meyveler için mendil içinde para bırakan bir hassasiyet ne kadar anlam yüklü ise, 70 milyonun vatan için ödediği vergilerle helikopterli piknik sefası yapılması ve 17 Mehmetçiğin şehadet haberinin alınmasına rağmen golf oynamaya devam eden bir davranış tarzı da bir o kadar izaha muhtaçtır.
İşte bunun için bugünkü TSK idarecilerinin aynaya bir kez daha çok iyi bakması lazım.
Çünkü aynada ki şanlı tarihimizle bağdaşmayan; o golflü, skorskyli “nahoş görüntüler” bu milletin vicdanını ziyadesiyle rahatsız ediyor
habervaktim
Gönülden
11-25-2008, 18:15
Dünden bugüne bu kutlular yoluna baş koyanlar, dört bir yanda düşmanlık duygularının kö-rüklendiği, dost gönüllerin bile vefasızlık edip hasımları sevindirdiği, varlığını kine, nefrete bağla-mış ruhların diş gıcırdatıp hiddetle üzerlerine geldikleri durumlarda bile ne yeis, ne sarsıntı, ne öfke ne de düşmanca duygularla onlara karşılık vermeyi düşünmemiş; kötülükleri hep iyilikle savmış; fena muameleleri hüsnühâl, yumuşak beyan ve farklı ihsanlarla rehabilite ederek, âdeta bütün kırılmaları ve tahribatı tamire çevirmiş ve yıkma düşüncelerine yapma hamleleriyle muka-belede bulunmuşlardır. Bu itibarla da –maâzallah– bir gün ülkede her şey altüst olsa, yığınlar gidip karanlıklara gömülse, yollar harap olup köprüler yıkılsa; bu insanlar paniklemeyi inanç ve iradelerine karşı saygısızlık sayarak, yeis ve durgunluk içinde ölüm görüntüleri sergilemektense başkalarının yaşama hislerini harekete geçirmek için uçma gayretlerinde bulunacak ve her hâlle-riyle, yürüyebilene yolların açık olduğunu haykıracaklardır.
Ben inanıyorum ki, bu azim kahramanlarına, bugün olmasa da yarın mutlaka bir inayet eli uzanacak.. yollarını kesen tipi-boran dinecek.. kar-buz eriyip gidecek ve çevrelerindeki birkaç asırlık o kupkuru çöller Cennetlere dönecek ve mutlaka tâli’ onlara da gülecektir.
Yeis, yol kesen bir gulyabanî, acz ve çaresizlik düşüncesi ise ruhu öldüren birer hastalıktır. Şanlı geçmişimizde yol alanlar, hep imanla, ümitle yol almışlardır. Kendini acz ve ümitsizliğe sa-lanlar da yollarda kalmışlardır. Hissizler, hareketsizler yol alamazlar.. uyuyanlar hedefe ulaşamaz-lar.. hele azmini, iradesini yitirenler asla uzun zaman ayakta kalamazlar.
Şimdi, eğer yarınlarımızı düşünüyor ve dipdiri geleceğe varmayı düşlüyorsak, yolların yürü-nerek alınabileceğini ve zirvelere azim, irade ve plânlarla ulaşılabileceğini asla hatırdan çıkarma-malıyız. Ulaşılmaz gibi görünen zirveler şimdiye kadar defaatle aşıldı; defaatle yüksek tepeler az-min, iradenin ayaklarına yüz sürdü ve onlarda ulaşılmaz şahikalara ulaşma azmini coşturdu. As-lında hangi devirde olursa olsun yürüdüğü yolun, yöneldiği gayenin ve dayanıp bel bağladığı kuvvetin farkında olanlar, bu şuur ve kendi iç dinamikleri sayesinde tekrar tekrar o zirveleri aşmış ve o şahikalara ulaşmışlardır. Arz, onların ayaklarının altında küçüldükçe küçülmüş, gökler onla-rın irfanlarına sine açmış, mesafeler onların gayretlerine selâm durmuş ve karşılarına çıkan engel-ler de onları hedefe taşıyan birer köprü hâline gelmiştir.. evet, bu babayiğitler karşısında karanlık-lar her zaman bozgun yaşamış, musibetler rahmete inkılâp etmiş, sıkıntılar kurtuluş yolu olmuş, tazyikler de birer terakki rampası...
Sızıntı
Gönülden
11-26-2008, 17:38
Bilebildiğim kadarıyla, İstanbul’un bilinen ilk adı “Bizantion”dur...
Sonra Septimius Severus’un saldırısına uğrar. İstanbul’da taş üstünde taş bırakmayan Septimius Severus, yakıp yıktığı şehri yeniden inşa edercesine onardıktan sonra, oğlu Antonia’ya izafeten şehre “Antonia” adını verir.
Şehir idare merkezi olduktan sonra ise, “Secunda Roma” (İkinci Roma) olarak anılmaya başlanır. Bunun yanı sıra “Nova Roma” (Yeni Roma) ve “Bizans Roması” da denmektedir. Hattâ bazı yazışmalarda “Anthusa” ismine de rastlanır.
Derken Konstantin gelir ve ikinci kez kurar. Ve şehre, ikinci kurucusunun hatırına “Konstantin’in şehri” anlamına gelen “Konstantine Polis” denmeye başlanır. Fakat herkes aynı ismi kullanmamaktadır...
Slavlar İstanbul’a “Tsarigrad” (imparator şehri), Vikingler, Mihail isimli bir imparatordan dolayı, “Miklagrad/Miklagord”, Ermeniler “Konstandinu Kalak”, Araplar “Kustantina”, Osmanlılar ise “Kostantiniyye” isimlerini kullanırlar.
Fetihten sonra, kimi zaman “Konstantiniyye”, kimi zaman “Der Saadet” (Saadet kapısı), “Der-i Devlet” (Devlet kapısı), “Asitane-i Saadet”, “Ümm-i dünya”, “Darü’s- Saltanat”, “Dar’ü-l İslam” ve “İslambol” gibi isimler ve sıfatlar kullanılır.
Nihayet “İstanbul”da karar kılınır ve inşallah ebediyen “İstanbul” kalır.
•
Duriye Yanmaz;
“İstanbul’un yedi tepesinden bahsedilir, ama ben İstanbul’da tepe filan görmedim. Yoksa tepeleri düzleyip futbol sahası mı yaptılar? Şaka bir yana, yedi tepenin yerlerini yazarsanız sevinirim.”
• İstanbul Roma örnek alınarak tepeler üzerinde kurulmuş bir şehirdir. Tepelerin sayısı 7’dir. (Daha doğrusu idi)
1. Tepe: Üzerinde Ayasofya bulunan Akropolis Tepesi (Rakım 40 metre).
2. Tepe: Forum Constantini; bugünkü Çemberlitaş denilen bölge (Rakım 50 metre).
3. Tepe: Forum Theodosii; bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu tepe (Rakım 60 metre).
4. Tepe: Fatih Camii’nin bulunduğu tepe (Rakım 60 metre).
5. Tepe: Sultan Selim Camii’nin bulunduğu eski Aspar Tepesi (Rakım 50 metre).
6. Tepe: Harisios Tepesi; Edirnekapı bölgesi (Rakım 78.5 metre).
7. Tepe: Ve bugünkü Çukurbostan semtinin bulunduğu tepe.
YAVUZ BAHADIROĞLU
Gönülden
11-27-2008, 14:46
Sabancı Üniversitesi'nde Doç. Dr. olduğu kayda geçmiş Cemil Koçak, Star gazetesinden Fadime Özkan'ın sorularını cevaplıyor:
1) Atatürk'ün bir ideolojisi var mıydı, dine bakışı neydi?
c) Atatürk birleştirici bir figür (.........) Atatürk'ün dinle bir ilgisi olduğu kanısında değilim... Atatürk'ün ve Atatürkçü ideolojinin asıl arzuladığı şey, dinin emrettiği her şeyden azade olmuş bir toplum; bu da 19. yüzyılın aydınlanma felsefesi demek... Aydınlanmacılara göre din zımbırtıdır, ilkel insanlara mahsustur... Aydınlanma sayesinde bir gün öyle bir hale gelecek ki, dine gerek kalmayacak...
Pes doğrusu!..
Adam, Atatürk kıpkızıl bir kâfirdi demeye getiriyor...
Sabancı Üniversitesi'nde hoca olmak ayrıcalıktır... Eğer sen/ben ve bizim gibiler söylese, "Atatürk'e hakaretten" kodesi boylatırlar bize...
2) Atatürk de böyle mi düşünüyordu?
c) Aynen böyle düşünüyordu... Atatürk aydınlanmacıydı... İsterdi ki; Türkiye'nin büyük kısmı aydınlanma felsefesine inansın, ona göre yaşasın. Onun da dinle ilgisi çok zayıftır...
3) Ateist miydi?
c) Bilmiyorum (.......) dine değilse de varoluşa inanıyor muydu, bilmemiz mümkün değil...
4) Balıkesir hutbesi, dinî referanslar... Meclis'in Cuma günü açılması, dualar okunması... Bunlar ne peki?
c) Bunlar hep politika... Atatürk'ün dine ilgisinden değil, o dönemin gereklerine göre uyguladığı politikalar... Yoksa ben Atatürk'ün dine hayli uzak bir kişi olduğu kanısındayım...
Yani?
Yahu yanisi var mı? Bakınız Doç. Dr. Cemil Koçak dolaylı da olsa, “Atatürk dine inanmazdı... Dini hususlarda yaptığı bazı sözler ve eylemler halkın tepkisinden korktuğu için politik durumlardı” diyor...
Atatürk'ü hemi dinsiz buyuruyor,
Hem de korkaklıkla itham ediyor Doç. beyefendi...
Tabii başta kendi fotoğrafını koymayı ihmal etmemiş:
"Din zımbırtı..."
Ne olacak şimdi?
Ben bu adama "Zımbırtı sensin" desem, değerli Türk hakimleri beni akıl almaz miktarlarda tazminata mahkûm ederler...
Bu bir gerçek...
Zira, başıma geldiği için iddia ediyorum...
Amma Atatürkçü geçinen kim varsa, güvenilmez olduklarını gösteriyorlar...
"Atam, sen kalk da ben yatam"cılar dahil, evrimciler, devrimciler hiç düşünmüyorlar mı Atatürk'ün samimi olacağını?
ABDURRAHİM KARAKOÇ
Bunu söyleyen dindar bir doçent olsaydı irtica yaygaraları almış yürümüştü...ama Sabancı ünüversitesinin bir doçenti görüşünü özgürce ifade etmiş..Türkiyedeki savcılar nerde..
Gönülden
11-27-2008, 17:43
Tarihi bir bütünlük içerisinde değerlendirmeye çalışmıyoruz. Zaman, tarih, toplum hiç değişmiyormuş gibi, hiç değişmeyecekmiş gibi davranmaya devam edebiliyoruz. Karşı karşıya bulunduğumuz sarsıntılarla ilgili olarak yeni bir gündeme sahip olmamız gerekirken, saatleri hep geriye almaktan bir türlü vazgeçemiyoruz. Modern-seküler yapılar, toplumsal/tarihsel/kültürel sahih gelenekleri altüst ediyor. Tarihsel, geleneksel değer sistemlerinin çöküşü; kitlesel popüler kültür; tüketicinin egemenliği ve iktidarı; insanların, malların ve enformasyonun küresel hareketliliği; toplumsal hiyerarşinin para tarafından tanımlanması, toplumları bireycileştiriyor, özel ve bencil çıkarları öne çıkarıyor. Amerikan ideolojisinin yansıması olan liberter bireycilik bütün dünyada ahlaki kötülüklerin çoğalmasına yol açıyor. Bu tür bir liberter bireycilik, Türkiye'de, İslami başörtüsüne özgürlük girişimini desteklerken; İslam nazarında fuhşiyat ve münkerat olarak tanımlanan davranışların özgürlüğünü de destekliyor. Kadınların özgürlük mücadelesi, kadınları, kadın fıtratına aykırı kısıtlamalarla karşı karşıya getiriyor. Tüketim toplumlarının aşırılıkları ve tatminsizlikleri nedeniyle aileler tek gelir yerine, iki ya da daha çok gelire ihtiyaç duyuyor ve kadın-erkek bireyler insanlıklarını unuturcasına çalışmaya zorlanıyor. Çalışan kadınlar anneliğe yabancılaşıyor, anneliğin hakkını veremiyor, çocuklarına ihtimam gösteremiyor. Çalışan kadınların çocukları anne şefkatinden, ilgisinden gereği kadar yararlanamıyor. Modern-seküler toplumlarda çocuk sahibi olmama hakkını kullanan kadınlar, kadınlıklarından vazgeçiyor, erkekler gibi yaşamaya başlıyor. Bireysel özgürlük anlayışının yaygınlaşması sebebiyle kolektif özgürlük için mücadele ihtiyacı duyulmuyor. Kamuoyları her yerde istenildiği anda, televizyonlar aracılığıyla istenilen doğrultuda harekete geçirilebiliyor. Bilgi ve enformasyon akışı üzerinde, küresel anlamda ideolojik ve politik bir denetim var. Bugünün dünyasında İngilizce'nin çok yaygın olarak kullanılıyor olması nedeniyle, popüler kültür üzerinde Amerikan egemenliği sürüyor. Bu durum insanları yalnızca kişisel mutluluk ve maddi kazanç peşinde koşmaya, zengin ve ünlü birileri olarak yaşamaya sürüklüyor.
Modern-seküler kültür bütün toplumları çok tehlikeli bir noktaya, bir uçurumun kenarına getirip bıraktı. Günümüzde insanlar, insani çözümler, inşa'lar, ilişkiler için, artık ortak değerlere, ortak değer sistemlerine ve değer yapılarına sahip değiller.
Anlamlı bir varoluş ve hayat, insani anlam/amaç/erdem için, sorumluluk alarak, sorumluluk üreterek, sorumluluk alışverişi yaparak gerçekleştireceğimiz ahlaki bir hayattır. Erdemli bir hayat, ebedi nimetlere, ebedi hayata istihkak kazanmak üzere çaba harcadığımız bir hayattır.
İçerisinde yaşadığımız olağanüstülükler ve anormallikler çağında, her alanda eleştirel bir duruş sahibi olabilmeliyiz. İçerisinde bulunduğumuz çevrenin, ait olduğumuz kesimin yanlışları, bağnazlıkları, ufuksuzlukları, bencillikleri bizim entelektüel bağımsızlığımıza gölge düşürmemeli, bu tür sorunları tartışmalı ve bunlarla yüzleşebilmeliyiz.
Gerektiğinde eleştiri oklarını kendimize de doğrultmalıyız.
Atasoy Müftüoğlu
Gönülden
11-28-2008, 16:38
Rica ederim efendim....sizsiz bu bölüm yürümüyor..
Nedir işin aslı?
Baykal, beklemediği bir emr-i vaki ile karşılaştı ve bozuntuya vurmadan bir çarşaflıya rozet taktı.
Hepsi bu kadar yahu!
Ne bir açılım yaptı, ne farklı bir şey söyledi, ne de ileriye dönük yararlı bir söz verdi.
Baykal, o bildik Baykal’dı.
Her meseleyi konuşur konuşur, cılkını çıkarır, sonra da çürümüş bir sakız gibi atar ağzından ve unutur gider.
Baykal hangi konuyu almış da sonuna kadar götürmüş ki!
Bunlar bildik manzaralar. Onu ciddiye alıp da konuşmak, yazmak boş işlerle uğraşmaktır.
Eskilerin ifadesiyle “abesle iştiğal.”
Esad Erbilî’nin (ks) dediği gibi “mü’min-i kâmil, hak ile şâğil, batıldan gâfil” olmalı. Allah Teâlâ sevmez lağıv ve malayani ile meşgul olanları.
Ne demek mi?
Ne dinine, ne de dünyasına yaramayan boş sözler ve işler demektir lağıv ve malayani.
Eskiler, “bir insanı Allah Teâlâ’nın sevmediğinin alameti, boş söz ve işlerle meşgul olmasıdır” derlerdi.
Ne kadar doğru değil mi?
Zaman en büyük sermayedir, kaybı telafisiz en büyük nimet.
Siz bırakın Baykal’la uğraşmayı. Ne Baykal, ne de CHP iflah olmaz.
Onlar evliya bedduası almışlardır. Mümkün değil iflah olmazlar.
Zaten Baykal da bir söz vermiyor, bir va’d etmiyor ki başörtülülere.
Biz niye kendi kendimize çalıp söylüyor, gelin güvey oluyoruz ki?!
Ben bunları yazarken bile kendimi kınıyorum doğrusu.
Estağfirullahel azîm…
CEMAL NAR
Gönülden
11-28-2008, 16:55
Ben Baykalın icraatını görünce inanırım....ama size samimi gelmiş olabilir...sizin gibi düşünen çok kişi var mı Yalçın bey :w:
Bizi Baykal değil ama sizin gibi olaya çok masumane bakanlar öldürecek ;1
Gönülden
11-28-2008, 17:28
Efendim düşünce deryanıza hayranım ama...denildiği gibi muhalefette yaşanılan bir dönüşüm göremedim ben...normaldir herkesin bakış ve görüş aynası farklıdır....temennimiz hayellerin umutlarımızda var ettiğimiz eksene oturması..bu arada hayellerinize ilişmek ne kelime ancak hayellerinize ortak oluruz bu konuda ;1
Gönülden
11-29-2008, 14:15
Yaşanmış hayatımıza “geçmiş” diyoruz malum... Yani tarih olmuş... Bir daha geri gelmeyecek, asla tekrar yaşanmayacak...
İstikbal (yani gelecek) ise meçhuller diyarı... Gelip gelmeyeceği bile belli değil (ondan önce ölüm gelebilir)... Gelse bile neler getireceğini bilemeyiz.
O zaman geçmişin ve geleceğin matemini tutmak yanlış!
Bugünden yarına üzülen, iki kez üzülür. (bugün ve yarın olarak).
Unutmayın ki, önceki günün geleceği dündü, dünün geleceği ise bugündür...
Bugününüz iyi ise, her şey yolunda demektir...
En azından mutlu olmak için bugün bir sebebiniz var.
Ama karamsarlığımız mutluluk odaklarını görmemizi engelliyor.
•
Çoğumuz yataktan kalktığımızda aksi ve olumsuz oluyoruz. Ağrılarımızdan, uykusuzluğumuzdan, hastalıklarımızdan, borçlarımızdan filan söz ediyoruz. (çevremizde kimse yoksa kendi kendimizi bu konuda iknaya çalışıp kendimizi mutsuz etmeyi başarıyoruz)
Halbuki sabah kalktığınızda kendi kendinize şunu söyleyebilirsiniz:
“Milyonlarca insanın öldüğü bir gecenin sabahında, çok şükür ben sağ olarak uyandım.”
“Çok şükür, milyonlarca insanın hastanelere kaldırıldığı bir geceyi sapasağlam geçirdim.”
Lavaboda abdest alırken, saçınızı tararken, başörtünüzü bağlarken, ya da makyaj yaparken, aynaya gülümseyip, “İnsan olarak yaratıldığım için şükürler olsun” diye düşünebilirsiniz:
İnsansınız, sağsınız, sağlamsınız; o zaman sorunlardan korkmanız için bir sebep yok...
Sorunlar sizden korksun!
Ne yazık ki, bize önce olumsuzlukları görmeyi öğretmişler: Görmeyi ve korkmayı...
Bu yüzden hayattan korka korka yaşıyoruz. Bu da hayattan lezzet almamızı engelliyor. Oysa şükretmek için hayattan lezzet almak gerekiyor.
Biz ise sürekli yakınan, sakınan bir yapıdayız. Şarkılarımız, türkülerimiz bile karamsar iç dünyamızı ele veriyor.
Şarkılar, türküler deyip geçmeyin. Toplumun karakteristik özelliklerinin bazıları şarkılarda yaşar. Şarkılar ve türküler toplumun bir bakıma ruh haritasıdır. Mesela bizim şarkılarımızda neşe yok, keyif yok, mutluluk yoktur.
Şarkılarımız bol bol şikâyet, isyan, yakınma, korku, acı, ayrılık, hicran ve yıkımdan oluşuyor. İşte buyurun:
“Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime,
“Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime;
“Perde-i zulmet (kara perde) çekilmiş korkarım ikbalime,
“Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime.”
Aslında şair, istikbaline “perde-i zulmet” çekilip çekilmediğini bilmiyor, ama öyle olduğunu düşünüyor. Yani geleceğin olumsuz olacağı hükmüne çoktan varmış, yıllar öncesinden üzülmeye başlıyor. Geleceğe bakarken “mücrim” gibi titriyor, buna rağmen kimseyle derdini paylaşmıyor, bir anlamda ondan kurtulmak istemiyor. Zaten hep “kara bahtlı”dır.
“Kara bahtım, kem talihim taşa bassam iz olur...”
Garibim o kadar talihsiz, öylesine mutsuz ve umutsuz ki, en olmadık olumsuzluklar onu buluyor, taşta bile iz bırakıyor!
Tarih boyunca milyarlarca insanın trilyonlarca taşa bastığını, hiçbirinin taşlarda iz bırakmadığını bilmek işe yaramıyor; ayağınızın izi taşa çıkmasa da, karamsarlığın izi yüreğinize çıkıyor.
Nihayetinde bir uzun hava: “Her yer karanlıııık...”
Aradaki “ah”lar, “oflar”, “aman aman”lar ve “yandım anam”lar da acının derecesini maksimum noktaya çıkarıyor.
Sonuçta şarkılar bile bunalıyorlar da, iki satır nefeslenmek için dağ başına çıkıyorlar: “Yüce dağ başını duman bürümüş...”
Hayata olumsuz bakmanın bir sonucu olarak dağlarımız sürekli duman bürümüş durumdadır...
Halbuki o dağlarda kardelenler de var... O dağlarda gelincikler açar... O dağlardan çam kokusu yayılır... Kısacası o dağlarda hayat vardır!
Ama biz hayatın güzelliklerini görmezden gelir, umudumuzu kara bulutlara hapsederiz. Böylece hayatı zindana dönüştürürüz.
Dedim ya, yanlış eğitimin kurbanlarıyız. Kafamız ve yüreğimiz güzelliklere değil, olumsuzluklara kilitli. Bu yüzden dünya bize güzel yüzünü pek göstermiyor.
Çünkü insan beyni ve yüreğiyle bakar...
Ve görmek istediğini görür.
Gelin bugün hayatımızda köklü bir değişiklik yapalım: Allah’ın bizim için yarattığı güzellikleri de görmeye çalışalım.
Güneş her sabah bizim için doğuyor...
Güller, çiçekler bizim için açıyor...
Kelebekler bizim için uçuyor.
İnsan olarak biz evrenin en önemli varlıklarıyız.
YAVUZ BAHADIROĞLU
Ormanda iki yol belirdi önümde,ve ben
Daha az yürünmüş olanı seçtim,
Bütün fark buradaydı işte.
Robert Frost'dan dizeler..
politikaci
11-29-2008, 18:16
Laiklik kadınlar üzerinden tartışılıyor. Özgürlük kadınlar üzerinden tartışılıyor. Medeniyet kadınlar üzerinden tartışılıyor. Namus kadınlar üzerinden tartışılıyor.
Erkeklerle ilgili sanki hiçbir sorunumuz yokmuş gibi. Onlar tamam, onlar kamil, onlar hallolmuş, mesele sadece kadınlarda.
Cumhuriyeti yıkacak olanlar da kadınlar, adaleti zedeleyecek olanlar da kadınlar, tıbbi haksızlıklar yapacak olanlar da kadınlar...
Kadınlara bu kadar “ güç” atfetmek nereden çıktı? Bu “kadına çok önem veriyoruz” nümeroları nereden çıktı? Tesettür kadına değil de erkeğe gelmiş olsaydı, erkeğin giysisi dini inancını yansıtıyor olsaydı bütün bunları konuşuyor olacak mıydık?
Erkeği üniversiteye almıyor olabilecek miydik? Erkeği hakim, savcı, doktor olmaktan men edebilecek miydik? Kapalı erkek hastalar arasında ayrım yapar diyebilecek miydik? Kapalı erkek meclise giremez diyebilecek miydik? Kapalı erkek CHP’ye üye olamaz diyebilecek miydik?
Hayır. Diyemezdik. Nah derdik.
Zaten demiyoruz da. Saydam türbanları, saydam çarşaflarıyla takır takır çalışıyorlar. Yasalarımız da insanlarımız da kapalı açık fark etmiyor erkeklere güveniyor ama kadınlara güvenmiyor.
Erkeğe tapıp, kadını küçük görmenin en ağır dönemindeyiz. Hiçbir dönemde kadın bu kadar yerlerde sürünmemişti. Bu kadar istenmeyen, bu kadar hor görülen, bu kadar sevilmeyen bu kadar ruhsuz bir eşya addedilen bir “ yokluk” olmamıştı.
Mutulu Tömbekici
güzelmiş gerçekten çok güzelmiş:)
Hakan Özkan
01-02-2009, 21:02
İsrail’i kahret Ya Rabbi” dediğimiz için “marjinal” ilan edilen biz mi?..
Acıyorum Ertuğrul’a;
Zira, “Nüfusunun yüzde 99’u Müslüman” olan bu ülkenin insanları, günlerdir el açıp, yalvarıyor Cenab-ı Allah’a;
“İsrail’i kahret Ya Rabbi”
Söyle be Ertuğrul;
Beyazıt Meydanı’ndaki on bin kişilik gösteriye katılan Filistinli Mahmut Carur’un, beş yıl İsrail cezaevinde yattıktan sonra serbest kalan ağabeyine daha sarılamadan, şehit olduğunu öğrenmesi ve ayakta zor duran yürek yakan hali, bir “marjinal”lik göstergesi midir?..
Hayır Ertuğrul... Yapılan “protesto gösterileri”nin ve atılan “slogan”ların hiçbiri “marjinal” değil!..
Ama, korkarım ki;
“Türkiye’nin gerçekleri”nden ve “Türk halkı”ndan kopan Ertuğrul, gittikçe “marjinal” ve gittikçe “uç” hâle geliyor!..
Hatırlatırım Ertuğrul;
“Ters giden” bu millet değil,
“Sen”sin, sen!..
Bir “dua”yı bile çok gören sen!
“Yalnızlaşan” ve “marjinalleşen” sen!..
Bilmem farkında mısın;
Büyük hızla nesli tükenmekte olan “Kelaynak Kuşları”na dönüyorsunuz!..
Hasan Karakaya
"İmkanım yoktu" deme.
Kendine doğruyu söyle.
"Üşendim" de
"Tembellik ettim" de
"Canım istemedi" de
"Yapmak içimden gelmedi" de
Hi.ç değilse "yattım" de
Ne dersen de ama "İMKANIM YOKTU" deme..
Mustafa islamoğlu-Yerliler ve Yersizler kitabından.
Köşe yazısı değil ama.???
Gönülden
01-06-2009, 16:45
Katliamın bir boyutu da manevidir. İsrail ilk günden itibaren camileri bombalamaya başlamıştır. Saldırıların ilk haftasında Dr. İbrahim Makadime Camii ile birlikte vurulan cami sayısı 12’ye yükselmiştir. Bunu yaparken de camilerin silah deposu olarak kullanıldığını ileri sürmüş ve Hamas mensuplarının ya camilere ya da hastanelere sığındıklarını ve bu şekilde ‘sıvıştıklarını’ iddia ederek bu mahallere saldırısını meşrulaştırmaya çalışmıştır. Zaten işgalcilerin ilk yaptığı şey Müslüman toplumların hafızalarına ve tarihi mekanlarına saldırmak olmuştur. Bosna savaşında Sırpların yaptığını ve yüzlerce camiye yönelik vahşi ve vandalist saldırılarını ABD de Irak’ta tekrarlamıştır. ABD de İsrail gibi camilerin silah deposu olarak kullanıldığını ileri sürmüştür. İşgalcilerin ve saldırganların bir amacı da, kültürel ve tarihi dokuyu tahrip üzerinden Müslüman nesillerin hafızasını sıfırlama ve köksüz hale getirmektir. Dolayısıyla katliamın manevi boyutunda manevi mekanlar olan camilere saldırı vardır. Sadece camiye değil İslâmi eğitim kurumlarına saldırı da vardır. Gazze’de İslâm Üniversitesine kasıtlı ve sistematik saldırı, ilgili çevrelerden gerekli tepkiyi görmemiştir. Amerikalılar da Irak’ı işgal ettiklerinde Moğollar gibi ilk yaptıkları iş Bağdat Kütüphanesi ve Müzesini talan ve tahrip etmek olmuştur. Yine yaptıkları vandallık örneklerinden birisi de tarihi ve arkaik yapılardan Ezher’in kardeşi Mustansiriyye Üniversitesine saldırı olmuştur. Maalesef Gazze’de de tarih tekerrür etmiş ve merhum Nizar Rayyan’ın hocaları arasında bulunduğu Gazze İslâm Üniversitesi açıkça ve alçakça bir saldırıya maruz kalmıştır. Bush gibi ‘Gazze saldırısı için İsrail’i Hamas kışkırttı’ diyen Amos Oz ve benzeri yanlı İsrailli aydınları bir kenara koyacak olursak genel olarak tarafsız aydınlar da bu manevi savaşta sınıfta kalmıştır.
Mustafa Özcan
Gönülden
01-06-2009, 16:57
Gazze!.. Ey Ebubekir'in sesiyle şehadeti yankılanan belde!. Ey İmam Şafiî'nin doğduğu toprak! Ey kurak iklimlerde bereket yeşerten vadi!.. Ey milyonla Haçlı ayakların çiğnediği ve kahraman Selahaddin'in kurtardığı vilayet!. Sen ki kadîm Mısır'ın kapısı, sen ki Yavuz Sultan Selim'in sancağıydın!. Sen hac yolumuzdaki durak; sen sürre alayımızın emin vadisi!
Sen ey Gazze! Bu toprakların çocukları senin için dalga dalga şehit düştüler. Tarihten tarihe, çağdan çağa, devirden devire tam dört yüz yıl (1517-1917) tekrar tekrar şehit düştüler. En çok da, en sonunda şehit düştüler ve son asker de son nefesini verdiği gün sana ağlayacak kadar bile gücümüz kalmamıştı.
Gazze! Ey en acı günlerini en son yaşayan şehir! Zalimler, vahşiler, haydutlar elinde kaldın. Senin için bir şey yapamadık, yapamıyoruz!.. Bir duamız var sana dair. Elimizden gelen bu!.. Ve bir de verebileceğimizi vermek!.. Maldan ve candan... Bugün imtihan günü!..
İskender Pala
Üç mevsim
01-07-2009, 05:32
"Hamasın roketleri varmış! Tehditmiş! Tabi olacak… Keşke tankları, daha güçlü füzeleri olsaydı. Olsaydı da kendi halkını savunsaydı. Dünyanın savunmadığı, Arap dünyasının savunmadığı, Filistin yönetiminin savunmadığı insanları savunsaydı."
İbrahim Karagül
Gönülden
01-26-2009, 16:56
Batının iki yüzü ve bizimkilerin yüzsüzlüğü
Gazze’de bir insanlık dramı yaşanıyor. İsrail vuruyor, bombalıyor, öldürüyor, dünya seyrediyor.
ABD bir zamanlar, demokrasinin beşiği olarak takdim ediliyordu. Demokrasiden bahseden her kalem önce ABD’deki uygulamalardan bir örnek verir, okuyucularını öyle bir demokrasinin özlemi ile doldururdu.
Irak saldırısı,ABD’nin boyalarının dökülmesine vesile oldu,adeta bir turnusol kağıdı görevini gördü.. Amerikan sisteminin, biz ve onlar ekseninde kurulduğunu gözler önüne serdi.
Şimdi İsrail’in Gazze saldırısı ile AB’de bir sınavdan geçiyor. Helsinki insanlar hakları sözleşmesi, Kopenhag kriterleri, Batı’nın kendini dünyaya takdim ederken kullandığı ambalaj bir, bir dökülüyor. İnsanlık Gazze örneğinde bu sözleşmenin, bu kriterlerin Müslümanlar ve öteki Doğu toplumları için kullanılmadığını görerek Batı’nın gerçek yüzü ile karşı karşıya geliyor.
Batı ne istiyorsa kendisi için istiyor.
Birinci ve İkinci dünya savaşı tecrübelerine rağmen Batı hiçbir zaman Doğu ile kendini eşit düzeyde görmedi.
Üstün ve arî ırk inancından hiçbir zaman vazgeçmedi.
Doğu toplumlarına dönük soykırımları, katliamları hep usulen, zevahiri kurtarmak maksadıyla protesto etti. Hiçbir zaman altına imza attığı uluslar arası sözleşmelere, akitlere uygun davranarak sorumluluğunun gereğini yerine getirmedi.
İsrail, Batı’nın bu yanını bildiği için gelen tepkilerin, somut uygulamalara dönüşmeyeceğini bilerek hareket ediyor.
Silahsız, ordusuz, korumasız bir topluluğu en hayvani metotlarla yok ediyor. Dün Nazilerin kendisine yaptıklarının aynısını ve hatta mislini Filistinlilere yapıyor.
Meclislerinde Türkiye için soykırım kararı almak için yarışa giren Avrupa ülkelerinden gık çıkmıyor. Gösterilen küçük, cılız tepkiler ise görünüşü kurtarma gayretinden ibaret.
İsrail’i cesaretlendiren sadece Batı’nın vicdanları kanatan tutumu değil. Arap ülkelerinin –halktan kopuk, kıblesi ABD olan- yöneticilerinin kendi saltanatlarından başka hiçbir şeyi düşünmeyen tavırları da İsrail’i cesaretlendiriyor. Bu ülkelerin birçoğuna akan Petro- dolarlar Yahudilerin kontrolünde olan, ABD-İngiltere Fonlarında dolaşıyor. Yani aslında İsrail, cephanesini bile, Arap yöneticilerinin servetinden alıyor.
Batı’ya çok fazla kızmaya hakkımız yok. Herkes kendi insanına, kendi geleceğine yatırım yapıyor. Batı’nın gerçek yüzünü bilip, aslında kendimize kızmamız lazım. Müslümanları uysal koyun yapan, mangurtlaştıran onların dertlerine, sıkıntılarına, hassasiyetlerine bigâne kalan, onların topraklarını, kendi mülkü gibi kullanıp, kişisel zenginliklerine hasreden idarecilere ve onlara karşı hakkını savunma soyluluğunu gösteremeyen insanlara kızmamız lazım. Yüce Peygamber(AS), “Kendine yapılan haksızlığa göz yuman, başkalarına haksızlık yapmış gibidir” buyuruyor. Bu yönetimlerin hangisi bir batı ülkesinde olsaydı, tutunabilirdi. Hangi halk, halkını köleleştiren, onların imkânlarını kendi saltanatları için kullanan bu tip yöneticilere tahammül edebilirdi? Sahi Türkiye, İsrail’i tanıdığı 1948 den bugüne kadar kaç milyar dolarlık silah ve mamul aldı? İsrail’in malları ve silahları başkalarından daha ucuz bile olsa almamayı düşünür mü?
Batı budur, ama İslam dünyası da budur.
Biz kendimize gelinceye, gerçek Müslüman ve idarecilerimizde cesur oluncaya kadar bu zulüm çarkı dönmeye devam edecektir.
Selçuk Özdağ
Gönülden
02-03-2009, 17:35
Başbakan, Perez’in salvolarını yemedi diye neredeyse çıldıracaklar. Kaç gündür yandık, bittik, mahvolduk lakırdılarından ortalık toz duman. Bu mevkutelere kulak veren dünyanın sonunun geldiğini sanır. Başbakan’ın onurlu duruşunu bir türlü hazmedemiyorlar.
Hâlbuki başbakan, biraz teslimiyetçi, biraz yumuşak başlı olsa, ne iyi olurdu, mutluluktan uçar, hatta lütfedip onu sevmeye bile başlayabilirlerdi.
Çünkü onlara öyle bir Başbakan lazım. Hööt deyince hötleyen, ödlek, korkak, pısırık bir başbakan. Böyle bir başbakan’ın sırtına biner, göksünde tepinip dururlardı. Artık tivist mi oynarlardı, flemenko mu, onu ancak Allah bilir…
Ama olmadı, hevesleri kursaklarında kaldı.
Tayyip kazandı, Türkiye kaybetti gibi başlıklar atıyorlar. Türkiye dedikleri kendileri. Biz kaybettik diyemedikleri için Türkiye kaybetti diyorlar.
