fatih kısaparmak balon baskılı balon Hazreti Musa (a.s) - AK Parti |AKParti Forum |AK Gençlik |Recep Tayyip Erdoğan |AKPARTİ Gençlik Forumu|

PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Hazreti Musa (a.s)


dildade
05-23-2008, 04:03
Allah Teâlâ'nın, dört büyük kitaptan biri olan Tevrat'ı verdiği ve yeryüzünde dinini tebliğ edip, hakim kılması için gönderdiği Ulu'l-Azm* peygamberlerden biri. Hz. İbrahim (a.s)'in soyundan olup, İsrailoğullarının akidelerini islah etmek ve onları Allah Teâlâ'nın dilediği nizama kavuşturmakla görevlendirilmişti. Küfürle mücadelesi Kur'ân-ı Kerim'de uzun uzun anlatılmaktadır.

Hz. Adem (a.s)'den, Rasulullah (s.a.s)'e kadar pek çok peygamber gelmiştir. Bu peygamberler, gönderildikleri kavimleri, Allah Teâlâ'ya iman etmeye çağırmışlar; bu yolda kâfirlerle savaşmışlar, yaşadıkları diyarlardan çıkarılmışlar; ezilmişler, hor görülmüşler ve hatta öldürülmüşlerdir.

Mûsa (a.s) da, Allah Teâlâ tarafından İsrailoğulları'na gönderilmiş bir rasul idi. O da tıpkı kendisinden önce gönderilmiş olan peygamberler gibi kavmini Allah'a iman etmeye çağırdı. Kavmine zulmeden ve ilâhlık iddiasında bulunan Firavun'a karşı tevhid yolunda mücahede etti. Bu uğurda, bütün peygamberlerin karşısına çıkan güçlükler, onun da karşısına çıktı. Doğup büyüdüğü diyardan çıkarıldı, kâfirler tarafından öldürülmek gayesiyle kovalandı. Allah Teâla Kur'ân-ı Kerim'de bir ayette Hz. Mûsa (a.s)'dan şöyle bahsediyor: "Kur'ân'da Musa'yı da an. Çünkü o ihlâs sahibi idi ve İsrailoğulları'na gönderilmiş bir peygamber idi"(Meryem, 19/51).

Hz. Musa (a.s)'nın Firavun ile olan kıssası, Kur'an'ın bazı sûrelerinde çeşitli üslûplarda ve teferruatlı olarak anlatılmıştır. Firavun ve ordusunun Kızıldeniz'de boğulmaları olayından sonra, İsrailoğulları ile ilgili kıssasına da genişçe yer verilmiştir.

Musa (a.s)'nın Firavun ile olan mücadelesi, bir şahsın bir kralla, bir peygamberin sadece büyük bir zorba ile olan mücadelesinden ibaret değildir. Bilâkis bu hak ile bâtıl'ın çatışması, Rahman'ın ordusu ile şeytanın ordusunun kaçınılmaz savaşıdır. Aslında hak ile bâtıl arasındaki bu savaş, insanoğlunun yaratılışından, insanları ıslah etmek üzere nebîler ve rasullerin hayat sahnesine çıkmasından beri devam edegelmektedir.

Sapıklık ve bâtıl, daima İblis ve onun ordusu tarafından temsil edilmiş, imana, tevhide, peygamberliğe, kısaca Hakka sürekli meydan okumuştur. Fakat kazanan daima Hak olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Muhakkak ki Biz peygamberlerimizi ve iman edenleri hem dünya hayatında, hem de meleklerin Şahid olacağı günde muzaffer kılacağız" (el-Mü'min, 40/51).

Hz. Musa (a.s)'da gönderildiği kavmi cehalet ve sapıklık içerisinde buldu. Onları Hakka davet etti, yurdundan çıkarıldı, savaştı ve sonunda Allah Teâlâ'nın izniyle kazandı.

Hz. Musa (a.s)'nın Nesebi, Doğumu ve Hayatı

Musa (a.s)'nın babası, İmran'dır Onun babası Yahser, onun da babası Kahes'dir. Nesebi Yakub (a.s)'a ulaşır; ki, onun babası Hz. İshak (a.s), onun da babası Hz. İbrahim (a.s)'dir. Musa (a.s)'nın yanında gördüğümüz Harun (a.s) onun kardeşidir. Allah Teâla, Musa (a.s)'yı Firavun'a, imana davet için gönderdiğinde, Hz. Harun (a.s)'u da ona yardımcı olarak seçmiş ve görevlendirmişti. Hz. Musa (a.s) Allah Teâla'ya şöyle dua ederek, kardeşi Harun (a.s)'u kendisine yardımcı yapmasını istemişti: "Bir de bana ehlimden bir vezir, (yardımcı) ver. Kardeşim Harun'u (ver)" (Tâhâ, 20/29-30).

Hz. Musa (a.s), Mısır'ın çok zor günler yaşadığı bir dönemde doğdu. Bu sırada, ilâhlık iddialarında bulunarak haddi aşan Firavun, İsrailoğulları halkına dayanılamayacak eziyetlerde bulunuyor, bu insanları zulümle kasıp kavuruyordu. İsrailoğulları, Kıpt kavminin muamelelerinden ve krallarının ağır baskılarından bıkmışlardı. Mısır'da yaşamanın bir tadı kalmadığını biliyor ve dedelerinin yurdu olan Kenan illerine gitmek istiyorlardı. Ama onlardan her işinde istifade eden Firavun, yakalarını bir türlü bırakmak istemiyordu. Onlara zulmün en akla gelmeyecek olanını yaptı. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de; "Biz sana Musa ve Firavun'un mühim haberlerinden, iman edecek bir kavim için, gerçek olarak okuyacağız. Çünkü Firavun o yerde (Mısır'da) başkaldırmış ve ahalisini parçalara bölüp, kendisine bağlamıştı" (el-Kasas, 28/3-4) buyuruluyor.

Firavun, saltanatı sırasında İsrailoğullarına çok kötü eziyetlerde bulundu; onları köle yaptı, en çirkin ve adî işlerde çalıştırdı. Allah Teâlâ, İsrailoğullarını bu sıkıntıdan, azgın Firavun'un şerrinden, zulüm ve taşkınlıklarından kurtarmak için Hz. Musa (a.s)'yı gönderdi.

Sa'lebî, Kısas-ı Enbiya'sında İmam Suddî'den; Firavun'un bir rüya gördüğünü, korkup kederlendiğini naklediyor. Rüyasında Kudüs tarafından gelen bir ateş gördü. Bu ateş, Mısır'a kadar uzanıp, Firavun'un evlerini yaktı. Fakat sadece Kıpti'lere zarar verdi, İsrailoğulları ise kurtuldular. Uyanınca hemen kâhin ve müneccimlerden rüyayı tabir etmelerini istedi. Onlar dediler ki; "İsrailoğulları içinden bir çocuk dünyaya gelecek, Mısırlıların helâkına ve senin krallığının yok olmasına sebep olacak. Doğacağı zaman da iyice yaklaştı."

Bu haber üzerine telaşlanan Firavun, İsrailoğulların'dan doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti. Kur'ân-ı Kerim'de bu olay şöyle anlatılıyor: "Firavun, memleketin başına geçti ve halkı fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınları sağ bırakıyordu. Çünkü o bozguncunun biriydi" (el-Kasas 28/4).

İsrailoğulları arasında iş yapabilecek insanların azalması üzerine Kıptîlerin ileri gelenleri Firavun'a giderek, "Eğer böyle öldürmeye devam ederseniz, ileride bizim işlerimizi yapacak kimse bulamayacağız" dediler. Firavun da erkek çocukların bir sene öldürülmesini, bir sene de öldürülmemesini emretti. Erkek çocukların öldürülmediği sene Harun (a.s) doğdu. Öldürüldükleri sene ise Musa (a.s)...