Perez’de kendilerini görüyorlar.
Şimdiye kadar, yola getiremedikleri her siyasetçi için, her zaman bir çıkış yolumuz vardır diye düşünüyorlardı. Bağırarak, çağırarak korkutamadıklarını, şantajla, tehditle az mı hizaya getirdiler. Bunun son örneği-türünün en korkaklarından-bir emekli bürokratın bir telefonu ile yola gelip, meclisten firar eden bir siyasetçi eskisi değil miydi?
Olmadı mı, tanklar ne güne duruyordu. Bir gece yarısı şehrin göbeğinde bir iki tur, en babayiğit siyasetçileri bile yola getirmeye kâfiydi. Zaten biz bu tankları niye almıştık, böyle hayati meselelerde kullanmayacaksak, ne için kullanacaktık.
Siyasetçileri böyle, böyle şamar oğlanına çevirdiler. Haysiyetlerini, şereflerini iki paralık edip, tepe, tepe kullandılar. İşleri bitince de buruşturup bir köşeye atmakta beis görmediler.
Şimdi karşılarında dayaktan, şantajdan, tanktan, toptan korkmayan bir lider var. Üstelik ABD’nin civcivini kışkışlamış bir lider. Onun için ne yapacaklarını bilemiyor, ha bire Türkiye kaybetti diye mızmızlanıp duruyorlar.
Perez’e baktıkça kendi çaresizliklerini görüyorlar çünkü..Şayet,Başbakan, eyvallah edip Perez’in çalımlarını yutsaydı,bizimkileri de yutar diye cesaretlenecek,hadi dişlerini sayalım yarışması düzenleyeceklerdi.Şimdi kendi paçalarını nasıl kurtaracaklarının düşünüyorlar.
Ee, ne demişler, men Dakka, duka. Papazın kuşu her zaman aynı türküyü söylemiyor, bazen de böyle sus-pus oluyor işte.
Davos’tan sonra, daha hala Ergenekon, mergenekon tezgâhlarından medet umanlar varsa, aklına şaşarım. Zaman değişti, köprülerin altından çok sular geçti. Türkiye’nin artık ne şapkasını alıp kaçacak bir başbakanı, ne de Başbakanını yalnız bırakacak bir halkı var.
Bunu anlayın artık.
Anlayın ve hesabınızı ona göre yapın.
İrfan Sönmez
Fasl-ı Gül
02-14-2009, 20:16
Farklılıkları rahmet vesilesi bilen İslâm düşüncesinin ustaları, karşıtlığın ve çatışmanın ürettiği diyalektik enerjiyle dünyalarını geliştirmişler, zenginleştirmişler ve hepsinden önemlisi her defasında yenilenmeyi başarmışlardır. Siyaset de tabiatıyla kendilerini çatışarak geliştiren bu akımların enerjisinden pekâlâ istifade etmiştir. Eskiler, ihtilâfta 'fesad' aramaya başladıkları an, çürümeye başlamışlardır.
Bir kez daha düşünmeli o hâlde, çatışma tazelenmeye, uzlaşma çürümeye yol açar, açabilir.
Türkiye, umutlarını kaybetmiş gerçekçi zekâların arenası. Hayal yetileri çürümüş âdeta. Çelişkiden kaçınmak bir halt zannediliyor. Tutarlılık da güyâ bir marifet.
Dikkatle bakarsanız doğanın ve/veya hayatın hiç de tutarlı olmadığını göreceksiniz.
Uyuşukluğun insanın zekâsını tutmasına (zekânın sürgit tutarlı olmasına) izin vermemeli. Umudun huysuzlukta, tutarsızlıkta, çelişki ve çatışmada olduğu unutulmamalı.
....
O hâlde ey talib, eksiklerini ve kusurlarını her farkedişinde hâline şükret, zira bir kez daha tamamlanacaksın demektir. Bir kez daha, bin kez daha.
Olgunlaşacaksın ve çürüyeceksin! Daima.
Yasa böyle.
Dücane CÜNDİOĞLU
Özgür Çağrı
02-15-2009, 15:17
Erdoğan bugün yeni bir rekor kıracak (http://www.haber7.com/yazarlar.php?aID=285)
Radikal gazetesinin 24 Eylül 1998 tarihli manşeti “Muhtar bile olamayacak” olarak atılmıştı (http://www.radikal.com.tr/1998/09/24/politika/muh.html).
Aynı gün Hürriyet’in manşeti ise “Tayyip’in bitişi” şeklindeydi (http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1998/09/24/68222.asp).
Haberde, “İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 10 aylık mahkûmiyet kararı Yargıtay tarafından onaylandı. Erdoğan'ın siyasi yaşamı, bu kararla bitti. FP'nin liderliği için adı sık geçen Erdoğan artık muhtar bile seçilemeyecek...” deniliyordu.
Yıllar sonra Ertuğrul Özkök, 2007 Nisan ayında cumhurbaşkanlığı adaylık sürecinin başladığı günlerde Çankaya için en kuvvetli adayın Başbakan Erdoğan olduğunu yazılarında zikrederken, CNNTÜRK televizyonunda yayınlanan, Ahmet Hakan'ın hazırlayıp sunduğu Tarafsız Bölge programında 8 yıl önce attığı manşeti de hatırlattı ve 'Erdoğan, muhtar bile olamaz!' başlığını ben attım dedi (http://www.moralhaber.net/13690_Ozkok-un-Muhtar-bile-olamaz-manseti.htm).
İlginçtir, Hürriyet gazetesinde yer alan “Erdoğan artık muhtar bile seçilemeyecek...” başlıklı haberin sonunda Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in Erdoğan’la ilgili karar konusunda sıcağı sıcağına verdiği beyanat da vardı.
Şu satırlar aynı haberden; “Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek belediyeye gelerek Recep Tayyip Erdoğan'la görüştü. Kapıda basın mensuplarının sorularını yanıtlayan Gökçek, Erdoğan'ı Güney Afrikalı lider Mandela'ya benzetti. Gökçek, Erdoğan'ın Mandela gibi yıllar sonra tekrar siyasi hayata döneceğini söyledi (http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1998/09/24/68222.asp).”
Ve Gökçek haklı çıktı.
Bu manşetin üzerinden sadece 4 yıl geçtiğinde Sayın Erdoğan Başbakanlık koltuğuna oturdu. 9 sene geçtiğinde ise, yani 2007 yılı Nisan ayına gelindiğinde isteseydi Çankaya’da oturuyor olacaktı.
Sayın Erdoğan başbakan olmadan sadece birkaç ay önce (19 Eylül 2002’de) Hürriyet’te Yalçın Bayer’in köşesinde şu satırlar yer alıyordu: “Şunu ifade etmek isterim ki, o mihraklar hiç ümitlenmesin. Erdoğan değil milletvekili, mahallesine muhtar bile olamaz (http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=98544&yazarid=42).”
İlginçtir aynı yazıda; “Çok değerli hukukçu Sayın Sabih Kanadoğlu da makamının hakkını vererek suçluların telaşı içindeki ve adeta yangından mal kaçırmak isteyen kişilerle takdire şayan bir şekilde savaşmaktadır” deniliyordu.
Yazıda geçen isme dikkat eder misiniz? O tarihlerde kim savaşıyormuş Sayın Erdoğan’la mahallesine muhtar bile olmasın diye… Sayın Kanadoğlu.
Hani yıllar sonra 367 ucubesini icat etmek suretiyle (Erdoğan yada Gül’ün önünü kesmek için) Çankaya seçim sürecini kilitleyerek Türkiye’yi kaosun eşiğine getiren ve yakın tarihte de Ergenekon soruşturması kapsamında evi aranan Kanadoğlu… Kısacası oyun içinde oyun… Yıllar yılı bitip tükenmek bilmeyen kumpas üstüne kumpas. Aynı mücadele nasıl da sürüp gidiyor hala… Bu nasıl bir hazımsızlık tezahürüdür.
İşte tam bu noktada, Ergenekon zanlısı bir paşanın eşinin basına yansıyan “şu mahkemeler bizden, oradan istediğimiz kararları çıkartırız” açıklamasını bir kez daha düşünün (http://www.haber7.com/haber/20090211/Eruygurun-esinden-sok-ifadelerVIDEO.php). Meğer Ergenekon dedikleri çok boyutlu bir koalisyon imiş... Medya, asker, bürokrat, yargı vb… AK Parti kapatma davası hangi zeminde palazlandı ve çark nasıl işletildi acaba?
Erdoğan rekora koşuyor
İşte bu şartlar altında görev yapan Başbakan Erdoğan, görevde 6 yılı tamamlamasına bu gece itibariyle 1 ay kaldı.
Bugüne kadar görev yapan 60 hükümet 29 farklı isim tarafından kuruldu (http://www.basbakanlik.gov.tr/basbakanlar/index.htm). Muhtar bile olmaz denilen Başbakan Erdoğan, 5 yıl 11 aydır devam eden başbakanlık görevi ile İnönü, Demirel ve Menderes’ten sonra en uzun süre görev yapan 4. Başbakan oldu.
Sayın Erdoğan 4 ay önce 5 yıl 7 ay görev yapan Ecevit’in rekorunu kırmıştı. Bu gece ise Özal’ın 5 yıl 11 ay olan rekorunu kıracak.
Sayın Erdoğan’ın Menderes’i geçerek en uzun süre görev yapan 3. başbakan olabilmesi için 4 yıl 2 ay daha başbakanlık yapması gerekiyor. Bu mümkün mü, şimdiden öngörmek elbette imkân dâhilinde değil…
Bu arada devletin hantallığı Meclis’in web sayfasına da yansımış görünüyor. TBMM’nin web sayfasında yer alan ‘başbakanlarımız’ listesinde Erdoğan hala 59. Hükümetin başbakanı olarak görünüyor (http://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/basbakanlarimiz.htm). (Bilgi notu: Hatırlatmamız üzerine gün içinde düzeltildi)
Yazıya son vermeden önce meraklıları için bugüne kadar görev yapan başbakanların görev sürelerini de aktarmış olalım (http://www.kibo.com.tr/kibokatalog/kibodetay.php?pid=176721).
İsmet İnönü: Toplam 16 yıl 4 ayla en uzun süre görev yapan Başbakan. İnönü aynı zamanda 12 yıl üst üste görevle kesintisiz en uzun süre görev yapan isim. İnönü, 10 hükümetin Başbakanlığını yaptı.
— Süleyman Demirel: Toplam 10 yıl 10 ayla en uzun sürede ikinci Başbakan. 7 hükümetin Başbakanlığını yapan Demirel, 5.5 yıl kesintisiz görev yaptı.
— Adnan Menderes: 1950–1960 yılları arasında 5 ayrı hükümette toplam 10 yıl 5 gün süreyle kesintisiz Başbakanlık yaptı.
Erdoğan: Bugün Başbakanlıkta 5 yıl 11 ayını tamamladı. — Turgut Özal: 12 Eylül’den sonra Cumhurbaşkanı seçilene kadar 2 ayrı hükümet kurup kesintisiz ve toplam olarak 5 yıl 11 ay süre Başbakanlık yaptı.
— Bülent Ecevit: Değişik zaman dilimlerinde toplam olarak5 yıl 7 ay süreyle Başbakanlık yaptı. Kesintisiz Başbakanlığı 3 yıl 7 ay sürdü. Şükrü Saraçoğlu: Tek parti döneminde 4 yıl 1 ay süreyle Başbakan olarak görev yaptı. Refik Saydam: 3 yıl 1 ay, - Bülent Ulusu: 3 yıl 3 ay, Tansu Çiller: 2 yıl 9 ay, Mesut Yılmaz: 2 yıl 3 ay, Yıldırım Akbulut: 1 yıl 8 ay, Cemal Gürsel: 1 yıl 6 ay, Şemsettin Günaltay: 1 yıl 4 ay, Hasan Saka: 1 yıl 3 ay, Celal Bayar: 1 yıl 2 ay, Nihat Erim: 1 yıl 2 ay, Recep Peker: 1 yıl 1 ay, Necmettin Erbakan: 1 yıl 2 gün, Ferit Melen: 11 ay, Suat Hayri Ürgüplü: 8 ay, Naim Talu: 7 ay, Fethi Okyar: 7 ay, Sadi Irmak: 5 ay.
İlginçtir, 4 ay süreyle en kısa başbakanlık yapan isim olan 58. Hükümetin başbakanı Sayın Abdullah Gül şu an cumhurbaşkanı. Bazı çevrelerin neden dişlerini gıcırdattığı bu istatistikî bilgilerden sonra daha iyi anlaşılıyor.
Muhtar olamaz dedikleri isim 86 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en uzun süreli görev yapan 4. başbakanı olma unvanını bu gece kırmak üzere.
Yazının başında yer verdiğimiz manşetleri bu bağlamda bir daha hatırlayınız (http://www.radikal.com.tr/1998/09/24/politika/muh.html).
Hakikaten ilginç bir ülkede yaşıyoruz.
Prof. Dr. Osman ÖZSOY – Haber7
-Sizce yemek nedir? İnsanın yaşaması için gerekli temel ihtiyaçlarından birisi midir?
Evet.
-İnsanın sahip olduğu en önemli nimetlerden birisi midir?
Evet.
-Peki, yemek bir tutku mudur?
Olmamalıdır.
-Ya gösteriş?
Dünyada bu kadar aç insan varken…
İşte bu noktada ‘yemek sapkınlığı fikrine’ saplanıp kalıyorum ve zihnimde art arda oluşan sorulara cevap bulmakta güçlük çekiyorum. Neden sadece defilelerde gösterilen ama asla giyilmeyen kıyafetler gibi gündelik hayata geçirilemeyen yani yenilmeyen ve yapılmayan yemekler türüyor her gün? Neden gazetelerdeki yemek tariflerinin malzeme listelerinde, adını bu yaşıma kadar hiç duymadığım sebze ve baharat isimleri yazıyor? Neden insanlar, saatler boyunca, manzara izler gibi baygın baygın, ekranlarda nasıl yemek yapıldığını izliyorlar?
Ve de yine soruyorum; son dönemlerde büyük bir yemek reformu yaşanırken, ‘orijinal tariflerin’ verildiği yemek programları gündemden düşmezken, neden evlerde hâlâ ‘aynı’ yemekler pişiriliyor dersiniz?
Melda Bekcan
ben de bazen buna benzer şeyler düşünüyorum aslında. mesela yemek sektörü, insanların yemeye ve yapmaya ayırdığı bunca vakit, her gün çıkan çeşit çeşit yemeklere ne gerek var diyorum. yemek sektörüne harcanan bu kadar para(reklamlar vs.) saçma geliyor. bu enerjiyi yemeğe değil de başka alanlara kaydırsak, (hem bireysel, hem de toplumsal olarak, kurumsal olarak) çok daha güzel olur diye düşünüyorum. paylaşım için teşekkürler..
Gönülden
03-03-2009, 19:05
Gülümsemeyi ibadet sayan tek din İslâm. Yani inandığımız din bizi gülümsemeye teşvik ediyor. Ne yaparsınız ki, her gün suratımızdan düşen bin parça. Sanki Karadeniz’de gemilerimiz batmış.
“Ama efendim büyük ve çözümsüz problemlerimiz var!..”
Tamam, var. Ne İslâm dünyasındaki gelişmeler, ne de ülkemizde yaşadıklarımız iç aydınlatıcı değil. Doğru da, olumsuzluklar biz somurtunca düzelecek mi?
“Gülümsemekle de düzelmez” demeyin. Eğer ikisinin arasında bir fark yoksa, ben gülümsemeyi tercih ederim. En azından Peygamber sünnetidir.
Yani dindarın somurtması, bağırıp çağırması, her şeye olumsuz yönlerinden bakması şart değil.
Kimseyi döve döve Müslüman yapamazsınız. Öfkelene-söylene kimseye dininizi, politikanızı ve kendinizi sevdiremezsiniz.
Hayat o kadar kısa, zamanımız öyle az ki, sevgili dostlarım...
Sakin olmak ve hayata tebessümle bakmak en iyisi.
Bunu bile bile bakın şu yaptıklarımıza ve yazdıklarımıza; sanki “her yer karanlık!”
Oysa Allah’ın izin vermediği hiçbir olumsuzluk hükümferma olamaz.
Yani kendimizi tüketmeye gerek yok.
Hatırlayalım ki, Peygamber Efendimiz, en zor zamanlarında bile umuda gülümsüyor, hayata gülümsüyor, geleceğe gülümsüyordu.
Hadi siz de onun gibi geleceğe gülümseyin!
Yavuz Bahadıroğlu
Gönülden
03-13-2009, 19:36
CHP seçime çok iddialı başladı. Bir tarafta "çarşaf açılımı" ile zirve yapan ideolojik dönüşüm trendine, kamuoyunu inandırdı. Öbür tarafta, belediyeler için dosya savaşları ile AK Parti'yi etkili bir muhalefetle yıpratmaya girişti. Bu strateji, doğru ve yerinde bir kurgu idi. Ta ki bir strateji olmadığı ortaya çıkana kadar. Geldiğimiz nokta, Baykal'ın AK Parti için koyduğu % 52 barajı ile, iflasını ilan etmesinden ibaret. Öyle ya siz rakibinize % 50'yi aşan bir çıta koyuyorsanız, kendi iddianızı peşinen kaybetmişsiniz demektir. Üstelik Baykal'ın hesabı matematiksel olarak yanlış. Faraza, genel seçimlerde % 96 oy almış bir parti, mahallî seçimlerde "artı 5"i nasıl elde edebilir? "% 96 oy mu olur?" sorusuna ise "% 52 oy mu olur?" sorusu ile karşılık verebilirsiniz. Son üç haftanın içinde iken seçim sonucu konusunda ortak bir kanaat kuvvetleniyor. Bu kanaat Baykal'ın "% 52" çıtasında somutlaşan bir AK Parti başarısı. Bu başarı ise CHP'nin başarısızlığı anlamına geliyor.
CHP'nin ikili stratejisi doğru idi. Dünya değişirken, üstelik artık darbe ihtimali de yok iken CHP'nin değişmesi kaçınılmazdı. CHP'nin bu işe başörtüsü gibi semboller üzerinden girişmesi de doğruydu. Kusursuz bir strateji, kötü bir komutana zafer getirmez. Baykal yalpalayarak, bazen aldığı tepkilerden keskin dönüşler yaparak bu stratejiyi çökertti. Her mahalleye "Kur'an kursu" açmaktan bahsederken, CHP'yi 1950'de sandığa gömen asıl gerekçe olan "Türkçe ezan ve namaz"ı telaffuz ederseniz, kendi kalenize gol atmış olursunuz. Kılıçdaroğlu'nu CHP'nin önde gelen politik figürü haline getiren dosya savaşları da aynı akıbete uğradı. Önce birkaç yanlış ile, inandırıcılık kayboldu. Sonra, CHP, mahallî yönetimler için bir vizyon geliştirmeyi beceremedi.
Mümtazer Türköne
Tarantula_
04-20-2009, 12:48
Hiç mi Sünni bir dindar çıkıp, “Alevilerin çocuklarını rahat bırakın, cemevlerini ibadethane olarak kabul edin, kendimiz için istediğimiz inanç özgürlüğünü onlar için de istemeliyiz” demez?
Hiç mi bir Alevi çıkıp, “bırakın türbanlarını taksınlar, orduyla işbirliği yapmak bu ülkeye güveni ve hukuku getirmiyor, elele verip özgür ve güvenilir bir ülke kuralım” demez?
Hiç mi bir Kürt çıkıp, “sadece kendi ırkımıza yapılan zulümleri değil diğerlerine de yapılanları görelim, bütün bu zulümleri kırmak için yan yana gelelim, hep birlikte insan haklarını savunalım” demez?
Hiç mi bir solcu çıkıp, “din bir ülkenin kültürel yapısının en önemli ögelerindendir, dinle barışmadan yaşamak halktan uzaklaşmak anlamına gelir, dinden korkacağımıza onları da demokrasi mücadelesine katalım” demez?
Ahmet Altan
:güzel:;1
"Tekkelerimizde, dergâhlarımızda, tasavvuf yolumuzda bizim öğretmek istediğimiz, sevgidir. Kardeş olun, birbirinizi sevmeyi öğrenin!.. Kusurluyu da kusuruna rağmen sevmeyi öğrenin. Öteki insanları da.Belki bir zaman gelir, müslüman olur diye sevmeyi öğrenin.Bu İtalyandır, bu İspanyoldur, bu İngilizdir, bu Amerikalıdır; belki müslüman olur...O iman cevherini belki yeşertebilirim, yanına bir sokulayım diye düşünün"
"Allah’ın takdirine razı olan her şeyden kurtulmuştur.Taksime razı olan için hiç keder,gam,üzüntü yoktur.O kişinin inancıda o kadar güçlü olur ki,kendisi bile buna şaşar kalırsın;bu sonuç hem dünyanı hem de ahiretini mamur etmiş olursun."
hacanbil54
05-04-2009, 23:34
Sezerin Affettikleri
Eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer in af listesindeki isimler şunlardır.
BEKiR SITKI KEÇECi : THKP-C ÖRGÜTÜ MENSUBU EGE BÖLGE SORUMLUSU POLiS ÖLDÜRME EYLEMiNDE BiZZAT BULUNAN KiŞi
MUSTAFA DEMiRER : THKP-C ÖRGÜTÜ MENSUBU 5 POLiS KATiLi
MURŞiT ASLAN : PKK ÖRGÜTÜ MENSUBU ÜST DÜZEY SORUMLU AFTAN SONRA EYLEM HAZIRLIĞINDA iKEN YAKALANDI
ORHAN GÜL : TKP/ML-TiKKO ÖRGÜTÜ MENSUBU TUNCELi MAZGiRT BÖLGE SORUMLUSU AFFEDiLDiKTEN SONRA EYLEMLERiNE DEVAM ETTi. TUNCELi MALAZGIRT'TE JANDARMA iLE GIRDIĞI ÇATIŞMADA ÖLDÜRÜLDÜ
OKAN ÜNSAL : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU ANKARA iL SORUMLUSU AFFEDiLDiKTEN SONRA EMNiYET GÜÇLERiMiZLE ÇATIŞMAYA GiRMiŞ KENDiSi VE KARISI ÖLDÜRÜLMÜŞ
BERNA SAYGILI-ÜNSAL : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU AFFEDiLDiKTEN SONRA EMNiYET GÜÇLERiMiZLE ÇATIŞMAYA GiRMiŞ KENDiSi VE KOCASI ÖLDÜRÜLMÜŞ
ÖNDER MERCAN : TKP(ML)TMLGB ÖRGÜTÜ MENSUBU ANKARA iL SORUMLUSU
MEHMET GÜVEL : TKP ÖRGÜTÜ MENSUBU AFTAN SONRA EYLEMDE YAKALANDI
AYHAN TOPRAK : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU ÜST DÜZEY SORUMLU
iSMET SINAĞ : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
ERDOĞAN TOPRAK : THKP-C ÖRGÜTÜ MENSUBU ÜST DÜZEY SORUMLU
GAMZE BAYRAM : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU ŞiŞLi DLMK SORUMLUSU SABANCI CiNAYETiNDE ADI GEÇMiŞ
ENiS ARAS : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU AFTAN 5 AY SONRA EYLEMDE YAKALANDI
HÜSEYiN KIRAN : TDKP ÖRGÜTÜ MENSUBU ÇEŞiTLi BOMBALAMA VE ADAM ÖLDÜRME EYLEMLERiNE KATILMIŞ
CEM ŞAHiN : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
FATMA SiBEL SARISOY : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
MEHMET ACETTiN : THKP-C ÖRGÜTÜ MENSUBU
ALi KONUK : SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
SEMiRAY YILMAZ : MLKP ÖRGÜTÜ MENSUBU
TUĞRUL CANER KILINÇ : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
NiL PINAR ARIN : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU
NAZiF TÖRE : TKP/ML-TiKKO ÖRGÜTÜ MENSUBU CEZAEViNDEN FiRAR EDEREK YUNANiSTAN'A KAÇARKEN TEKRAR YAKALANMIŞ
EDiBE TOZLU : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
HASAN ÇEPE : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
MuRAT ACAR : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU SABANCI CiNAYETiNDE ADI GEÇMiŞ
MELAHAT AKAY : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
HÜSEYiN POLAT : PKK ÖRGÜTÜ MENSUBU
OSMAN ALi ÇÖPEL : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
AHMET ÖZDEMiR : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
HAYDAR ÖZBiLGiN : MLKP ÖRGÜTÜ MENSUBU
MEHMET ŞAHiN : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
NiHAT SÖNMEZ : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU ÜST DÜZEY SORUMLU
MESUT SEViMLi : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
NiHAL SAKLAYICI : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
NURAY TOPRAK : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
SADIK YILMAZ : MLKP ÖRGÜTÜ MENSUBU
iBRAHiM TEKiN : PKK ÖRGÜTÜ MENSUBU
RESUL AYAZ : TKiP(EKiM) ÖRGÜTÜ MENSUBU ÖRGÜT ÜST DÜZEY ELEMANLARIYLA SIK SIK GÖRÜŞMEKTEDiR
ERAY KARAPINAR : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
EROL ALTIOKKA : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
MUSTAFA KILINÇ : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
MEHMET SEViŞ : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU ÖRGÜTE YARDIM VE YATAKLIK YAPMAKTA
KENAN CAMEKAN : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU GENÇLiK ORGANiZATÖRLERiNDEN
ERTUĞRUL KAYA : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
OĞUZHAN DURMUŞ : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
HÜLYA GÜNAY : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
ATiLLA SELÇUK : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
TÜLiN DAĞ : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
ESMAHAN EKiNCi : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
MUHARREM KURŞUN : TKiP(EKiM) ÖRGÜTÜ MENSUBU
MURAT KIRSAY : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
TUNCER DiLAVEROĞLU : TYKKÖ ÖRGÜTÜ MENSUBU
HASAN AYDOĞAN : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
ÖMER ÜNAL : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
BÜLENT ÖNER : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
YUNUS ÖZGÜR : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
ERGAZi YURTOĞLU : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
YÜKSEL MIZRAK : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
YÜCEL UĞUR : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU
YALÇIN ABATAY : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
ABBAS ALKAN : PKK ÖRGÜTÜ MENSUBU
iBRAHiM AYHAN ÖZGÜL : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU DEFALARCA JANDARMA KARAKOLUNA VE EMNiYET MÜDÜRLÜĞÜNE SALDIRIDA BULUNMUŞ, SALDIRI PLANLAMIŞ
MUSTAFA GENÇ : SiLAH KAÇAKÇISI
AGOP iPLiKCi : SiLAH KAÇAKÇISI
ALi CEFAT UĞRAŞ : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU ÖRGÜT SORUMLULARINDAN
ERDAL ARIKAN : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU BOMBALAMA VE KUNDAKLAMA OLAYLARINA KATILMIŞ
ŞADUMAN KABACI : EKiM ÖRGÜTÜ MENSUBU
ÖZLEM iLHAN : MLKP ÖRGÜTÜ MENSUBU
NAMIK KEMAL BEKTAŞ : MLKP ÖRGÜTÜ MENSUBU
HAKKI ŞEKER : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU BOMBALAMA VE KUNDAKLAMA OLAYLARINA KATILMIŞ
SUAT KARABULUT : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
YILMAZ BABATÜMGÖZ : MLKP ÖRGÜTÜ MENSUBU
LÜTFi TOPAL : THKP-C ÖRGÜTÜ MENSUBU
CiHAN ARKAN : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
TAYYAR SÜRÜL : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
MESUT AVCI : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
ALi RIZA GÜNGÖR : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
SiNAN RAKiP : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU
ÜMiT KANLI : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
ADEM KEPENEKLiOĞLU : TIKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
BARIŞ YILDIRIM : THKP-C ÖRGÜTÜ MENSUBU
HAYDAR BARAN : TKiP(EKiM) ÖRGÜTÜ MENSUBU
HAYDAR GÜNEŞ : TDKP ÖRGÜTÜ MENSUBU ÜST DÜZEY SORUMLU
iLHAN DEMiREL : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
EMiR KESKiN : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
RAMAZAN ÇiÇEK : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
AYLA ÖZCAN : THKP-C ÖRGÜTÜ MENSUBU
iNAYET GUNENC : PKK ÖRGÜTÜ MENSUBU
BARIŞ GÖNÜLŞEN : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
SEVGi TAĞAÇ : MLKP ÖRGÜTÜ MENSUBU
PETEK TÜRKMEN : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
CANALi TÜRKMEN : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
TAMER ÇADIRCI : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
MEHMET LEYLEK : MLKP ÖRGÜTÜ MENSUBU
GÜLAY iNCESU : TKP(ML) ÖRGÜTÜ MENSUBU
OZAN AKIN : MLKP ÖRGÜTÜ MENSUBU
BARBAROS HAYRETTiN YILMAZ : TKP/B ÖRGÜTÜ MENSUBU
ÖZGÜR SALTIK : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU
TURAN ÇiL : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
ERCAN UÇUK : MLKP ÖRGÜTÜ MENSUBU
ZEYNEL YILDIZ : THKP-C ÖRGÜTÜ MENSUBU
ŞAHiN GEÇiT : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU
MUSTAFA ALTAN : MLKP ÖRGÜTÜ MENSUBU
MURAT ERTEKiN : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
ÇETiN DÖNMEZ : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
AYŞE ÇAVDAR : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
MEHMET BÜLENT YILMAZ : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
SALiH AYDIN : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
aLi ŞAHMO : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU
METE YALÇIN : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
LEYLA UZUNHASANOĞLU : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
BEHZAT ESMER : PKK ÖRGÜTÜ MENSUBU
HATiCE YILMAZ : THKP-C ÖRGÜTÜ MENSUBU
HASAN BASRi AYDIN : TÖB-DER ÖRGÜTÜ MENSUBU
ÖKKEŞ KARAOĞLU : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU JANDARMA KARAKOLUNA BASKIN YAPMAK, POLiS ARACINA SiLAHLI SALDIRI YAPMAKTAN MAHKUM iKEN AFFEDiLiYOR, SONRA TEKRAR ÖRGÜTE KATILIP GÜVENLiK GÜÇLERiMiZLE ÇATIŞMAYA GiREREK ÖLDÜRÜLMÜŞ
MUSTAFA KERiM OKATAN : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
GÜRGiN YAMAN : SiLAH KAÇAKÇISI
RAMADAN SADIKOĞULLARI : THKP-C ÖRGÜTÜ MENSUBU
NAZAN YILMAZ : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
HÜSEYiN AVŞAR : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
METiN GÜNAY : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
BANU COŞKUN : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
ALi YILMAZ : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
NURAY GÖNÜLŞEN : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
SELAHATTiN AKCAN : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU
iSMAiL HAKKI SADiÇ : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
MAKBULA AKDENiZ : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
DENiZ BAKIR : MLKP ÖRGÜTÜ MENSUBU
HAKAN YILMAZ : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
CENKER ASLAN : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
HURŞiT ASLAN : PKK ÖRGÜTÜ MENSUBU
MEHMET SALiH ARIĞTEKiN : PKK ÖRGÜTÜ MENSUBU POLiS KATiLi
SEMRA ASKERi : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
DiNÇER OTLUÇiMEN : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
ULAŞ GÖKTAŞ : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
AYHAN KOÇ : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
MAHMUT YÜCEL : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU
HÜSAMETTiN ÖZDEM : TDP ÖRGÜTÜ MENSUBU
MURAT BAHÇELi : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
SIRRI VOLKAN GÜNAY : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
BiNALi YILDIZ : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU
MUSTAFA TOKUR : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
ÖZGÜL DEDE : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
YÜKSEL DOĞAN : PKK ÖRGÜTÜ MENSUBU
iBRAHiM GEZiCi : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU
iNAN EREN : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
TEKiN YILDIZ : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU
AHMET TURAN ATMACA : MLKP ÖRGÜTÜ MENSUBU
SEDAT FELEK : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU
NECATiN AYAZ : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
SUZAN BARAN : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU
GÜRHAN HIZMAY : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
HAKAN BARAN : TKP7ML ÖRGÜTÜ MENSUBU
HALiL DOĞAN : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
iLHAN EMRAH : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU
DOĞAN KARATAŞTAN : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
MUSTAFA SAĞDIÇ : HDÖ ÖRGÜTÜ MENSUBU
GÜLPERi ÖZEN : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
RUHi UZUNHASANOĞLU : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
FATMA GÜZEL : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
AYDAN ODABAŞ : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
GÜLSEVEN ÖZTÜRK : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
MADIMAK ÖZEN : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
GÜLDEREN SAN : TDP ÖRGÜTÜ MENSUBU
EYLEM YEŞiLBAŞ : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
HÜSEYiN ALi GÜNAY : MLKP ÖRGÜTÜ MENSUBU
HÜSEYiN TAŞKIN : MLSPB/DK ÖRGÜTÜ MENSUBU ÜST DÜZEY SORUMLU
MUSTAFA YAŞAR : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
YAŞAR DEMiRCAN : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
ERGÜN BÜTÜNER : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
NERGiZ iZCi : THKP-C ÖRGÜTÜ MENSUBU
FAiK ÖNDER : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
ŞAHiN AKSOY : PKK ÖRGÜTÜ MENSUBU
BÜLENT DEMiRÇELiK : TKP/ML ÖRGÜTÜ MENSUBU
BARIŞ KAYA : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
KEMAL ALTINGÜL : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUBU
CAViT TEMÜRTÜRKAN : DEV-SOL ÖRGÜTÜ MENSUU
MURAT CANDAR : TiKB ÖRGÜTÜ MENSUBU
MUSTAFA ERKAN ÇETiN : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU DHKP-C DOĞU KARADENiZ ÜST DÜZEY SORUMLUSU
NEZAHAT GÜNDOĞAN : PKK ÖRGÜTÜ MENSUBU ÜST DÜZEY SORUMLU
MÜSLÜM KALOĞULLARI : TKP/ML-TiKKO ÖRGÜTÜ MENSUBU
HATUN AN : DHKP/C ÖRGÜTÜ MENSUBU
kaynak (tumgazeteler.com) aslında internette araştırdığınızda birçok siteden bu bilgilere ulaşabilirsiniz...
SEZERİ SEVENLER tekrar düşünün. Ahirette herkes seveniyle beraber olacak vesselam...
hayatım kararttı neler oluyor bu ülkede asılması gereken insanlar baş tacı yapılıyor yandaş medya tarafından...
Sen başına gelen bir dert içinde ALLAH diyorsan;
O sana Kendisini zikrettirmek için bu derdi vermiş demektir..
Gayesi seni Kendisiyle meşgul etmektir..
Hiçbir zikir ve dua karşılıksız kalmaz..
ALLAH'ı zikrettiren dert;
O'nu unutturan maldan ve sıhhatten daha hayırlıdır...
Gönülden
05-28-2009, 18:28
Millete güvenmeyenler, milli iradeye değer vermeyenler, halkı cahil, vesayete muhtaç sayanlar, bir avuç -kendi zannınca imtiyazlı, uyanık ve aydın- kesimin, halka rağmen ülke yönetimine el koymasını zorunlu görenler, şimdilik amaçlarına ulaşabilmek için asker yerine "yargıçlar devleti" formülünü uygun görenler…
Yüksek yargı, idari (maalesef siyasi) yargı "anayasa değişikliği bize sorulsun, bizim kabul etmediğimiz hiçbir madde orada yer almasın" diyorlar. Tekliflerine bakınca da maksadın, son tahlilde birkaç yargıcın iradesinin, millet iradesini ikame etmesine imkan tanımak veya bu imkanı devam ettirmek olduğu anlaşılıyor.
İki anayasa profesörü tartışıyor:
- Anayasa mahkemesinin üye sayısını değiştirmek ve önemli bir kısmını meclisin seçmesini sağlamak istiyorlar…
- Bazı batı ülkelerinde de böyledir, tamamını meclisin seçtiği yerler bile vardır.
- Bu iktidarda mı meclis seçecek? Bunun sonu neye varır? Yüksek mahkemeyi siyasallaştırmaya, iktidarın aleti kılmaya varmaz mı?
İşte bu ifade, anayasa değişikliğine niçin karşı çıkıldığına ışık tutuyor ve diğer itirazlara da örnek teşkil ediyor. İtirazların tamamı, "yapılacak değişiklik şekil bakımından hukuka uygun ve Batıda örneği mevcut olsa bile bu iktidar o maddeleri, dindarlara daha fazla hürriyet ve imkan getirmek için kullanacaktır…" düşüncesini yansıtıyor.
Yani başka bir ideoloji, düşünce, hayat tarzı sahipleri iktidarda olursa, bunlar anayasayı değiştirir, mahkeme üyelerini de kendileri seçerse bu iş hukuka, demokrasiye, rejime uygun oluyor, Akparti aynı şeyleri yaparsa meşru olmuyor!
Bu kavganın sonu gelmez, karşılıklı engellemenin faturasını da halk öder; olduğumuz yerde sayarız, hatta geri de gideriz.
Çare nedir?
Çare demokrasiyi hazmetmektir, uygulamaktır.
"Demokrasi çoğunluk iradesinin egemen olması demek değildir, azınlık da olsa muhalefetle uzlaşmak şarttır " deniyor.
Dışı parlak olan bu cümlenin uygulamada yeri yoktur ve işi çıkmaza sokmaktan başka hiçbir işe yaramaz.
Bugüne kadar yapılan anayasaların hangisinde uzlaşmaya varıldı, muhaliflerin görüş ve itirazlarına itibar edildi?
Demokrasilerde anayasa dahil bütün kanunları, hangi parti iktidarda olursa olsun meclis yapar. Meclis sivil toplum örgütlerine ve muhalefete kulak verir, itirazlarını dinler, makul gördüklerine göre değişiklik de yapar, ama uzlaşma olmadığında çoğunluğun dediği olur; azınlığın gönlü olsun diye beklenmez.
Hayrettin Kahraman
Gönülden
06-03-2009, 17:52
Ümitle uzun yollar aşılır; ümitle kandan irinden deryalar geçilir ve ancak ümitle dirliğe ve düzene erilir. Ümit dünyasında mağlup olanlar, pratikte de yenilmiş sayılırlar. Ne yiğitçe ve çalımla yola çıkanlar vardır ki, iman ve ümit zaafından ötürü, yarı yolda kalmışlardır. Küçük bir zelzele, gelip geçici bir fırtına, akıp giden bir sel onların azim ve iradelerini de beraber alıp götürmüştür. Ya kendilerine ümitle bağlanılıp sonradan onlarla beraber yeis bataklığına düşüp boğulanların hâli, o hepten yürekler acısıdır.
Aslında gerçeği bulamamış ve ona dilbeste olamamış kimselerin başka türlü olmaları da mümkün değildir. Makama, mansıba ümit bağlamış; servete, sâmâna gönül vermiş ve gelip geçici, yıkılıp gidici şeylerle avunup durmuş kimselerin, er geç hüsrana maruz kalacakları muhakkaktır.
Solmayan renge, sönmeyen ışığa, batmayan güneşe dilbeste olan bir ruhtur ki; gecesi sabah aydınlığında, gündüzü Cennet bahçeleri gibi rengârenktir. Böylelerinin, karanlık bilmeyen ufuklarında güneşler kol gezer ve değişen mevsimler, farklı manzaraların büyüleyici meşherleri gibi birbirini takip eder durur. Veyahut her biri bir ulu ağaç gibi, semaya doğru ser çekmiş ve kök kök üstüne zeminin derinliklerine inmiştir ki; ne karın, dolunun şiddeti, ne de tipinin, boranın yakıp kavuruculuğu onları müteessir etmez. Sonsuza bağlanmış ve ümitle dolu bu gönüller, bahar demez, yaz demez; hazan demez, kış demez, kucak kucak meyvelerle gelir ve o görkemli kametten bekleneni yerine getirirler.
Bizler topyekün bir millet olarak, dayanıp darılmayan, azmedip yılmayan ve hele ümitsizliğe asla kapılmayan yol göstericilere; ekmek kadar, su kadar, hava kadar ihtiyaç içindeyiz. Hevesle yola çıkıp hevâlarına göre aradıklarını bulamayınca, ya ümitsizliğe düşmüş veya Yaradan'la cedelleşmeye girişmiş olanlara gelince; onlar bizden, biz de onlardan fersah fersah uzak bulunmaktayız. Mamafih, feleğin geniş dairedeki çark-ı çemberi, hiçbir zaman, yerdeki bu sefillerin kokmuş felsefelerine ve bozuk hendeselerine göre cereyan etmeyecektir..!
SIZINTI
Sermayenin küreselleştiği şu devirde ticari ürünler sınır tanımadan ülkeleri gezerken yabancı dil ve kelimeleri boykot etmek adeta ithalat ve ihracatı yasaklayıp ekonomiyi baltalamak gibi bir şeydir. Nasıl ki dünyaca ünlü markaların malları her türlü ülkeye ve kültüre rahatlıkla girebiliyorsa, benzer bir şekilde farklı dillerden kelimeler de ticari mallar (kültürel mal diyebiliriz) gibi değiş tokuş edilmektedir. Uluslararası etkileşimin kaçınılmaz bir sonucu olarak en çok malı satan ekonomik hayatta, dilini en güzel pazarlayan da sosyal ve kültürel alanda kazanmaya devam ediyor.
Örneğin, Avrupa Birliği entegrasyon sürecinin bir parçası olan Erasmus, Comenius, Socrates gibi programlar ile öğretmen ve öğrencilerimiz farklı kültür ve dile sahip insanlarla bir araya geliyor. Karşılıklı etkileşimler sonrası insanlar ayrılırken birbirlerinden dil başta olmak üzere birçok değerleri kaçınılmaz olarak paylaşıyorlar. Konu ile ilgili olarak Sapir, "Bir dilin bir başka dil üzerindeki en yalın etkisi kelime alışverişidir; ancak, bu genellikle tek yönlüdür. Eğer kültür akışı varsa büyük olasılıkla kelime akışı da kaçınılmaz olacaktır." der. Bu tespitin son dönemdeki müşahhas örneği İngilizcedir. İngiliz dilinin, geçtiğimiz yüzyılda olduğu gibi bu yüzyılda da dünyanın en çok konuşulan ve tercih edilen yabancı dili olmayı sürdüreceği anlaşılıyor. Frank Colby'nin araştırmasına göre kelimelerinin yüzde 35'ini Fransızca, yüzde 25'ini Anglo-Sakson dilleri, yüzde 16'sını Latince, yüzde 14'ünü Eski Yunanca ve yüzde 10'unu diğer dillerden alan İngiliz dili, bugün yaklaşık sayısı 1-2 milyon arasında değişen kelime haznesiyle dünyanın en zengin dili olmuştur (David Crystal, Cambridge Encyclopedia of the English Language). Bu gerçeğe çok bilinen örnekler olarak, Arapçadan (alkuhul-alcohol, amiral-admiral, jiniy-genie), Türkçeden (yoğurt-yoghurt, tülbent–tulip, kebab-kebap), İspanyolcadan (el lagorto–alligator, junto–junta, charge–cargo), Rusçadan (samovarit–samovar, mamot-mammoth), Sanskritçeden (jangala–jungle, bandhu–bandanna) kelimeleri gösterilebilir. İngilizler sayısız yabancı kelimelere kucak açmışlar ve bunları bugün İngilizce kelimeler olarak tüm dünyaya öğretmektedirler. Bir düşünelim, İngilizler başka milletlerden kelime almayı yasaklamış olsalardı acaba bugün dünyanın en popüler dilini kullanıyor olabilirler miydi
Dr YAkup Çetin
Sevgili Dilemma ilginizi cekerse geniş bilgi için link verebilirim MSN den;;)
Yazıyı genişçe okuduk faydalandık, eyvallah abicim..
Yazılanlara katılmamak elde değil..
Daha önce bir konuda da belirttiğim gibi biz öztürkçeciler gibi dilimize yerleşmiş kelimeleri atmayı düşünmüyoruz.
İstediğimiz şey şudur ki, dilimize yeni kelimeler elbette girsin lakin onları olduğu gibi almayalım, kendi dilimizin kurallarını uygulayalım ki bize ait olsun. Zaman içinde evrilsin..
Ama günümüzde insanlara dil bilincini yerleştiremediğimiz için ve lanet olası bir özenti huyuna sahip olduğumuz için akın akın yabancı kelimeler olduğu gibi akın ediyor dilimize.
İnsanlar sohbet demek yerine chat diyor.
Chat'e çet deseler, dilimizde okuduğumuz gibi yazsak ona da eyvallah ama nerdee..
Dilimiz zenginleşsin ama önce insanları bilinçlendirebilmek lazım..
Daha çok çalışın, daha kaliteli üretim yapın, daha çok tasarrufta bulunun., lüksü ve israfı terk edin, yeni ve modern, büyük müesseseler kurmaya gayret edin!
Prof. Dr. M. Esad COŞAN (Rh.A)
Cahide kardeşimize teşekkürler..
Gönülden
06-18-2009, 17:45
Taraf Gazetesi "AKP ve Gülen'i bitirme planı" başlığını attı ve tüyler ürpertici bir belgeyi yayınladı. Bu bir dönüm noktasıdır. Belge doğru da olsa, sahte de olsa artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz. Şimdi koro halinde bir kısım medya feryat ediyor: "Doğru olduğunu nereden biliyorsunuz?" Pardon! "Siz sahte olduğu kanaatine nasıl vardınız?"
Askerî savcılık bile bu aşamada "yalandır" diyemediği halde size ne oluyor ki bu kadar telaşa kapılıyorsunuz?
Belgede imzası olan albay, dün ifade veremedi. Gelseydi el yazısı alınacak, belgedeki ile karşılaştırılacaktı. Simdi koskoca bir soru işareti oluşturuldu. El yazısını savcılıkta vermeyenlerin göndereceği örnek metin üzerinde ne yapacağı şüphe uyandırmayacak mı? Belgenin sahte olup olmadığını bu aşamada kesin bilemeyiz; ancak bildiğimiz bazı gerçekleri şu kadarıyla sıralayabiliriz:
Daha belge ortaya çıkar çıkmaz bazı Ergenekon zanlıları ve medyadaki taraftarları "Bu belgeyi polis koydu" demeye başladı. Ne var ki zamanla manzara netleşti: Belgenin ele geçirildiği arama sanık avukatlarının gözetiminde yapılmış ve tutanağa o avukatlar da imza atmış; hatta o belgeden bir nüsha da avuAkatlara imza karşılığında teslim edilmiş. Bu arada yapılan arama saniye saniye kaydedilmiş. Hile yok, hurda yok...
EKREM DUMANLI
Gönülden
06-18-2009, 17:47
İtidalden, sevgiden tedirginlik ve huzursuzluk duymak, hiçbir açıdan hiçbir anlam taşımaz. Düşüncesi ve eğilimi ne olursa olsun, hiçbir insana böyle bir zaaf yarar sağlamaz, hayır getirmez. İnsanın insanlığını zaafa uğratan tutarsızlıklar her meşrû düşüncede, felsefede ciddi hatalar olarak görülür. Solda da sağda da, modernitede de postmodernitede de, her türlü hakikat ve mutluluk arayışında da böyledir bu.
Mâşeri vicdanın duyarlılıklarına bazen saygı duymak içinizden gelmeyebilir, gelemeyebilir; ama öyle de olsa onlara "saygısızlık etmeme" gibi bir yükümlülüğünüz, rasyonel bir ihtiyat idrakiniz ve basiretiniz, her şeyden önce kendiniz için mutlaka var olmalıdır. Aksi halde hiçbir düşüncenin, eğilimin ciddi insanı olamazsın. Pozitivist bile olamazsın. Hele demokrat, milliyetçi, toplumcu, halkçı hiç olamazsın. Birey önce kendi var oluşunu gerçekleştirmenin gereklerini yerine getirmelidir ki, sonradan kendine "artı bir şey" eklemenin imkânlarını görüp tanıyabilsin.
Fethullah Gülen'i hiç görmemiş bir insan, bir şoför, arabasında bazı aydınımsılar ileri geri konuşunca, "Abiler lütfen bu bahsi kapatın. Ben o adamı görmeden seviyorum ve şu sözleriniz beni çok üzüyor. Arabayı bile zor kullanır hale geldim. Lütfen, ne olur" diyebiliyor. Bu sevginin hesabı, kaydı, ajandası, eylemi meylemi olur mu? Duası olur, şükranı olur, gönül bağı olur sadece.
AHMET SELİM
Gönülden
06-25-2009, 17:35
Çokkültürlülük, farklılıklara saygı gibi kavramların bugün tartışılıyor oluşunu, Avrupa evrenselciliğinin sorgulandığı geç modern dönemin dinamiklerinden bağımsız değerlendirmek mümkün değildir. Modernlik projesinin dünya çapında girdiği kriz, pek çok etik ve politik eleştiriye meydan verdi. Bu çerçevede "evrensel akıl", "özerk birey" gibi politik ideallerin, "öteki" ile iletişim kurmayı engelleyen boyutuna dikkat çekildi. "Eşitlik"in ötekinin kendini ifadesine imkan vermeyen boyutu eleştirilirken, kamusal alanda farklılıklara izin veren yeni bir siyasal etiğin oluşturulması yolunda tartışmalar derinleşti.
Zaman
Gönülden
07-21-2009, 18:26
Ya YARSAV Başkanı beyefendiye ne demeli? Dün bazı gazetelerde yayınlanan fotoğrafta o da Ergenekon zanlıları ile al gülüm ver gülüm muhabbeti içinde. Oldu mu bu şimdi? Hem fiilen savcılık yapmaya devam edeceksin; hem de kalkıp bir davanın zanlılarıyla toplantılar düzenleyeceksin. Üstelik yanınızda bir HSYK üyesi olacak. Zaten bu konuda şaibe altında değil misiniz Sayın Başkan? Ergenekon zanlılarının avukatlarını aradığınız, 'Aman müvekkilleriniz savcıya şöyle desin, şöyle demesin' diye talimatlar verdiğiniz yazıldı çizildi. Bu kadar itham altında kalıp, bu kadar umursamazlık içinde kalmak bir maharet gibi algılanabilir; ancak adalet sisteminin içinde bizzat ve bilfiil bulunan insanların pişkinliklere başvurarak mesleklerine zarar vermesi asla kabul edilemez. Yazıktır! Böyle davranılmaya devam edilirse, mesleğe de meslektaşlara da zarar verilmiş olmaz mı? Zira adalet sistemi, işini büyük bir ciddiyetle, titizlikle yapan binlerce yargı mensubunun emeği üzerinde duruyor. Ve maalesef bazı kişilerin kamuoyuna sunduğu pişkinlik fotoğrafı en çok bu yargı mensuplarını incitiyor. Dün Paksüt'ü Silivri'de görünce adalet sistemi adına üzüldüm. Aklıma bir başka atasözü geldi: Çağrılan yere gidip ar etme/ çağrılmayan yere gidip dar etme.
EKREM DUMANLI
Gönülden
08-11-2009, 17:22
26 YILDA NEYİ ÇÖZDÜK?
Söyleyecek lâf çok.
Ama şu kadarını söylemek istiyorum:
Son “26 yıl” boyunca; milyarlarca doları dağlara gömdük, 40 bin şehit verdik, “köy”leri ve “mezra”ları boşaltıp burada oturan insanları “zorunlu göç”e tabi tuttuk, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” nutukları attık da ne oldu?..
Evet, ne oldu?..
Kürtlere sövdük, askerimizi övdük, dağları bombalarla dövdük de, ne geçti elimize?.. “Terör” mü sona erdi, yoksa “gittikçe derinleşen ayrışma” mı?..
Söyleyin Allah aşkına;
Bu ülkenin kaynaklarını dağlara, askerini toprağa gömmek ve bunun “aynen devam” etmesini istemek bir “vatanseverlik” midir?..
Buna karşılık;
“Kınalı kuzuların kanı akmasın!.. Anaların gözyaşı dinsin!” şeklinde özetlenebilecek bir “girişim” başlatmak, bu girişimde “birlik, bütünlük ve kardeşlik” duygularını yeniden tesis etmeye çalışmak “ihanet” midir?..
Sahi, nedir “ihanet” olan?..
“Ölüm”ler devam etsin demek mi,
“Çözüm” bulunsun demek mi?..
26 yıldır “terörle mücadele” ediyoruz, 26 yıldır “köyleri boşaltıyor”, arkasında “terörist gizlenebilir” diyerek “ağaçları kesiyor” ve “otlakları yakıyoruz” da ne oluyor?..
“Askerî çözüm” metodlarıyla nereye vardık?.. Öldüre öldüre bitirebildik mi “terörist”leri?.. Yoksa, bir “terör sektörü” doğmasına zemin hazırlayıp, bazılarının bu sektörden “rant” elde etmesine yol mu açtık?..
Artık sormak gerekmez mi;
“PKK terörünü sona erdirmek” için daha kaç “vatan evlâdı” ölecek, daha kaç ana karalar bağlayacak ve daha kaç ocak sönecek?..
Bu mu vatanseverlik?..
Yoksa “çözüm” bulmaya çalışmak mı?..
Evet, ortada bir “ihanet” var!..
Ama, hangisi?!?..
Hasan Karakaya
Mecnun
LEYLA’sının köyüne gitmek için,
dişi bir deveye bindi.
Bir süre yol aldı.
Mecnun’un tek derdi,
bir an önce Leyla’sına kavuşmaktı.
Dişi deve ise,
geride bıraktığı yavrusunu düşünmekteydi ve onun tek derdi ise,
geriye dönmekti.
Mecnun bir an dalıp gitse,
elinden yuları gevşetse,
deve bunu hisseder ve geriye döner geldikleri köye
yani yavrusunun olduğu yere doğru giderdi.
Mecnun kendine gelip baktığında,
bulundukları yerden çok daha geriye gittiklerini farkediyordu.
Bu yolculuk iki-üç gün böyle sürdü.
Mecnun yıllardır yollardaymış gibi şaşırmış kalmıştı.
Baktı ki bu yol böyle bitmeyecek,
deveden indi ve:
“Ey deve!” dedi. “İkimiz de aşığız.
Fakat, aşklarımız birbirine zıt, birbirine aykırı!
Demek ki biz,
birbirimizle yol arkadaşlığı yapmaya uygun değiliz.
Senin sevgin de,
yuların da bana uymuyor. O halde en iyisi ayrılalım!”
diyerek deveyi bıraktı.
•••
Bu hîkayede geçen ‘Mecnun’ insan ruhunu temsil ediyor.
Ve ruh, Ezelî bir Sevgiliye yani Rabbine muhtaç ve müştaktır.
‘Deve’ ise, nefistir. Maddî arzuların sembolüdür.
O da, yavruları olan heveslerin ardında koşmaktadır.
.... herkes kendi dünyasında yaşar. Ve yine bu nedenle herkesin, kendi kendine sarmalandığı perdelerle başı belâdadır.
Gözlerimiz, muhataplarımızın fanusuyla karşılaşmadan önce kendi fanusuyla çarpışır; o görünmez fanusuyla... kendi fanusuyla...
Kendi fanusunu kırmadığı/kıramadığı sürece, kimse başkasının fanusuna el uzatamaz.
Dücane CÜNDİOĞLU
Mükemmeldi..
Gönülden
08-29-2009, 04:16
Bir çift kumru sesi. Sabah. İlk ışıkların altında. Meşeliklerde, ötede, kendisini görmediğimiz, ismini bilmediğimiz bir yalnız ötücü kuş. Çimenlerin arasından şırıltıyla akan derecik. Rüzgarda sallanan başaklar. Başakların sese getirdiği esenlik. Oturduğumuz iskelenin altında, eski bir zaman dili gibi varlığı şlap şlap yoklayan dalga. Bir annenin çocuğuna koşarken çıkardığı şakıma. Ve aşk için kollarını açmış kelimeye dönüşmeyen iç geçiriş sesi. Ve, kainatı zahmetsizce kucaklarcasına insanın canını yakan bir şarkıyı kanatlandıran ses. İnsan sesi. Şarkıda. Güzel ezanlar. Suyun içinden çıkan. Kıvrılmış saç. Rüzgarda. Görerek duyduğumuz ses. Geceleyin başımızı kaldırdığımızda yıldızların karşılıklı raksından gelen ses!
Doktorlar, anne karnında başladığını söylerler, insanın sesle olan macerasının. Bilemeyeceğimiz bir dönemin ilk izleri belki orada, bizim bilgi dışı zamanımızda oluşur, kökleşir. Yerleşir. İnsanın ilk macerası sesledir dünyada. Dünya sesle başlar. O başlayış belki de güzel sesle anlam arar kendisine. Ontolojik tutarlılık arar. Bulunca da su gibi yumuşar ruhu.
UFUK BOZKIR
İki büyük Allah dostu,Cüneyd-i Bağdadi ile
Ebu Bekir Şıbli aynı günde hastalanırlar..
Her ikisini de aynı hekim tedavi etmektedir..
Ve hekim dinsizdir..
Hekim önce,Ebu Bekir Şıbliye gidip sorar:
-Rahatsızlığın nedir?
O:
-Hiç! ,
diye cevap verir.
Hekim daha sonra aynı soruyu Cüneyd’e de sorar,
o ise,ayrıntısıyla bütün hastalığını anlatır…
Bir süre sonra iki büyük gönül ,Cüneyd ve Şıbli karşılaşırlar,
Şıbli Cüneyd’e sorar:
-Rahatsızlığını bir dinsizin önüne niye serdin?
-Bilsin istedim dost olana böyle yapılıyor.
Ya düşmana ne yaparlar!
Sonra da hikmetini anlamadığı şeyi Cüneyd,
Şıbli’ye sorar:
-Peki,sen niçin rahatsızlığını söylemedin?
-Dostu,düşmana şikayet etmekten utandım!....
"!!!"
Gönülden
09-02-2009, 11:28
Peygamberlerimizin hayatlarını okuyor musunuz? Şimdiye kadar okumuş olsanız dahi yeniden okuyun. Evinizde, elinizde yoksa hemen bir tane edinin.
Bakın bakalım, aralarında, “ekmek derdine” kapılıp taviz verenler var mı? Ölüm gelmeden ölmeye yatanlar var mı?
“Köprüyü geçene kadar ayıya dayı” diyen oldu mu?
“İtle dalaşmaktansa çalıyı dolaş”mayı tercih eden bir peygambere rastladınız mı?
“Bana dokunmayan yılan” tekerlemesine sığınanı gördünüz mü?
“Maslahat icabı” inançlarından, ilkelerinden taviz veren bir peygamber olduğunu duydunuz mu?
Hayır! Nasıl inanmışlarsa öyle yaşamışlar!
Baskıysa baskı, zulümse zulüm, ölümse ölüm!
Şiddet karşısında bile itidalden uzaklaşmamışlar, suhulet ve sükünetle tebliğlerini yapmışlar.
Hatırlayın: Hazret-i İbrahim’in karşısında Nemrut vardı...
Hazret-i Musa’nın karşısında Firavun vardı...
Hazret-i İsa’nın karşısında Roma despotları vardı...
Hazret-i Âlişan Efendimiz’in karşısında ise başta Ebu Cehil olmak üzere Mekke’nin tüm müşrikleri: Tüm kuvvet ve kudret sahipleri vardı...
Nemrud, Hazret-i İbrahim’i ateşe attı: Ateş gülistana döndü.
Firavun, Hazret-i Musa’yı Nil Nehrinde boğmaya kalktı, ordusuyla birlikte kendisi boğuldu.
Roma despotları Hazret-i İsa’yı öldürdüklerini zannettiler, Hazret-i İsa semaya alındı.
Ebucehil, Hazret-i Âlişan Efendimizi doğduğu şehirden kovdu, ama kısa bir süre sonra muzaffer olarak aynı şehre dönmesini engelleyemedi.
Onlar başkalarına değil, Allah’a teslimdiler. Allah’a teslim oldukları için zahiren kaybettikleri zamanlarda bile mânen kazanıyorlardı.
Baskılar şiddetlendikçe inançlarına sarılıyor, inançlarında diriliyorlardı.
Samimiydiler. Dürüsttüler. Yüreklerinin en derin yerlerine kadar imanlıydılar ve inançlarında sebat etmeye kararlıydılar.
Tarih onların yaşama biçiminin haklılığını tescil etti.
Tarih bizim tabansızlığımızı da tescil ediyor. Bakalım gelecek nesiller nezdinde beraat edebilecek miyiz?
Yavuz Bahadıroğlu
Gönülden
09-06-2009, 22:38
Devlet kurumları “U Borusu” gibidir.. Biri diğerinden çok daha saygın olmaz genellikle..
Hangi ülkede olursa olsun, ‘Başbakan asan bir ordu’nun hukuk dışı gücü, hangi ülke ve toplum için olursa olsun, teminat değil, milli iradeye karşı tehdittir..
Ordu denizinde bir gemi mi Türkiye, yoksa türkiye denizinde yüzen bir muhafız gemisi mi?
Bazen kulağa hoş geldiği düşünülen ifade ve iddialar, sonra can sıkıcı talihsiz sloganlara dönüşebilir...
Çevik Bir zamanında orduya şükran onurumuzdur gibi kışla kapılarında dışa dönük tabelalar asılmıştı.. Şecaat arz ederken bazen böyle zor durumlarda kalınabilir..
Bu ifadeler gelecekte, geçmişe ait acı hatıraların, yanlış bir zihniyetin belgesi olarak anılacaktır.. Genelkurmay Başkanı bu tür tuzaklara nasıl düşüyor, bu yanlışlıklar meratibi silsileden nasıl geçip afişlere çıkıyor, anlamak zor aslında..
Sonunda korumaya çalıştığımız değere zarar veriyoruz. Şecaat arz ederken, başka durumlarla karşılaşıyoruz..
Güçlü bir Türkiye’den söz ediyorsak, önce darbeci paşaların unvanlarının geri alınması gerekir. Evren’in de, Gürsel’in de. Diğer darbeci paşaların da sanık sandalyesine oturtulması gerekir.. Güçlü ordu, zayıf Türkiye sonucunu doğurmamalı. Evet “Bütünün adı Türkiye'dir. Türkiye güçlü olursa ordu, millet, devlet, meclis, hükümet, her şey güçlü olur.” Güçlü ordular, güçlü olmayan halkını eziyor, yoksul bırakıyorsa, orada sorun var demektir. Diktatör ülkeler, faşist iktidarlar da güçlü orduyu severler, ama kendi iktidarlarını korumak ve düşmandan çok kendi halkını zabtu rabt altına almak için..
Abdurrahman Dilipak
Hayatıma etki etmedi pek... Ama sorgulamamı sağladı, kendimi ve çevremi, sahiden böyle mi yapıyoruz... Şimdi okudum burayı, iftardan önce aktarayım istedim...
...
Kendimizi kolayca, Batı'da imal edilen o "Doğulu" (Oryantal) çerçevenin göbeğine monte ediyor ve br ikiliği daha en baştan doğru kabul ederek yola çıkıyoruz.
Tabii Batılı olmak bir üstünlük duygusu verdiği ve modern çağın statü standardı haline geldiği için de, kendimizi zirvedeki Batı ile ölçmeye; onun karşısında küçük görmeye, azgelişmiş, gelişmemiş, hasta adam vs. gibi aşağılayıcı sıfatlarla yargılamaya bayılıyoruz.
Oysa meseleyi dünya tarihi veya küresel tarih bağlamında ele aldığımızda, Batı'nın insanlık tarihini baştan başa kat eden kesintisiz bir serüven olduğu masalını bir kenara bırakmamız ve "Batn çuvalı"nın içine tıkıştırdığımız birçok avare unsuru boşaltmamız gerekiyor. En önce de, Batı medeniyetinin daha baştan itibaren Doğu'dan büsbütün farklı bir kulvarda, kendi yolunda yürüdüğü ve insanlık tarihinde benzersiz bir medeniyet vücuda getirdiği, nihayet, tarihin hep merkezinde bulunduğu ve "tarihin sonu"nu getirdiği gibi içi boş savları, kıyasıya sorgulamamız gerekiyor.
Mustafa Armağan / Avrupa'nın 50 Büyük Yalanı
Fasl-ı Gül
09-13-2009, 15:01
Ne Hoş Tasvirler:
"O’nun beyanlarında namaz; oturup-kalkan, insana arkadaş ve yoldaş olan, onun yalnızlığını gideren ve ışığıyla onun yollarını aydınlatan.. abdest; can gibi, kan gibi insanın damarlarında dolaşan, ırmaklar gibi onun kapısının önünde akan, akıp akıp her türlü isi-pası temizleyen.. ezân, kâmet; selviler gibi boy atıp salınan, ses şoku yapıp şeytanların ödünü koparan ve bir revh u reyhân olup namaza gidenlerin ruhlarını saran.. zekât, sadaka; tıpkı birer köprü gibi birbirinden kopmuş yığınları bir araya getiren, sağlam bir lehim gibi parçaları bütünleştiren.. oruç; bir kalkan gibi sahibini koruyan, onun cennete girmesine yardım için, cennet surlarında sırlı bir kapı hâline gelen ve elinde kâsesi bir sâki gibi ona kevserler sunan.. hac; bir terzi gibi yırtıkları yamayan, bir gassâl gibi lekeleri yıkayan ve umumî bir meşveret meclisi gibi bütün inananları bir araya getiren.. cihad bir fedâi gibi göğsünü gerip cehenneme giden yolları kapayan, bir teşrifatçı gibi cennet yollarını açıp, insanlara “buyur!” eden ve şefkatli bir baba gibi inat edenleri zincirlere vurup firdevslere doğru sürüyen.. zikir, dua; telsiz, telefon gibi Yaratan’la yaratığı birbiriyle buluşturan, birbiriyle konuşturan, emr-i bil-ma’rûf nehy-i ani’l-münker; birer trafik memuru, birer kapıcı gibi, yol başlarını, kapı önlerini tutup, yoldan geçip-geçmeme, kapıdan içeriye girip-girmeme işlerini idare eden.. sıla-i rahim; bir anne gibi kucağını açıp bekleyen, insanlarla dâvâlaşan ve mürâfaa olan, onlarla konuşan, vaadlerde bulunan, inhirâf edecekleri endişesiyle onları tehdit eden, yakasından tutup hırpalayan birer canlı motif hâline gelir ve dinleyenleri âdetâ büyüler.
Evet, O’nun bütün bu hususları bir kaneviçe gibi tasviri, tasvirde kullandığı malzemenin husûsiyetleri; beyânındaki hareket, işaret, resim ve mûsikî gücü, bütün edebî san’atları tekellüfsüz ve yerli yerinde kullanması, her biri başlı başına birer mücelled isteyen mevzûlardır."
Gönülden
09-15-2009, 16:34
Her kadir gecesi, aynı zamanda birer “kader gecesi”dir...
Kendi tercihimiz ve katkımızla belirlenir kaderimiz.
Kavli ve fiili dualarımız “Dualarınız olmasaydı ne ehemmiyetiniz olurdu” buyuran Rabbimiz’in nazarında “ehemmiyet” kazanmamızın ölçüsüdür.
Kadir vakti, dua vaktidir bir anlamda...
Bağışlanmamız için açacağımız ellerimizi böğrümüzde bırakmayacağını vaad eden Allah’ın önünde dize gelip aczimizi idrak ile dileklerimizi sıralamanın çok anlamlı, aynı zamanda da rahatlatıcı olduğunu belirtmeye bilmem gerek var mı?
O bizi de, ihtiyaçlarımızı da biliyor...
O’nun hazineleri hepimize yeter.
•
Bu gece insanların duruşuna bakın: Daha dikkatli, daha rikkatli, daha şefkatli, kısacası daha “insan” olduklarını göreceksiniz...
Bu geceyi “her gece” yapmak, beşeri zaaflarımızdan kurtulmanın tek yolu gibi gözüküyor.
Bir birimizin gözünü oymaktan başka türlü kurtulamayacağız!
•
Bu geceye korku değil, sevgi egemen...
Sevgiyle açılan eller, sevgiyle yumuşayan gönüller ve sevgiyle bakan gözler...
Her şey sevgi ekseninde şekilleniyor bu gece...
Her şeyde bir şey görünüyor: İnsan!
Müslüman yüreklerde güller açıyor bu gece: Muhammed (s.a.v) açıyor!
Bu gece hürmetine şefaatini bizden esirgeme gül kokulu gülşenim!
Hasretim, sevdam, Peygamberim!
Yavuz Bahadıroğlu
Gönülden
09-17-2009, 09:12
Batının özgürlük serüveni, kilise ve onun kurumlaştırdığı papalık ilahiyatına yönelik bir isyanı, aristokrasi ve onun sembol kurumu olan Krallığın oluşturduğu siyasallığa bir saldırı üzerine bina edilmiştir. Yani kendisini çevreleyen şartların olumsuzluğuna bir başkaldırıdır, batılı özgürlük serüveni! O yüzden batılı özgürlük serüveni, din dışı bir alanda neşvünema bulan bir karaktere sahiptir. Tersinden heva ve nefsin ağır baskısı altına alınan kişiliklerin özlerini kaybettikleri ve ortamın belirleyiciliğine teslim oldukları ortadadır. Yani özgürlük yerine korkunç bir bağımlılığın kucağına düşmektedirler ve buna özgürlük yavesi yapıştırılmaktadır.
İslam düşüncesinde ise; özgürlük ve kavramsallaştırılması; benliğin güçlendirilmesi, yani özün gürleştirilmesidir. Nefsin ve hevanın bağımlılığından kurtulmanın yegane yolunun Allah’a tam bir bağlılıkta yattığı gerçeği vardır. Tağutun inkarı ve tutkunun zindanından kurtulmanın adıdır özgürlük! O yüzden müslüman kişi; özgürlüğünü nefsinin ve tutkularının esaretinden kurtarmakla bulmaktadır. Özgürlük sorumlulukla eşdeğer halde kabul edilmektedir ve tam bir bağlılık projesi içinde anlamlandırılmaktadır. Yani yeryüzünün kendisinden kaynaklanan değerlerinden koparak gökyüzünün ilahi menşeli değerlerine yükselmededir özgürlük…
Abdülaziz Tantik
Gönülden
09-17-2009, 09:52
Bakın geçmişimizde devletin kurumlarını elinde tutan devlet adamlarımızın bazıları bir takım yalnış uygulamalar yapmıştır o günlerde yaşanan bir çok olumsuz şeye rağmen bu gün yeni nesil kürtler ogünler yüzünden bizim bu günümüzden hesap sormaya hakları yoktur.Ama bizlerinde o yapılan yalnışları en azından görüp kürt realitesini tanıma gayreti içerisinde olmamız inanın pkk nın elindeki oyuncağı almamıza yarıyacaktır . Çünkü yirmiş beş yıldır yaklaşık 40.000 insanın ağırlıklı olarak bölge sınırları içinde ölmesi ordaki şiddetin pkk tarafından kullanılmaya müsait olmasını düşünmemiz lazım.Bölgedeki şiddet kısırdöngüsü kürtler arasında devletin zalim kürtlerinse ise mazlum olduğunun mağdur psikolojisini doğurdu. Düşünün bu mağduriyet duygusu yüzünden kürt milliyetçiliğinin yükselmesi ile PKK'nın sanki meşruymuş gibi algılanmasına yaramıştır.Hatta bir adım ileri giderek o bölge üstünden adeta siyasal aktör olarak görev içra etmesine tabii işin boyutu zaman ilede yükselen karşı milliyetçilik neticisinde siyasal elitler arasında kullanılan malzeme haline dönüşmüştür.
Yani üzülerek söylüyorum darbe sürecleri olsun tek parti sürecleri ile olsun devletin kürt politikaları PKK şiddetinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bizler şimdi karşımızda böyle bir gerçek var iken sonu gelmeyen catışmalar karşısında nasıl olurda bu mesele burda kalsın diyebiliriz, yarınlarımıza nasıl umut pompalayabiliriz. Kürtleri ve onların ihtiyaçlarını dinlemek , onları bir kısım zihniyetlerin elinden kurtarmak tan başka sizce ne caremiz var . Mümkünmüdür ki koca bölgeyi haritadan silip atmak yada baskıcı ve yok saymacı düzenlemeler ile onları sindirmek sanmıyorum gelişen bilgi ağları gelişen dünya düzenleri artık onlarında kendilerini ifade etme güçlerini artırdı. Sadece devlet politikası ile bile bastırılması güç noktaya gelindi . Belki geçmişte yaşanılan asimilasyon politikaları ile yüzgöz değiller ama ,kültürel ve bir takım sorunların hala olduğu bir gerçek . Kağıt üzerinde olmayan ama kurumlarda olan ırkcı refleksler devlet ideolojisi bu noktada bir hayli direnç gösteriyor. Her şeye rağmen umutluyum eminim güzel yarınlar bu mesele ile bizlere göz kıpracaktır.