Musa (a.s) doğunca, annesi çok üzüldü. Allah Teâlâ ona korkmamasını, üzülmemesini vahyetti. Kalbine bir rahatlık verdi. Bu, Kur'an'da şöyle anlatılıyor: "Musa'nın annesine: "Çocuğu emzir, başına geleceklerden korktuğun zaman onu suya (Nil'e) bırak. Korkma, üzülme. Biz şüphesiz onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız" diye bildirmiştik" (el-Kasas, 28/7).

Musa (a.s)'nın annesi de ilham edileni yaptı ve yavrusunu bir muhafaza içerisinde suya bıraktı. Ablasına da, "Onu izle" dedi. Musa (a.s)'yı taşıyan sandık, Allah'ın izniyle dalgalarla sürüklenerek, Firavun'un sarayına ulaştı. Yıkanmakta olan cariyeler, sandığı bulup Firavun'un karısına götürdüler. Allah Teâlâ, Firavun'un karısı Asiye'nin kalbine bu çocuğun sevgisini koydu. Firavun çocuğu görünce öldürmek istedi. Ancak Asiye, çocuğu kendisine vermesini istedi. Çünkü hiç çocukları olmuyordu. Kur'an-ı Kerim, bunu şöyle anlatıyor: "Firavun'un karısı: Benim de senin de gözün aydın olsun! Onu öldürmeyiniz, belki bize faydalı olur, yahut onu oğul ediniriz" dedi. Aslında işin farkında değillerdi" (el-Kasas, 28/9).

Hz. Musa (a.s) acıkınca onu emzirmek icab etti. Fakat o kimseden süt emmek istemiyordu. Allah Teâlâ, bunu şöyle zikrediyor: "Önceden, süt annelerinin memesini kabul etmemesini sağladık. Musa'nın ablası; "size, sizin adınıza ona bakacak, iyi davranacak bir ev halkını tavsiye edeyim mi?" dedi. Böylece onu, annesinin gözü aydın olsun diye, ona geri çevirdik. Fakat çoğu bilmezler" (el-Kasas, 28/12-13).

Musa (a.s) böylece annesine dönmüş oldu. Üstelik Firavun'un sarayında büyüdü. Firavun ailesinin sevgisini kazandı. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Musa erginlik çağına gelip olgunlaşınca ona hikmet ve ilim verdik. İyi davrananları böyle mükâfatlandırırız" (el-Kasas, 28/14).

dildade
05-23-2008, 04:03
Yetişip delikanlılık çağına gelen Musa (a.s) bir gün şehre indi. Öğle üzeriydi. Dükkanlar kapalıydı ve halk evlerinde istirahat ediyordu. Kur'ân-ı Kerim'de, şehirde geçen hadise şöyle anlatılıyor; "Musa, halkının haberi olmadığı bir zamanda şehre idi. Biri kendi adamlarından, diğeri de düşmanı olan iki adamı dövüşür buldu. Kendi tarafından olan kimse, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Musa, onun düşmanına bir yumruk vurdu, ölümüne sebep oldu. "Bu şeytanın işidir; çünkü o apaçık saptıran bir düşmandır" dedi. Musa, "Rabbim! doğrusu kendime yazık ettim, beni bağışla" dedi. Allah da onu bağışladı. O, şüphesiz bağışlayandır, merhamet edendir. Musa; "Rabbim! Bana verdiğin nimete and olsun ki, suçlulara asla yardımcı olmayacağım " dedi. Şehirde, korku içinde, etrafı gözeterek sabahladı. Dün kendisinden yardım isteyen kimse, bağırarak ondan yine yardım istiyordu. Musa ona: "Doğrusu sen besbelli bir azgınsın " dedi. Musa, ikisinin de düşmanı olan kimseyi yakalamak isteyince: "Ey Musa! Dün bir cana kıydığın gibi bana da mı kıymak istiyorsun? Sen ıslah edenlerden değil, ancak yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun"dedi" (el-Kasas, 28/15-19).

İsraillinin, olayı ağzından kaçırması üzerine, bütün halk Musa (a.s)'nın Mısırlıyı öldürmüş olduğunu öğrendi. Daha sonra bir adam koşarak geldi ve kendisini öldüreceklerini söyledi.

"Musa korku ipinde çevresini gözetleyerek oradan çıktı. Rabbim! Beni zalim milletten kurtar" dedi. Medyen e doğru yöneldiğinde: "Rabbimin bana doğru yolu göstereceğini umarım ", dedi" (el-Kasas; 28/21-22).

Musa (a.s) böylece yurdundan uzaklaştı. Yanına yiyecek hiç bir şey de almamıştı. Tam sekiz günlük yolu, ağaç yaprakları yiyerek aştı. Mısır ile Medyen arası sekiz günlük bir mesafedir. Allah Teâlâ'nın bu seçkin kulu, aç ve bitap düşmüş olarak bu uzun mesafeyi katetti ve nihayet Medyen'e ulaştı. Kur'ân-ı Kerim'de kıssa şöyle devam ediyor:

"Medyen suyuna geldiğinde, davarlarını sulayan bir insan topluluğu buldu. Onlardan başka, hayvanlarını sudan alıkoyan iki kadın gördü. Onlara: "Derdiniz nedir?"dedi. "Çobanlar ayrılana kadar biz sulamayız. Babamız çok yaşlıdır (onun için bu işi biz yapıyoruz) " dediler. Musa onların davarlarını suladı. Sonra gölgeye çekildi: "Rabbim! Doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım" dedi" (el-Kasas, 28/23-24).

İbn-i Kesir, El-Bidaye ve'n-Nihaye'de bu olayı şöyle anlatıyor: "Medyen suyunda çobanlar koyunları suladıktan sonra, kuyunun ağzına büyük bir kaya koyarlardı. Bu iki kadın da artan sularla koyunlarını sulamaya çalışırlardı. Musa (a.s), kayayı kuyunun ağzından tek başına kaldırdı, su çekti ve kadınların koyunlarını suladı. Sonra tekrar kayayı yerine koydu. Bu kayayı ancak on kişi kaldırabilirdi. Musa (a.s) ise, on kişinin halledebileceği bu işleri tek başına halletmişti. Kızlar babalarına gidip Hz. Musa'yı ve yaptığı iyiliği anlattılar. Kur'an-ı Kerim'de kıssa şöyle devam ediyor:

"O sırada, kadınlardan biri utana utana yürüyüp ona geldi: "Babam sana sulama ücretini ödemek için seni çağırıyor dedi. Musa ona gelince, başından geçeni anlattı. O: "Korkma! Artık zâlim milletten kurtuldun"dedi. İki kadından biri: "Babacığım, onu ücretli olarak tut. Ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır, dedi. Kadınların babası bana sekiz yıl çalışmana karşılık bu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan, o senden bir lütuf olur. Ama sana ağırlık vermek islemem. İnşallah beni iyi kimselerden bulacaksın" dedi. Musa: "Bu seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, bir kötülüğe uğramayacağım. Söylediklerimize Allah vekildir" dedi" (el-Kasas, 28/25-28).

İbn-i Kesir şöyle diyor: "Kızların babasının kim olduğu hakkında görüş ayrılığı vardır. Bunun Şuayb (a.s), olduğu hususunda kanaatler vardır. Ulemanın çoğunluğu da bu görüştedir. Hasan Basri, Malik b. Enes'den naklolunan bir rivayeti delil getirerek diyor ki: Hz. Şuayb kavmi helâk olduktan sonra uzun bir ömür yaşamış, tâ ki Musa (a.s)'a ulaşmış ve kızını ona nikâhlamıştır.

Hz. Şuayb (a.s)'ın kızıyla nikâhlandıktan sonra Musa (a.s), Medyen'de kalıp, hanımının mehri olmak üzere on yıl koyun güttü. Bir rivayete göre, Peygamberimize tam olarak ne kadar çalıştığı sorulmuş; o da on sene olduğunu buyurmuştur. Buradan anlaşıldığı üzere, tam on yıl çobanlık yapmıştır.

Hz. Musa (a.s) ya Peygamberliğinin Bildirilmesi

Musa (a.s) Medyen'de on sene kalıp mehrini tamamladıktan sonra, Mısır'a dönmeye karar verdi. Ailesiyle birlikte yola koyuldu. Karanlık ve soğuk bir gecede yolu şaşırdı ve dağ geçidinin yolunu bir türlü bulamadı. Çakmak taşıyla bir şeyler tutuşturmaya çalıştı, başaramadı. Soğuk iyice şiddetlendi. Kansı da hamileydi ve doğum zamanı da yaklaşmıştı. Musa (a.s) ve ailesinin gerçekten yardıma ihtiyacı vardı. Kur'an-ı Kerim'de, bu olay şöyle anlatılıyor: "Musa, süreyi doldurunca ailesiyle birlikte yola çıktı. Tür tarafından bir ateş gördü. Ailesine: "Durunuz, ben bir ateş gördüm; belki oradan size bir haber veya tutuşmuş, bir odun getiririm de ısınabilirsiniz" dedi. Oraya gelince, kutlu yerdeki vadinin sağ yanındaki ağaç cihetinden: "Ey Musa! Şüphesiz ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım " diye seslenildi. "Değneğini at!." Musa, değneğin yılan gibi hareketler yaptığını görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. "Ey Musa! Dön, gel. Korkma. Şüphesiz güvende olanlardansın" denildi. "Elini koynuna koy, lekesiz, bembeyaz çıksın. Korkudan açılan kollarını kendine çek! Bu ikisi Firavun ve erkânına karşı Rabbinin iki delîlidir. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir millettir" denildi. Musa: "Rabbim! Doğrusu ben onlardan bir cana kıydım. Beni öldürmelerinden korkarım. Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu, beni destekleyen bir yardımcı olarak benimle gönder, çünkü beni yalanlamalarından korkarım" dedi, Allah: "Seni kardeşinle destekleyeceğiz, ikinize bir kudret vereceğiz ki, onlar size el uzatamayacaklardır. Ayetlerimizle ikiniz ve ikinize uyanlar üstün geleceklerdir" dedi" (el-Kasas, 28/29-35).

Tâhâ sûresinin ilk ayetlerinde, Allah Teâlâ ile Musa (a.s) arasında geçen konuşma, daha ayrıntılı bir şekilde verilir. Şu ayetler Allah Teâlâ'nın Musa (a.s)'yı rasul olarak görevlendirdiği zamanın anlaşılmasında yardımcı oluyor: "Ben seni seçtim, artık vahyolunanı dinle. Şüphesiz ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et, Beni anmak için namaz kıl!" (Tâhâ, 20/13-14).

Ve daha sonra Allah Teâlâ, Musa (a.s)'ya şöyle buyuruyor: "Firavun'a gidin; doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya korkar" (Tâhâ, 20/43-44).

Allah Teâlâ'nın, Musa (a.s)'ya bunu emretmesinden sonra, Musa (a.s) ile Firavun arasında amansız bir mücadele de başlamış oluyordu. Hak ile bâtıl'ın amansız savaşı. Bütün peygamberlerin birbirlerine miras bıraktıkları tevhid mücadelesi...

Hz. Musa (a.s), Allah Teâlâ'nın bu emriyle Firavun'a gitti. Onu güzellikle Allah'a iman etmeye davet etti: "Musa: Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim! Bana Allah'a karşı ancak gerçeği söylemek yaraşır. Size Rabbinizden bir mucize getirdim, İsrailoğulları'nı benimle beraber salıver" (el-A'raf, 7/104-105).

"Firavun: "Musa! Rabbiniz kimdir?" dedi. Musa: "Rabbimiz, her şeye ayrı bir özellik veren, sonra doğru yola eriştirendir" dedi" (Tâhâ 20/49-50).

Firavun, bu davete icabet etmedi ve direndi. Musa (a.s)'yı zindana atmakla tehdit etti. Musa (a.s)'da Firavun'a, belki iman eder diyerek, ispat edici bir delil getirmek istedi. Asasını yere attı, kocaman bir yılan oldu. Elini koynuna sokup çıkardı, gözleri kamaştıran bir güneş parçası oluverdi. Musa (a.s)'nın gösterdiği bu mucizeler karşısında Firavun gerçekten korkmuştu. Bunun üzerine o da sihirbazlarını toplayıp, Musa'yı mağlup etmeyi kararlaştırdı. Ülkesindeki bütün ünlü sihirbazları çağırttı ve onlardan Musa (a.s)'nın yaptıklarından daha büyük bir sihir yapmalarını istedi. Onlarda hazırlandılar ve bir gün kararlaştırdılar. O gün gelince de halkın gözleri önünde Musa (a.s) ile yarışmaya başladılar.

"Sihirbazlar: "Ey Musa! Marifetini ya sen ortaya koy veya biz koyalım" dediler. Musa: "Siz koyun"dedi. Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca, insanların gözlerini sihirlediler ve onları ürküttüler, büyük bir sihir yaptılar. Biz de Musa'ya: "Asanı koyuver" dedik o da koyuverdi. Hemen onların uydurduklarını yutmaya başladı. Hak tahakkuk etti. Onların yaptıkları boşa gitti. İşte orada yenildiler, küçük düştüler. Sihirbazlar secdeye kapanıp: "Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine inandık" dediler" (el-A'râf, 7/115-122).

Sihirbazların iman etmeleri, Firavun'u çok kızdırdı. Onları öldürmekle tehdit etti. İşte küfür, acizliğini bu olayla bir kere daha ortaya koymuş oldu.

Gelişen bu olaylar, Firavun'u yola getireceği yerde, onu daha çok azdırdı. Ve Musa (a.s) ile kavmini ortadan kaldırmadıkça rahata kavuşamayacağına inanıp, bu arzusunu yerine getirmeye çalıştı. Musa (a.s), Firavun ve kavmini, imana çağırmaya devam etti. Firavun inkâr ettikçe, Allah Teâlâ onun kavmine tufan, çekirge, haşarat, kurbağa, kan gibi çeşitli azablar gönderdi. Ancak bunların hiç biri, Firavun ve kavmini yola getirmedi.

Firavun, küfür ve inadında, ısrar ve Musa (a.s)'nın davetine de icabet etmemeye devam etti. Allah Teâlâ, Musa (a.s)'ya İsrailoğullarını bir gece Mısır'dan çıkarıp Filistin diyarına götürmesini vahyetti. Bir gece Musa ve kavmi şehirden çıkıp, Süveyş halici boyunca Kızıldeniz'e yöneldiler. Firavun şehirde İsrailoğullarından hiç bir iz göremeyince, kaçtıklarını anladı ve bütün ordusunu seferber ederek, peşlerine düştü. Firavun ordusunun çok kalabalık olduğu rivayet edilmektedir. Firavun iki gün sonra İsrailoğullarına yetişti. İsrailoğullarının önlerinde geçilmesi mümkün olmayan bir deniz arkalarında kocaman bir ordu vardı. İsrailoğulları "Yakalandık yâ Musa" diye yakınmaya başladılar. Kur'ân-ı Kerim'de olay şöyle anlatılıyor: "Musa: "Hayır, Rabbim benimle beraberdir, bana elbette yol gösterecektir"dedi. Bunun üzerine Biz Musa ya: "Değneğinle denize vur" diye vahyettik. Hemen deniz ikiye ayrıldı, her parçası yüce bir dağ gibiydi. İşte oraya geridekileri de yaklaştırdık. Musa ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık" (eş-Şuara, 26/62-65).