Gönülden
09-18-2009, 22:56
Şimdi ne değişti de, prangalarımızı çözüyor, resmi ideolojinin kalıplarını çatlatıyor, psikolojik savaşı göğüslüyor ve artık geri dönülmez bir yolda; ileri demokrasi, insan hakları, özgürlükler, hukukun üstünlüğü deyip kararlılıkla yürüyoruz?
Çünkü her devrin, her ideolojinin, her paradigmanın bir vakt-ı merhunu var. Yani tayin edilen bir ömrü var. Bizdeki Kemalist ideolojinin de bir ömrü var. Özgürlükler genişledikçe, toplum şuurlandıkça vesayetçi sistem daralıyor, tükeniyor. Bu arada kendi dünyasında geriliyor ve Türkiye'yi de geriyor. Asker ve yargı bürokrasisinde, demokratikleşmeye karşı gösterilen direnç bunu anlatıyor. Bir yandan demokrasiye sahip çıkılıyormuş gibi yapılıp, diğer yandan siyasetin tam ortasında yer almak, her demokrasi hamlesine yargı çelmesini takmak, halkın oyuyla iktidara gelmiş bir partiyi kapatmaya çalışmak, başka ne ile izah edilebilir?
Evet, şimdi ne değişti de geri dönülmez bir yolda kararlılıkla yürüyoruz?
Çünkü resmi ideoloji, yani statüko psikolojik savaşı kaybetti. Bunda da en önemli etken, vesayetçi rejimin manipülasyon aracı, tetikçisi, fedaisi basının zayıflamasıdır. Dünyada hiçbir ülkede medya, bizdeki kadar yozlaşmamıştır. Faşist rejimlerde evet, medya esir alınmış, tek sesli hale getirilmiştir. Fakat bizdeki gibi bir yandan basın özgürlüğü deyip, basın meslek ilkeleri deyip, bir yandan bütün özgürlüklere; devlet politikaları ve statükonun muhafazası adına saldıran bir medya olmamıştır. 28 Şubat sürecindeki onursuz, ilkesiz, utandıran duruşları, mevzilenmeleri sıralamak istemiyorum. İşte bu medya şimdi psikolojik savaşın artık güçlü bir silahı değildir. Artık alternatif bir medya var ve hırslarından bu medyaya "yandaş" sıfatını takıyorlar. Pekiyi siz yıllardır kimin yanındaydınız? Halkı korkutur, işadamlarını, rakiplerinizi sindirir ve siler, hükümetleri teslim alır, manşetlerinizle bakanlarla oynar, hükümet yıkıp, hükümet kurarken kimin, kimlerin yanındaydınız? Sizin için eski günler asla geri gelmeyecek.
Evet, şimdi ne değişti de geri dönülmez bir yolda kararlılıkla yürüyoruz?
Çünkü Ergenekon dosyası açıldı. Devletin içindeki bütün kirler, kirli yapılar, kanlı cinayetler, faili meçhuller, yeni senaryolar, provokasyonlar etrafa saçıldı. Öyle saçıldı ki, bunları kimse Susurluk'taki gibi halının altına süpüremez, örtbas edemez. Bu mızrak, hiçbir çuvala sığmaz. Hiçbir sihirbaz o LAW silahlarını, o suikast tabancalarını, o yüz binlerce mermiyi, el bombalarını, patlayıcıları abra kadabra deyip buharlaştıramaz. O iş de bitti. Onun da geriye dönüşü yok....
Hüseyin Gülerce
Dün,hayat çemberinde düzensizce ürpererek dalgalanan bir zerre olduğumu hayal ettim.
Oysa bugün,kesinlikle biliyorum ki çember,benim ve hayat bütünüyle düzenli zerreler halinde benim içimde hareket ediyor...
Halil Cibran
...İhlasa ulaşma, kişinin bu konudaki gayretleri doğrultusunda ancak Allah'ın yardımı ve tevfikiyle mümkündür.
Kuran'da Hz. Musa'nın (a.s.) ihlasa ulaştırıldığı dile getirilerek, ihlasa ulaşabilmeye kulun gayretlerinin yetmeyip, bunun Allah'ın yardımı ve lütfuyla mümkün olduğuna dikkat çekilir...
Allah Sevgisi Yolunda Peygamber Ahlakı-İhsan Ali Karamanlı
Fasl-ı Gül
09-28-2009, 20:53
Kurucu figürlerini tanımayan, onlarla aynı rüyaları paylaşamayan, onların hayallerini, heyecanlarını, coşkularını, ideallerini, çilelerini yaşayamayan, hissedemeyen, soluyamayan, yeni hayallere, rüyalara, coşkulara, ideallere dönüştüremeyen kuşaklar, kendilerini tanıyabilirler mi, dünyayı, dünyanın başka kültürlerini tanıyabilirler mi?
Eğitim sistemimiz, sömürgecilerin yapamayacağı kadar tahribat yapıyor… Kültür hayatımız,medya dünyamız kendi kültürümüze, sanatımıza, düşünce dünyamıza o kadar yabancı, o kadar ilgisiz, o kadar kör ve duyarsız ki, insanın çıldırırcasına haykırası geliyor, "durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak" diye…
Bizim etik, estetik ve adalet ilkeleri üzerinden insanlığa sunduğumuz görkemli ama bir o kadar da mütevazı; gittiği her yere ruh götüren, hayat bahşeden; yüzyıllarca hem zamanı, hem mekânı fetheden kurucu figürlerimizin inşa ettikleri kendi gök kubbemizi tanımadan, yaşamadan ve yaşatmadan geleceğe ne söyleyebiliriz ki biz? Geleceğimizi nasıl teminat altına alabiliriz ki? Çocuklarımızın ideallerinin, ruhlarının, rüyalarının ve hayallerinin öldürülmesini nasıl önleyebiliriz ki?
Kendi hayallerini kuramayanlar, başkalarının hayallerini yaşamaktan, dolayısıyla yok olmaktan kurtulamazlar…
Mevlâna,
Cenab-ı Hakkı delice seviyordu ve ufkunda hiç dinmeyen bir inilti vardı.
Gece-gündüz.
Bütün bütün masivadan tecerrüt edip kendini gönlündeki
aşk-u vuslatın med-cezirlerine sarılınca tamamen bir ateş topuna dönüyordu.
İçten içe ocaklar gibi yanıyor ama asla gam izhar etmiyordu. Yanmayı aşkın gereği görüyor,
ah-u vah etmemeyi de vefa töresi sayıyordu.
Ona göre “seviyorum” diyenler cayır cayır yanmalı ve bunu da maiyet ve kurbetin bedeli saymalıdırlar.
Az yemeli, az içmeli, az uyumalı, konuşacakları zaman da sadece O’ndan söz açmalı
Ve hep “hayret” yaşamalıydılar.
O “sevenin nasıl uyuduğuna şaşılır; evet,
sevene uyku haramdır” derdi.
Bir keresinde cenab-ı Hakkın Hz. Davud’a hitaben:
“ey Davut! Kendini uykuya salıp beni düşünmeyen sonra da aşk iddiasında bulunan yalan söylemiş olur”
sözünü naklettikten sonra
“karanlık basınca âşıklar delirmeli”
demiş ve dediği gibi yapmıştı.
İşte divan-ı kebir’de onun magmalar gibi köpürüp duran his ve heyecan ummanından sadece birkaç damla:
“elsiz-ayaksız kalmış zavallı gönlümde O’nun aşkına direnecek güç kalmadığı için mecnun gibiyim.
Her gün, her gece beni bağlayan aşk zincirinin ucunu geveleyip duruyorum.
Sevgilinin hayali gelip belirince kanlar içinde kalıyorum.
Ben kendimde olamadığım için O’nu gönül kanıyla boyarım diye korkuyorum.
Aslında sen, her zaman aşk ateşiyle yanıp yakılan bu aşığın gecelerini perilerden sormalısın…
herkes gidip uyudu; gönlünü O’na kaptırmış olan ben ise uyku nedir bilmiyorum.
Bütün gece gözlerim göklerde yıldız saymakta;
O’nun aşkı uykumu öyle bir alıp götürdü ki, bir daha geri geleceğini sanmıyorum…”
( ah..nerde bizde..böyle bir ... )
Fasl-ı Gül
10-02-2009, 16:38
Hukuk kuralları iyi ve kötü'ye göre belirlenir; o halde, iyi olanı yapmalı, kötü olandan kaçınılmalıdır. Ama bir şeyin iyi ve kötüsü göreceli olduğundan şunu da ilave ederler: Eğer bir şey tamamıyla iyi ise bu zorunludur, yani "vacib" veya "farzdır" Eğer bir şeyde iyilik baskın ise o takdire değerdir, yani "müstahab"dır. Eğer bir şeyde iyi ve kötü birbirine eşitse veya ikisi de yoksa, bu kanun gözünde farksız, yani "mubah"tır. Eğer bir şeyde kötülük baskınsa, onu yapmak çirkin yani "mekruh" olur. Eğer birşeyde kötülük kesinlikle varsa, bu yasak yani "haram"dır. İnsanın hareket alanının kurallarının bu şekilde beş'e bölünmesi yalnız makul olmakla kalmaz, İslam kanunun vahye dayalı ve ilahi kaynaklı olmakla beraber, akla ve sağduyuya da uygun olduğunu gösterir. Bunun böyle olduğunu ortaya çıkarmak bize düşer.
İslam'ın Hukuk İlmine Katkıları , Muhammed Hamidullah
- Neden Türkiye'ye gelmiyorsunuz ?
Ben burada kendimi çok iyi hissediyorum.
Türkiye rahat, gelip rahata alışmak istemem..
- Azerbaycan zaman zaman Çeçen mücahidleri Rusya'ya teslim ediyor..
Beni burada istemeseler ve
Rusya'ya teslim etmek isteseler dert etmem.
Ben düşünmem Rusya düşünsün o zaman..
( Vakit gazetesi Çeçen mücahidi Rizvan ropörtajı..
Allah yâr ve yardımcıları olsun
etkileyiciydi..)
Gönülden
10-09-2009, 18:41
Modern hayat ve siyaset tarzı, ahlaki yaklaşımların ve çözümlemelerin geçmişe özgü yaklaşımlar olduğuna inanıyor. Bugüne özgü yaklaşımların temelinde ahlakilik değil, kârlılık ve verimlilik var. Modern teknik gelişme ve ekonomik büyüme, insani varoluşu tehdit ederek sürüyor. Bilimin yerküre için tehdit haline geldiği bir dünya ile karşı karşıyayız. Modern zamanlara kadar, ortak insanlık fıtratının utanç verici olarak takbih ettiği pek çok şey, özellikle de cinsel serbestlik, modernizmin himayesi altında meşrulaştırılabiliyor. Burada, hayvanların fiziksel özelliklerini, cinsel ilişkilerini sergilemekten utanç duymadıklarını kaydetmek gerekir. Modern batı düşüncesi, bugün pek çok konuda, pek çok kavramla ilgili olarak çok bulanık fikirler taşıyor. Modernitenin bugün çaresiz kaldığı pek çok insani sorun var. Modernitenin, varoluşun/hayatın anlamı, değerleri konusundan başlayarak pek çok konuda dinin yardımına ihtiyacı var. Günümüzde, modernite tarafından cesaretlendirilen bireyci akılcılığın neden olduğu sorunlar, entelektüel dünyada tartışılıyor. Dini değerleri esas alan, aile değerlerini esas alan bir toplumsallaşma fikri batı toplumlarının yeniden gündemine giriyor. Modernite, bedenle ruhu, akılla sezgiyi, kamusal alanla özel alanı birbirinden ayırmanın neden olduğu gerilimleri yaşıyor ve bütün bu unsurları yeniden bir araya getirmenin ihtiyacını duyuyor. Modern bilim ve seküler dünya görüşü ruhla-beden arasındaki tamamlayıcı ilişkileri gerçekleştiremedi. Maddecilik de, maneviyatçılık da kendi başlarına var olamazlar, var olamamışlardır. İslam, maddi olanla, manevi olanı kapsıyor, bir bütünlüğe kavuşturuyor. Ekonomik/politik ideolojik tanımlarla düşünen günümüz toplumları, hiç bir alanda, entelektüel /felsefi/düşünsel/kültürel/hikemi özgün eserler üretemiyor. Kapitalist hayat tarzı sebebiyle toplumsal hayatın her safhasında, her tür ilişki biçiminde, büyük parçalanmalar, büyük yırtılmalar yaşanıyor. Siyaset, büyük kalabalıklara hitap ettiği için, büyük kalabalıkların ilgisine ihtiyaç duyduğu için kültürel konular, kültürel sorunlar ile ilgilenmiyor. Bugün, ahlak, adalet, sorumluluk temelinde şekillenen bir dil/düşünce/ fikir sistemi kurmak hayati önemi olan bir konu haline gelmiştir. Ahlaki kurallardan bağımsız bir toplum, varlığını teknik anlamda sürdürebilir; ancak insani anlamda sürdüremez. Günümüzde meşru olmayan cinsellik biçimlerini Papa sorgularken, İslami kurumlar susuyor. Kötülükleri teşhir edemiyor, sorgulayamıyoruz. İslami bütünlüklere yabancılaşıyoruz. İslam düşüncesini, felsefesini, tarihini tevhidi anlamda ve ümmeti kuşatacak şekilde yorumlayabilecek entelektüel üretim yapamıyoruz. İslami çevrelerde, aklı ikinci plana atan, sezgiyi birinci plana alan romantik görüşler etkili hale geliyor.
Anlık, günlük, sansasyonel, magazinel olaylarla sınırlı bir medya dünyası, korkunç bayağılıklar sergiliyor. Kontrol edilemeyen, sorgulanamayan dizginsiz hazcılık, modernliğin desteğini alarak, gelişmesini tahripkar bir biçimde sürdürüyor. Kitle kültürü, haz kültürü televizyon ve internet aracılığıyla her eve giriyor. Popüler kültür, toplumları aynılaştırıyor, içi boş klişelerden ve biçimlerden ibaret bir kültür halini alıyor. Bu kültürle bütünleşen toplumlar, kitleler, eleştirel ve bağımsız düşünme yetisini yitiriyor. Günümüz insanı rasyonelleştikçe ruhsuzlaşıyor ve bir kimlik kargaşası yaşıyor. Anlık zevklere, tutkulara hitap eden günümüz sanat anlayışı, kapitalist dünya görüşünün ve hayat tarzının hizmetinde. Günümüzde, sanat piyasa koşullarına, piyasa mantığına hitap ediyor, bu koşullara boyun eğiyor. Ruhsal yoksullaşmalara neden olan, ruhsuz ve sıradan bir kültür hayatı, moda’lar tarafından yönlendirilebiliyor, propoganda aygıtları tarafından kontrol edilebiliyor.
İnsani ilişkileri, eşyalar arası ilişkilere dönüştüren süreçler yaşıyoruz.
Her şeyi aklın tahakkümü altına alma saplantıları sürüyor, tek boyutlu bir varoluşun düşünülemeyeceği unutuluyor.
Günümüzde yaşanan katliamlar, soykırımlar, faşizmler, emperyalist işgal ve istilalar, toplama kampları, tehcirler, insani/ahlaki büyük erdemleri bilgelikleri içeren büyük kültürlerin öldüğünü gösteriyor.
Atasoy Müftüoğlu
Gönülden
10-19-2009, 15:07
Diğer taraftan, demokrasi hâlâ büyük ölçüde muğlak olduğundan bu tabirin nisbetsiz zikri pek azdır. Çok defa onun yanına başka bir tabir ilave edilerek, demokrasi "çoğulcu", "liberal", "Hıristiyan", "katılımcı"... gibi sıfatlarla anılmaktadır ki, bazen bu demokrasi türlerinden biri diğerini demokrasi olarak bile kabul etmeyebilmektedir. Hitler, nazizmin "gerçek demokrasi" olduğunu iddia ettiği ve Mussolini, faşizmi "merkezî ve otoriter demokrasi" şeklinde nazara verdiği gibi, bugün de, çoklarınca anti-demokratik kabul edilen bazı ideolojilerin temsilcileri bile demokratik olduklarını savunmaktadırlar.
Ancak bir de "mana boyutlu demokrasi" vardır. Yani, insan hak ve hürriyetlerine saygıyı ihtiva eden, din ve vicdan hürriyetini gözeten, aynı zamanda insanların inandıkları gibi yaşamalarına da ortam hazırlayan bir demokrasi.. insanların ebedle alakalı isteklerini yerine getirme mevzuunda onlara yardımcı olan demokrasi.. insanı maddî-manevî bütün ihtiyaçlarıyla nazar-ı itibara alan ve onun bütün ihtiyaçlarını karşılamayı tekeffül eden olgun demokrasi... İşte, demokrasiyi bu denli geliştirip insanîleştirmenin yolları aranmalıdır. Çünkü insan hayatı, dünya ile başlamadığı gibi dünya ile de bitmiyor; dünya onun için sadece bir uğrak, o ebediyen kalacağı bir diyara, ahiret yurduna gidiyor. Şayet, onu idare eden sistem, bu gerçeği görmezlikten gelirse ve kulak ardı ederse, beşer için çok önemli bir meseleyi görmezlikten gelmiş ve kulak ardı etmiş olur. Dolayısıyla, ideal demokrasi, insanın bugününü ve bugüne ait meselelerini tekeffül ettiği gibi, aynı zamanda onun ebedî hayatıyla alakalı bir kısım ihtiyaçlarını da tekeffül etmesi lazım. Ancak böyle bir demokrasi, oldukça gelişmiş ve ideal hâli almış bir demokrasi olabilir. Fakat maalesef, insanlık henüz bu ufka ulaşmış sayılmaz. Ne Batı'da, ne Doğu'da, ne Amerika'da, ne de Uzakdoğu'da henüz böyle bir demokrasiden söz etmek mümkün değildir.
Bu açıdan da, demokrasi hâlâ yokuşa doğru tırmanmakta olan bir sistemdir. Bir manada, demokrasi yokuşu henüz aşılamamıştır.
Vefa hissi, duyguda, düşüncede, tasavvurda aynı şeyleri paylaşanların etrafında efil efil eser.
Kinler, nefretler, kıskançlıklar ise onu bir an olsun iflah etmez, yok eder.
( Ailem Degisi)
Sadi-i Şirazi’ye şeytanlaşmış bir insanla, Şeytan’ın mukayesesini sormuşlar.
Şu cevabı vermiş:
Ey bana insan ve Şeytan’dan hangisinin daha hayırsız olduğunu soran!
Bilmez misin ki, Şeytan, Kur’an okumaktan kaçar, insanoğlu ise, Mushaf’ı çalar götürür!”
“Yaratılmışların en üstünü olan insan”, kötü bir seçimle,
aşağıların aşağısına yuvarlanabilir… En şerefli olmak vasfını, öyle bir şerefsizlikle değiştirir ki,
canavarlar bile ondan iğrenirler…
Böylesine yaratılış istikametinden çıkmış olan bir insan, Şeytan’ı çok sevindirir.
Şeytan bu insanlar sebebiyle çok rahat eder, çok dinlenir ve etki alanını durduk yere genişletir.
Zira bu şeytanlaşmış insanlar, Şeytan’a yapacak bir iş bırakmazlar…
Hatta bazen şerlerinden Şeytan bile çekinir. Halk arasından, bu tip insanlara, “Şeytan’a pabucunu ters giydirir.” derler…
İnsanı böylesine alçaltan nedir?
Hiç şüphesiz ki, nefsidir.
Nefsine uyması, iman zayıflığına düşmesi, insanı
alçaltır, onu gönül özürlü yapar.
Vehbi Vakkasoğlu
Filistinden İsraile...
Tenimizi ezebilirsiniz ama, ruhumuzu asla...
Onu ne işkence zapteder,ne kelepçe,ne pranga...
Gülümser durur inancımız,hürriyet buudunda sonsuzca...
Bizi edebilirsizin,evimizden,tenimizden... Ama dinimizden ?
Çok şükür,pişmanlık uğramadı semtimizden... Ya siz ?
Ezeli pis hayvancıklar... Neye yaradı işkenceniz ?
Dünyanız kara,ahiretiniz zift...Sizi bekliyor Cehenneminiz!...
Abdullah Demir..
Terennüm
10-21-2009, 19:29
Sabır, öteler ötesi saltanatlara ulaşmak için dar bir geçit, aşılmaz bir zirve ise, gönlünü o âlemlere kaptırmış hakikat eri de, geçilmez ve aşılmaz gibi görünen geçitlere ve şahikalara meydan okuyan bir Heraklit'tir. En sarp yokuşları dümdüz ve ovaları da pürüzsüz gören bir Heraklit...
m.fethullah gülen
Terennüm
10-22-2009, 19:56
“Ebedî cennet burada ezilmeye bağlıysa ona eziyet denmez. Kendileri için üstte olmayı kaybedilmez önemli bir avantaj sananlar Tebbet’in de İhlâs’ın üstünde olduğunu unutmamalıdırlar.”
Terennüm
10-22-2009, 20:00
***
“Hangi hâle Allah’ın teveccühü var bilemiyoruz. Konuştuğun söz kalbinden değilse onu da sorarlar sana.”
***
...
Kökünden sökülerek, filizlendiği topraklardan çok uzaklara taşınan, parklara bahçelere dikilen fidanlar gibi her yeni mekanda
toprağıni suyun ve güneşin yeniden acemisi oluyoruz. Kuşlar ürkerek geçiyor üzerimizden. Bu yüzden sararuyor bir yanımız.
...
Semerkand/45
Fatih Sultan Mehmed Hanın yanına açıkgöz bir dilenci gelip;
"Allah için yardım edin kardeşinize! der. Fatih şöyle bir bakar dilenciye soramadan edemez:
"Nereden kardeşin oluyormuşum söylermisin? Dilencinin cevabı çoktan hazır:
"Hepimiz Adem Aleyhisselam'ın evladı değil miyiz? Babamız anamız aynı değil midir?" Fatih başını sallar:
"Doğru söyledin, aksini iddia etmek mümkün değildir.
Hemen elini kaftanının cebine sokar,çıkardığı bir altını dilenciye uzatır.Dilenci verileni az bularak söylenir:
"Ben senin kardeşin olayım da bunca servetin sahibi olan sen,kardeşini bir altınla savasın, olur mu? Fatih bu defa anlayacağı dilden cevap verir:
"Sen verilene şükrederek uzaklaş burdan yoksa Adem'den olan diğer kardeşlerin de gelecek olursa eminim sana bu kadarı da düşmez" :)
Ben bende degil, sende de hem sen, hem ben,
Ben hem benimim, hem de senin, sen de benim,
Bir öyle garip hale bugün geldim ki
Sen benmisin, bilmiyorum, ben mi senim.
Hz. Mevlana
Terennüm
10-27-2009, 14:38
Evet, insan, yerinde ocaklar gibi yanmalı ama, gam izhar etmemelidir. Yerinde dağların altında kalıp ezilmeli ama, kimseye dert dökmemelidir.
Fasl-ı Gül
11-01-2009, 15:54
"
Perdenin üzerindeki gölgelerle yetinemeyiz, hakikati görmek konusunda ısrar etmek zorundayız.
Postacı değiliz ki iki kez çalalım kapıyı, hânenin sahibiyiz. Ses alamıyorsak, kapıyı yere yıkmaktan kaçınamayız!
Hiç çekinmemeli, gerekirse yıkmalı, ve yıkılmayı göze almalı!
İçindekinin içindekini görmeli. Fîhi-mâ-fih'le tanışmalı"
Gönülden
11-09-2009, 19:14
-Milli Savunma Bakanlığı ile TSK arasındaki ilişkiler, çok sevilen bir askeri tabirle asimetriktir. Garip fakat, MSB, yaşamakta olduğumuz krizde adı en az geçen kurumdur; orduyla hükümet ve meclis arasındaki ilişkiyi sağlayan yarı sivil, yarı askeri bir müsteşarlık görüntüsündedir. MSB, orduyu denetleyemez, sorgulayamaz; görülmüş şey değildir.
-Askeri yargı: İlk bakışta orduya avantaj sağlıyor gibi görünmesine rağmen, fiilen Genelkurmay hiyerarşisi altında çalışması, onu bir denetleyici ve sorgulayıcı yapı olmaktan çıkarıyor. Pratikte, suç işleyen asker kişileri, genel yargının eline bırakmama misyonunu ifâya yarıyor.
-Yüksek rütbelilerin tayin ve terfilerinde yürütme uzvu kağıt üstünde belirleyici görünmesine rağmen hükümetlerin kezâ, "orduya da hükmetmesi", işitilmiş örneklerden değildir. Yürütme, bizdeki uygulamada askerlerin âmiri sayılmıyor; bilakis askerlerle iyi geçinmek zorunda olan bir heyet gibi görünüyor.
- Meclis: Ordunun yasama gücü tarafından denetlenebileceği en kritik yer, bütçedir. Bizde bütçe görüşmeleri kısaca, "askere selam, bütçeye devam" sloganı ile geçiştirilir. Böylece bütçe, meclisin ordu üzerinde bir denetim kurma aracı olarak anlamsızlaşmıştır; örnekler hep öyle çünkü.
- Basın ve yargı: Ordu, kendi mensuplarının ifadesine göre iki güçten ciddi olarak çekinmektedir: İlki yargı (Muğlalı sendromu), ikincisi basındır. Türkiye'de askeri cuntalar hükümetle, halkla ters düşmeyi göze alır da, bu iki güçle didişmeyi aklından bile geçirmez. Hâlen devam eden krizde yargı ve basının bazı unsurları, ordu içindeki darbe heveslilerini cesaretlendiriyorlar. Dışardan bakınca destek gibi görünen bu yaklaşım, ordu için talihsiz sonuçlar doğuruyor, çünkü zihni dolaşık darbeci takımı, işledikleri suçlara yargı ve basın aracılığı ile meşrûluk kazandırabileceklerini hesap ediyorlar. "Geçmişte oldu; şimdi de tekrarlanır" düşüncesindeler.
Ahmet Turan Alkan
Şimdi kocaman denizlerde, kocaman gemilerde
Neden yok küçüklüğümüzdeki büyüklüğümüz;
Çocukluğumuzun bahçelerinde, o evlerde
Kağıttan gemilerimizi yüzdürdüğümüz.
Bir şeyler mi kalmış çocukluğumuzda,
Çocukluğumuzla çözdüğümüz...
Özdemir Asaf
Diyarbakır Cezaevi'nde ise 30'dan fazla insan işkence sonucu öldü. Dizide yer alan yaşanmış-gerçek bir sahne vardı: Tutuklular kendi aralarında konuşuyor ve biri "biz galiba öldük, farkında değiliz" diyor. Cehennemin böyle bir yer olduğunu anlıyorsunuz. Sadece biri: Ramazan günü oruçlu iken yediği postal darbeleri ile iç organları parçalanarak ölen Bedii Tan. Ne diyeceksiniz? İnsan olan, insana böyle bir şey yapar mı?
"Mamak'ta bize yapılanları bir işgal ordusu bile yapmazdı." diyen kişi, MHP'nin o zamanlar önde gelen isimlerinden "Doğu'nun Başbuğu" diye bilinen Yılma Durak. Demek ki bir yerde, bir yerlerde bir hata var ve bu hatanın tekrarlanmayacak şekilde düzelmesi lâzım. Kürt sorunu dediğimiz, Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananlar demek. Geri, ilkel bir kafa Türkiye'yi Diyarbakır Cezaevi'ne dönüştürerek yönetmeye kalktı. Etrafınız duvarlarla, tel örgülerle çevrilince birileri de eline balyozu alıp işe girişiyor. Sonra balyoz başkalarına dönüyor.
Gönülden
11-17-2009, 13:42
Dolayısıyla kimi yargı mensuplarına yönelik olarak verilen dinleme izinlerinde hukuka aykırılığın bulunduğu gerekçesiyle Adalet Bakanlığı aracılığıyla iktidar partisini sorumlu tutmak hukuken isabetli değildir. Çünkü Adalet Bakanı'nın talebi olsa bile telefonların dinlenilmesi konusundaki nihai kararı her zaman hakim vermektedir. Bu biçimdeki yargı kararlarında karşılaşılabilecek hukuka aykırılıkların düzeltilmesi ve mağduriyetlerin telafisi elbette ki zorunludur. Ancak bunlardan iktidarda bulunan partiyi sorumlu tutmak kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı ile izah edilemez. Telefon dinlemelerinde ortaya çıkan aykırılıkları iktidar partisine mal etmek için çok açık delillere ihtiyaç duyulmaktadır. Belki de Başsavcılık bu tür delilleri araştırmak amacıyla inceleme başlatmış olabilir. Bu tür ciddi delillerin olmadığı durumlarda iktidar partisinin yargı kararlarına bağlı olarak gerçekleştirilen telefon dinlemeleri veya girişimlerinden sorumlu tutulması söz konusu edilemez. Telefon dinleme sürecindeki muhtemel hukuka aykırılıkların yine yargı tarafından ayıklanması gerekmektedir. Zaten hukuk devletinde yargısal denetimin varlığı da bunun içindir. Hiçbir somut dayanağı olmaksızın bunlardan iktidardaki partiyi sorumlu tutmak, aslında partinin sorumluluk alanını olması gerekenden çok daha geniş bir alana çekmek anlamına gelir.
Gönülden
11-17-2009, 15:46
Türkiye bu dâvanın sonucuna göre ya “olacak”, ya da “ölecek”!
Türkiye’de hamasetle sistemleştirilmiş itibar hiyerarşisinin, zümre istibdadının bugünleri göreceği düşünülemezdi bile. İttihatçı geleneğin darbeciliği, şiddeti kutsayan, hatta zaman zaman olağan, halkın da tasvib edeceği işleri darbe yöntemleriyle gerçekleştiren yapısı, Cumhuriyet’ten sonra da gücünü korudu. Enver-Talat-Cemal paşalar üçlüsünün zihniyeti Cumhuriyet’ten sonra tek adam ve kadrosu ile bir süre devam etti. Dünyanın zorlamasıyla demokratik hayata geçilince, “Atatürk kültü” dayanak yapılarak sistem devam ettirildi. Halk seçiyor, oligarşik zümreler bildiğini okuyordu. Bu ikili yapı, Türkiye’nin 20. Yüzyılı zor şartlarda geçirmesine yol açtı.
Demokratik sistemin oligarşik yapıyla birlikte sürdürülebilmesinin güçlüklerine rağmen, Sovyet sisteminin çökmesinden sonra bir dengeye varıldı. 1994 seçimlerinde Türkiye halkı ideolojiye karşı demokrasiyi seçtiğini kesin olarak ortaya koydu. Bu sonuç oligarşik darbeci kesimler tarafından da görüldü ve karşılığı 28 Şubat ile verildi.
28 Şubat, yolunu bulmuş olan treni rayından çıkarmaya teşebbüstü. Bir yol kazası oldu. Türkiye felakete sürüklendi. Neyse ki halk, bir seçim sonra bu zihniyeti sandığa gömdü.
Şimdi yargılanmakta olan Ergenekon, darbeye dönüşememiş olan 28 Şubatın uzantısıdır. Halk seçimle sözünü söylüyor, devletin ittihatçı geleneği sürdüren güçleri bu sözü tesirsiz bırakmaya çalışıyor. Bu tesirsizleştirme yöntemleri içinde neler yok ki?
Konu “gayri nizami harb” olarak algılanırsa, neler olmaz!
Gizli cephanelikler, bombalar, patlayıcılar, her türlü silah, “soba borusuna benzeyen” lav silahları...
Elbette bunlar olunca, bunları kullanarak dehşet uyandıracak, sistemi sarsacak eylemler ve bu eylemleri yapacak elemanlar da olacak.
Ergenekonun silahlı bürokrasi olmaksızın tam olarak anlaşılması mümkün değil. Silahlı bürokrasinin nâzım rolü oynaması da şaşırtıcı değil. Nâzım rolü oynayan bir merkez olunca, rol dağıtımı da olur elbette. Yargı bürokrasisinin bir kesiminin, silahlı bürokrasinin hemen yanında hiza tuttuğu tahmin edilebilir.
...
Motordan, elleri kelepçeli, çıkarılıyor; ve doğru maruf başsavcının bulunduğu, idare binalarından birindeki odaya götürülür. Burada, 45 dakika kadar, elleri daima kelepçeli, bir koltukta (resmi neşredildi) bekleyiş veya bekletiliş...
Şahitlerimiz, daima vazife icabı, orada, koridor kısmında ve dikkatlerini içeriye sızdırabilmiş vaziyette...
Bu 45 dakika içinde, malûm Başsavcı, onu konuşturmak için elinden ne gelirse yapıyor. Fakat tek cevap alamıyor. Mahut resimde görüldüğü gibi, parmak uçları birbirine dayalı iki elinin boşluğunu kalb şeklinde belirten, manevî çopta dalgın ve ezgin Menderes, öyle bir ruh hâleti içindedir ki, halini hiçbir kimseye emanet edemiyor, susuyor.
Orada kendisine beyaz gömleği giydiriyorlar, ellerini arkasından kelepçeletiyorlar ve yürütüyorlar.
Yine tek kelime yok...
Sağında ve solunda birer gardiyan...
Şahitlerimiz ise ona en yakın vaziyette...
O sırada biri, kendisini sürükler gibi bir hareket yapıyor....
Kelimesi kelimesine duyulan sözü:
- Dokunmayın!! Ben kendim giderim!
Her zamanki zarif giyinişi ve yürüyüşü içinde, sehpaya doğru gayet metanetli yürüyor.
İki taraf, iki saf asker... kara, hava, deniz, jandarma karışık...
O sırada bir an duruyor.
Ufuklara doğru son bakış...
Gözlerini çepçevre, daire şeklindeki son dünya mesafeleri etrafında gezdiriyor. Ve hafifçe göğüs geçiriyor. Yine tek kelime yok...
Sehpa... Üsküdarlı Kemal adlı cellâd, hazır, tarihî avını kollamakta... Masaya ve oradan masanın üstündeki iskemleye çıkış...
Yine bazı sual ve sepetler... Yine tek cevap yok...
Ismarlama hocaların, göstermelik şiveleriyle din telkinleri...
Aynen duyulan sözü:
- Dur!
Cellât devam ediyor...
Tekrarlanan söz:
- Sana dur diyorum! Bir dakika!
Ve Menderes'in dudakları, yalnız kendi gönül kulağına ve Allaha hitap ederek kıpırdamaya başlıyor.
Bir, belki iki veya üç dakika okuyor. Ne okuduğu belli değildir; okuduğunun tek kelimesi duyulmamıştır. Fakat Allahına yöneldiği besbelli...
Biraz evvel din ölçülerinin dış cephesine göre kahramanca öldüğünü belirttiğimiz Zorlu'ya nisbetle Menderes, aynı din ölçülerinin iç plânında taçlanmış, tam bir ulviyet ve teslimiyet içindedir.
Tamam...
Havada sallanmakta...
Fena takılmış ipin tesiriyle biraz uzunca süren can çekişme...
Hava erlerinden birkaçı bayılıyor.
<<- Hava açıktı ve ortalıkta tek bir kuş yoktu. Tam da Adnan Beyin can verdiği anda, darağacının üstünde, küçücük, binlerce, sayısız kuş peydahlandı.
Manzarayı görür görmez, dehşetimden yere düşecek gibi oldum>>
Siz artık bu müşahedeye, ister tabii ve dış sebeplere bağlı, isterse manevi ve iç hikmetlere ilişkin bir hâdise gözü ile bakınız!
Cinnet Müstatilli / Necip Fazıl
Şu ân okuyorum... Ağlıyorum...
Gene Necip Fazıl'dan
Gözyaşını kaybeden gözlerine biber doldursa yeri…
İsrail oğullarından biri Allaha hitap ediyor:
- Yarabbi, ben ne günah işledim ve sen bana onların cezasını vermedin!
Allah onun peygamberine vahyediyor:
- Git ona de ki; ben kendisine cezaların en büyüğünü verdim ama, farkında değil… Ondan gözyaşı ve duayı kaldırdım!
Herkesin kahkahadan hoplayacağı, zıplayacağı sözde saadet şartları içinde, beni bulutlar dolusu gözyaşı nasibine kavuştur, Allahım!
Ağlayabilmek için ille yılanlı kuyuya düşmek mi lazım?... Asıl dünyanın en korkunç bir yılanlı kuyu olduğunu anlamak yetmez mi?
Gene ağlıyorum... Çok şükür...
31 Mart Vak'ası
MDLÂDÎ 1909 yılının 31 Mart (Rumî 1325 - 13 Nisan>
Salı sabahı, İstanbul, uzak ve yakın bütün
semtlerini dehşete boğan tüfek sesleriyle yatağından fırladı.
Zaten tarihî şehir, tabiîlik dışı bir hayat sürdüğünün, yaprak kımıldamaz bir havada zelzele bekler
gibi bir hâl içinde olduğunun farkındadır.
Taksim'den Fındıklı ve Tünel istikametinde ikiye ayrılan, bir kısmı Beşiktaş'a sapan, sonra geriye
dönen ve bu iki hat üzerinde sokak sokak yelpaze gibi bölünüp Ayasofya Meydanında toplanmaya
doğru ilerleyen kollar, İstanbul’un mahmur semalarını kurşunlarıyla delik deşik etmektedir.
Bunlar, bir gece baskını şeklinde sabaha karşı İstanbul üzerine çullanmış bir eşkiya sürüsü değil,
hakikî asker... îttihadçıların «Meşrutiyet Muhafızları» ismiyle ve bir inzibat vesilesiyle Rumeliden
getirtip Taksimde Taş-kışlaya yerleştirdikleri avcı taburları...
Zabitlerini iplerle bağlayıp kışlada hapsetmişler, silâh depolarını yağmalamışlar ve içlerindeki
bütün tüfek ve mermileri ele geçirmişlerdir.
Önlerine çıkabilene; ne yapmak istediklerini, hareketlerinin neye varacağını düşünüp
düşünmediklerini sorabilene aşk olsun!...
Yığın psikolojisine göre şahlanınca ateş ve çığdan daha lâf anlamaz hâle gelen bir güruh, bütün
inzibat bağlarını kırmış, eline vatan müdafaası için verilen silâhı «Şeriat» gibi mukaddes bir
kelimenin maskesi altında nefsaniyet âleti olarak kullanmaya kalkışmıştır.
«Sultan Hamîd» piyesinde gösterdiğim gibi onlara sorunuz ve her sualinize aynı klişe cevabı
alacağınızdan emin olunuz :
— Ne istiyorsunuz?
— Şeriat istiyoruz!
— Şeriatten ne anlıyorsunuz?
— Şeriat istiyoruz!
— Şeriatı kimler ve nasıl bozdu ki, şeriat istiyorsunuz?
— Şeriat istiyoruz!
— Şeriati tam yerine getirecek ve bütün dünyada örnekleştirecek insanlar olarakkimleri
görüyorsunuz ki, şeriat istiyorsunuz?
— Şeriat istiyoruz!
— Şeriati getirmenin ilmine, irfanına, zekâsına, siyasetine, iç murakabesine, dış muhasebesine
malik misiniz ki, şeriat istiyorsunuz?
— Şeriat istiyoruz!
Heyhat! Bu türlü şeriat isteği, onun bütün kâinatı kuşatıcı ve ferdî - içtimaî sonsuz saadeti tekeffül
edici hikmetlerine yabancı olmak bakımından hiç istememeye nispetle daha zararlıdır ve zaten
yahudi, dönme, mason tahriklerinden ibaret olan bu hareket, o mukaddes nizamı, gafil insanlar
çerçevesinde karartmak içindir.
Gizli niyet, gafil sürülerin şahsında evvelâ şeriati tepelemek, sonra da o vesileyle, biricik şeriat
bağlısı ve koruyucusu Abdülhamîd'i devirmek...
Necip Fazıl / Son Devrin Din Mazlumları..
Gönülden
12-08-2009, 13:54
Son askeri şura kararları bunun en bariz göstergesidir. ETÖ davasından yargılanan, hakkında sayısız delil bulunan hiç kimseye dokunmayan şura, irticai faaliyet ve disiplinsizlik gibi mahiyeti belirsiz bir suçlamayla 2 askerin TSK'dan ihracına karar verdi. Bu karar Askerin hala aynı noktada durduğunu, mevcut durumu kabullenmek istemediğini gösteriyor.
Bu dirençler sistem bir hukuk devleti oluncaya kadar sürecektir.
Gerçek bir demokraside iktidarları tayin eden halkın oyudur. Siyaset kurumu her seçimde toplumun denetiminden geçer. Türk seçmeninin genel eğilimi %70 sağ, % 30 sol şeklinde ortaya çıkmıştır. Askeri bürokrasi ise bu genel eğilimin aksine kendini sola yakın hissetmekte, elindeki imkanları kullanarak seçimi kim kazanırsa kazansın iktidarın Sol-Kemalist bir azınlıkta kalmasını sağlamaktadır. Gerçek bir demokrasi silaha dayanan bu iktidarın sonu demektir. Onun için asker müttefikleri ile birlikte bu gidişatı durdurmaya çalışmakta, elindeki imkanları zaman, zaman yasaları çiğneme pahasına kullanmaktan çekinmemektedir.
3 kuvvet komutanının ifadeye çağrılması, on saati aşkın bir süre savcılara hesap vermesi bu gücün yavaş, yavaş kırılmaya başladığını, askeri bürokrasinin artık her şeye hakim olmadığını gösteriyor. Çok büyük ve sürpriz bir gelişme olmadığı takdirde bu genel eğilim devam edecek, TSK Batı’daki benzerleri gibi yasal sınırlar içine çekilecektir. Bu eğilimi daha çok askerlerin geçmişte yaptığı hatalar hızlandırmıştır. Dönem, dönem farklı toplum kesimlerinin çatıştırılarak, istismar edilmesi, hemen her kesimde siyasal bilincin yükselmesine vesile olmuştur. Alevileri sistemin kucağına itmek için kurgulandığı belli olan Sivas olayları bugün bizzat aleviler tarafından sorgulanmaktadır. 12 Eylülde birbirlerini vursunlar diye kışkırtılanlar cezaevlerinde önemli bir sorgulama süreci geçirerek gerçek tehlikenin nereden geldiğini görmüşlerdir. Solcular da, ülkücüler de aynı urganla, aynı güç tarafından asılmış, aynı güç tarafından işkenceye tabi tutulmuştur. Dolayısıyla mevcut demokratikleşme trendi aslında genel bir bilinçlenmenin, toplumsal olayları okumanın, arkasındaki aktörleri ortaya çıkarmanın sonucudur. Bu şuur yok edilmedikçe, askerin sistemin efendisi olma şansı yoktur.
İrfan Sönmez
Ekonomisini IMF’ye, kültürünü UNİCEF’e, iç güvenliğini BM’ye, dış güvenliğini NATO’ya dış politikasını
AB ve ABD’ye havale eden bir ülkeye tam bağımsız bir ülke denebilir mi? ..
İlgimi çeken satırlardı.. ( İsmail Okutan 'ın yazısından)
Yeni bağımsızlık kavramımı gelişti hissedemedik.:) Küresel dünyada ülkeler ile olan münasebetlerimizi bizlerin bağımsızlığına halel gelmiş gibi algılamayalım. Aziz milletimiz ve Türkiye Cumhuriyeti asla bağımsızlığından ödün vermez bu noktada şevkinizi kırabilecek duygulardan uzak durun sevgili 'leyal':)
Efendim dediğim gibi sadece dikkatimi çekdi :)
Elbette ; ' Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin İstiklâl ' : )
Hakan Özkan
12-09-2009, 11:31
Bizim ömrümüzde Gönülden hanım ve yalçın başkanı takip etmekle geçecek herhalde.Sonsuz teşekkürler sizlere.Yorum yapmak bile sizlerin yanında askıda kalır...
Şiddet başladığında "siyasetin ve sözün gücü" azalır…
Şiddet karanlığı harekete geçirir…
Ancak bu işin karşı ucu var.
Karşı uç siyasettir, siyaset sadece karşı uç da değildir, şiddetin panzehiri, alternatifi, tek alternatifidir.
Şiddet karşısında siyaset…
Siyaset tartışabilmek, kararları müzakere ederek almak demektir. Siyaset temsil demektir. Farklı talepleri hem siyasal hem toplumsal alana taşımak demektir. Bir toplumdaki farklı beklenti, öneri ve taleplerin belirli kurallar, yasalar, ilkeler çerçevesinde karşı karşıya gelmesi, örgütlenebilmesi ve birbirlerini etkileyerek kararlara zemin oluşturması demektir. Sorun çözmek, birlikte yaşamak için başka yol, başka tanım yoktur.
Bakın mesela CHP Genel Başkanı Deniz Baykal neler söylemiş:
"PKK'nın, bu ülkeyi bölmeye gücü yetmiyor. Halk ezici bir çoğunlukla buna direniyor. Ama AKP, Kürtlerin temsilcisi PKK'ymışcasına hareket ediyor.
Ülkenin açılım süreci ile ortaya çıkan tüm olumsuzlukların tek sorumlusu hükümettir. Yok edilmesi gereken de hükümetin kendisidir."
Yok artık daha neler!
Bakın mesela MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin neler söylemiş:
"Aradan geçen dört aydan sonra, hükümetin açılım ortaklarının saldırı hedefinin polis karakolları olması tam bir zihniyet iflasının ilanı olmuştur.
Ve çok şükür ki önceki gün Gazi Mahallesi'ndeki olaylara müdahale eden Çevik Kuvvet Polisi açılım sürecine gereken dersi vermiştir.
Kahraman polislerimiz, üzerilerindeki siyasi baskıları yırtıp atarak hep bir ağızdan 'Şehitler ölmez vatan bölünmez', 'Ne mutlu Türküm diyene', 'Akan kan bayrak için' sloganlarını atmışlardır.
Teşkilatlarının başındaki Bakan'a gereken uyarıyı yapmışlardır, hak ettiği karşılığı vermişlerdir. Hükümete rağmen canla başla çalışan, asayişi sağlamaya gayret eden ve AKP'nin hilafına, şehide ve bayrağa sahip çıkan Emniyet Teşkilatı'nı kutluyorum, hepsiyle iftihar ediyorum.
Kur'ânTalebesi
12-09-2009, 21:38
Ashâb-ı Kirâm’dan Ebû Zerr hazretleri bir gün Peygamber Efendimize: “Bana tavsiyede bulun yâ Rasûlallah” diye ricâda bulununca Peygamber Efendimiz Ebû Zerr’e şu nasîhatlerde bulundu:
- Sana Allah’tan korkmanı tavsiye ederim. Çünkü Allah korkusu her işin başıdır.
- Kur’ân’ı oku, Allah’ın zikrine sarıl. Çünkü zikrullah senin için yeryüzünde ışık, gökte de saklanan bir azıktır.
- Sakın çok gülme. Zira çok gülmek kalbi öldürür, yüzünün nûrunu söndürür.
- Çok konuşmamaya çalış çünkü bu, şeytanın senden uzaklaşması için bir vesîle, dînini koruman hususunda bir yardımcıdır.
- Fakirleri sev, onlarla beraber ol.
- (Zenginlik yönünden) Senden aşağıdakilere bak, senden üstünlerine bakma. Bu, Allah’ın sana verdiği nimetleri küçümsememen için en uygun yoldur.
- Acı da olsa gerçeği söyle.
- Kendi ayıpların başkalarının ayıplarını araştırmana mâni olsun. İnsanlara kusurları sebebiyle kızma. Başkalarının hakkında bildiklerin şeyler yüzünden ayıp ve kusurları sebebiyle onlara kızman, ayıp olarak sana kâfidir, buyurdu. Sonra da eli ile göğsüne vurarak:
- Ey Ebû Zerr! Akıl gibi tedbir, günahlardan sakınmak gibi takva, güzel ahlak gibi asâlet yoktur, buyurdu.
(M. Yusuf Kandehlevi, Hadislerle Hz. Peygamber ve Ashabının Yaşadığı Müslümanlık, Terc. c. 5, s. 1870)
Gönülden
12-10-2009, 16:34
DP lideri Hüsamettin Cindoruk, hükümet üyelerine başörtülü eşleri nedeniyle ağır hakaretler etti. Aylık enerji dergisi Eko-Enerji'de yayınlanan röportajında Cindoruk, “Aile fotoğraflarına baktığımız zaman sadece bizim devlet adamlarının eşleri türbanlı, öteki aile fotoğraflarında hatta Ürdün, Mısır, Suriye gibi devlet adamlarının eşleri medeni ve başları açık gözüküyorlar. Bu fotoğrafların bir kısmı da açıkçası kriptolara giriyor. Onun için de Türkiye'ye mesafe koydular. Hissettiğim, en az iki seçimde Türkiye'de muhafazakar da olsa laik düşünce iktidara gelirse Türkiye ile AB arasındaki buzlar eriyecektir” iddiasında bulundu.
Bu adamın burda daha ne işivar...siyaset tarihi bunları bir tarafa not ediyor
Demokratik Açılım konusunda Başbakan haklıdır; medya uzlaştırıcı bir tavır sergilemektense, "tavşan kaç tazı tut" taktiğini uyguladı. Ama Başbakan'ın bunu ta en başından sezmesi gerekmiyor muydu?
Demokratik Açılım meselesinde yaşananlar, "türban açılımı" nın acı sonuna benzeyecek gibi görünüyor.
Ne demek istiyorum? AK Parti "türban açılımı" diye ortaya çıkmadan önce başörtülüler ile devlet arasında yaşanan bir gerilim vardı. İyi yönetilemeyen "açılım" döneminde gerilim bireylere sıçradı.
Bireylere sıçrayan gerilimde medyanın rolünü hatırlayınız. Raiting uğruna gece yarılarına, sabahlara kadar süren "türban tartışmaları"nı hatırlayınız. Medya bireyler arasında empati üzerinden bir geçişkenlik ve duygu tercümesi sağlamak yerine, şiddeti pompaladı. Bu süreç içinde selam alıp selam verdiğimiz komşularımızla aramıza bir duvar örüldü. Hiç yoktan. Bir sabah verdiğimiz selamın alınmayıp yere düştüğünü gördük. Daha önce yaşamadığımız durumları yaşıyoruz artık. Bir taraftan "yandaş" yaftasıyla yargılanıyoruz, bir taraftan "ateşinden ısınmadık dumanından gözümüz kör" ıstırabında yaşıyoruz. Aynı durumu şimdi dindar Kürtler mi yaşayacak
Neredeyse yüz yıllık bir memleket meselesinin çözümü için tarihî bir fırsat yakala, ama bu, üç kuruşluk iktidar hırsına kurban edilsin. Açılıma karşı CHP ve MHP'nin sergilediği muhalefet üçüncü sayfa cinayetlerinden farksız; acımasız, vicdansız, akılsız...
Demek ki Kürt sorununun çözümünü istemiyorlar; terörün bitmesi, şehit haberlerinin kesilmesi, faili meçhullerin bir daha dönmemek üzere tarihe gömülmesi, insanların etnik kimliklerini özgürce taşırken kardeşçe bir arada yaşaması rahatsız ediyor bunları. Yazık, önüne geleni ihanetle suçlayanlar ülkenin birliğine, dirliğine, demokrasisine kastetmekte bir beis görmüyorlar.
Tam da böyle kaotik bir ortamda, insanların, siyasi liderlerin 'vatanseverlik maskesi'nin düştüğü bugünlerde 'neden demokratik açılım?' sorusuna yeniden dönmekte fayda var. Bu ülkede demokrasinin yerleşmesi için Kürt sorununun çözülmesi gerekiyor. 1925 yılından beri demokrasiyi kâh ortadan kaldırmak kâh sadece göstermelik hale getirmek için Kürt sorununu bahane olarak kullandılar. Kürt kimliğini, dilini ve kültürünü bile 'ülkenin varlığını tehdit eden bir sorun' olarak görenler Türkiye'yi sürekli bir 'olağanüstü hâl' rejiminde yönettiler. Halkı korkutarak razı ettiler sistemdeki zulme, haksızlığa, eşitsizliğe... Demokrasi yoluyla sandıkta kazanan halk hiç iktidar olamadı böylece.
Gönülden
12-11-2009, 13:40
Bir partinin yapmayacağı her şeyi yaptı. Parti sözcüleri bir siyasetçinin asla söyleyemeyeceği her şeyi söyledi.Elini tutmadıkları zaman kimse elimi tutmuyor diye şikayet etti, elini tuttukları zaman benim elimi değil, Apo’nun elini tutun diyerek bütün iyi niyetli çabaları berhava etti.
Mecliste veya dışında olduğu süre içerisinde bir defa olsun terörü kınamadı. Her demeçte barış istediğini söyleyene bir parti barışın asgari şartı olan terörle arasına sınır koymaya yanaşmadı. Yayınlarında, eylemlerinde, internet sitelerine sokak eylemlerini kutsayarak teşvik etti. Demokratik açılım tartışmaları başladığında Türkiye bağrına taş basarak kendini terör örgütü ile özdeşleştirmekten imtina etmeyen bu partiyi de muhatap aldı. İki de bir barış istiyoruz söylemlerinin arkasında duracağını zannetti. DTP bu iyi niyetli jesti de anlayamadı. Muhatap alınmamaktan şikayet eden bir parti muhatap alınmaya başlayınca iyice küstahlaştı. Açılımların metezori yapıldığını, bir nevi dokunulmazlık kazandığını sandı. Hiç bir ülkenin tahammül edemeyeceği, hiçbir milletin kabul edemeyeceği noktaya geldi. Sokak eylemcilerinin eline tutuşturulan molotofların İstanbul’da parti binasında yakalanması bile DTP'yi uslandırmadı. Kendisine gösterilen tahammülü, bize her şey mübah gibi anladı. Kürt meselesi dediği ve hiçbir zaman içini dolduramadığı meseleyi Abdullah Öcalan’ın hırsları derekesine indirdi. Ne Kürt’ün ne Türk’ün hayrına olacak hiçbir şey söylemedi, tahrikle, kışkırtmayla, şiddetle, tehditle yani terör örgütünün argümanlarıyla politika yapmaya çalıştı. Bir parti olarak kendi kendisini kapatarak bir şiddet örgütüne dönüştü.
AYM ne karar verirse versin aslında DTP'yi kapatan bizzat kendisidir.
' Bilimsellikten uzak olan bu uygulamayı savunmak millete ve ülkeye düşmanlıktır.
Bir türlü anlayamadığımız şey; adaletten ve eşitlikten yana olması gereken hukukçuların
tam tersine adaletsizlikten ve eşitsizlikten yana tavır koymalarıdır.
Meslek Lisesi öğrencilerine üvey evlat muamelesi yapılan bu sistemde Anadolu çocuklarının başarılı olmaları ve
istedikleri yerlere gelebilmeleri bu durumda imkânsız gibi görünmektedir.
Bu uygulama eğitimde imkân ve fırsat eşitliği ilkesine aykırı düşmektedir.
Dolayısıyla anayasaya da aykırı bir uygulamadır.
Bu uygulama milli eğitim temel ilkeleri arasında ilk sırada yer alan genellik ve
eşitlik ilkesine aykırı düşmektedir.
Eğitimde imkân ve fırsat eşitliği dolayısıyla anayasanın 9. maddesine de aykırı bir uygulamadır.
Yine anayasanın 42 maddesinde‘’Kimse eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz’’ cümlesiyle de bağdaşmamaktadır. '
ismail okutan
Ak_Urfalı
12-12-2009, 12:54
Şiddetin yeni şiddeti beslediği bir ortamdan barışın egemen olacağı farklı bir ortama doğru yol alınırken terörden başka bir yöntem bilmeyenler için iki seçenek söz konusu olabiliyor: Ya halkının iyiliği ve esenliği için fedakârlığı göze almak ve bir kenara çekilmek, ya da yeni ölümler kusarak süreci baltalamak...
FEHMİ KORU
YENİ ŞAFAK
Kur'ânTalebesi
12-13-2009, 16:58
İman, insana dünyada çok büyük onur ve âhirette ebedî mutluluk sağlar. Cennet bedava değildir. Kur'an, imanın bir imtihan, ıstırap ve çile işi olduğuna dikkat çeker. "İnsanlar, sandılar mı ki, 'iman ettik' demeleriyle bırakılacak, inceden inceye imtihan ve ıstıraba çekilmeyecekler. Yemin olsun, biz onlardan öncekileri de inceden inceye deneylerden geçirmişizdir." (29/Ankebut, 2) "Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele" (2/Bakara, 155) "(Ey mü'minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet Peygamber ve beraberindeki mü'minler: 'Allah'ın yardımı ne zaman?!' dediler. Biliniz ki, Allah'ın yardımı yakındır." (2/Bakara, 214)
(Ahmed Kalkan)
Kur'ânTalebesi
12-15-2009, 13:12
“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.”
(İbn Mâce, hadis no: 4205)
Kur'ânTalebesi
12-16-2009, 21:56
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25) Fitne, imtihan, ya da belâ... İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm, hatta zulmün en büyüğü şirk işlemesine hoşgörü ile bakan, zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezasını hak eden bir toplumdur. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoş görmez. Zira İslâm, birtakım pratik yükümlülükler gerektiren bir hayat sistemidir. Kaldı ki, Allah’ın dinine uyulmadığını ve Allah’ın ilâhlığının rededilip yerine kulların tanrılığının yerleştirildiğini gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları, bununla beraber Allah’ın, onları belâdan kurtamasını istemeleri, sünnetullaha ters bir arzu ve kabul olmayacak bir tavırdır. “Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateş (Cehennem) dokunur. Sizin Allah'tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.” (11/Hûd, 113)
(Ahmed Kalkan - Filistin Cihadımızın Önündeki Engeller makalesinden)
“Mecnun olup çöle düşmeyeceksen/ Ne Leylâ’yı çağır, ne çölü incit” dedi bu toprakların bir türküsü.
Çölü incitme! Onun uğruna cefa çekmeyi göze almıyorsan, varlık vadisinde berduşluk etme.
Ol ya da öl.
Olmak için sefer etmen gerek; kendinden sefer etmekle başla işe, kendi evinden ayrıl ve yola koyul. Belki bir çölü aşman gerekecek, belki yedi vadiden geçeceksin, belki bir dağı delmen istenecek senden. Aşkın bir çabayla sınanacak önce. Ayrılıkla imtihan edileceksin. Ona âyan olan sana, sana âyan olan ona âyan olacak. Aranızdaki sessizlik sır tutmayacak.
Eğer aşk ‘sadakatin kapısında köpeklerle birlikte beklemek’se, bundan erinmeyeceksin. Ruhun onu beklemekle dem tutacak. Kendinden ölerek onda olacaksın.
Sessizliğin sesiyle. Kuş sürülerini ürkütmeden.
Rüzgârla, yağmurla, ırmak ve dağlarla konuşarak yalnızca. “Ben rüzgârım sen ateş/ Seni alevlendiren benim” diye gözyaşında yıkanarak. “Sen uyuduğunda/ Kapanan benim gözlerimdi” diyecek kadar o olacaksın.
Aşkın olduracak hem seni, hem onu.
Kemal SAYAR
Gönülden
12-18-2009, 14:41
Bir adam vardır ki, hiç bir düşüncesinde, hiç bir hareketinde «kendi kendisi» olamaz. Ne düşünse, ne yapsa, ne söylese kendini değil, mensup oldugu sosyeteyi, ırkı, muhiti ve dışarıdan aldığı telkinleri dile getirir. Kendiliğinden hiç bir şey bulmamıştır. Başka birinin siteminden aldığı fikirleri ve akideleri o sistemin sahibinden daha softaca müdafaa eder. İradesi de böyle dışarıdan gelme, yanaşma, iğreti bir hareket mihrakıdır. Bilmez ki, asıl kendi kendisi, kendi içi, sonsuz imkânların, keşfedilmediği için körleşen ve tıkanan istidatların tükenmez hazinesidir. Örneğini kendinde değil, hep dışarıda aradığı için muayyen bir fikre, bir akideye başkasının kurduğu sisteme bağlanır, kalır. Artık, ölünceye kadar hiç bir realitenin mili, onun yabancı bir telkinle perdelenmiş gözünü açamayacaktır; hayatın her şeyi her gün değiştiği halde o, sakallı feylesofundan yahut iktisatçı şeyhinden bellediği hiç değişmeyen bir kaç ayet içinde kalmaya mahkûm, ilerlediğini sanarak yerinde sayacaktır.
İçinde hep sürü insiyakları teptiği için, şahsiyetten mahrûm, insana en uzak insandır bu. Bir ferttir, fakat şahıs değildir, çünkü onu teşhis için kendisine bakmaya hiç lüzum kalmaksızın, çömezi olduğu ideolojinin, içinde uyuştuğu telkin âleminin firmasını bilmek, onun ipnotize eden sakallının adını öğrenmek yetişir.
Bu sürü adamlarının yüz bin tanesi bir tek şahsa muadil değildir. Nüfusunu gerçekten artırmak isteyen bir memleket, bunların sayısını azaltmakla işe başlamalı ve fertlerden değil, şahıslardan mürekkep bir sosyete kurmanın yoluna bakmalıdır.
Gönülden
12-18-2009, 15:39
Başbuğ’un, daha önce yaptığı gibi, yine sivillere “doğru yer”i gösterme cüretinde bulunan konuşmasında, şirazesi çıkmış suçlamalarla gayrıhukuki buyrukların yanı sıra kunt ve tehlikeli bir sembolizm de vardı.
General, “şirazesi çıkmış suçlamalar” babında, TSK’nın asli işini yaparkenki ihmallerini ve hiç işi olmayan alanlara müdahalesini eleştirenleri karaladı, “önyargılı” ve “yalancı” ilan etti; bu eleştirileri yapanların “milletini sevmediğini” söyledi.
Başbuğ’un “gayrıhukuki buyruklar”ının hedefi ise gazeteciler, akademisyenler, siyasetçiler ve savcılardı.
PKK’nın Reşadiye saldırısı ile yeniden gündeme gelen “33 asker olayının” araştırılmasına, soruşturulmasına öfkelendiği anlaşılan General, “Terör olaylarını TSK ile ilişkilendirmeyi, PKK destekçileri yapabilir. Ancak böyle ilişkilendirmeleri, bu amaca yönelik imalı konuşmaları siyasiler, akademisyenler ve medya mensupları yapamaz” buyurdu.
Yetmedi; “Adli makamların ihbar mektuplarına ve gizli tanıkların ifadelerine karşı daha dikkat etmeleri gerekir, bu gibi durumlarda Türk Silahlı Kuvvetleri ile bilgi teatisi ve işbirliğinde bulunulmalıdır, aksi durumlarda kurumlar arası çatışmalara neden olunur” sözüyle Ergenekon’u, İrticayla Mücadele Eylem Planı’nı, Kafes Planı’nı soruşturan savcılara salvo savurdu.
Savcılarla işbirliği yapmakla görevli olan sanki kendisi değildi; sanki “kâğıt parçası” ve “boru” ifadelerini bizzat ondan işitmemiştik; sanki bu toplum Şemdinli’de ne olduğunu bilmiyordu; sanki Ergenekon sanığı komutana yapılan manidar ziyareti unutmuştuk...
-İspat et!
Diyenlere derim ki:
-Neyle ispat edeyim?..
ispat için kullanacağım her unsur onun mahlukutur.
Haliki mahlukuna mı tastik ettireyim?..
NFK / mü'min - Kafir
Hz. Ali Efendimiz'in buyurduğu gibi; bırakın Müslüman din kardeşi olarak birbirimizi incitmeyi, Adem kardeşi olarak diğer din mensuplarını bile kucaklayacak, yaratılanı Yaradan'dan ötürü hoş görebilecek erdemi gösterebilmeliyiz. Biz öyle bir yüce dinin mensubu ve öyle asil bir milletin mensuplarıyız ki düşmanımızın bile insan olduğunu hesaba katarak husumette aşırıya gitmeyecek; husumete vakit bile bulamayacak derecede muhabbet dostları olmak durumundayız. Çünkü bizler, bu söylenenlerin sadece lafta kalmayıp yüzlerce yıl her türden din ve ırk mensubu insanın bu coğrafyada kardeşçe, barış ve huzur içerisinde yaşadığını biliyoruz. Ve yine biz, "Yetmiş iki millete aynı nazarla bakmayan medresede müderris olsa da Hakk'a âsidir." diyen Hacı Bektaş-ı Veli'yi biliyoruz. "Benim çadırım gökyüzüdür, içine herkesi alır." diyen Yunus Emre'yi biliyoruz. 'Kim olursan ol yine gel' diyen Mevlânâ'yı biliyoruz. Kimseyi ayırmadan herkesi kucaklayan, kendileri fakirlik içerisinde yaşarken başkalarını düşünen ve tercih eden Ehl-i Beyt'i biliyoruz. Ve tabii hepsinin menbaı ve kaynağı olan, kendisine taş ve diken atan insanlar için felaket emri istendiğinde; "Hayır onlar ne yaptığını bilmiyor, ben gazap peygamberi değil rahmet peygamberiyim." diyerek, insanlığa ne kadar düşkün olduğunu gösteren, âlemlere rahmet Hz. Muhammed Mustafa'yı biliyoruz. Bütün bunları bile bile, insanlığa kucak açıp bu evrensel hoşgörü ve zenginliğimizi göstereceğimiz yerde; kendi içimizde düşmanlıklar üreterek ve hayalî düşmanlar oluşturarak bir kısırdöngü içerisine saplanmamız ancak gerçek düşmanın işine yarar ve ekmeğine yağ sürer.
Binlerce cana mal olan terörün 12 Eylül sabahı bir anda nasıl bittiğini herkes sorardı. Belki de şimdi bu soruların cevabını bulma fırsatını yakalayabileceğiz. Sürekli adresi "dış parmaklar" olarak gösterilen ve failleri bir türlü bulunamayan olayların nasıl sahnelendiğini anlamaya başlayacağız. Kurumları çatıştıran, sokakları karıştıran, ihtiyaç duyulduğunda terörü azdıran ve belki de gerçekten askeri, müdahaleye mecbur bırakan gizli bir yapı vardı.
Asker "Darbe yapmaya mecbur kaldık" diyorsa, hükümetler "Şapkalarını alıp gitmek" zorunda kalıyorsa, dış ülkelerle yapılacak en kritik görüşmelerde Başbakan daha havadayken temaslarda yüzünü kızartıp, elini boşa çıkartacak haberler yayılıyorsa ve bütün bunlar TSK, güvenlik ve istihbarat kurumlarının varlığına rağmen her seferinde başarıyla tezgâhlanabildiyse bu işte bir sır yok mu? Varsa nerededir? Sokakta mı? Devletin içinde mi?
Seferberliğin adı üstünde değil mi? Düşman istilasına karşı ülkemizi, devlet ve hükümetimizi korumak üzere teşkil edilmiş bir kurum. Eğer bu kurumda çalışanlar Başbakan Yardımcısı'nın, Meclis Başkanı'nın evini takip ediyorsa "Milletin seçtiklerini düşman gören kimdir?" diye sormak gerekmez mi? İnsanın gözüne en yakın olmasına rağmen asla göremeyeceği yer iki kaşının arasıymış. Ta ki karşıdan bir ayna tutuluncaya kadar... Ve devlet ilk defa aynasıyla kendisine bakma fırsatını buldu. Bakalım neler görecek.
Genelkurmay farkında mı, pek anlaşılmıyor ama Türkiye çok derin ve kurumsal niteliği olan askerî nitelikli bir krizin içinden geçiyor. Ve bu kriz, yüksek komuta kademesi tarafından çok kötü yönetiliyor. Karşımızda, peş peşe patlak veren ve TSK'yı bir tedhiş organizasyonu durumuna düşüren skandallara kılıf hazırlamakla meşgul bir yüksek komuta heyeti görüntüsü duruyor. Kriz kötü yönetiliyor, yani Genelkurmay toplumdaki güvensizliği derinleştiriyor. Genelkurmay'ın krizi böyle yönetmesinin üç farklı açıklaması olabilir. Birincisi TSK masumdur, skandallar komplodur. Öyleyse TSK'nın tek çıkış yolu her şeyi denetime açmaktır. İkincisi TSK içinde bir darbe takvimi işliyor. Skandalların hepsi zaten bu darbe hazırlıklarında patlak veriyor. "G" gününe kadar mızrak çuvala gizleniyor. Ne diyelim? Türkiye'nin sahip olduğu her şeyi iktidar hevesi için heba edecek generaller gerçekten var mıdır? Ben pek sanmıyorum. Üçüncüsü, Ordu kendi içinde zaten bu çetelerle boğuşuyor ve tasfiye ediyor. Bu arada bu işi mümkün olduğu kadar ayağa düşürmeden, yani Ordu'nun itibarını sarsmadan yürütmeye çalışıyor. Yine bu iyiniyetli çabayla kamuoyuna yansıyan skandalların üzerini örtüyor. Eğer öyleyse söylenecek tek söz var: Genelkurmay bu iyiniyetli çabaları beceremiyor.
Kur'ânTalebesi
01-04-2010, 20:00
Oysa ne kadar güçsüz ve acizdir insan.. Aldığı havadan, içtiği bir damla suya kadar nasıl da muhtaç… Hayal yetisinden hafızaya, konuşmadan işitmeye kadar bunca kabiliyete nasıl da ihtiyacı var.. İhtiyacı var, ama farkında değil, çünkü eksikliğini hissetmemiş henüz..
(Rabia Nazik Kaya)
Kur'ânTalebesi
01-04-2010, 20:30
[...] Yine de helal olana arzu duyan nefistir, hakikate saldırana öfkelenen nefistir, muhakeme edip hikmet damlatan nefistir. İnsanın nefsi bir alev gibi ona yaşam enerjisi verir. Nasıl ki afakta yıldızlar nurunu cennetten, narını cehennemden alıyorsa, enfüste insan da ışığı ruhundan, ısıyı ve harareti nefsinden alır. Yaşamak için ısı da ışık da elzemdir. Ancak alev nasıl sobanın yahut şöminenin içinde iyi, ancak döşemenin üstünde kötüdür, nefis de yerli yerince kullanıldığında iyi, yerinden edildiğinde kötü olsa gerek.
(Mona İslam)
Üç mevsim
01-04-2010, 20:34
Bugün ümmet olarak yaşadığımız parçalanma çok vahimdir
--- Bu bir soru olsaydı cevaplardım. Bu bir sorun, sorunlar ise cevaplanarak çözümlenemiyor maalesef. Hakikaten bu gün ümmet olarak yaşadığımız parçalanma ve bölünme tarihte belki de hiç olmadığı kadar vahim sonuçlar üretiyor. Bugün Müslümanların en büyük problemi nedir diye sorsanız, “tefrikadır” derim. Bugün Müslümanlara yapılacak en büyük ikram nedir diye sorsanız, “vahdettir” derim. Ümmeti tefrikadan kurtaracak ve onları vahdete iletecek her türlü çaba ve gayretin gözleri, elleri ve ayakları öpülmelidir derim. Eğer vahdet yoksa temsil problemi kendiliğinden doğar. Çünkü mahşerin dört atlısı gibi herkes hakikatin elindeki parçası ile övünmeye başlar. Kur’an’ın ifadesi ile ‘Kullu hizbin bi-ma ledeyhim ferihun’ (her hizip kendi elindeki ile övünmeye başlar). Ve hakikatin bütününü temsil ettiğini düşünür. Çünkü hakikate ait olmak yerine hakikate sahip olmaya kalkar.
Hakikat mülkiyet değildir
--- Hakikat mülkiyet değildir. Hakikat kimsenin mülkiyetine geçmez ki. Hakikate sahip olmaya çalıştığınız da sahip olduğunuz yerden hakikati böler, parçalar ve kırarsınız. Ama hakikate ait olmaya çalıştığınızda bir bütüne ait olduğunuzun şuuruna varırsınız. Bir bütüne ait olduğunuzun şuuruna vardığınızda işte o zaman vahdet şuuru gerçekleşir, ümmet şuuru gerçekleşir ve fedakârlık yapabilirsiniz. O zaman sizin gibi düşünmeyenlere tahammül göstermekten öte zenginlik olarak bakabilirsiniz. O zaman kardeşlerinizin farklılıklarını, bizim bahçenin farklı çiçekleri ve kokuları diye görürsünüz. Ama öbür türlüsü kapalı havza toplumları üretir. İçine kapanır, kendisini kutsar başkasını yok sayar. En kötüsü de budur ve aslında bu bir iç cinayettir. İçinde cinayet işlemeyen adam eliyle cinayet işleyemez. Yüreğiyle önce cinayeti işler sonra onu eline bulaştırır. Dolayısıyla yüreğindeki harita parçalanmadan dışarıdaki harita parçalanmaz. Tersi de geçerlidir. İçimizdeki haritayı bütünleştirmeden dışımızdaki haritayı bütünleştiremeyiz.