"Firavun, ordusuyla onları takib etti. Deniz de onları içine alıverdi. Hem de ne alış!" (Tâhâ, 20/78).

Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ, bir zâlimin, kâfirin sonunu böyle anlatıyor; ve bir kavmi nasıl kurtardığını da. İşte Hak, Bâtıl'ın tepesine böyle inip, onu ortadan kaldırabiliyor.

Firavun ordusu, bir tek kişi kalmamacasına yok oldu. Firavun ise, ölümün geldiğini anlayınca iman ettiğini açıkladı: "Firavun boğulacağı anda: "İsrailoğullarının inandığından başka tanrı olmadığına inandım, artık ben de ona teslim olanlardanım" dedi. Ona: "Şimdi mi (inandın)? Daha önce başkaldırmış ve bozgunculuk etmiştin"dendi" (Yunus, 10/90, 91).

Bu olaydan sonra Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'ya kavmiyle birlikte Beyti Makdis'e yönelmelerini emretti. Yola koyuldular. Çölde su bulamayıp, şiddetli bir susuzluğa kapıldılar. Gelip Musa (a.s.)'a sitem ve şikayette bulundular. Allah, Musa (a.s)'a, âsâsını taşa vurmasını emretti. Vurunca taşın oniki yerinden su fışkırdı. Her Yahudi kabilesine bir göze düşüyordu. Onlar bu gözelerden kana kana içtiler, susuzluklarını giderdiler. Allah Teâlâ İsrailoğullarına, gökten kudret helvası ve bıldırcın eti de gönderdi. Fakat İsrailoğullarının o ikiyüzlülükleri, bütün bu nimetlere rağmen, kendini burada da ortaya çıkardı. Bir tek yemekle yetinemeyeceklerini söylediler: "Ey Musa! Bir çeşit yemeğe dayanamayacağız. Bizim için Rabbine yalvar da, bize yerin bitirdiği sebze, kabak, sarmısak, mercimek ve soğan yetiştirsin" demiştiniz de, "hayırlı olanı daha düşük şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? Bir şehre inin, orada şüphesiz istediğiniz vardır" demişti" (el-Bakara, 2/61).

Sonra Allah Teâlâ Hz. Musa'ya, Filistin'e gitmeyi emretti. Orada Heysanilerin kalıntıları ve Kenanlılardan meydana gelen zalim bir topluluk ile karşılaştılar. Musa (a.s) kavmine, buraya girip bu zalimlerle savaşmalarını, ve onları bu mukaddes beldeden çıkarmalarını emretti. Fakat, İsrailoğulları buna cesaret edemedi: "Ey Musa! "Onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, doğrusu biz burada oturacağız" demişlerdi" (el-Maide, 5/24).

Çünkü İsrailoğulları, Firavun ülkesinde zillet ve adiliğe, aşağılanmaya alışmışlardı. Onlar için bazı değerleri ele geçirmek için savaşmak, bir manâ taşımıyordu. Allah'da onları Tih çölüne attı ve yollarını şaşırttı. Kavmine söz geçiremediğinden yakınan Musa'ya, Allah Teâlâ: "Orası onlara kırk yıl haram kılındı. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen, yoldan çıkmış bir millet için tasalanma" dedi" (el-Maide, 5/26).

Zamanla, bu zillet içinde yaşayan nesil, yerini hürriyetle yetişen ve izzetle yaşayan bir nesile terketti. Bunlar da bir müddet sonra Arz-ı Mukaddes'e girmeye muvaffak oldular.

İsrailoğulları, bu kırk yıl içinde çok çeşitli sapıklıklarda bulundular. Hz. Musa'nın Tur dağında kırk gün geçirdiği bir zamanda, Sâmirî isimli bir şahsın imal ettiği ve "işte sizin de Musa'nın da tanrısı" dediği altından bir buzağıya tapmaya başladılar. Musa (a.s) döndüğünde onları buzağıya tapınır görünce çok üzüldü. Harun (a.s)'a çıkıştı. İsrailoğulları'nı buzağıya tapınmaktan vazgeçirmeye çalıştı. İsrailoğulları ise, her fırsatta iki yüzlülüklerini sergilediler (Sâmirî olayı bak. Daha fazla bilgi için bk. Sâmirî mad.). Musa (a.s), hayatı boyunca tevhid yolunda mücadele etti. Bu uğurda pek çok eziyetle karşılaştı. Yurdundan çıkarıldı, ölümle tehdit edildi ve etrafında kendisiyle beraber, inanan pek az insan bulabildi.

Musa (a.s), Tih çölünde, Harun (a.s)'dan sonra öldü. İsrailoğullarını Arz-ı Mukaddes'e sokamadı. Öldüğünde yüz yirmi yaşında idi. Buhârî, onun ölümü ile ilgili olarak şunları rivayet ediyor: "Ölüm meleği geldiğinde, Musa (a.s) onun yüzüne dikkatle baktı. Canını almaya gelen Azrail (a.s) korktu ve gözü karardı. Sonra: "Yarabbi, beni bir kuluna gönderdin ki, ölmek istemiyor" diye tazarru eyledi. Allah Teâlâ, o hali üzerinden kaldırarak, tekrar Musa'ya gönderdi: "Söyle, sayılı olmak şartıyla istediği kadar yaşasın". Hz. Musa: "Yarabbi, sonra ne olacak?" dedi. "Öleceksin" buyuruldu. "Öyle ise ölüm şimdi gelsin" niyazında bulundu. Sonra Allah Teâlâ'dan, kendisini bir taş atımı Beyti Makdis'e yaklaştırmasını, orada ölmesini ve oraya gömülmesini istedi. Ebu Hureyre (r.a) şöyle diyor: "Rasulullah (s.a.s): "Eğer ben sizinle beraber orada bulunsaydım, onun yol kenarında ve kızıl bir kum tepesinin yanında bulunan kabrini size gösterirdim" buyurdu".

Şâmil İA

dildade
05-23-2008, 04:04
Mûsâ; Kelime Anlamı ve Hz. Mûsâ'nın Kimliği:


"Mûsâ" kelimesi, İbrânîce olan iki kelimeden meydana gelmiş bir bileşik isimdir. Su manasına gelen "mû" ve ağaç anlamına gelen "sâ" kelimesinin birleşmesinden oluşmuştur. O, bu isimle isimlendirilmiştir. Çünkü annesi onu Firavun'un öldürülmesinden korktuğu zaman bir sandukaya koymuş ve denize atmıştı. Sonra denizin dalgaları, Firavun'un sarayı yanındaki ağaçların arasına sokuncaya kadar sürüklemişti. Firavun'un hanımı Asiye'nin câriyeleri yıkanmak için dışarı çıktıklarında sandukayı bulup onu almışlar ve ona, onu buldukları yere göre ad vermişlerdi. Bulunduğu yer ise, ağaç ve su idi.[1]

Hz. Mûsa'nın babası, İmran'dır. Onun babası Yahser, onun da babası Kahes'dir. Sonra Lâvî ve babası Yâkub. Bu silsile ile nesebi Yâkub (a.s.)'a ulaşır ki, onun babası Hz. İshak, onun da babası Hz. İbrahim (a.s.)'dir. Hz. Mûsa'nın yanında gördüğümüz Hârun (a.s.), onun kardeşidir. Allah Teâlâ, Hz. Mûsa'yı Firavun'a imana dâvet için gönderdiğinde, Hz. Hârun'u da ona yardımcı olarak seçmiş ve görevlendirmişti. Hz. Mûsa Allah Teâlâ'ya şöyle duâ ederek, kardeşi Hârun'u kendisine yardımcı istemişti: "Bir de bana ehlimden bir vezir (yardımcı) ver. Kardeşim Hârun'u (ver)" (20/Tâhâ, 29-30)

Hz. Mûsâ, Allah Teâlâ'nın, dört büyük kitaptan biri olan Tevrat'ı verdiği ve yeryüzünde dinini tebliğ edip hâkim kılmak için gönderdiği ulu'l-azm peygamberlerden biridir. Hz. İbrahim'in soyundan olup, İsrâil oğullarının akidelerini ıslah etmek ve onları Allah Teâlâ'nın dilediği nizama kavuşturmakla görevlendirilmişti.