Mustafa İslamoğlu
Terennüm
01-04-2010, 21:42
Ergenekon, eli silah tutan, gözü dönmüş, serseri bir gençlik grubunun oluşturduğu bir mahalle çeteleşmesi değil. Kökleri Tanzimata kadar giden bir zihniyet. Dün Menderes’i asanlarla, Ecevit’i ve Özal’ı kurşunlatanlar bugün Erdoğan’ı ve Arınç’ı ortadan kaldırmak isteyenlerle Kafes planları yapanlar aynı zihniyetin ürünü insanlar. Bu ülkede Sünni’nin sırtını sıvazlayarak Alevileri ezenler, sağcıya gaz vererek solcuları ortadan kaldıranlar, bugün solcuların ve milliyetçilerin sırtını sıvazlayarak özgürlükçüleri ezmeye niyetlenenler aynı zihniyetin ürünü insanlar. Laiklik elden gidiyor, şeriat geliyor, vatan bölünüyor gibi tepkileri paranoyak oldukları için değil alanlarını genişletmek için dillendiriyorlar. Neticede ulus devlet tutmadı. Ülkeyi dikensiz gül bahçesine çevirmek istiyorlardı olmadı. Bu kadar mazlumun iniltisinden bir ülke doğar mı? Bu kadar kanın aktığı, ahın olduğu bir toprak parçasında huzur olur mu? Ancak herkesin hak ve hukukunun tesis edildiği bir ülkede yaşanır, yaşanacaksa eğer. Birini alıp diğerlerini harcamakla olmadı işte.
Asimetrik savaş, psikolojik savaş gibi askerî deyimleri öğrenmekle kalmadık; hepimiz stratejist olduk. Fakat yedi bin civarında terörist hâlâ Kuzey Irak dağlarında dolaşıyor. Şehir terörü her zaman olabilir; ama polis güçlüyse, o da en az seviyeye inebilir.
Kır teröristlerinin durumu ise farklıdır; dolaştıkları, yaşadıkları yerler bellidir. Muhatabı güçlü ise silip süpürülür. Demek ki yetmiş beş milyonluk milletimizin askerlik bilgisinin değeri on para etmiyor.
Bir kanaldaki tartışmada bir gazeteci, ordumuzu savunmak ihtiyacı duydu: "Bu ordu Bulgar ordusu değil; Türk ordusudur. Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın kozmik odası silahlı kuvvetlerin kalbidir. Oraya ancak altı kişi girebilir. AK Parti hükümeti orayı yol geçen hanına çevirdi." Azıcık sağduyusu olan vatandaşımız ordumuza toz kondurmaz; çünkü varlığımızın devamı, bayrağımızın dalgalanması ordumuzla mümkün. Fakat iş yalakalığa dönüştü mü insanın midesi bulanıyor. Ordumuz Mete Han'dan beri sürüp geliyor; hiçbir milletin ordusu onun kadar erişilmez zaferlere imza atmadı. Özel Kuvvetler Komutanlığı ise Bülent Ecevit'in açıkladığına göre, yakın dönemde Amerikalılar tarafından kurulmuş, finansmanını da onlar üstlenmişler. İki bin iki yüz yıldan beri sürüp gelen ordumuzun Amerikalıların kurduğu Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın kozmik odası nasıl kalbi oluyor? Kozmik oda nedir, ne iş yapar bilmem; ama ordumuzun kalbinin yeni takılmadığını biliyorum. Hiçbir hükümet ordusuyla karşı karşıya gelmek istemez. Zaten ordu Yeniçeri Ocağı'nın son devrine dönmemişse, hükümetin emrindedir. Hükümetin en başta gelen görevi de bütçesine göre ordusunun ihtiyacını gidermek, onu gözbebeği gibi korumaktır. Hükümet ordunun kalbi olan (!) kozmik odayı yol geçen hanına çevirmedi. Durup dururken hükümet oraya girmedi veya bir adamını göndermedi. Ortada bir suikast iddiası var; cevap olarak da bir albayla bir binbaşının bilgi sızdıran bir subayı takip ettiği söylenmiş. Savunma savcılık makamını tatmin etmemiş olabilir. Her yerde suç delili aramaya hakkı vardır. Elbette devletin sırrı varsa, o da riayet edecektir. Aksi takdirde sigaya çekilir
.::ReyyaN::.
01-05-2010, 14:05
Bismillahirrahmanirrahim
35. Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun nuru içinde bir kandil bulunan bir oyma hücre misalidir. Kandil, bir sırça içindedir. Bu sırça sanki inciden bir yıldızdır; ne doğuya, ne de batıya nisbet edilen mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulur. Onun yağı hemen hemen ateş dokunmasa bile ışık verir; nur üstüne nur! Allah, dilediğini kendi nuruna yönettir ve insanlara birçok misaller verir. Allah, herşeyi bilendir.
36. O evlerdeki, Allah onların yüceltilmesine ve kendi adının içlerinde anılmasına izin vermiştir. Onlarda sabah ve akşam üstleri O'nu tesbih ederler.
37. Nice erler ki, ne ticaret, ne de alışveriş kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz; onlar, kalplerin ve gözlerin kıvranacağı günden korkarlar.
38. Çünkü Allah, kendilerini yaptıkları işlerin en güzeli ile mükafatlandıracak, onlara lütfundan daha fazlasını da bahşedecektir. Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.
NUR SURESİ....
Sözlükte olmasa da gerçek hayatta varmış...
Genelkurmay'ın o odada günlerdir yapılan aramanın durdurulmasına ilişkin talebi, mahkeme tarafından reddedildi.
Daha önce de aramayla ilgili haberlere yayın yasağı getirilmesi istenmiş, o talepler de kabul edilmemişti.
Bir başka talep ise orada bulunan ve devlet sırrı niteliği taşıyan belgelerin imha edilmesiydi.
*
İnsanın kafası karışıyor.
Belgelerin imha edilmesi gerekiyor ise, niye vaktiyle imha edilmedi?
Gerekmiyorsa, niçin imha edilmesi isteniyor?
Yargıdan bile saklanması istenen belgelerin mahiyeti nedir, ne olabilir?
Yoksa elinde silah olan kuvvetlerin konumu, hukukun üstünde mi? Bu sorulara verilecek cevaplar ne olursa olsun, o odadan neler çıkacağını ve bulunanların ne zaman açıklanacağını merak ediyoruz ister istemez
Kur'ânTalebesi
01-05-2010, 20:16
Şeytanın gücü yoktur. Onun gücü insandan aldığı güç transferidir. İnsanın şeytana verdiği güç iradesinden eksikliklerdir...
(Mustafa İslamoğlu)
Ya CHP'nin tutumuna ne demeli?
CHP Lideri Bülent Ecevit 'kontrgerilla" iddialarını dillendirirken Deniz Baykal da aynı partinin yöneticilerinden idi.
Aynı Baykal bir takım saldırılara maruz bırakılan ve köşeye sıkıştırılmak istenen CHP Hükümetlerinde iki kez de bakanlık yapmıştı.
Gönül isterdi ki o günlerde yaşanan karanlık olayların tanığı ve mağduru olarak Baykal ve Partisi CHP, karanlık her noktaya hukukun ışığının tutulmasını hükümetten daha fazla desteklemeliydi.
Ne ki CHP tarihsel sorumluluğunu yerine getirmek yerine kurumlar arasında bir gerilim meydana getirme siyaseti yürütüyor.
Kemal Kılıçdaroğlu'na bir faks gelmiş, Emekli Sandığı'na ait bir binanın Başbakanlığa devredilmesinde bit yeniği varmış.
Sözkonusu bina Başbakanlığa devredilince hemen karşısındaki Genelkurmay Başkanlığı izlemeye alınacakmış!
Memleket kafası komplo teorileriyle karışmış ve muhakeme yeteneğini kaybetmiş insanlarla dolu.
CHP'liler akla ziyan getiren bu iddiayı ciddiye alarak bir soru önergesi haline getirmişler.
Bir fakstan yola çıkarak "Siz Emekli Sandığı binasından Genelkurmayı mı izleyeceksiniz?" şeklinde bir soru sorulabilir mi?
İlgili bakanlık(Maliye) böyle bir soruya cevap verebilir mi?
Elleri mahkum, mevzuat gereği cevap vermişler.
Aklıselime hitap etmek yerine paranoyayı besleyen bir siyasetin bu ülkeye ne zaman yararı oldu ki bundan sonra olsun? Koskoca Anamuhalefet Partisi'ne yakışıyor mu böyle muhalefet yapmak?
Gönülden
01-05-2010, 22:13
"Kurumlararası çatışma" veya "kaos endişesi" gibi deyimler, yaşadığımız bu derin travmayı ifade etmek için yetersiz. Gerçeklik duygumuzu kaybedecek ölçüde derin bir güven bunalımı bu. Her şeyin anlamını yitirdiği, değersizleştiği ve ters-yüz olduğu bir psikolojik deformasyon süreci, tek tek bireyler olarak yaşadığımız.
En zor kazanılan şey güvendir; aynı zamanda çok kolay harcanan ve tüketilen. Toplum olarak bizi, bu ülkeyi bir arada tutan bu çok değerli sermayemizi hızla tüketiyoruz. Bu güven bunalımının arkasında ise tek sebep var: TSK içinde arka arkaya patlak veren skandallar. Türkiye'nin başka herhangi bir kurumuyla ilgili değil, askerle ilgili bir güven bunalımı söz konusu olan. Adı üzerinde, güvenliğimizden sorumlu kurum. Şimdi bu kurum bireysel dünyamızı alt-üst eden güvensizliğin yegâne kaynağı. Daha büyük endişe olabilir mi? Güvenliğimizi sağlamakla görevli kurumun güvenliğimizi tehdit ettiği kuşkusunu taşıyoruz.
Her akşam televizyon ekranlarında, Kirazlıdere'deki Özel Harp Karargâhı'nın kapısını seyrederken, bu kapıdan cinayet işlemek üzere birilerinin vaktiyle çıkmış oldukları ve aynı kapıdan işlerini görüp dönmüş oldukları kuşkusunu taşımak, insanı nereye götürür? Küçük çocukların hayatına kasteden caniler, katliam planları yapan muvazzaf askerler kovuşturulurken, bu işler için kullanılmak üzere toprak altına gömülen silah ve mühimmatın dökümü çıkartılırken ne düşünmemiz bekleniyor? Askerin itibarı mı? Ordunun güvenilirliği mi? Ülkeyi korumak üzere eline silah teslim ettiğimiz görevlilerin namluyu bize çevirdikleri endişesi yaşarken neyin itibarı, neyin güvenilirliği?
Kur'ânTalebesi
01-06-2010, 02:06
“Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (herkese yayılır ve hepinizi perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25)
Rabbim bizleri her türlü fitneden muhâfaza buyursun. Âmin.
.::ReyyaN::.
01-06-2010, 04:16
Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.
EN'AM 116
.::ReyyaN::.
01-06-2010, 04:17
Kim iyi bir işte aracılık ederse, ona onun sevabından bir pay vardır; kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, ona o kötülükten bir hisse vardır. Allah, her şeyin karşılığını verir.
NİSA 4/85
Bu ülkede daha yakın zamanlara kadar "memleket yönetimi" yüksek siyasetin işi olarak görülür, halka da takdir edildiği ölçüde bilgi verilirdi. Hatta demokrasimiz bile bir tür yüksek siyaset demokrasisiydi. Güncel tartışmaların diliyle söyleyecek olursak geçmişte bütünüyle siyaset kozmik bir alandı, devlet demek her aşamada gizlilik demekti, şimdi kozmik alan anladığımız kadarıyla bir odaya kadar inmiş, oraya da hukuk girmiş durumda. Devletin sırları olmaz denilmiyor, elbette olur. Ama bu sırrın, içerdiği amaca matuf olup olmamasını nasıl denetleyeceksin? Yoksa üstü örtülü her alanda potansiyel olarak farklı işler yapmak mümkün. Denetimi ancak "başka bir akıl" marifetiyle yaparsın. Denetimsiz güç olmaz. Cumhurbaşkanının bile denetimden muaf olmadığı bir devlet düzeninde özerk, hesap vermesi düşünülemeyecek iktidar alanları olamaz. Bir ülkede hem insanlar tarihi, toplumsal, siyasi gelişmelerle reşit bireyler olacaklar, böylelikle kendi hayatlarının ve geleceklerinin faili haline gelecekler, hem de iktidar ilişkileri gizli kapaklı sürecek. Bu mümkün değil. Haberlerdeki "kozmik oda"ya giren, hukukla birlikte Türkiye'nin değişen sosyal ve siyasi yapısıdır.
Türküm gayet doğruyum, çalışkanım veya değilim. İnandığım din sahip olduğum ırktan öndedir. Üstünlüğümü belirleyecek olan kudret Allah’ın elindedir. Önce İslam milleti olduğumuzu savunur ve toprağın İslam medeniyeti üzerine inşasını bilirim aksini iddia etmek adına Türkçülük perdesinden elitist martavallar okuyan kutsal şairlerin şiirini bir Müslüman genç olarak yüce kılmak zorunda olmadığım gibi bugün neredeyse mütefekkir tanrı kabul edilmiş adamlara ve yalakalarına karşı zil zurna el pençe perest duruşunu alacak insan hiç değilim.
"İslam Birliği" kavramına alternatif oluşturmaya çalışan ırkçı cambaz etiğine dayalı Türkçü söylemin çığırtkanı olan paçavradan vatanseverlik kusan ve bunu Türk millet çatısına dayandırarak sömürmeye çalışanların müridi olan İslamcıların şiirsel ilah kabul ettikleri bu tarz adamların cümle atraksiyonlarından ziyade cümlemizi birbirine düşürecek ayrıksı manifestolarını acıyarak dinlerim.
"Bu ülkede Türkçülük sorunu çözülmeden Kürtçülük sorunu çözülemez" diyenlerin en dürüst alkışçısı olduğumu da, bayrağın altına helalinden not olarak düşerek belirtmek isterim. Aksi takdirde bu tarz gavur testinden geçmeye çalışan Müslümanların yerleşik alanı olan Türk toprakları üzerinde ne dalgalanan bayrak gözlerimi yaşartır ne de yeşil bere göğsümü kabartır.
Ağızda pipo eskiterek Türk olmayan Müslüman’ı aşağılamak, şairliğin konforuna sığınarak entel tekkeler oluşturmaya benzemez. Oldu olacak bütün kutsal liderleri peygamberleri de Allahuekber birliğinden çıkartıp Türkçü söylemlerinize ortak edin.
Olmadı andımızı "ihlas" bilelim üfürelim. İsrail’in kafa kopardığı cesetlerinde kan çizdiği Müslüman dayanışmayı da Türklük normlarına uymadıkları için içimizde bir kez daha gebertelim. Paket putçuluğa, fason milliyetçiliğe, ırk tekelciliğine boyun büken pek kıymetli müritlerin bu duruma toprak yemiş cengaver gibi ses çıkarmamalarının tek sebebini "ooo kutsal şair ne derse doğrudur o bizim tanrıdan en küçük tapınağımız" gözüyle bakmalarına yoralım
Kur'ânTalebesi
01-07-2010, 01:50
Düştüğün yer burası ve yükselişin yine buradan olacak. Bunun için önce gözündeki perdeleri aralayıp ‘hayret’e uyanmak gerek. Hayret’e uyanmak için önce varlığa varoluşa eşyaya olaylara hayata insanlara ağaca kuşa suya toz tanesine alışıldık bayat gözlerle bilimin kafanı ve gönlünü buzdolabına koyan dondurucu tanımlarıyla bakmamak gerek. Eskiler buna ‘ülfet ve ünsiyet’ diyorlar dostum. Her şeyi sıradan görmek bir takım izahların cenderesine sıkıştırmak. Görüntüdeki tekrar eden durumları göre göre ‘bu zaten böyledir bu böyle olur’ zevzekliğinin alışkanlığına indirgemek.
(Yusuf Özkan Özburun)
Biri derki 'Aklini birak, bende cok!'
Digeri derki 'Aklini kullan, bende yok!'
Atan tutar, tutan atar.
Satan katar, herkez yatar.
Gece biter, yatan gider.
Akli gider, yol biter.
" Düşünmek bir an "
.. İbrahim'in güneşi gibi senin de nice güneşin var akşam olunca batacak..
Düşüneceksin o vakitta bir an.
Ve batanlardan geçeceksin.
Seni terk edeceklerden geçeceksin.
Kendini de terk edip, asla seni terk etmeyecek olana varacaksın...
...
SEMERKAND Dergisi / Ocak 2010
Çok güzel bir yazıydı ilk harfden son noktaya dek.
Gönülden
01-08-2010, 21:50
Yargı’da yıllarca nasıl bir sol ideolojik(hatta mezhepçi) kadrolaşmanın yapıldığını herkes biliyor. Yargı reformu için ayrı bir meşruiyet gerekçesine ihtiyaç yok.Her şey ortada.Danıştay’ın bazı kararlarının mercek altına alınıp incelenmesi bile hukukun nasıl ikinci, üçüncü plana itildiğini göstermeye kafidir.
Her kararname döneminde millete bağırsak düğümlenmesine benzer krizler yaşatarak –HSYK nun- yapısını, konumunu teşhir etmek, gereği yapılmadığı müddetçe hiç bir anlam ifade etmiyor. Bir HSYK üyesinin, bir Ergenekon sanığı ile sıra dışı dostluğu ortaya çıkmadı mı? Kent otel toplantılarına katıldığını aynı kişi kendi ağzından ikrar etmedi mi? O toplantılara katıldığı için yargılanan onlarca insan var. Yaz kararnamesinde HSYK nın ETÖ davasının gidişatına tesir edecek değişiklikler için gösterdiği çaba , gazetelere, TV lere yansıyan açıklamalar hala arşivlerde duruyor. Bütün bunlar Yargı’ya neşter vurmak için kafi değil mi?
1930'larda "On yılda on beş milyon genç yaratıyorduk". Ama şimdi gençlerin her biri bir telden çalıyor. Metal biblo döker gibi kalıplara basıp basıp çıkartarak seri üretim yapma imkânı yok. Modern insan devlet kadar birey diyor şimdi. Bu sonuç neyin neticesidir? Rusya, Fransa ya da ABD'deki rejimlerin mi? Yoksa Türk modernleşmesinin mi?
Rahmetli Necip Fazıl Kısakürek bu "yaratma" mevzusuna ters açıdan yaklaşıp "Bir Adam Yaratmak" adlı eserini yazıyordu o yıllarda. Kısakürek'e göre bu proje üçüncü nesil hayata atılırken "intihar" etmek durumunda kalmaya mecburdu.
Bu gün "yaratılmış nesiller" de aramızda, "intihar" buhranı yaşayanlar da... Ama hepsi bundan ibaret değil. Bir de ülkenin şartlarıyla sınırlı kalmamış, dünyanın gidişatını yakalayarak milli değerlerinin üzerinde doğrulup rekabet edebilecek azim ve kuvveti iliklerinde hissedenler var. Onların açısından bakınca devlet hiç de çözülmüyor. Tam tersine anayasasında yazıldığı gibi "sosyal hukuk devleti" olma yolunda dev adımlar atıyor. Onlar kozmik belgeleri görmek isteyen hâkimin kararlılığını, Genelkurmay itirazını reddeden mahkemenin kararını kurumlar arası çatışma olarak görmüyor. Hukukun gereği olarak biliyor ve bildiğini yapmayı devletin bekâsı açısından olmazsa olmaz kabul ediyor. Tıpkı başlıkta olduğu gibi merkeze hukuk yerleşiyor. Çok yakın bir geçmişte her gün sabah akşam ilaç alır gibi durmadan andığımız "çelik çekirdek" yerini hukuka bırakıyor. Devlet onun etrafında örgülenmeye başlıyor. Sabih Kanadoğlu bile talimat vermeyi bırakıp, ifade veriyor ve bunu hukukun gereği olarak açıklıyor. Bunlar güzel şeyler değil mi?
Gerisini Akyol şöyle anlatıyor: "Ona, 'Atatürk 'Hayatta en hakiki mürşit ilimdir' dedi mi? dedi. O zaman bu söylediklerinizi bilim adamlarının bir eleştirisinden geçirin. Doğru olduğu nereden belli? Türkiye'de sosyologlar var. Yurtdışında sosyologlar var. Bu konuda araştırma yapın..."
Sosyolog olarak da uluslararası düzeyde kabul gören Elizabeth Özdalga, Nilüfer Göle ve Nur Vergin gibi akademisyenlerin ismini verir. Ve Bir'e 'Bunları çağırın, 'Türban olayı nedir, Türkiye'de irtica var mıdır diye bir sorun.' der. Bir bakıma askere yol gösterir, akıl verir... 'Biz Ege'deki askerî strateji konusunda size danışıyoruz. Siz neden sosyologlara danışmıyorsunuz?' diye de ekler.
Doğrusu Bir Paşa'nın o ana kadar duymadığı ve duymaya tahammül edemeyeceği bir çıkış. Yazarları ikna etmeye çalışırken kendisinin ikna edilmekte olduğunu gören Bir, kızgın şekilde şöyle der: "Bizim sosyologlara ihtiyacımız yok. Biz askeriz. Komutandan talimatı alır, gereğini icra eder, tekmil veririz. Sosyologlarla, şunlarla bunlarla konuşarak kafamızı karıştırmayız."
Taha Akyol'la Çevik Bir'in tartışması burada bitmez. Devamı daha çarpıcı: "Çevik Bir'e 'Siz buraya üniformayla geldiniz. Biz kapıya 'Askerî üniformayla girilmez' diye yazı assaydık, kendinizi hakarete uğramış hissetmez miydiniz?' Bir, 'Böyle şey olur mu? Bu, şerefli bir üniformadır.' dedi. Ben de bunun üzerine, "Kızlarınki de öyle. Başörtü de kızların onurlarıyla ilgili. Kızları gözyaşları içinde okul kapısından geri çeviriyorsunuz.' dedim." Taha Akyol'un söyledikleri tarihe geçecek. O yüzden uzun alıntı yaptım. O zor günlerde Türk toplumunun hissiyatına tercüman olmuş; ağzına sağlık Taha Akyol...
Askerimiz her zaman aynı ordunun askeri değildi. Adında "yeni" sıfatı olan Yeniçeri ordusu, Osmanlı Devleti'nin en eski ordusu idi. Zamanla bir çıkar şebekesine ve fesat ocağına dönüştü. Savaş meydanlarında hezimet üstüne hezimet yaşarken, iktidar mücadelesinde zaferler kazandı. Biraz zora gelince kazan kaldırıp, doğrudan yönetime el koydu. Sultan III. Selim çareyi Nizam-ı Cedit adıyla yeni bir ordu kurmakta buldu. Napolyon'un Akka kuşatmasında başarılı olan bu yeni ordu, Yeniçerilerin gadrine uğradı. Hile, desise ve suret-i haktan görünen nümayişlerle ülke iç savaşın eşiğine getirildi ve yeni ordu dağıtıldı. 20 yıl kadar sonra tekrar kurulan yeni ordu, bu sefer Yeniçeri ordusunu topa tutarak ortadan kaldırdı. 1826'da aynı devletin içinde iki Türk ordusunun karşı karşıya geldiğini ve birinin diğerini imha ettiğini unutmamalıyız. Ve tarihimizin bu olayı "vak'a-yı hayriyye" (hayırlı olay) olarak kaydettiğini de..."
Şimdi, AK Parti hükûmeti, yapmayı öngördüğü Anayasa değişikliklerini referandum yoluyla halkoyuna onaylatmaya hazırlanıyor. Bana sorarsanız, gerçek anlamda 'Demokratik Açılım' budur. Budur, evet çünkü, referanduma gidilirse halka sunulacak olan değişiklikler arasında, YAŞ Kararlarının yargı denetimine açılması (bilindiği gibi YAŞ kararıyla TSK'den ihraç edilenler yargı yoluyla bu karara itiraz etme hakkından yoksundurlar); memurlara toplu sözleşme ve grev hakkının verilmesi; Yargıtay başsavcısının siyasal partilerin kapatılmasına ilişkin iddianamesinin TBMM'de onaylanması; Parti kapatmak için Anayasa Mahkemesi üyelerinin en az dörtte üçünün oyunun gerekli olması; parti kapatma yerine davaya konu eylemleri gerçekleştirenler hakkında dava açılması... gibi hususlar bulunuyor. Türkiye'nin demokratikleşmesinin sivilleşmeye bağlı olduğunu; sivilleşmenin demokrasinin olmazsa olmaz ve vazgeçilemez koşulu olduğunu asla unutmamamız gerekiyor. Türkiye'nin meselesi, artık sivil ve asker bürokrasinin hâkimiyetini tahkim edip pekiştirecek darbelerin önünü bir daha gerçekleşmeyecek biçimde kesmek, buna karşılık 'Hâkimiyetin Kayıtsız Şartsız Millete' ait olduğunu şüphe götürmeyecek biçimde restore edecek sivilleşme kararlarını alıp hayata geçirmektir.Şunu unutmamak gerek: Askerî Vesayeti tahkim etmenin tek yolu Politik toplumu (ve onun yaptırımcı ve ideolojik aygıtlarını) egemen kılmaktan geçiyorsa, Sivil Faşizmi önlemenin tek yolu, Sivil toplumu Demokratik hayata egemen kılmaktan geçer. Sivil Faşizmi önleme, Askerî vesayeti devletin yaptırımcı ve ideolojik aygıtlarıyla tahkim ederek değil, sivilleşme ile gerçekleşir. Sivil Faşizmin panzehiri, Sivil Toplumdur.
Nicholas Taleb, dünyada beklenmeyen şeyler olabileceğini anlatmak üzere ilginç bir örnek seçiyor: Siyah Kuğu. Beyazlıkla özdeşlemiş bir numaralı hayvan, birçokları için kuğudur. Kuğular beyaz olur. Başka türlüsü de pek ihtimal dahilinde değildir. Üstelik o güne kadar gördüğünüz bütün kuğular beyazsa, kuğuların hepsinin beyaz olduğuna ilişkin kişisel gözlemleriniz bu konudaki delillerinizi oluşturur. Ne var ki, dünyamızda sayıları çok az da olsa 'Siyah Kuğu'lar da vardır. Türkiye'de bir tane görmek isterseniz İzmir Doğal Yaşam Parkı'na gidebilirsiniz. Siyah Kuğu, beklenmeyendir; önceki genellemelerimizi altüst edendir. Bizi hazırlıksız yakalayandır. Hindi öyküsündeki, hindinin sahibinin elinde bıçakla geldiği gün, hindinin yaşam öyküsünün Siyah Kuğu günüdür. Hindinin tüm yaşam öyküsüyle bütünleşmiş inancının kırıldığı gündür.
Nicholas Taleb, 11 Eylül olaylarının da dünya tarihindeki bir Siyah Kuğu anı olduğunu belirtmektedir. Her alanda, ekonomide, teknolojide, biyolojide ve özel hayatımızda Siyah Kuğu anları vardır. Giderek yükseliş gösteren bir borsanın aniden çökmesi bir Siyah Kuğu anıdır. 2000'lere kadar yükseliş gösteren internet şirketlerinin 2000 yılında aniden batmaları, internet alanının Siyah Kuğu'sudur. Amerikan ekonomisinde kapanmaz, batmaz, yok olmaz denilen şirketlerin kapanması, batması birer Siyah Kuğu örneğidir. Siyah Kuğu şu ana kadar verilen örneklerde olumsuz gibi görünse de, her zaman olumsuz olmak zorunda değildir. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu yok olurken Mustafa Kemal Atatürk'ün ortaya çıkıp dünyaya örnek olacak bir ülke kurması, bir Siyah Kuğu'ydu. Avrupa, Osmanlı topraklarını paylaşırken Mustafa Kemal diye bir liderin çıkıp tüm beklentilerini boşa çıkarmasını beklemiyordu. Peki bütün bunlar ne anlama geliyor? Siyah kuğuları tahmin etmek bu kadar zorsa, ne yapacağız? Bu dünyadaki işlevim insanları düşündürmek. Görevimi yaptım, iş size kalıyor; iki kulağın arasındakini çalıştırıp Siyah Kuğu teorisini ne yapacağımızı bulmak sizin işiniz.
" En büyük özgürlüğün, heveslerin tutsaklığından kurtulduğun zamandır.. "
Bazen ölüm gelip gurbette yakalar. Ansızın, beklenmedik bir şekilde. Öteki âleme hazırsanız hiçbir önemi yok Azrail'in sizi nerede bulacağının.Yavaşça, gönül rahatı içinde verirsiniz can denen emaneti. Belki bir telefon açar, "Doktorlar 'altı saatin kaldı' diyorlar. Bana hakkınızı helal edin." dersiniz. Bazen ona da gerek kalmaz. Nasıl olsa gözlerinizi yumduğunuzda yeniden doğacağınıza, rahmet-i Rahman'ın sizi sımsıcak saracağına inanırsınız. Çünkü ölüm, bir son değil, bir başlangıçtır. Yokluk değil, varlıktır. Bitiş değil diriliştir... Bazen de ölüm haberi sizi kıskıvrak eder. Bu, daha büyük bir çaresizliktir. Ani bir göç haberiyle sarsılırsınız. Daha düne kadar yanınızda hissettiğiniz bir dost, birden uçup gitmiştir. Haber vermeden, elveda demeden, 'Hakkınızı helal edin' deme fırsatını vermeden. Beklenmedik haber bazen sizi bir otel odasında yakalar, bazen bir dost meclisinde, bazen gurbetin tam kalbinde. İçinizde derin bir boşluk açar her vefat haberi. Kalbiniz burkulur, yüreğiniz sızlar, çaresizlik ve tevekkül içinde çırpınır durursunuz...
(Ekrem Dumanlı)
Bir taraftan cehennem bütün şiddetiyle bizi kendine çekerken, diğer taraftan cennet daha büyük bir güçle bizi kendine çekmektedir.
Bugün kabirleri mermerler ve çiçeklerle süslüyorlar.
Kabrin içini de cennet bahçesi yapmak istiyorsak, bu, ibadetlerle mümkündür.
Nasıl ki dikenin tohumu diken verir, gülün tohumu gül verir; insan cenazesi bir tohum gibi...
Mezara girince diken gibi de yeşerebilir, gül gibi de yeşerebilir.
Musalla taşındaki her cenaze, kürsüye çıkmış en büyük hatiptir.
HEKİMOĞLU İSMAİL
Terennüm
01-22-2010, 16:48
herhangi bir makama ve mevkiye elin yetişmediği zaman ayağının altına başka bir vasıta bul.sakın kuranı kerimi vasıta yapma..üstad saidi nursi.
Heyhât!.. Bugünkü ve yakın tarihin şeriat mümessillerine baktığımız zaman bu ahlak ve terbiyeden eser göremiyoruz!
Şeriat vecdi, aşkı, ahlakı ve terbiyesinden... Birçok insanlar, günümüzün ve yakın günün, yani bu seyrin insanları, bir çilingirin kırk-elli tane anahtarla cebinde gezmesi gibi, bildiği basit şeylerin gururu ve yanlış tefsiriyle gezer durur.
Keser, biçer ve en öne geçer, sofrada en çok yemeği yer, ölünün başında nutuk çekr, kendinden hikmet savurur...
Nasıl yetiştirilecek şeriat adamı?.. Bütün gaye bu.., Yani içi Allah korkusuyle dolu, şeriate kainat nizamının anahtarı diye bakan... Ahlak ve terbiyede üstün... Yine heyhat!.. Maalesef batılı kendi papazına batıl tarafından bu terbiyeyi veriyor.
Papaz, esasında bir yanlışı güzellik klişeleriyle cazibeli kalarken, biz, hakikati kabalaştırma yolunda asırlarca mesafe aldık. Niçin bu terbiye yok?.. Teşekküllerimiz var!.. İşte önümde o teşekküllerden birçokları var... öğretmen, İmam-ı Hatip, Enstitü mensupları, vesaire...
Niçin İslam muaşereti, İslam edebi, İslam zevki üzerinde telkinler yok?.. Öğretmen, verdiği dersin sadece dış kanavasından ibaret kalıyor. Böyle şey olur mu?
Bir aralık Güzel Sanatlar Akademisi'nde hocalığım oldu. Kültür dersi hocalığı... Girdim sınıfa... Sınıfın gayet enteresan, hepsi kibarzâde Galatasaray mezunu malum tipleri...Karşılıklı oturduk. Talebede usûldür, hocasını imtihan eder. Hoca da talebesini... İki taraf evvelâ bir göz düellosu yapar. Konferanslarda da aynı şeydir. Evet; sınıf konuşmamı bekliyor, sesime kadar merakta...
Şöyle bir yoklama yaptım; döndüm dedim ki:
- Çocuklar garibinize gidecek ama sorayım; İslamın kaç mezhebi vardır? Bunu bana söyleyecek var mı?
- Tıss...
- Hayret! dedim; yahu, fenalaşıyorum, hepiniz Müslüman çocuğusunuz; hepsi mezhep ismi istiyorum o kadar...
Bir müddet sonra -şimdi gülenler ağlasın- bir delikanlı kalktı:
- Efendim müsaade ederseniz ber söyleyeyim!
Dedi.
- Niçin söylemedin?
Diye mukabele ettim.
- Sebebi var efendim!
- Söyle!
Söyledi... Tek tek...
Sordum:
- İsmin ne?
- Dimitro...
Buyurun!.. Hayasından da önce müslümanların cevabını bekliyor. Bakın inceliğe...
- Tûh suratınıza, dedim; utanmazlar!.. :)
Necip Fazıl / Batı tefekkürü ve İslam tasavvufu / sayfa 187-188
Aşk eksikliğimiz, arafda kalma sebebimiz..
Genelde insan, özelde daha çok kadın için bir hayâ ilkesi olan örtünün şekil ve muhtevası ayet ve hadisler ile sabit olduğu halde
bugün örtüden çıkma, sıyrılma törenlerinin başrol oyuncusu haline getirildik. Bunun farkında mıyız, bilemiyoruz
fakat asıl hüviyetinden uzakda bir avuntuyla oyalandığımıza şahitlik etmek güç değil.
):
Semerkand /Aile ( sayı 33 )
Robert Kolej'de de edebiyat hocası idim. Onların bir takım sınıfları var. Yüksek sınıfmış... Gayet mağrur talebe... Sınıfa girince ne göreyim? Talebeden herbirinin ayağı omuzunda desem caiz... Birden irkildim:
- İndirin ayaklarınızı!.. Size bu terbiyeyi kim verdi?..
İsteksiz isteksiz indirdiler.
- Türk çocuklarısınız, Türk terbiyesi istiyorum sizden!..
Kalakaldılar. Ders böyle açıldı.
İkinci ders:
- Niçin Amerikalılar bu mektebi bu kadar yer varken, hisarın yanında yapmıştır? Bir vazife veriyorum size... Zekânızı anlamak için...
Dedim.
Gelen vazifeler entipüften şeylerdi. Talebelerden hiçbirinde, Batı kültür emperyalizmasının gizli niyetlerini ayırd etmeye kabiliyet yoktu.
Sınıfa dedim ki:
- Amerikalı bu binayı Fatih Sultan Mehmed'in büyük fethine nazire olarak kendi ruh fethini gerçekleştirmek için bir remz olarak bina etmiştir. Gaye, Türk'ü milli kökünden koparmaktır!
Bu manaya biraz yaklaşan bir talebe dikkatimi çekti. Hatta bir gün bir baba, o talebenin babası beni yolda durdurdu. Elimi öpmeye kalktı. Çocuğuna verdiğim terbiyeden dolayı... Ama ben ne yapayım ki, yaptığım iyi veya doğru, her tarafından su alan bir gemidğ potinlerimle denize su boşaltmaya çabalar gibiydim. Potin potin dökmekle su bitirilemez gemiden...
İslâm terbiyesi, İslâm terbiyesi!..
Necip Fazıl / Batı tefekkürü ve İslam tasavvufu / 188 - 189
Açıkça görülüyor: Gazi Mustafa Kemal Paşa, sivil otoritenin dayatması karşısında, Anayasa'da istediği değişiklikleri yapmasına imkân bulamamış, onu, kendi deyişiyle 'o zaman için beis görmediği tavizleri' vermek zorunda bırakmıştır. Bu, 1924 Anayasası'nın, şeksiz ve şüphesiz, sivil bir anayasa olduğunu gösterir.
Bir defa daha söyleyeyim: Gerek 1921 Anayasası gerekse 1924 Anayasası, askerî vesayetin hâkimiyetini mümkün, hatta meşru kılacak koşullara rağmen, sivil anayasalardır. Birinci ve İkinci Büyük Millet Meclisleri, 1925 yılına, Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılıncaya kadar sivil ve elbette demokratik meclislerdir. Ve 1920 ile 1925 yılları arası Türkiyesi'nde ne askerî vesayet ne de sivil faşizmden söz edilebilmesi mümkün değildir.
Türkiye'de 1960 darbesinden sonra hazırlanan 1961 Anayasası olsun, 1980 darbesinden sonra hazırlanan 1982 Anayasası olsun, askerî vesayet altında hazırlanmış anayasalardır.
İlginç değil mi? Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın tartışma götürmez iktidarı sırasında ve elbette milletvekili seçimleri müntehib-i sânî'ler (ikinci seçmenler) vasıtasıyla, bir başka deyişle doğrudan millet iradesiyle yapılmıyor olmasına rağmen Birinci ve İkinci TBMM'lerin askerî vesayet altında olmamaları ve bu Meclislerce hazırlanan anayasaların, askerî vesayetle bir ilişkisi bulunmaması? Buna karşılık, Türkiye'nin çok daha demokratik bir hayat tarzını sürdürdüğü 1960 ve sonrasında yürürlüğe konulan anayasaların, 1961 ve 1982 Anayasalarının, askerî vesayet altında hazırlanmış olması? Kısaca şu: Sivil anayasa, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın karakteridir. İki sivil anayasanın (1921, 1924) Gazi Mustafa Kemal Paşa döneminde, iki anayasanın da (1961, 1982), cuntaların askerî vesayeti döneminde yürürlüğe konulmuş olmasından çıkarılacak dersler olmalıdır...
Dostumla konuşurken ona ilişkilerimden, ailemden oradan buradan bahsettiğimde kendimi bir rekabetin içine düşmüş gibi hissetmediğimi, benimle aşık atmadığını ve benimle kendisini kıyaslamadığını farkettim. Beni dinliyor ve söylediklerimi önemsiyor.
Bugün siyaset olmadan yaşayabilir miydik, sorusunun cevabını maalesef olumlu şekilde veremiyorum. Öylesine karmaşık bir sosyal sistem var ki, bu sosyal sistem için idare politikaları ve siyaset gerekiyor. Okul açmaktan, öğretmen maaşı vermekten, yol yapmaktan telekomünikasyon altyapısı düzenlemeye kadar yüzlerce değişik konuda karar almak gerekiyor. Ancak yine de sıradan insan ve vatandaş, siyasi kararlar üstündeki etkisi neredeyse hiç yokken kendi yaşamsal amaçlarıyla uğraşmak yerine siyaset meselelerine konuşmaya zamanını harcıyor. Kendi hesabıma siyaset konuşmak yerine, kitap okuyorum, işim her ne ise onu en iyi şekilde yapmaya çalışıyorum. Çünkü bunlar benim kontrol edebildiğim unsurlar. Etkimin olduğu konulara odaklandığımda sonuç alabildiğim için mutlu oluyorum
Böyle bakıldığında 27 Mayıs'tan bugüne uzanan darbelerle şu an yaşamakta olduğumuz sürecin niteliksel olarak farklı olduğunu söylemek durumundayız. Geçmiş darbelerde dizginler ordunun elindeydi. Zamanlamasını kendileri saptadılar, olayları yönlendirdiler ve koşulların olgunlaşmasını beklediler. Öyle ki darbe noktasına gelindiğinde risk de asgariye inmiş, kurumun yıpranma ihtimali kalmamış, hatta Silahlı Kuvvetler'in bir kurtarıcı olarak görülmesi, demokrasinin temel direği olarak sunulması mümkün olmuştu. Öte yandan darbe yapmamanın da riski son derece azdı. Kimse yaşananlardan dolayı askeri sorumlu tutmadığı gibi, ordu yıpranmayan tek kurum olarak ayakta durmaktaydı. Diğer bir deyişle Türkiye'de darbeler her zaman eyleme geçmenin de, geçmemenin de kurumsal riskinin minimumda olduğu noktada yapıldı. Bu müdahale geleneğine rağmen, ama belki de tam bu nedenle, orduya duyulan 'güven' sürdü. Eğer bir benzetme gerekirse, ordu, balığın oltasına gelmesini sabırla bekleyen balıkçı gibiydi...
Onlarca yıldır bu ülkede kendini baskı altında hissedenlerin sayısı az değil. Bu hisler ile paradigmanın dışına çıkan siyasi oluşumlara oy verip demokrasi ile bu ülkenin iyileşebileceğini hissedenlerin sayısı da epey fazla.
Giyim kuşamlarından dolayı sosyal hayattan dışlananların hissiyatı var örneğin. Kapalı kapılar ardında 'almayacak mısınız?' şeklinde kendisi ile ilgili kararlar alınan lise müdürünün ne hissettiğini ben merak ediyorum mesela!
Önden ya da arkadan, sağdan yahut soldan, ne taraftan bakarsanız bakın hislerin oluşturduğu kümelerle dolu bir memlekette yaşıyoruz çok şükür. Çok duygusal bir ülkeyiz çok!.
Engin Ardıç :)
Gerçekten de, "bağlıyız, izindeyiz" gibi basmakalıp laflardan başka neler olabilmiştir o yazılanlar?
Bir de "şikâyet" tabii, genellikle iktidar muhalefeti, muhalefet de iktidarı "Ata'sına şikayet" eder. Atatürk de onları cezalandırır herhalde.
Böyle böyle kaç yüz, kaç bin defter birikmiştir elli yedi yıldır Anıtkabir depolarında? Bunları kim okumakta, kim incelemektedir?
Gelin şu anlamsız defteri kaldırın.
Böylece "aykırı" şeyler yazılmasını da önlemiş olursunuz.
Ya da yalnızca "devlet büyükleri" geldiği zaman falan çıkarın.
Ben Napoleon'un mezarına dört, belki beş kere gittim, ortalıkta defter mefter görmedim. Washington şehrini bilenler söylesinler, Lincoln anıtında defter var mı? Bolşevikler, Lenin mozolesine defter mi koymuşlardı? General Franco'nun mezarında defter imzalayan oldu mu?
Ya da tam tersine, iyice suyunu çıkarın, Anıtkabir'i her ziyaret edene bir de "plaket" verin. Nasıl fikir?
Bekliyorum bakalım, şimdi gene kaç ahmak, böyle dedim diye beni "Atatürk düşmanlığıyla" suçlayacak?
Son bir soru: Sayın Kılıçdaroğlu, beni çarmıha mı gerdireceksiniz, kazığa mı oturtacaksınız, yoksa oramdan tutup tavana mı asacaksınız iktidara gelince? Bileyim de, ona göre hazırlanayım!
İntifada
02-01-2010, 20:50
Necip Fazıl, mahkemede sinirlenmiş. Hâkime:
- Burada bulunanların yüzde ellisi eşektir, demiş. Hâkim, sözünü geri almasını istemiş. Şair buna yanaşmamış. Ancak hâkim diretmiş. İşin kötüye varacağını anlayan Necip Fazıl:
- Peki hâkim bey, demiş, sözümü geri alıyorum. Burada bulunanların yüzde ellisi eşek değildir.
Gelinen aşamada olayın gidişatını gören kişi yine Başbakan oldu. Zira bilançoda şunları farketti:
1- İşçiler giderek organize olmakta ve rakip siyasilerin kozuna dönüşmekteydi.
2- Tekel işçilerinin şahsında yüzbinlerce işsiz kendini ifade etmeye başlamıştı.
3- Açlık grevinden ölüm vakası çıkması halinde bunun bedeli ağır olabilirdi.
4- İktidara karşı cephelenen illegal unsurlar işçilerin masumiyetinin ardına saklanarak tehlikeli oyunlar sahneleyebilirdi.
Öte yandan sosyal boyutuna rağmen Tekel işçileri ile ilgili şu gerçekleri de dile getirmemiz gerekli:
1- Milyonlarca işsiz varken Tekel işçilerine kamu güvenceli iş verilmesi bir imtiyaz değil mi?
2- Özel sektör işsizleri tazminatlarını bile doğru düzgün alamazken kamudaki işçilerin mali hakları verildikten sonra devlette önerilen işi beğenmemeleri ne kadar savunulabilir?
3- Özelleştirme işsizlerine, kıdem hakkı doğurmayacak şekilde 10-11 ay, düşük ücretle iş teklif edilip, bunun dayatmaya dönüşmesi ne kadar adil?
Özetle, Tekel başta olmak üzere özelleştirilen şirketlerde istihdam edilen işçilerin akıbeti, herkesin üzerinde düşünmesi gereken bir konu. Satılan kamu varlığının ederi kadar, o kuruluşta çalışanların değeri de bu hesapta yer alması gereken hayati unsur.
Demek ki sahada birbiriyle mücadele eden iki takım yok, paslaştıklarına göre aynı saftalar ve ortak bir hedefe doğru gidiyorlar. Bir kâbustan uyanıyoruz. Yeraltından çıkan silah ve bombalar; yakalanan muvazzaf subaylar, cinayet hatta katliam planları, soruşturmalar, devam eden kovuşturmalar bütün bunların hepsi ister istemez topluma korku salmıştı. "Paslaşıyoruz" ifadesinin, öncelikle Türk Silahlı Kuvvetleri üzerindeki ağır yükü kaldırdığını, şüpheleri dağıttığını görmeliyiz. Başbakan'ın uyumlu bir şekilde, hatta "olumlu biçimde" paslaşacak ölçüde teşrik-i mesai yaptığı ordu emin ellerde olmalı. TSK bünyesinden temizlenen çetelerin hedefi doğrudan hükümet olduğuna göre, Başbakan'ın bu kurumu tezkiyesi ordu için güçlü bir referans niteliğinde. Evet ordumuz içinde çeteler var, ama ordumuzu yönetenler, başta Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları hükümetle uyum içinde, yani hukuku ve ülkenin güvenliğini gözeterek bu belayı def etmekle meşguller. Bu paslaşmanın içinde, TSK'yı sıkıntıya sokan çeteleşmenin yeşerdiği bataklığı kurutma azmi ve kararlılığı da var. Başbakan beklediklerimizi tek tek saydığına göre, bu "olumlu şekilde paslaşma"nın, sorun alanlarında yürüyen bir işbirliği olduğu anlaşılıyor. EMASYA kaldırılıyor. İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesi iptal ediliyor. Millî Güvenlik Siyaset Belgesi gözden geçiriliyor. Bu üçü, askeri siyaset bataklığına çeken "iç tehdit" üretme tezgâhının sacayağı idi. Hani şu bir türlü ortaya çıkmayınca, darbe zemini hazırlamak için darbecilerin kanlı eylemler planlayarak zorla yaratmaya giriştikleri iç düşmanlar.
Bugün Türkiye'deki en büyük tehlike, en büyük tehdit cuntacılıktır. Bölücülük dahil birçok iç tehdidi besleyen, büyüten, yaşamasına zemin hazırlayan şey budur. Cuntacılık sadece askerî bir konu değildir şüphesiz. Cunta derken TSK'yı kastetmiyorum. Türkiye'nin problemi; ordudan çok ordunun itibarını kullanan, onun içinde var olmaya çalışan bir gruptur. İlhan Selçuk, Hikmet Çetinkaya'ya geçenlerde ne demişti, bir hatırlayalım: "Yahu Hikmet, şu irtica işini biraz abarttık mı ne? Ben Türkiye'de bir din devleti kurulacağına inanmıyorum artık. Bunu yılbaşı gecesi televizyon izlerken bir kez daha anladım." Selçuk'un bile inanmadığı irtica tehdidine artık kimse inanmıyor. Yani toplumun devleti yönetmesine müdahale etmek için irtica inandırıcı bir gerekçe değil. Yeni gerekçeler, yeni versiyonlar geliştirip, teröre olabildiğince su verip Türkiye'yi yönetilmez bir ülke haline getirmek ve toplumun devlet yönetiminde söz sahibi olma girişimini bir kere daha püskürtmek için sürekli cuntalar oluşturuluyor. Nihayetinde bütün bu olanlar, Ortadoğu'nun uyumsuzluk yasasının varlığının devam etmesine yol açıyor. Bugüne kadar yaşadıklarımızdan anlıyoruz ki Türkiye için birinci tehdit cuntacılıktır. Ülke, cuntalardan ve bu anlayıştan kurtulduğu zaman içeride ve dışarıda birçok sıkıntı da kendiliğinden ortadan kalkacaktır.
Ağca'yı sevmiyorum; bu adam bana, vaktiyle serseri mayın gibi yalpalaya yalpalaya gezen o kayıp kuşağın zavallı çocuklarını hatırlatıyor; bu duyguya en son merhum Hrant Dink'in katli davasının iddianamesini okurken kapıldım; daha doğrusu dehşete kapıldım demeliyim. Neredeyse bando-mızıka refakatinde nâmertçe işlenen, azmettirilen bir cinayet Dink'in katli. Hrant hariç belki herkesin haberdar olduğu bir cinayet kumpasını fark edince irkiliyorsunuz. Çok basit birkaç tedbirle önlenebilecek cinayet sadece seyredilmiş! İnsanın kanı donuyor okurken...
İddianamenin satır aralarında insanın içine kıymık gibi batan delikanlı hikâyeleri var. Saf deseniz değiller, nasıl olup da çocukça bir naifliğin sürüklediği suç makineleri haline gelebilmişler? Kısacık ömürlerinde doğru dürüst bir işe yaramamış, ekmek parası kazanamamış ellerine kimler, hangi büyük lâflar savurarak kan bulaştırmış? Nasıl bir ülkedir burası? Meseleyi ano nimleştirerek sorumluları savunmak veya perdelemek gibi bir niyetim yok. Sokaklarımızda hâlâ sayısı bilinmez Ağca'lar dolaşıyor; oradalar işte, görüyorum. Kulaklarına büyük lâflar üflenip, ellerine Lâz yapısı çakaralmazlar tutuşturulunca tek başına memleketi kurtaracağına inandırılan pek çok acınacak çocuk. Biz onları ancak "kaatil" sıfatına büründükten sonra nefretle işaretleyerek kinimizi kusuyoruz. Bâ'de harab'ül Basra
.::ReyyaN::.
02-03-2010, 14:25
Tasavvufun temel gayesi; irfan zemzemi, takvâ kevseri ve aşk u muhabbet âb-ı hayâtı ile gönül goncalarını yeşertebilmek ve bir gaflet çölü olan şu dünyada hüsrâna düşmeden kulları Allâh’a vâsıl eylemektir.
OSMAN NURİ TOPBAŞ
Öyleyse... Öyle "adım başında bakkal" kalmayacak zaman içinde...
Hepsi de yokolmayacak canım, korkmayın. Sayıları azalacak. En kötüleri, en garibanları gidecek, "dişlileri" yaşamayı sürdürecekler.
Her sektörde böyle olmuyor mu?
O zaman bu yaygaranın, sırf hükümete vurmak için "kahraman bakkal" edebiyatı yapmanın, "bakkal toplumsal barışın teminatıdır" gibilerden saçmalamanın anlamı nedir? Mahalle bakkalı toplum barışını sağlıyor da süpermarket bizi içi savaşa mı sürüklüyor?
Alternatifi ne midir?
Bolşevik bakkal ve manav düzeni...
Gittim kendi gözümle gördüm bir zamanlar Moskova'da, kapıda "29 Numaralı Sebze ve Meyve Dükkânı" yazıyor, içeride beyaz önlüklü, beyaz başörtülü iki kadıncağız, ikisi de devlet memuru, raflar boş, bomboş, "mecazi" anlamda değil gerçek anlamda bomboş, hiçbir şey yok içeride... Vitrinde elma, armut, portakal resmi var. Evet, meyvenin resmi var.
Alternatif ne yazık ki bu olabilmişti
Engin Ardıç
.::ReyyaN::.
02-04-2010, 15:54
Tasavvuf, fıtratta mevcut olan ulvî temâyülleri, sohbet, zikir, riyâzat ve ihlâs ile geliştirerek «ham insan»dan «kâmil insan» hüviyetine ulaşabilmektir.
OSMAN NURİ TOPBAŞ
Tezatlarla yoğrulu yaşamımızdan, doğruyu beklemek tezat değil midir?
Kendimize olan uzaklığımız varken, beklediğimiz şeylerin geç kalmışlığına olan isyan tezat değil midir?
Tanımadan kendimizi, başkasını didikleyip, reva gördüklerimiz tezat değil midir?
Bölük pörçük duygularımızı toparlayamadan, isyan etmek ayrılığa tezat değil midir? ‘
’Zirvelerine göz koyduğumuz dağlar bizi beklerken, koşarken takıldığımız çitler’’ hülyâlarımıza tezat değil midir?
Değilmi ki, farkın da olmayışımız kendimize, sevgimize. Aşkımızı sınamak için yapraklarını yolduğumuz papatya, tezat değil midir sevdamıza?...
.::ReyyaN::.
02-05-2010, 14:54
Tasavvufun bir gayesi de ilâhî azamet, saltanat ve tanzim karşısında kulun kendi cücelik ve hiçliğini ve Rabb’in yüce kudretini müşâhede etmesidir. Nitekim Allah Teâlâ, bu hakikati zaman zaman kullarına çeşitli imtihanlarla hatırlatmaktadır.
OSMAN NURİ TOPBAŞ
.::ReyyaN::.
02-06-2010, 12:46
İnsan kelimesi «üns, ünsiyet» kökü ile de irtibatlıdır. Yani ünsiyet kurmak, çevresiyle ülfetten tesirler almak, insanoğlunun özünde vardır. O hâlde kimlerle ünsiyet kuracağımıza dikkat etmek, mâruz kalacağımız müsbet-menfî tesirlerin idrâki içinde bulunmak zarûrîdir.
OSMAN NURİ TOPBAŞ
TSK'nın gündemden düşmesi ve yıpranmasının önüne geçilebilmesi için Milli Siyaset Belgesi'nin yeniden ele alınması ve katı ideolojik saplantılardan ayıklanması gerekiyor. Asker içindeki çeteleşmelerin kökünün kazınmasından, cuntacılara asla göz açtırılmaması gerektiğinden hiç bahsetmiyorum bile. Tahmin ediyorum kurmay kadro içinde de bu konuyla ilgili bir mutabakat oluşmuştur artık. Yanlış yapanı cezalandırmak, çeteleri ayıklamak orduyu yıpratmaz. Bilakis kamuoyu nezdinde itibarını arttırır. Bütün bunların ötesinde TSK'nın kendi yanlışlarını kabul etmesi ve bunun üzerine kafa yormaya başlaması çok önemli bir gelişme. Umarım bu gelişme 'toplumun değer yargılarıyla barışma' sonucunu doğurur. Kendi ellerimizle oluşturduğumuz duvarların ülkeyi ne kadar yorduğunun artık farkına varılır.
ZAMAN
AK partinin güçlüklerinin çok daha çetin olanları, kuşku yok ki muhaliflerinden kaynaklanmakta. AK parti iktidarı 2002-2005 arasında statükoyu değiştirmek için AB'ye katılım sürecinden yararlandı. AB'de yükselen Türkiye muhalefetiyle darboğaza giren katılım sürecinden cesaretlenen statüko yandaşlarının askeri ve yargısal darbe tehditleri altında, 2007'de ortaya attığı yeni demokratik anayasa fikrini rafa kaldırmak zorunda kaldı. 2009'da başlayarak, bir seçim daha kazanmasının, politikalarını hayata geçirmenin başka yolu olmadığını görerek, demokratik açılımı, buna bağlı olarak kısmi ve sonra toptan yeni anayasa fikrini gündeme sokma arayışında. AK parti hükümetinin yanlışları eleştirilmeli. Hükümet de bunlardan yararlanmalı. Ama özgürlük ve demokrasiden yana tavır alanlar eleştirilerinde gerçekçi, adil, insaflı ve teşvik edici olmalı. Zira eğer statüko değişecekse, günümüz koşullarında bunun yolunu açabilecek yegane siyasi gücün AK parti olduğu muhakkak.
ZAMAN
Biraz sevilmişlik
Biraz sevmişlik
Bi tutam umut
Bi avuc gözyaşı
Kah keder kah mutluluk
Ve nihai son ayrılık..
Bilinen bir gerçeği tekrarlayalım: Ergenekon çetesi ile AKP arasında "doğrudan" bir ilişki bulunmuyor.
AKP Kasım 2002 seçimleriyle iktidara geldi. Ergenekon şebekesi ise o tarihten önce MİT tarafından saptanarak dönemin Cumhurbaşkanı ile Genelkurmay Başkanı'na bildirildi. Şebekenin kuruluşu "en azından" 1999 yılına uzanıyordu.
Ergenekon askeriye merkezli bir örgütlenmeydi. Ancak kolları dört bir yana uzanıyordu: Sivil bürokraside, poliste, yargıda, üniversitelerde, iş dünyasında, medyada adamları vardı.
Ergenekoncuların hazırladığı metinlere baktığınızda asıl amaçlarının "Baasçı-Kemalist" bir iktidar kurmak amacıyla darbe yapmak (ya da önce yapılmasını sağlamak, ardında da bir "iç darbeyle" iktidar olmak) olduğu gözüküyordu.
Aslında 2002'de, AKP değil de faraza CHP ya da MHP iktidar olsaydı, Ergenekoncuların işi çok zordu: O partilere karşı darbe örgütlenmesi yapılamazdı. Kim, kimi, nasıl ikna edecekti?
***
Ama AKP gibi geçmişi Milli Görüş'e dayanan siyasetçilerin kurduğu bir partiye karşı Ergenekoncuların örgütlenmesi ve kendilerini meşrulaştırmaları kolaydı:
AKP'nin gizli ajandası vardı. Fırsatını bulur bulmaz din devleti kuracaktı. Şeriata karşı direnmek gerekiyordu.
Bunlar elbette hayali iddialardı. Ama o uydurmaları, Amerikalıların deyişiyle, "satın almaya hazır" bir kitle vardı.
Eğitimleri ülke ortalamasının üstünde olduğu için bunlar kendilerini "bilinçli vatandaş" sanıyordu.
Gazeteci Çetin Emeç'in eşi Bilge Emeç'in, suikastın üstünden 20 koca yıl geçtikten sonra yapabildiği itiraflarının da gösterdiği gibi, suçu dindarların üstüne atmaya hazırdılar.
2003'teki darbe teşebbüsünü GK Başkanı Hilmi Özkök sayesinde atlatan AKP Hükümeti, zamanla bürokrasiyi tanımaya başladı ve Ergenekoncuların üstüne gitti...
Normal şartlarda diğer partilerin de onlara omuz vermesi gerekiyordu çünkü nihayetinde kasıt demokrasiye karşıydı.
Ancak Türkiye'deki siyasi kültür farklıydı: CHP lideri Deniz Baykal, kendisini "Ergenekon'un Avukatı" ilan edebildi.
"Ergenekon dostu" medya aracılığıyla, yazının girişinde sözünü ettiğimiz gerçek, tersine çevrilmeye çalışıldı:
Ergenekon, sanki AKP'nin muhalifleri susturmak için yarattığı hayali bir çeteymiş gibi sunuldu.
Emre Aköz
Türkiye'nin eleştirileri
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Birçok davada iç hukuk yolları tüketilmeden karar vermesi, AİHM'yi son değil birinci mahkeme konumuna indirgiyor.
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Zaman aşımında verdiği çelişkili kararlarla, ülkeler arasında ayrımcılık yapıyor.
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Başvuru için harç ya da masraf istenmemesi, özendirici etki yapıyor.
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg AİHM'nin yüksek tazminatlara hükmetmesi, davacılar için kişisel zenginleşme fırsatı, avukatlar için de ekmek kapısı olarak görülmesine yol açıyor.
Birçok ülkenin paylaştığı ve destek verdiği Türkiye'nin eleştirilerine AİHM çevreleri farklı pencereden yanıt veriyor:
"Mahkemenin daha önce hükmettiği kararlarla benzerlik taşıyan başvurular alması, kararın söz konusu devlet tarafından gerektiği gibi uygulanmadığını gösteriyor. Devletlerin AİHM kararlarını daha iyi uygulamaları gerekiyor. Bu da benzer davaların iç hukukta çözümlenmesini gerektiriyor. Böylelikle de davacının Strasbourg Mahkemesi'ne gelmesine gerek kalmaz." (AİHM Genel Sekreteri Erik Fribergh)
Kısacası AİHM, iç hukukun Strasbourg Mahkemesi içtihatlarına uyumlu hale getirilmesini öneriyor.
Yani? Üstü kapalı olarak yargı reformu tavsiye ediyor.
Strasbourg'da reform isteyen Türkiye, kendi yargı sisteminde reform yapamayacak mı?
Son olayların etkisiyle yeniden ve daha yüksek sesle önerilen yargı reformu için AİHM bir kaldıraç ya da fırsat olamaz mı? Bizce bal gibi olur.
Erdal Şafak
Gönülden
02-21-2010, 10:39
Eski nesil ne derse desin. Cemre düşmüş, karlar erimeye başlamışsa, en muhkem baraj duvarları bile dayanamaz artık. "Men" edemez çağlaya çağlaya akışlarını. Bu işin ilmini bilenler, barajın yıkılmaması için hemen kapakları açarlar. "Yükselmek ve ileri gitmek" üzere her sabah telkin alan cumhuriyet çocukları artık demokrasiyi şart görüyor. Sezer zamanında "eski nesilden güvenilir" hukukçuları tuğla gibi dizerek örülen ideolojik setin üstünden aşıyorlar. Bağırarak, çağırarak, ağızlarından tükürük saçarak değil, hukukun gereğini yaparak...
Hamdullah Öztürk
Meselenin aslı şudur: Devlet denen mekanizmanın arkasına sığınan birileri toplumu diledikleri gibi yönetmek için kanun dışına çıkarak sosyal hayatın her alanına müdahale ediyor. Öteden beri bu çark böyle çalışıyordu zaten; ancak vatandaş farkında değildi. Önce "iç tehditler" oluşturuluyor, sonra bu tezlerin inandırıcı hale getirilmesi için provokasyonlar yapılıyor ve siyasete kurtarıcı havasıyla müdahale ediliyordu. Kâh Aleviler hedef tahtasına konuyordu kâh Sünniler. Bazen "devrimci gençler" ağır bedel ödüyordu bazen "milliyetçi-muhafazakâr" kitleler. Sonuçta kaotik bir ortam oluşturuluyor ve kendilerine görevleri gereği silah verilenler olaya el koyuyordu. Bu süreçte binlerce faili meçhul cinayet işleniyor, bombalar patlıyor, suikastlar yapılıyor, halk birbirine düşürülüyordu. Güya devlet "iç düşmanı"na karşı "ülkeyi koruma ve kollama" bahanesiyle vatandaşın bir bölümünü ibret olsun dercesine cezalandırıyordu. Bu tür bir sistemin adı tabii ki demokrasi olamazdı. Askerî ve bürokratik bir oligarşi vardı ve bunun devamı için yeni düşmanların üretilmesi kaçınılmazdı. Erzincan'da yaşanan da budur. Kafes Eylem Planı'nın maksadı da budur. "AKP'yi ve Gülen'i bitirme planı"nın asıl hedefi de budur...
Sayın Abdullah Gül, cumhurbaşkanı makamını doldurdu, oraya yakıştı. Ancak mevcut hukuki mevzuat olduğu gibi korunduğu için, demokratikleşmeye herhangi bir katkı sağlayamadı.Kürt sorunu, Alevi meselesi, azınlıklar, dindar büyük çoğunluğun sorunlarının nasıl çözüleceğini, gelir bölüşümündeki adaletin nasıl sağlanacağını herkes biliyor artık. Herkes şunu da biliyor ki temel bir anayasa değişikliği olmadan hiçbir sorun çözülemeyecek. Anayasa Mahkemesi yasama meclisinin, Danıştay yürütmenin, HSYK da mahkemelerin yetkilerini üstlenmiş bulunuyor. Eğer, zaman içinde demokrat bürokratların cumhurbaşkanı tarafından atanmasıyla sorunların çözüleceği düşünülüyorsa, bu şahısların iyi niyeti ve düşüncelerine endeksli olması hasebiyle kalıcı bir çözüm değildir. Bir başka cumhurbaşkanıyla başka atamalar yapılır, sistem eski alışkanlıklarına döner. Doğru olanı temel yasa değişikliklerinin yapılmasıdır ki, bunun ifadesi "yeni ve sivil bir anayasa"dır. Bu köklü reform yapılmadıkça ister Abdullah Gül ister Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olsun, sorunlar olduğu gibi yerinde duracak.
“böyle yap evet, bana hep peki de, bak iç ve dış bir olunca alemin manası belirliyor. Alem uzlet demektir.
Şimdi, bu odada, güneşin camlardan yerdeki kilimlere düştüğü alemde ikimiz uzletteyiz.
İki değiliz, biriz. Bir’leyiz, birbirimizi birliyoruz….”
/ Sadık Yalsızuçanlar – Garip /
Mevkii ne olursa olsun, kimse suç işleme özgürlüğüne sahip değildir. Erzincan Başsavcısı'nın neler yaptığını gazete sütunlarında okuyoruz. Doğru mu uydurma mı olduğu ancak yargılama sonucu ortaya çıkacaktır. Bu yargılamada verilecek kararın temyizi var; işte o zaman yüksek mahkemenin huzuruna dosyalar gelecek, inceleme fırsatları doğacaktır. Daha şimdiden HSYK'nın sayın üyeleri bu dosyalarda neler bulunduğunu nereden ve nasıl öğrenip de hop oturup hop kalkıyorlar? HSYK'ya Yargıtay'dan ve Danıştay'dan destek geliyor; bir kurumun icraatını durup dururken başka kurumların desteklediği görülmüş müdür? Bu, ideolojik yandaşlık değil de nedir?
Artık milletçe askerî ve hukukî darbe tehditleriyle oluşan vesayet rejiminde yaşamak istemiyoruz. 27 Mayıs darbesi yalanlar üzerine bina edildi. Kars'ı, Ardahan'ı Menderes'e Rusya'ya sattırdılar, üniversite öğrencilerini kıyma makinelerinde doğrattılar. Medya tek sesliydi, kendileri gibi birkaç yargıç bularak seçilmiş üç vatan evladını astılar. Milletin hakimiyetini önlemek için oligarşik bir anayasa yaptılar. Hangi demokratik ülkede "Tabii senatörlük" gibi bir ucube bulunabilir?
Gençlik heveslerini körükleyerek fidan gibi delikanlılarımızı birbirlerine kırdırttılar, anaların gözyaşları üzerine 12 Mart darbesi geldi. Onu takip eden cinnet dolu yılların 12 Eylül'de bıçak gibi kesilmesi, tezgâhı bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Bu hareket sadece ülkemizin kalkınmasını yavaşlatmakla kalmadı, Yunanistan'ın NATO'ya dönmesini de sağladı. Oy kaybından çekindiği için hiçbir sivil hükümet bunu yapamazdı; evlatlarımızın kanlarıyla oluşturulan ara rejim bu imkânı peşkeş çekti. 28 Şubat'tan önceki gazeteleri karıştıranlar, "Maalesef ekonomi iyiye gidiyor" haberlerini okurlar. Aziz milletimizin evlatlarıyla, ekmeğiyle uğraşmaktan daha bıkmadılar mı?
Son elli yılı, askerin topuyla, tüfeğiyle, kurduğu yasal düzenlerle velhasıl her şeyiyle, tıpkı Balkan Savaşları'nda olduğu gibi gırtlağına kadar siyasetin içinde olduğu bir dönem olarak hatırlayacağız. Balkan Savaşları'nda olduğu gibi toprak kaybına uğramamış olmamızın sebebi, ulus devlet düzenlerinin artık oturmuş olması ve Soğuk Savaş'ta NATO şemsiyesinden ibaret. Ama bu elli yıl içinde yaşadığımız felaketlerle, Balkan Savaşları arasında kurulacak epeyce benzerlik var.
Türkiye, 1950'li yıllarda yakaladığı ve kullanmaya başladığı fırsatları 27 Mayıs'ın kör kuyusunda tüketti. 1960'lı ve 70'li yıllarda ağır bedeller ödediğimiz toplumsal şiddet, bu şiddetten iktidar planları çıkartan darbeciler olmasaydı bu kadar yıkıcı olmayacaktı. Bugün önümüze dökülen Balyoz, Kafes gibi planlara bakın. Bu planlardaki eylemlerin toplumu sürükleyeceği kaosu, hangi dış düşman yaratabilir? Ve son olarak bu geçen elli yılın tam yarısını kapsayan terör sorunu, siyasete ve devlet yönetmeye hevesli askerin içinden çıkılmaz hale getirdiği Kürt sorununun sonucu değil miydi? 1983 yılında 12 Eylül Cuntası'nın giderayak çıkarttığı ve özel hayatta bile Kürtçe konuşma yasağı getiren yasayı hatırlamak yeterli.
Silahlı vesayet düzeni, demokrasi aşkımızdan önce bu düzenin yol açtığı bedeller katlanamaz hale geldiği için tasfiye ediliyor. Son üç yılın tartışmalarına ve katlanmak zorunda kaldığımız rezaletlere dönüp bakalım. Türkiye bütün enerjisini, askerini siyasetin dışına çekebilmek için harcıyor. Askerin Türkiye'yi sürüklediği paranoyalarla malûl atmosfer kara bir delik gibi gücümüzü tüketmiyor mu? Baykal'ın Balkan Savaşları uyarısı çok yerinde. Onun da hatırlaması lâzım. Balkan Savaşları'nda hükümet burnunu kışlaya sokmamıştı; tersine askerler ellerindeki silahı siyaset için kullanırken ülkeyi savunacak halleri kalmamıştı. Ve bu yüzden Atatürk, Cumhuriyet'i kurar kurmaz askerleri siyasetin dışına çıkarmıştı.
Peki şimdi ne olacak? Kötü senaryo yazanlar öncelikle piyasalarda her dalgalanma olduğunda akıllarına para fonunu getirecekler. Kriz tellalları, 'IMF ile anlaşmış olsaydı bunlar başımıza gelmezdi, bakın görürsünüz dolar 3 TL'ye çıkacak' eleştirilerini dillendirecek.
İyi senaryoda ise önümüzdeki dönem yaz tatili; turizm gelirlerindeki artış beklentisi döviz ihtiyacının bir kısmını karşılayacak gibi görünüyor. Bu da borç servisinde Hazine ve bankaları rahatlatacak. Kötü senaryo gerçekleşse bile bedelli askerlik kararı alınarak kaynak sağlanabilir.
'Anlaşma yapılmış olsaydı ne olacaktı?' sorusunun cevabını vermek gerekirse; en önemlisi düşük maliyetle kredi alabilecektik. 'Stand-by imzalamamak aleyhimize mi oldu?' sorusunun cevabı geçen hafta test edildi. Dış borçlanmaya çıkan Hazine'nin tahvillerine 5 kat talep geldi.
Peki hükümet, bu yol ayrımına geldiği süreçte haklı mıydı? İşe bugünkü iktidar açısından bakacak olursak; gündemde referandum ve sonrasında seçim var. Gelir İdaresi için bağımsız yapı öneren ve yerel yönetimlere kaynak aktarımını kısıtlayan IMF ile anlaşmayı hükümetin istememesi çok normal.
Peki IMF vesayetinden kurtulduktan sonra tekrar eski günlere dönmemek için ne yapmak gerekecek? Öncelikle orta ve uzun vadede döviz ihtiyacını karşılamak için hamlelere ihtiyaç var. Bunun yolu da yerli ve yabancı yatırımcılara destekten geçiyor. Bu konuda ilk işaret Kuveyt'ten geldi. Emir'in Türkiye'ye 3 milyar dolarlık yatırım yapacağı haberi doping etkisi yaptı.
Gönülden
03-16-2010, 17:45
Düşünebiliyor musunuz bir milletvekili gizli tanıklarla görüşüyor, delilleri karartmaya, açılmış bir davaya etki etmeye çalışıyor, Yüksek Yargı’da tıs yok. Müdahale eden bir CHP'li olunca kimse Yargı bağımsızlığını aklına getirmiyor.