Hz. Âdem'den, Rasulullah (s.a.s.)'e kadar pek çok peygamber gelmiştir. Bu peygamberler, gönderildikleri kavimleri, Allah'a iman etmeye çağırmışlar; bu yolda kâfirlerle savaşmışlar, yaşadıkları diyarlardan çıkarılmışlar; ezilmişler, hakaretlere uğramışlar ve hatta öldürülmüşlerdir. Mûsa (a.s.) da, Allah tarafından İsrâiloğullarına gönderilmiş bir rasul idi. O da tıpkı kendisinden önce gönderilmiş olan peygamberler gibi kavmini Allah'a iman etmeye çağırdı. Kavmine zulmeden ve ilâhlık iddiasında bulunan Firavun'a karşı tevhid yolunda mücâhede etti. Bu uğurda, bütün peygamberlerin karşısına çıkan güçlükler, onun da karşısına çıktı. Doğup büyüdüğü diyardan çıkarıldı, kâfirler tarafından öldürülmek amacıyla kovalandı.

Hz. Mûsâ'nın Firavun ile olan kıssası, Kur'an'ın bazı surelerinde çeşitli üslûplarda ve teferruatlı olarak anlatılmıştır. Firavun ve ordusunun Kızıldeniz'de boğulmaları olayından sonra, İsrâil oğulları ile ilgili kıssasına da genişçe yer verilmiştir. Musa (a.s.)'nın Firavun ile olan Tevhid mücadelesi, bir şahsın bir kralla, bir peygamberin sadece büyük bir zorba ile aralarında geçen basit bir hadiseden ibaret değildir. Aksine, her vakit ve her an ortaya çıkabilen, her zaman ve her coğrafyada tekrar edebilen gerçekçi olaylardandır. Bu, hak ile bâtılın çatışması, Rahman'ın ordusu ile şeytanın ordusunun kaçınılmaz savaşıdır. Aslında hak ile bâtıl arasındaki bu savaş, insanoğlunun yaratılışından, insanları ıslah etmek üzere nebîler ve rasullerin hayat sahnesine çıkmasından beri devam edegelmektedir. Sapıklık ve bâtıl, daima İblis ve ordusu tarafından temsil edilmiş, imana, tevhide, peygamberliğe, kısaca bâtıl, hakka sürekli meydan okumuştur. Fakat kazanan daima hak olmuştur. "Muhakkak ki Biz peygamberlerimizi ve iman edenleri hem dünya hayatında, hem de meleklerin şâhid olacağı günde muzaffer kılacağız." (40/Mü'min, 51). Hz. Mûsâ da gönderildiği kavmi cehâlet ve sapıklık içerisinde buldu. Onları hakka dâvet etti, yurdundan çıkarıldı, savaştı ve sonunda Allah'ın izniyle kazandı.





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebir, II/538.

dildade
05-23-2008, 04:04
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Mûsâ'nın Hayatı ve Mücadelesi:


Hz. Mûsâ ve onun küfür ve şirkle mücadelesi Kur'ân-ı Kerim'de, özellikle A’râf, Tâhâ ve Kasas surelerinde olmak üzere birçok surede uzun uzun anlatılmaktadır. Mûsâ (a.s.) ismi Kur'an'da 136 yerde geçmektedir. Hz. Mûsâ, Kur’an’da en çok zikri geçen peygamberdir. 34 sûre, 131 âyet ve 136 yerde kendisinden doğrudan bahsedilir. Bu konuda Kur'an'da ismi en çok geçen peygamberler içerisinde ikinci sırada yer alan Hz. İbrahim’in yalnız 69, üçüncü sırada yer alan Hz. Nûh'un 43 yerde zikredilmesi, Hz. Mûsâ’nın Kur’an’da önemli bir yer tuttuğunu mukayeseli olarak ortaya koyar. Hz. Mûsâ ile dolaylı olarak ilgili âyetlerin de dikkate alınması halinde âyet sayısının 502’ye ulaştığı görülmektedir. Allah, Kur'an'da Hz. Mûsâ'dan şöyle bahsediyor: "Kur'an'da Mûsa'yı da an. Çünkü o ihlâs sahibi idi ve İsrâil oğulları'na gönderilmiş bir peygamber idi." (19/Meryem, 51). Hayatını ve mücadelesini Kur’an-ı Kerim’den izleyelim:

"İman eden bir kavim için (faydalı olmak üzere) Mûsâ ile Firavun'un haberlerinden bir kısmını sana dosdoğru nakledeceğiz.

Firavun, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını parça parça etmişti. Onlardan bir zümreyi (İsrâil oğullarını) güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Belli ki o, fesatçılardan / bozgunculardandı.

Biz ise istiyorduk ki, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunalım, onları önderler yapalım, onlara (ötekilerin) yerini aldıralım.

Ve o yerde onları hâkim kılalım, Firavun ile Hâmân'a ve ordularına, onlardan (geleceğinden) çekinmekte oldukları şeyi gösterelim.

Mûsâ'nın anasına, 'Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize (Nil nehrine) bırakıver, hiç korkup kaygılanma, çünkü Biz onu tekrar sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız' diye bildirdik.

Nihayet Firavun ailesi O'nu yitik olarak aldı. Çünkü o, sonunda kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı. Şüphesiz Firavun Firavun ile Hâmân ve askerleri yanılıyorlardı.

Firavun'un karısı (sepetin içinden çocuk çıkınca kocasına), 'İkimizin de gözü aydın! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlât ediniriz' dedi. Halbuki onlar (işin sonunu) sezemiyorlardı.

Mûsâ'nın anasının yüreği (tasadan) bomboş kalıverdi. Eğer Biz, (va'dimize) inananlardan olması için onun kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi meydana çıkaracaktı.

Annesi Mûsâ'nın ablasına, 'Onun izini takip et' dedi. O da, onlar farkına varmadan uzaktan kardeşini gözetledi.

Biz (annesine geri vermezden) daha önce onun süt analarının sütünü kabulüne müsaade etmedik. Bunun üzerine ablası, 'Size, onun bakımını sizin namınıza üstlenecek, hem de ona iyi davranacak bir aile göstereyim mi?' dedi.

Böylelikle Biz onu, gözü aydın olsun, gam çekmesin ve Allah'ın va'dinin gerçek olduğunu bilsin diye anasına geri verdik. Fakat yine de pek çoğu (bunu) bilmezler.

Mûsâ yiğitlik çağına erip olgunlaşınca, Biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte güzel davrananları Biz böylece mükâfatlandırırız.

Mûsâ, ahâlisinin habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle döğüşür buldu. Kendi tarafından olanı, düşmana karşı ondan yardım diledi. Mûsâ da ötekine bir yumruk indirip onun ölümüne sebep oldu. 'Bu, şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşman' dedi.

Mûsâ, 'Rabbim! Doğrusu kendimi ziyana uğrattım. Beni bağışla!' dedi, Allah da onu bağışladı. Çünkü, çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olan ancak O'dur.

Mûsâ, 'Rabbim! Bana lutfettiğin nimetlere andolsun ki, artık suçlulara asla arka olmayacağım' dedi.

Şehirde korku içinde, (etrafı) gözetleyerek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse, feryad ederek yine ondan imdad istiyor. Mûsâ ona dedi ki: 'Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın!'

Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam dedi ki: 'Ey Mûsâ! Dün bir cana kıydığın gibi, bana da mı kıymak istiyorsun? Demek, arabuluculardan olmak istemiyor da, bu yerde yaman bir zorba olmayı arzuluyorsun sen!'

Şehrin öbür ucundan bir adam geldi ve şöyle dedi: 'Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzâkere ediyorlar. Derhal (buradan) çık! İnan ki ben senin iyiliğini isteyenlerdenim.'

Mûsâ korka korka, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı. 'Rabbim! Beni zâlimler güruhundan kurtar' dedi.

Medyen'e doğru yöneldiğinde, 'umarım, Rabbim beni doğru yola iletir' dedi.

Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada (hayvanlarını) sulayan birçok insan buldu. Onların gerisinde de, (hayvanlarını suyun olduğu yerden) geri çeken iki kadın gördü. Onlara, 'derdiniz nedir?' dedi. Şöyle cevap verdiler: 'Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (onların içine sokulup hayvanlarımızı) sulamayız; babamız da çok yaşlıdır.'

Bunun üzerine Mûsâ, onların davarlarını suladı. Sonra gölgeye çekildi ve 'Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım' dedi.

Derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona geldi, 'Babam, dedi, bizim yerimize (hayvanları) sulamanın karşılığını ödemek için seni çağırıyor' Mûsâ ona (Hz.Şuayb'a) gelip başından geçeni anlatınca o, 'Korkma, o zâlim kavimden kurtuldun' dedi.

(Şuayb'ın) iki kızından biri, 'Babacığım! Onu ücretle (çoban) tut. Çünkü ücretle istihdam edebileceğin en iyi kimse, bu güçlü ve güvenilir adamdır' dedi.

(Şuayb) dedi ki: Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan artık o kendinden; yoksa sana ağırlık vermek istemem. İnşaallah beni sâlihlerden/iyi kimselerden bulacaksın.

Mûsâ şöyle cevap verdi: 'Bu seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, demek ki bana karşı husumet yok. Söylediklerimize Allah vekildir.

Artık Mûsâ süreyi doldurup ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine 'Siz (burada) bekleyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm' dedi.

Oraya gelince, o mübarek yerdeki vâdinin sağ kıyısından, (oradaki) ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: 'Ey Mûsâ! Bil ki Ben, bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'ım.

Ve 'Asânı at!' (denildi). Mûsâ (attığı) asâyı yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. 'Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın' (buyuruldu).

'Elini koynuna sok; kusursuz, bembeyaz çıkacaktır. Korkudan (açılan) kollarını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kat'i delildir. Çünkü onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır' (diye seslenildi).

Mûsâ dedi ki: 'Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm, beni öldürmelerinden korkuyorum.

Kardeşim Hârun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe ediyorum.'

Allah buyurdu: 'Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz sayesinde onlar size erişemeyecekler. Siz ve size tâbi olanlar üstün geleceksiniz." (28/Kasas, 3-35)

(Rasulüm!) Mûsâ'nın haberi sana ulaştı mı?

Hani o, bir ateş görmüş ve ailesine: 'Bekleyin. Eminim ki bir ateş gördüm. Belki ondan size bir parça kor getiririm, veya ateşin yanında bir rehber bulurum' demişti.

Oraya vardığında kendisine: 'Ey Mûsâ!' diye seslendik:

'Muhakkak ki Ben, evet Ben senin Rabbinim! Hemen nalınlarını /ayakkabılarını çıkar! Çünkü sen, kutsal vâdi Tuvâ'dasın!

Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver.

Muhakkak ki Ben kendim Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Öyle ise Bana ibadet/kulluk et; Beni anmak için namaz kıl.

Kıyâmet zamanı mutlaka gelecektir. Herkes peşine koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye, neredeyse onu açıklayacağım.

Ona inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (kıyâmete inanmaktan) alıkoymasınlar!

Sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?'

'O, benim asamdır, dedi. Ona dayanırım; onunla davarlarıma yaprak silkerim; benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.'

Allah: 'Yere at onu, ey Mûsâ!' dedi.

Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan oldu.

Allah buyurdu: 'Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk haline sokacağız.

Bir de elini koltuğunun altına sok ki, bir başka mûcize olmak üzere, o, kusursuz ve lekesiz beyazlıkta çıksın.

Ta ki sana, en büyük âyetlerimizden birini gösterelim.

Firavun'a git. Çünkü o iyice azdı.'

Mûsâ: 'Rabbim! dedi, göğsüme (ruhuma) genişlik ver.

İşimi bana kolaylaştır.

Dilimin bağını çöz.

Ki sözümü anlasınlar.

Bana ailemden bir de vezir ver.

Kardeşim Hârun'u.

Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir.

Ve onu işime ortak kıl.

Böylece Seni bol bol tesbih edelim.

Ve bol bol zikredelim / analım Seni.

Şüphesiz Sen bizi görmektesin.'

Allah: 'Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.

Andolsun Biz sana bir defa daha lutufta bulunmuştuk.

Bir zaman, annene vahyedilecek şeyi şöyle vahyetmiştik:

'Mûsâ'yı sandığa koy; sonra denize at ki, deniz onu kıyıya atsın da, Benim ve senin düşmanlarımız olan biri onu alsın.’ (Ey Mûsâ! Sevilmen) ve Benim nezâretimde yetiştirilmen için sana Kendi sevgimi lutfettim.

Hani, kız kardeşin gidip ‘Ona bakacak birini size bulayım mı?’ diyordu. Bu yüzden seni, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülmesin diye annene geri verdik. Ve sen, birini öldürdün de seni endişeden kurtardık. Seni iyiden iyiye denemeden geçirdik. Bu yüzden Medyen halkı arasında yıllarca kaldın. Sonra sen, takdire göre (bu makama) geldin ey Mûsâ!

Seni, kendim için seçtim.

Sen ve kardeşin birlikte âyetlerimi (Firavuna) götürün. Beni anmayı ihmal etmeyin.

Firavuna gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı.

Ona tatlı dille, yumuşak üslûpla konuşun. Belki o, aklını başına alır veya korkar.'

Dediler ki: ‘Rabbimiz! Doğrusu biz, onun bize aşırı derecede kötü davranmasından yahut iyice azmasından endişe ediyoruz.’

Buyurdu ki, ‘Korkmayın, çünkü Ben sizinle beraberim, (her şeyi) işitir ve görürüm.

Haydi, gidin de ona deyin ki: ‘Biz, senin Rabbinin elçileriyiz. İsrâil oğullarını hemen bizimle birlikte bırak; onlara eziyet etme! Biz, senin Rabbinden bir âyet (mûcize) getirdik. Kurtuluş, hidâyete uyanlarındır.

Hakikaten bize vahyolundu ki; Azap, (peygamberleri) yalanlayan ve yüz çevirenlerin üstünedir.'

Firavun, ‘Rabbiniz de kimmiş, ey Mûsâ?’ dedi.

O da, ‘Bizim Rabbimiz, her şeye hılkatini veren,sonra da hidayete yöneltendir’ dedi.

‘Öyle ise, önceki milletlerin hali ne olacak?’ dedi.

Mûsâ: ‘Onlar hakkındaki bilgi, dedi, Rabbimin yanında bir kitapta bulunur. Rabbim, ne yanılır, ne de unutur.

O, yeri size beşik yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir.’ Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.

Yiyiniz; hayvanlarınızı otlatınız. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için (Allah’ın kudretine alâmetler vardır.

Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine oraya döneceksiniz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız. Andolsun Biz ona (Firavun’a) delillerimizin hepsini gösterdik; yine de yalanladı ve diretti.

Dedi ki: ‘Yaptığın büyü ile bizi yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin bize, ey Mûsâ?

Öyle ise, muhakkak surette biz de sana, aynen onun gibi bir büyü getireceğiz. Şimdi sen, seninle bizim aramızda, ne senin, ne de bizim muhalefet etmeyeceğimiz uygun bir yerde buluşma zamanı ayarla.’

Mûsâ: ‘Buluşma zamanınız, bayram günü, kuşluk vaktinde insanların toplanması (zamanı) olsun’ dedi.

Bunun üzerine Firavun dönüp gitti. Hilesini tertipledikten sonra çok geçmeden geldi.

Mûsâ onlara: ‘Yazık size!’ dedi, Allah hakkında yalan uydurmayın! Sonra O, bir azap ile kökünüzü keser! İftira eden, muhakkak perişan olur.’

Bunun üzerine onlar, durumlarını aralarında tartıştılar; gizli gizli fısıldaştılar.

‘Bu ikisi muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin ideal yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar sadece’ dediler.

‘Öyle ise, hilenizi kurun; sonra sıra halinde gelin! Muhakkak ki bugün, üstün gelen kurtulmuştur.’

Dediler ki: ‘Ey Mûsâ! Ya sen at veya önce atan biz olalım.’

‘Hayır, siz atın’ dedi. Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve sopaları gerçekten koşuyor gibi görünüyor.

Mûsâ, birden içinde bir korku duydu.

‘Korkma!’ dedik, ‘üstün gelecek olan kesinlikle sensin.

Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü ise, nereye varsa iflâh olmaz.’

Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar. ‘Hârun’un ve Mûsâ’nın Rabbine iman ettik’ dediler.

(Firavun) Şöyle dedi: ‘Ben size izin vermeden ona inandınız ha! Hakikat şu ki o, size büyü öğreten büyüğünüzdür. Şimdi elleriniz ile ayaklarınızı tereddüt etmeden çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! Böylece, hangimizin azabının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız.’

Dediler ki: ‘Seni, bize gelen açık açık mûcizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise yapacağını yap! Sen, ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin.

Bize, hatalarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah, (mükâfatı) en hayırlı ve (cezası) en sürekli olandır.’

Şurası muhakkak ki, kim Rabbine günahkâr olarak varırsa, cehennem sırf onun içindir. O ise orada ne ölür, ne dirilir.

Kim de sâlih amellerde / iyi davranışlarda bulunmuş bir mü’min olarak varırsa, üstün dereceler işte sırf bunlar içindir.

İçinde ebedî kalacakları, zemîninden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte tertemiz arınanların mükâfatı budur.

Andolsun ki Biz Mûsâ’ya, ‘kullarımla birlikte geceleyin yola çık da (size) yetişilmesinden korkmaksızın ve (boğulmaktan) endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol aç’ diye vahyetmiştik.

Bunun üzerine o, askerleri ile birlikte onların peşine düştü. Deniz onları öyle bir kapladı ki, boğuverdi onları.

Firavun, kavmini saptırdı, doğru yola sevketmedi.

Ey İsrâil oğulları! Sizi düşmanınızdan kurtardık; Tûr’un sağ tarafına (gelmeniz için) size vâde tanıdık ve size, kudret helvası ile bıldırcın eti lutfettik.

Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyiniz, bu hususta taşkınlık ve nankörlük de etmeyiniz; sonra size gazabım çarpar. Her kim ki kendisine gazabım çarparsa, hakikaten o, yıkılıp gitmiştir.

Şu da muhakkak ki Ben, tevbe eden, iman eden ve sâlih amel işleyen, sonra (böylece) hidâyette / doğru yolda giden kimseyi bağışlarım.

‘Seni acele ile kavminden ayırmaya sevkeden nedir, ey Mûsâ?’

‘İşte, dedi, onlar da benim peşimdeler. Ben, râzı (memnun) olasın diye Sana acele ile geldim Rabbim.’

Allah buyurdu: ‘Senden sonra Biz, kavmini imtihan ettik ve Sâmirî onları yoldan çıkardı.’

Bunun üzerine Mûsâ, öfkeli ve üzüntülü olarak kavmine döndü. ‘Ey kavmim! dedi, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı?Şu halde size zaman mı çok uzun geldi, yoksa üstünüze Rabbinizin gazabının inmesini mi istediniz ki, bana olan vaadinizden döndünüz?’

Dediler ki: ‘Biz sana olan vaadimizden kendi kudret ve irâdemizle (kendiliğimizden) dönmedik. Fakat biz, o kavmin (Mısır’lıların) zînet eşyasından birtakım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde Sâmirî de atmıştı.’

Bu adam, onlar için, böğürme kabiliyeti olan bir buzağı (heykeli) icad etti. Bunun üzerine, ‘İşte, dediler, bu, sizin de, Mûsâ’nın da tanrısıdır. Fakat onu unuttu.’

O şeyin, kendilerine hiçbir sözle mukabele edemeyeceğini, kendilerine bir zarar, veya fayda vermek gücünde olmadığını görmezler mi?

Hakikaten Hârun, onlara daha önce, ‘Ey kavmim, demişti, siz, bunun yüzünden sadece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz, şüphesiz, çok merhametli olan Allah’tır. Şu halde bana uyunuz ve emrime itaat ediniz.”

‘Biz, dediler, Mûsâ aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz!’

(Mûsâ döndüğünde) ‘Ey Hârun! dedi, sana ne engel oldu da, bunların dalâlete düştüklerini gördüğün vakit peşimden gelmedin? Emrime âsî mi oldun?’

(Hârun:) ‘Ey annemin oğlu! dedi, saçımı başımı yolma! Ben,senin: ‘İsrâil oğullarının arasına ayrılık düşürdün; sözümü tutmadın!’ demenden korktum.’

‘Ya senin zorun nedir, ey Sâmirî?’ dedi.

O da, ‘Ben, onların görmediklerini gördüm. Zira, o elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu böyle bana nefsim hoş gösterdi’ dedi.

Mûsâ, ‘Defol! dedi, artık hayatın boyunca sen: ‘Bana dokunmayın!’ diyeceksin. Ayrıca senin için, kurtulamayacağın bir ceza günü var. Tapmakta olduğun tanrına da bak! Yemin ederim, biz onu yakacağız; sonra da onu parça parça edip denize atacağız.

Sizin ilâhınız, yalnızca, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. O’nun ilmi, her şeyi kuşatmıştır.” (20/Tâhâ, 9-98)

dildade
05-23-2008, 04:04
Hz. Mûsa’nın Tevhid Mücadelesinden Alınacak Bazı İbretler:


Firavun gibi günahkâr, büyüklük taslayan (10/Yûnus, 75), yoldan çıkmış bir fâsık (28/Kasas, 32), zâlim (28/Kasas, 38) ve tanrılık iddia edecek kadar azgın (79/Nâziât, 24; 66/Tahrim, 11) bir müşrik ile mücadele etme görevi Hz. Mûsa’ya verildi. Hz. Musa’nın isteği ile kardeşi Hârun da tevhid mücadelesinde kendisine yardım etmek üzere ve peygamber olarak görevlendirildi (28/Kasas, 33-34). Allah bu kardeş peygamberlere şu emri verdi:

“Firavun’a gidin! Doğrusu o tuğyan etmiş/azmıştır.” (20/Tâhâ, 43)

Hz. Mûsa, Firavun ile karşılaşmaktan endişe duyuyordu. Çünkü o, daha önce Firavun’un memleketi olan Mısır sokaklarında gezerken iki adamın kavga ettiğini, birbirlerine girerek vuruştuklarını, birinin diğerine baskın gelerek ezdiğini görmüş, ezilen kişiyi ezenin zulmünden kurtarmak için güçlü olana bir tokat atmış, fakat, niyeti öldürmek olmadığı halde, adam, eceli dolmuş olduğu için cansız yere düşerek ölmüştü. Ne var ki, Hz. Musa’nın attığı tokat yüzünden ölen kişi Firavun’un avanesinden bir kıptî idi. Haber Firavun'a intikal edince, onu öldürmek için asker ve polislerine, yakalayıp kendisine getirmelerini emretmişti. Durumun ciddiyetinin farkına varan Hz. Mûsa da Firavun’un zulmünden kaçmış, şehri terketmiş ve Medyen’e gitmişti.