Yüksek yargının bu anlamlı suskunluğu, Yargı’daki siyasallaşmanın muhtevası ve boyutlarını göstermesi bakımından fevkalade önemlidir.
O bağırışların çığırışların hepsi AK Parti hükümetinin Yargı’yı tarafsızlaştırmasına mani olmak içindi.
Yargı bağımsızlığı dedikleri şey de CHP paralelinde bir Yargı’dır.
Ahmet Ersin’in yaptığı görüşmelerin onda birini bir AK parti milletvekili yapsaydı nolurdu, tahmin edebilen var mı? Danıştay, Yargıtay, Yarsav, HSYK ülkede ne kadar Yargıyla ilgili ilgisiz kurum varsa hücuma geçerdi. Başsavcı bunu yeni bir kapatma davasının gerekçesi yapardı. Medya hükümeti top ateşine tutar,kafesçilerin, balyozcuların ETÖ’cülerin hep böyle bir tezgaha kurban gittiklerini iddia ederdi. Ama CHP yapınca kimsenin kılı kıpırdamıyor.
Bu kadar dümenden sonra Erzincan savcısı Cihaner berat etse kim inanır?
CHP'li Ersin’in temasları yüzünden Cihaner ile Saldıray Berk ikilisi için verilecek her karar bu saatten itibaren tartışmalı hale gelmiştir.Cihaner’a gösterilen CHP ilgisini de bir tarafa not etmek lazım. Bir başsavcı acaba hangi meziyetlerinden dolayı CHP'nin bu yakın ilgisine mazhar olur. Bu ülkede başka savcılar da var.Ferhat Sarıkaya meslekten ihraç edilirken CHP'nin hiç kılı kıpırdamamıştı.
Yargı tarafsız olmak için bağımsız olmalıdır.
Bağımsızlık iddiası herkese karşı ileri sürülürse bir anlam ifade eder. Günlerdir ortalık Ahmet Ersin’in baştan sona suç olan ve Yargıya müdahale anlamına gelen ilişkileriyle çalkalanıyor, ama kendini Yargı gardiyanı gibi görenlerin sesi çıkmıyor.
İrfan Sönmez
Terennüm
03-17-2010, 19:23
Zavallılar! Her biri bir yediveren olan milyonlarca sevdayı toprağa gömüyorlar.Güneşe seni seviyor diye tutuklama emri çıkarıyorlar.Senin rengin diye yeşilin her tonunu darağacına çektiler.Senin mevsimin diye baharı gıyabında idama mahkum ediyorlar.bızlere yerin üstünü zindan ediyorlar...
Cihan_ŞümuL
03-17-2010, 21:17
.....Biz her şeye rağmen,söğüdün dibinde dizlerimiziz karnımıza çekip çaylarımızı karıştıracağız.İzlenmekten korkmuyoruz.İzlesinler de insanlık görsünler.
Nasıl olsa onların kirli bakışlarını sıcak yüreğimizde eritip eğiteceğiz.BİZ DOĞULULAR ALLAHIN BAKIŞLARINA TESLİM OLMUŞUZ.bakıştan korkmayız.
Bakışlar bizi korkutmaz eğitir.Yeterki kafamızı havaya kaldırdığımızda O'na mahcup olmayalım.Gökyüzüne.toprağımıza.sokaktaki hayvanlarımıza.yüzlerce yıldır vatanımızdan akan nehirlerimize yüzümüz olsun.Bizi gören,gözeten.koruyan ve cezalandıracak olan engin gökyüzünün gözü Allah'tır.
Amerikadan korkmuyoruz.Amerika ve gavur batıdan korkmuyoruz.Bir canımız var onu da Allah'a vereceğiz.Bizi öldüren el ingilizin.fransızın eli olsa da canımızı Allaha verdiğimizi biliyoruz.Bu cümle onları çıldırtmaya yeter.Üstü kalsın!
Oturdukları yerden kıpırdamadan her an.her yeri tanrısal gözlerle kontrol etmeye çalışan döner koltuklar.insanlığın şirk koşan nesnelerinden biridir.
Allah hepsinin belasını versin.defolup gitsinler dünyadan.Biz imanlı taburelerimizle safları sıkıştırmaya devam edeceğiz.....
BÜLENT AKYÜREK "İçinizdeki Öküz(gibi büyüyen nefisleriniz)e Oha deyin"
Gönülden
03-18-2010, 17:13
Son savaşla şunu daha iyi anladık ki; Filistin sadece Filistin değildir…
Filistin bir çizgidir… Hakla batılı ayıran çizgi… Bu çizginin içinde olmak, tercihi insaniyet, hakkaniyet, özgürlük, adalet ve ahlâktan yana yapmaktır…
Çizginin dışında kalmak ise; cinayet, ihanet, sömürü, zulüm ve işgale ortak olmaktır…
Filistin ne bir halkın kurtuluş hareketi ne de kurulacak yeni bir devletin bağımsızlık mücadelesi değildir… Şayet böyle olmuş olsa idi bunun üzerinde bu kadar durmamıza da gerek kalmayacaktı… Sözüm ona varolan 40 küsur İslam ülkesine, bir benzerinin daha eklenmiş olması hiçbir sorunu çözmeyecektir… İşbirlikçi veya aciz devletlere ihtiyacı yok ki…
Filistin bir dünya görüşü, bir yaşam tarzıdır…
Filistin bir mekteptir… İnsanın inancı, onuru, ilke ve değerleri ile nasıl yaşayabileceğini öğreten bir mektep… Bu mektebin müfredatında; cihad, şehadet, izzet, özgürlük ve adalet vardır…
Filistin insan olan tarafımızın ortaya çıkmasıdır… Bugün insan olmak ve insan kalmamız Gazze üzerinden tesbit ediliyor…
Bu bakımdan gündeminde ve gönlünde Kudüs olmayan her kul kusurludur ve özürlüdür…
Filistin bir laboratuardır… Sadakat ve samimiyetlerin test edildiği, sahteliklerin ve hastalıkların deşifre edildiği bir laboratuar…
Filistin bir pazardır… Fenanın, bekaya takas edildiği bir Pazar… Bir tarafta Allah (cc), diğer tarafta müminler…
“Şüphesiz Allah müminlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır.” (Tevbe 111)
Evet, ucunda cennet olan bir alış-veriş… Kaldı ki; zaten can da, mal da O’nun…
Filistin bir iradedir…. Çözülmeyen, eğilmeyen, pes etmeyen bir irade…
Kudüs ümmetin hafızasıdır… Siyonizmin hedefi ise ümmetin hafızasını silmektir… Ancak Kudüs, direniş, aşk, aksiyon, özgürlük, umut ve gelecek olarak içimize yürüyor… Hayata anlam ve azim katıyor…
Ramazan Kayan
Bir CHP milletvekilinin gizli tanık ile ne işi olabilir? Görüşmenin yargıya müdahale olacağını bilmez mi?
Kaldı ki beyefendi İzmir milletvekili, Erzincan’a niye gider? Partinin Erzincan milletvekili yok mudur? Yanında getirdiği çantayı neden otel lobisinde bırakır? O çantayı neden bir başkası alır? Gizli tanık ailevi meselesini anlatmak için niye gelip CHP İzmir milletvekilini bulur? Görüşmede Başsavcı Cihaner’in avukatının ne işi vardır?
Tabii ortalama bir vatandaş olarak kafamızın karışması gayet doğal. Mahkeme süreci devam eden, üstelik kuvvetli deliller bulunan, Genelkurmay Başkanı Sayın Başbuğ’un bile vahim dediği bir davada bir parti böyle net bir tavır nasıl alır anlamak gerçekten zor.
Bu bir parti için büyük bir risktir. Ya bu işin sonucunda mahkûmiyet çıkarsa? Bu tavır siyasi intihar anlamına gelmez mi?
Deşifre olmuş bu örgüt hakkında ne yapıp edip temize çıkarma çabaları çok manidar. Ne tür ilişkileri var, neden gizli tanıkları ikna etmeye çalışıyorlar, bu işin avukatlığına soyunuyorlar anlayamıyorum.
Merak ettiğim bir başka konu da CHP milletvekillerinin tamamının Ergenekon konusunda partinin bu yaklaşımlarını tasvip edip etmediği. Hepsi böyle mi düşünüyorlar acaba? Farklı düşünen yok mudur? Yoksa seslerini mi çıkaramıyorlar?
Gerçekten merak ediyorum
Laikçi teyzeleri kıskandıracak Anayasa taslağı
Mini Anayasa Paketi önümüzdeki dönemde Meclis'e nasıl bir içerikle gelecek? Oradan nasıl çıkacak?
Referanduma gidecek mi? Göreceğiz.
Ancak değişiklik yapılmak istenen konuların çok önemli olduğu apaçık... Birkaç noktaya değinelim:
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) üye sayısı artacak. Bu da yüksek yargıdaki altı okçu kastlaşmayı biraz olsun azaltacak.
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Parti kapatma zorlaştırılacak, büyük olasılıkla Avrupa Birliği'nin ilke edindiği "Venedik Kriterleri" geçerli olacak. Bir parti ancak şiddeti savunursa kapatılacak. Ayrıca Meclis onayı gerekecek.
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Kadınlar "pozitif ayrımcılık" denilen şekilde desteklenecek. AKP gibi "muhafazakâr" bir parti buna öncülük ederse, laikçi teyzeler, aniden maçolaşır mı dersiniz?
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Yüksek Askeri Şûra kararlarının bir kısmı yargı denetimine açılacak. Bu da çok iyi: Askeriyenin "kafasına göre" iş yapması engellenmedikçe, hukukun üstünlüğünden bahsedilemez.
Yeterli mi? Elbette değil. Anayasa'da değiştirilmesi gereken daha nice madde var. Ancak şimdilik iyi bir başlangıç...
"Tayyip ne yaparsa kötüdür"...
Kafa bu kafa.
Bir komünist arkadaşım vardı, Turgut Özal'a küfür edip duruyordu. "Özal sayesinde hayatınızda ilk kez pasaport alabildiniz, TKP de onun döneminde serbest kaldı, yöneticileri ülkeye onun sayesinde dönebildiler" dediğim zaman aval aval suratıma bakmıştı...
Tartışmasız herkes pasaport alabilmelidir. Parasını bastırmak şartıyla elbette.
Henüz askerliğini yapmamış gence de pasaport verilmeli, pasaport almak temel bir hak sayılmalıdır. "Bu suretle askerden kaçarsa", eh, ordumuz bir eksikle savaşır!
Hükümet, küfür ettikleri bu hükümet, harçlara zam yapmış ama pasaport almayı da son derece kolaylaştırmıştır. İkametgah belgesi sorulmuyor, "oturduğun yerin" emniyetine de başvurmak zorunda değilsin artık. "Memleketinden kayıt getirtmek" için bir ay kadar beklemek falan da kalmadı, "bugün sünnet, yarın deniz" gibi, bugün sabahtan başvuru, yarın öğleden sonra pasaport.
"Bize pasaport vermiyorlar" diye hep ağlamış solcuların bu gelişmelere "Tayyip yapıyor" diye karşı çıkmaları da, onların "ahmaklık beratı" olsun.
Yeni tasarıda "12 Eylül darbecilerinin yargılanabilmeleri" olanağı da var.
Bu ahmaklar ona da karşı çıkarlar
"...Bu iktidar hem yuhalanacak, hem alkışlanacak işleri aynı anda yapabiliyor. Kafası ve kimliği pek net değil, bir yanıyla çağdaş ve ilerici, bir yanıyla tutucu ve hoyrat. Müslüman kimliğine bolca milliyetçilik katmış, özgürlük aranışına 'itaat isteği' bulaştırmış, Ergenekon'a karşı çıkarken İttihatçı katilleri sahiplenmiş tuhaf bir iktidar bu. Türkiye gibi çok karmaşık bir ülkenin değişim günlerini yönetmeye çalışırken kendisi de çalkalanan bir yönetim anlayışı. Sorunumuz sadece bu iktidar değil tabii, bence büyük sorunlarımızdan biri de bu kafası karışık iktidarı 'hakkıyla' eleştirecek bir muhalefetin eksikliği, onu hak ettiğinde alkışlayacak, hak ettiğinde destekleyecek 'adaletli' bir aydın kitlesinin olmaması."
DANIŞTAY, YARGITAY VE HSYK'NI YAPACAĞI BASKI DAHA YIKICIDIR"
Yargı üzerinde baskı tartışmalarına da değinen Can, iktidarın yargıya baskı yapmayı isteyebileceğini ancak burada önemli olanın bunun sınırlarının belirlenmiş olması olduğunu kaydetti. Ama baskının bir başka boyutu daha bulunduğuna dikkat çeken Can, şöyle devam etti: "Yargının içinde olan baskılar. Danıştay, Yargıtay ve HSYK'nın yapacağı baskılar. Ve bu baskılar çok daha yıkıcıdır. Bir yargıç, gerektiği zaman bir başkana rest çekip baya da popiler olabilir. Ama bir yargıç, Yargıtay'a rest çekemez, HSYK'ya rest çekemez."
"ANAYASA'YI YAPACAK TOPLUMDUR, TSK SADAKAT İÇİNDE GÖREVİNİ YAPAR"
Can, "Yeni bir anayasaya Türk Silahlı Kuvvetleri nasıl bakıyor?" şeklindeki bir soruya ise şu yanıtı verdi: "Nasıl baktığını bilmiyorum ama yeni bir anayasa yapacak olan toplumun kendisidir, toplumun temsilcileridir. Reformları yapacak olanlar bizlerin temsilcileridir. Hangi siyasi düşünceye sahip olursa olsun. Kurumlar anayasa yapımında söz sahibi olamaz. Ne Anayasa Mahkemesi, ne Danıştay, ne Yargıtay, ne Türk Silahlı Kuvvetleri ne Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü. Bunlar, sadece ve sadece ortaya çıkan anayasaya sadakat içerisinde görevlerini yerine getirecek olan kurumlardır."
MAZLUM-DER Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, ‘’Bir ülkede yasal süresi geçtikten sonra kalmaya devam eden bir kimse ya devlet onu yakalayamadığı için kaçaktır, ya da devlet onun yerini bildiği halde dokunmadığı için misafirdir. Misafire ikramı başa kakmak Kasımpaşa kriterlerine sığmaz” dedi. Ünsal, yaptığı yazılı açıklamada, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın BBC’ye verdiği mülâkatta Türkiye’de kayıt dışı yaşayan 100 bin Ermeninin “sınırdışı edilmesi”ne yönelik sözlerinin, bu kişilerde tedirginlik oluşturduğunu ifade etti. Sözü edilen kaçak 100 bin Ermeni’nin yaşlı ve çocuk bakıcılığı, ev içi işçilik, tezgahtarlık, inşaat işçiliği, vasıfsız işçilik gibi ucuz iş gücü olarak uzun yıllar ülkelerine gidemeden çalıştığını anlatan Ünsal, şöyle devam etti: ‘’Bir ülkede yasal süresi geçtikten sonra kalmaya devam eden bir kimse ya devlet onu yakalayamadığı için kaçaktır, ya da devlet onun yerini bildiği halde dokunmadığı için misafirdir. Sözü edilen 100 bin Ermeni hemen sınır dışı edilebileceğine göre yerleri biliniyor demektir. Yerleri biliniyor ve dokunulmuyor ise kaçak değil misafirdir. Kasımpaşa kriterlerine göre misafire yapılan ikram ve ihsan başa kakılmaz. Kasımpaşa kriterlerine göre fakirlerin, sahipsizlerin, kimsesizlerin ellerinden ekmekleri ve umutları alınmaz, korkutulmaz, tehdit edilmez.’’
"Demokratik açılım" Türkiye'nin en ciddi projelerinden biri. Bu projeye her şeyden önce devletin önayak olduğu "birlikte yaşama iradesi" olarak bakmak lâzım. Ortak akıl ve sağduyu bu sorunun üstesinden gelmek için yeterli. Türkiye'de bütün vatandaşları içine alan bir güven ortamının oluşması durumunda, hiç kimsenin şikâyet edeceği bir sorun kalmaz. Kürt sorunu özünde bir Kürtçe sorunu. Hükümet eliyle devlet önayak olunca, toplumda anadile saygının yerleştiğini, farklılıklara saygılı bir kültürün hızla güç kazandığını gözden kaçırmayalım. Demokratik açılımın ana gayesi, toplumu bir arada tutmak, kamplaşmaları, kutuplaşmaları önlemek.
Nevruz da öyle... Baharı karşılamanın coşkusunu birlikte yaşamak. Umut dolu bir geleceği paylaşmak. Aydınlığın karanlığa karşı kazandığı zaferi kutlamak. Yeni yıl hepimize barış getirsin
Gönülden
03-21-2010, 19:24
Şimdilerde de adalet gücünü kaybetti, odak gücü baskın… Adalet zulmün aracı kılındı… Uygulanan ise adalet değil, yasalar yığını…
Adaletin mahkum edildiği bir ülkede doğal olarak doğruların yeri cezaevleridir…
Adalet çarpıtıldı… Çağdaş yorumlarla hakikat sulandırıldı… İçi boşaltılmış boş ve kof cümlelerle insanlar aldatıldı… Sihirli söylemlerle kitleler büyülendi… Olan halka oldu… Artık adalet, özgürlük, insan hakları vurgusu cezp etmiyor, heyecan vermiyor… Kelimeler inandırıcı değil…
“İnsan hakları” iddiaları, adeta onların tüm gayri insaniliklerini örtbas eden güçlü bir argümana dönüştü…
Zulüm örgütlü, hem de küresel düzlemde… Adalet dağınık, parçalı… Örgütlü zulüm, adaleti önce örseledi, sonra öteledi… İnsanlar kötülere öykündükçe adaletin kökü kurumaya yüz tuttu… artık örgütsüz ve duyarsız toplumlar öğütülmeye mahkum… Hak talepleri ertelene ertelene zaman aşımına uğradı… Şirazesinden çıkmış insanlar nerede duracağını, başını hangi taşa vuracağını bilmiyor… Yaslanacağı bir güvenlik duvarı arıyor…
İnsanlar haklı olarak soruyor: Adalet söylemi kimlerin çıkarına hizmet ediyor? Adalet üzerindeki kuşkuyu kim giderecek? Sis perdesini kim kaldıracak?
Adalet saraylarında yaşanan cevr-ü cefa tüm bunları bize söyletiyor…
Adalet adına slogan, söylem, sembol kırıla gidiyor… Bu yönü ile fazlası var, noksanı yok… Ancak adaletin kendisine gelince yoksunluk işte o zaman… “Kıst” kısırlığı burada kendini gösteriyor…
Habire adalet sarayları inşa ediliyor, adalet yasaları çıkarılıyor, ancak adalete yaşam hakkı yok…
Bu şartlarda yetişen nesiller silik ve suskun… Dertsiz ve duyarsız… Her türlü olumsuz etkiye yatkın ve yakın…
Düne kadar olup- bitenin farkında olanların bir çoğu ise bugün “göze batmadan, dikkat çekmeden” hayatını yaşamanın derdindeler… Çünkü onlar artık akıllı, tedbirli, bilgili ve de tecrübeli!.. Evet, bu doymuşluk ve bilmişlik havası, “teslimiyetçi” bir ruh halinin tezahürü… “Gelene ağam, giden paşam” felsefesi hakim…
Ramazan Kayan
Yüksek yargı da reddiyeci tavrıyla kendi tabanına ters düşüyor. Yaklaşık 12 bin yargıç ve savcı var. Referandum sandığını önce adliyelerin kapısına koysak, sayıları 400'ü bile bulmayan yüksek yargı mensupları dışında, 'evet'in tulum çıkaracağını tahmin ediyorum. Kaldı ki yüksek yargıçlar da epey fire verir. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu için önerilen sisteme itiraz ediliyor. Hâlbuki 'temsilde adalet' düsturuna uygun bir formül ortaya konuyor. Bugüne kadar 5 asıl üyenin tamamı yüksek yargıdan seçiliyordu. Kürsü yargıcı veya birinci kademe mahkemeleri dediğimiz 11 bin hâkim ve savcı, kendileriyle ilgili hayati kararları veren idarî kurulda 'sıfır' temsil hakkına sahip. Buna mukabil sayıları birkaç yüzle sınırlı olan yüksek yargıçların temsil oranı yüzde yüz. Şairin "bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa" dediğinden daha adaletsiz bir paylaşım! İtirazların temel dayanağı 'yargı kuşatılıyor' şeklinde. Taslak bu şekilde geçerse yargıyı gerçek sahipleri, yani kürsü yargıçları kuşatacak. Seçimle gelen 19 üyeden 10'unu yerel mahkemelerde görev yapan hâkim ve savcılar seçecek. Bundan niye endişe duyuluyor, anlamıyorum. Ankara'daki yargıçların itirazlarını kendi camialarına bile anlatabileceklerini sanmıyorum. 'Sen beni seç, ben seni' kısır döngüsünün kırılması en çok adliyeye huzur getirecek.
Yargı, Yasama'nın üstünde olabilir mi?
Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker'in ne dediğini duydunuz mu? Mini Anayasa değişikliği gündemde ya... "Yargıyla ilgili düzenlemeler, Anayasa'ya aykırı" demiş.
Bu laf, şu anlama gelir: "Meclis yasama görevini yerine getiremez; Anayasa'yı değiştiremez."
Yani "kuvvetler ayrımı"ndan bahseden Yargıtay Başkanı, aslında kuvvetler ayrımına karşı çıkıyor. "Yargı, Yasama'nın üstündedir" diyor.
Bizim "yargıçlar devleti" ya da "yargıçlar iktidarı" dediğimiz, tam da bu işte.
Demokrasi karşıtı bir yöne savrulan Yüksek Yargı nasıl toparlanacak? Fikri olan söylesin.
Kadir Özbek’in yıllarca anılacak sözü ise esasında bunlar değil. “Kusura bakmayın, yüksek yargı ile dalga geçiyorlar” çıkışını unutmak mümkün değil.
Ey Kadir Özbek, utanç kararlarına imza atan ve “Sizi buraya tıkan kuvvet idamınızı istiyor” diyen Yassıada Mahkemesi Başkanı Salim Başol’u Anayasa Mahkemesi üyeliğine getirirken halkla dalga geçmediniz mi?
Bugüne kadar cumhurbaşkanı seçimlerinde asla gündeme gelmeyen 367 şartı ucubesini bu milletin başına saran yüksek yargı değil miydi?
TBMM’nin büyük bir çoğunlukla yaptığı düzenlemeyi, cuntacı ruhun “411 el kaosa kalktı” dolduruşuna gelerek iptal edip karşısına geçip gülenler sizler değil miydiniz?
Böylesine kötü bir sicile sahipken kalkıp bu sözleri edebilmek için insanda biraz utanma duygusu olması gerekir. Dahası biraz da balık hafızalı olmamanız gerekir tabii. Dün dediğinizi unutmamanız şart.
2003 yılında Anayasa Mahkemesi yönetimi, üyelerin seçimine ilişkin ortaya koyduğu öneride üye seçim yönteminin değiştirilmesini istenmişti. Bugün öngörülen değişiklik, o gün istenenden daha az iddialı.
Anayasa Mahkemesi’nin hazırladığı taslakta Meclis’in seçtiği üye sayısı 4 idi. Hükümetin bu taslağında TBMM’nin seçeceği üye sayısı 3’e indiriliyor.
Önümüzdeki günlerde neyin nasıl olacağı işin ayrı tarafı. Bunu hep birlikte göreceğiz.
Aslında konunun en önemli tarafı, bu değişikliğin halkın önüne gelecek olması. Bırakın işin sahibi karar versin. Kendinin nasıl yönetilmesini istiyorsa ona karar versin.
Ünal TANIK
romakudüs
03-23-2010, 11:27
İnsanları mezarsız bırakacak bir zulüm anlayışın bölük bölük mağdur yarattığı, askeriyenin hukuka rahatça silah çektiği ve kısmi bir anayasa değişimine bile statükonun barikat kurduğu bir manzara...
Tümünün hakkından “referandum” gelir...
Çünkü bu doğrudan “halk iradesi” demek...
Star Gazetesi-- Mehmet Altan
Gönülden
03-24-2010, 15:48
Soyumun gezdiği bahçede güller açarmış,Dudağında kıpkızıl kan, yanağında jâle;Sabâyla salınan zülüfler koku saçarmış,Alev alev yanan sînelerdeki âmâle...Yaprak sesleri arasında bülbül nağmesi,Gelip kulaklara çarpan mâhûr âhengiyle;Tıpkı Cennetlerin tüllenen lâtif ma'kesi,Hiç ölmeyen güzelliği, solmayan rengiyle...Her yan bir "Bağ-ı İrem" bu bahar ülkesinde,Buhurdanlar gibi hep tütüp-duran sîneler,Solukladıkları ölümsüzlük bestesinde;Neşeyle soluklandılar aylar ve seneler.Ay, Güneş başka duyulurdu onun bağrında;Goncalar tüllenirken çiçekler arasında.Her gün bir başka fasıl bahçesinde, bağında,Güzellikler tüterdi akında karasında...Böyle bir dünya bugün hayâl sayılsa bile,Ölümsüz sesler duymuştuk o altın günlerden,Geçerken evlâd-ı fâtihân debdebesiyle,Tarih ürpererek ayağa kalkmıştı birden.Harıl harıl at üstünde bir karanlık gece,Uçmuştuk üveyk gibi ışıktan kanatlarla...Işıklarıyla aydınlanmıştı her bilmece,Savaşmışlardı her dem köhne kanaatlarla...
M. Fethullah Gülen
Gönülden
03-26-2010, 16:38
Bu ülke ki gâziler, şehitler diyârıdır,Bütünüyle bize cedlerin armağanıdır.Cennetleri andıran bağ ve bahçeleriyle,Ovası, obası zümrütten tepeleriyle;Muhteşem geçmişin bizlere yâdigârıdır.Nice firûze sütunlar üstünde kubbeler,Dört bir yanda şâha kalkmış gibi minâreler;Hiç eskimeyen bir mânâ ile hâlâ süzgün,Gökte yıldızlarla mahyalaşan o şanlı dünKi sönük bir rüyâdır yanında efsâneler...Ne şarklı İsfendiyâr, ne garbın İskender'i,Hayâl edememişti bu dünyayı hiçbiri...Âlem henüz karanlıklar içinde yüzerken,Ermiştik uhrevî aydınlıklara çok erken;Hep seyrediyorduk buradan tâ öteleri...Şimdi hazana yenilmiş bu lâlezârda biz,Ümit ve inkisârla yutkunuyoruz sessiz..Hülyâlarımızda bir yeni şafaklar çağı,Her gün bir kitap gibi okuyarak varlığı;İhtimal ki bir gün bizler de dirileceğiz...
M. Fethullah Gülen
Esmer, Vatoz’u berber koltuğuna oturtup Emoculuktan kurtarma operasyonu düzenlerken, benim eski varoş mahallesinin gençlerinin özellikle televizyonlardaki tartışmalar sayesinde anayasa hukuku donanımlarını ziyadesiyle geliştirdiklerini fark ettim.
Muhabbet sırasında aralarından biri Deniz Baykal tadında “sivil darbeciler” muhalefeti yapınca, bir başkası hükümetin iyi niyetli olduğunu kendince kanıtlamak için inanılmaz bir tez geliştirdi.
Aralarında geçen muhabbeti dikkatle okuyun lütfen.
– Bak şimdi adamlar herkesi kolpaya getirmek (üç kağıtçılık yapmak –DO) istese ne yapar biliyor musun? Hani Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen ilk üç maddesi var ya işte onları değiştirirler...
– Onların değişmesi zaten yasak, dedin ya teklif bile edilemez...
– Peki bu yasak nerede yazıyor? Söyliyim ben sana Anayasa’nın 4. maddesinde...
– Ee tamam işte ondan bişey yapamıyorlar...
– Peki, 4. Madde’nin değiştirilmesinin yasak olduğu yazıyor mu bir yerde?
– Nasıl yani?
– Nasıl olacak, diyorum ki isteseler önce Anayasa’nın 4. maddesini değiştirip sonra da ilk üç maddeyi değiştirirlerdi.
Bu enteresan tez karşısında Baykal kıvamındaki genç de biz de tek kelime edemedik.
Ancak eski Emoculardan Vatoz kalkmak üzere olduğu berber koltuğundan atıldı hemen, “En iyisi 5. Madde’ye de 4. Madde’nin değişmesinin yasak olduğu yazılsın o zaman...”
Tez sahibi genç cevap verdi, “Peki 5’i nasıl koruyacaksın abi, 6. Madde’yle mi? Sonra 6’yı da 7 ile mi? Ben denemesini yaptım böyle yaparsan da en son madde yine korumasız kalıyor...”
Buyurun buradan yakın bakalım.
Galiba bu referandum meselesi nedeniyle memleket bir ton alaylı hukukçu kazanacak
Gönülden
03-27-2010, 15:32
Bu tez'i biraz genişletip Baykal'a göndermenin faydası olur mu acaba 4. maddeyi koruyan kalkanın ne olduğunu açıklar belki...:)
Bu tez'i biraz genişletip Baykal'a göndermenin faydası olur mu acaba 4. maddeyi koruyan kalkanın ne olduğunu açıklar belki...:)
:) İyi fikir ama etkili olmaz. Tez elden tez koruma maddesi isteyecektir.:)
Ancak herkes de biliyor ki, bu anayasa paketine taraf ya da karşı olmak, AK Parti yanlısı ya da karşıtı olmak anlamına gelmiyor. Bu ülkeyi Kapıkule ile Habur arasına sıkıştırıp kadük bırakmak isteyen statükocularla, Türkiye'nin zincirlerinden kurtulmasını sağlamak isteyenler arasındaki mücadelenin bir yansıması bu anayasa paketi...
Bu nedenle muhtemel bir referandumda Saadet Partisi'nin oynayacağı rol, gerçekten çok kritik ve anahtar hükmünde! Saadet Partisi'nin gerek yöneticileri gerekse de partiye gönül verenleri, mevcut yasaların devletle toplumun kucaklaşmasına nasıl engel olduğunun farkında. Refah Partisi'nin 28 Şubat sürecinde nasıl da gayri hukuki yollarla kapatıldığını hiç unutmuyorlar. HSYK'nın karanlık odakların üzerine giden hakim ve savcıların üstüne nasıl kılıç salladığını görüyorlar. Karanlık odakların, faili meçhul olayların üzerine gidemeyen bir ülkede darbe dönemlerinin asla kapanamayacağını çok iyi biliyorlar. Darbe dönemleri kapanmadığı müddetçe de, Türkiye'nin o derin çukurdan asla kurtulamayacağının farkındalar. Aksini düşünmek bugüne kadar yaşananları görmemek olur. Bu nedenle CHP ve yüksek yargı gibi statükoculara Saadet Partisi'nden, Büyük Birlik Partisi'nden MHP tabanından oy yok. Hadi başka kapıya
Geçtiğimiz günlerde bir hanım geldi, dedi ki: "Sorumlu olduğum kişilere sözüm tesir etmiyor. Beni dinlemiyorlar. Vazifemi hakkıyla yapamıyor muyum?" Ona dedim ki: "Bu din, sahipsiz değildir. İslamiyet'e hizmet etmek vazifesini size kim verdi? Siz kendinizi kurtarmaya çalışın. Bir Müslüman'ın kendini yetiştirmesi, milletinin kurtulması derecesinde mühimdir. Siz susabildiğiniz kadar susun, İslamiyet'i yaşayabildiğiniz kadar yaşayın."
Kendi hayatımdan bir misal vereceğim. İslamî çalışmalara başladığımda milleti kurtarmak için işe başlamıştık. Anlattıklarımızı tamamen doğru ve kabule değer şeyler görüyorduk. Bizleri dinleyenlerin bunları kabul etmemesine kızıp, üzülüp ümitsizliğe düşüyorduk. Hatta hasta olduğumuz devirler bile oldu. Bir doktor, "Sen bu beyninden ne istiyorsun?!" diye kızmıştı bana. Bütün meselemiz milletin kurtulmasıydı.
İslamiyet'i zamanla öğrendikçe bizim vazifemizin sadece ve sadece İslamiyet'i öğrenmek, anlamak ve yaşamaktan ibaret olduğunu anladık, çok rahatladık. Nefis şöhret ister. O zaman adam istiyor ki etrafında insanlar toplansın, sözü dinlensin. Halbuki hubbu cahtan, hubbu riyasetten şiddetle kaçınmak lazım. Yani reis olmak, baş olmak sevdası... Ben şöyle yüksek yerlere geleyim, şöyle yüksek makamlar edineyim diyerek hizmet etmek... Bu kişide ihlas yoktur. Bana göre yaptığı bütün ammeler havaya gidiyor.
28 Şubat'la, başta askeriye olmak üzere dindarları bürokrasiden silmek, üst bürokrasi ve kilit noktalara "güvenilir" insanları koyabilmek için sahte ihbarlar ve istihbarat duyumlarıyla insanlar yerlerinden edilerek bürokrasi tahkim edildi. Ardından siyasi partilerin itibarı yerle bir edilerek siyaset enkaz alanı haline getirildi. AK Parti hesap dışı olarak denkleme girince, Danıştay cinayetiyle başlayan süreç başlatıldı. Milletin önünde devletin bakanları kovalandı. Meslektaşlarının "irtica" yaftalarıyla nasıl çizildiğini seyrederek, koltuklara oturanlar, Danıştay'daki kanı görünce meselenin ciddiyetini fark etti.
Şimdi bu farkındalık, bir sivil kılıfın kaçınılmazlığını daha da fazla hissettiriyor. Umutlar CHP-MHP koalisyonuna bağlanıyor. Koalisyonun bekleneni verebilmesi için ortamın alabildiğine gerilmesi gerekiyor. CHP, Ergenekon'a, millete eylem planı yapanlara açıktan destek vererek rolüne ısındığını herkese ilan ediyor. MHP'nin böyle bir role soyunup-soyunmayacağını, soyunursa milletten umduğunu bulup-bulamayacağını zaman gösterecek. Anayasa paketi, darbelerin sivil görünümlü evresini de geçebilmek açısından önemli bir aşama. Hâkimiyetin millete ait olduğuna inanan ve darbelerin her türlüsüne karşı çıkanlar için bu paket, yeterli olmasa da önemli bir adım
Bugün ilginç bir durumla karşı karşıyayız: AKP'lilerce hazırlanan Anayasa önerisi, 6 Okçu yargı erbabının fena halde canını sıktı. Hatta çılgına çevirdi.
Çünkü yargının yükseklerinde "6 Ok Biraderliği" kurulmuştu. Nasıl örneğin Masonlar birbirlerine yardım ederek bir sosyal/finansal ağ oluşturuyorlarsa, 6 Okçular da benzeri bir dayanışmayı kendi alanlarında gösteriyordu.
"6 Ok Biraderliği"nin iki ayağı olduğu anlaşılıyor: 1) İdeolojik güdülerle dayanışma. 2) İnançsal güdülerle dayanışma.
(Not: Hangisinin önce geldiği de ilginç bir araştırma konusu olabilir. Türkiye dini inancını siyasi ideolojiye tevil etme örnekleriyle doludur. O kadar ki bu ülkede inançtan hareketle komünizme ulaşanlar çoktur. Tuhaf bir durumdur ama gerçektir.)
İşte yeni Anayasa hazırlığı, bu biraderliği çeşitlendirmeyi, homojen yapıyı heterojenleştirmeyi öneriyor.
Tabii karşıdan da tepki geliyor.
Bu çekişmede "şeriat getirecekler" iddiasının kullanılmaması bana ilginç geliyor.
Ne oldu da geçmişi 1909'a (31 Mart Vakası) dayanan... 1923'ten, 1930'dan, 1960'tan, 1971'den, 1980'den, 1997'den, 2007'den geçerek günümüze dek ulaşan, o klasik "irtica" söylemi terk edildi?
Onun yerine "Kuşatma, ele geçirme, yargıya saldırı, Anayasa ihlali" gibi yine ağızlara sakız olmuş ama işin içine "dincilik" suçlamasını katmayan bir savunma söylemi kullanılıyor.
Neden? Niçin? "Huylu huyundan vazgeçmez" atasözü aklıma geldikçe, "vardır bir numaraları" diye kuşkulanıyorum.
vBulletin v3.8.4, Copyright ©2000-2025, Jelsoft Enterprises Ltd.