Bu olaydan dolayı, Hz. Mûsa, Firavun’a tevhid dâvetini götürmekten çekiniyordu. Çünkü onun kendilerine karşı taşkınlık etmesinden korkuyordu. “İkisi (Mûsa ve Hârun) dediler ki: ‘Rabbimiz, onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz.” (20/Tâhâ, 45) Ve Allah’ın cevabı: “(Allah) Buyurdu ki: ‘Korkmayın; Ben sizinle beraberim, (her şeyi) görür ve işitirim.” (20/Tâhâ, 46). Burada yüce Allah, peygamberleri Mûsa ve Hârun’a tevhid dâvetinin metodunu açık bir şekilde beyan ediyor. Bu hususu üç maddede özetlemek mümkün:

1- Öncelikle yüce Allah, tevhid dâvetine muhatap olan şahıslar, güçler, otoriteler vs. ne kadar güçlü olursa olsunlar, ne kadar tuğyankârlık/azgınlık yaparlarsa yapsınlar, ne kadar zâlim olurlarsa olsunlar... Tevhid erlerinin onlardan korkmamaları, çekinmemeleri gerektiğini belirtiyor. Çünkü o kuvvet, kudret sahibi, yüce ve büyük, cebbâr, zü’l-celâl ve’l-kemâl, kulları üzerinde kahredici güce sahip olan, bütün evreni, canlıları, eşyayı bir tek “ol” emriyle yaratan, noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarıyla donanmış olan... Yüce Allah her an onlarla beraber... Her şeyi hem gören ve hem de işiten, her şeyden haberdar olan, sonunda her şeyin kendisine döneceği Allah onlarla beraber olduktan sonra, bu dünyada güçlü gözükse bile ne yapabilir Firavun? Kızsa, azgınlık etse, köpürse de ne gelir elinden?[1]

2- Tevhid dâvetçisi öncelikle kendi akîdelerinin temellerini izah etmelidir. Nitekim Hz. Mûsa ve Hârun kendi akîdelerinin temellerini izah etmekle emrolunmuşlardır: “Haydi varın ona deyin ki: ‘Biz senin Rabbinin elçileriyiz.” (20/Tâhâ, 47). Dâvetçi, daha ilk anda tevhid akîdesini sunmalıdır muhatabına. Kendisinin ve tüm kâinatın bir Rabbinin olduğunu, O’ndan başka ilâh bulunmadığını, yeryüzünde yegâne hâkim ve mutasarrıf olduğunu belirtmek zorundadır. Nitekim Hz. Mûsa da, Firavun’a daha ilk anda kâinatın bir rabbinin olduğunu ve O’nun hem kendisinin, hem de bütün insanların Rabbi olduğunu belirtmiş, böylece de onun rablik iddiasının sahte ve bâtıl olduğunu açıklamıştır. Bu sahne Kur’ân-ı Kerim’de şöyle dile getirilir: “O (Firavun), ‘ey Mûsa, Rabbiniz kimdir sizin?' dedi. Mûsa da ona: ‘Rabbimiz her şeye varlık veren, sonra doğru yola eriştirendir’ dedi.” (20/Tâhâ, 49-50)

Mûsâ (a.s.), Firavun’un sorduğu soruya Allah’ın sıfatlarından “yaratıcı” ve idare edici” sıfatlarını sayarak cevap veriyor. Çünkü bu sıfatlar, Rabbimizin bütün mevcûdâta varlığını verip ve onu bugünkü şekliyle yarattığını, ayrıca bu yarattığı şeylere neler yapmaları gerektiği fikrini öğrettiğini belirtirler. Aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim’in Mûsâ (a.s.)’dan söz ederek anlattığı Allah’ın bu vasıfları, kâinatı idare eden Yüce Yaratıcı’nın ulûhiyet eserlerini de en mükemmel şekilde özetlemektedir. Bütün varlıklara varlığını verip, bütün yaratıkları yarattığı şekilde halkederek yaratılış gayesini gösteren vazifelerini bilmeyi de ihsan etmesi ulûhiyetin eserlerinin en mükemmel ifadesidir. İnsanoğlu dikkatini toplayarak gücü yettiği nisbette çevresindeki şu büyük mevcûdâta atf-ı nazar ettiği zaman, büyük-küçük her varlıkta, en küçük zerreden en büyük kürreye kadar, en basit hücreden en gelişmiş hayat şekline kadar bütün canlı varlıklarda ibdâ edici kudretin eserlerini bütün açıklığıyla görür.[2]

Hz. Mûsa, her şeyden önce bu perspektiften bakarak Firavun’a Tevhid akîdesini sunmayı bir gereklilik olarak görmüştü. Çünkü Firavun: “Rabbiniz kimdir ey Mûsâ?” (20/Tâhâ, 49) sözüyle her ne kadar kendisinin halkının tek ilâhı olduğunu veya Mısır’da başka hiçbir şeye tapılmadığını kasdetmemiş, bu sözü ile Allah’ın elçiler göndererek emirler vermesi ve yeryüzündeki siyasî hükümranlığına müdahale etmesi olayını reddetmeyi (Mevdudi, Tefhim, c. 3, s. 227) kasdetmiş ise de, o kendisinin sadece Mısır’ın değil; teoride bütün insanlığın siyasî anlamda yeryüzündeki rabbi, yani hâkimi olduğunu iddia ediyordu. İşte bu iddianın önüne geçmek için Hz. Mûsa ona, kendisine itaat etmesi için bir elçi gönderen başka bir varlığın, yani Allah’ın her varlığı yarattığını, her varlığa varlığını veren ve onu bulunduğu şekilde halk edenin Allah olduğunu belirtmiştir. Ayrıca yüce Allah’ın insanı yaratarak, yapması gereken görevi bildirdiğini tebliğ etmiştir. Kısacası, bu tebliğin özü şu idi: Bir tek ilâh vardır, o da Allah’tır. Allah ki, her şeyi yaratan, sonra da doğru yola götüren Rabbimizdir.

3- Tevhid önderleri, kendi öğretilerinin, yahut müslümanların selâmeti için yapmak istedikleri fiillerin mâhiyetini, kısacası ortaya koymak istedikleri işlerin ana gayesini açıklamak zorundadırlar. Hz. Musa ve Hârun, Firavun’a gittikleri vakit, ulûhiyet ve rubûbiyet noktasında Allah’ın birliğini belirttikten, kısaca Tevhid akîdesini özetledikten sonra kendi risâletlerinin mâhiyetini açıklamışlardır: “Artık İsrâil oğullarını bizimle gönder ve onlara azap etme!” (20/Tâhâ, 47). Diyebiliriz ki, Hz. Mûsa, Firavun’un önüne iki mesajla çıktı: Birincisi, Allah’a itaat etsin, İslâm’ı ve İslâm’ın özü olan Tevhid akîdesini kabul etsin; ikincisi, eskiden müslüman olan İsrâil oğullarına yaptığı baskı ve zulme son versin.

Hz. Mûsa ve Hz. Hârun, Allah Teâlâ’dan aldıkları görev, tâlimat ve usûlle Firavun’a gittiler. Ona gerçek ilâh, gerçek Rab ve gerçek ma’budlarından mesajlar sundular: “Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim. Bana Allah’a karşı ancak gerçeği söylemek yaraşır. Size Rabbinizden bir mûcize getirdim. İsrâil oğullarını bizimle beraber gönder.” (7/A’râf, 104-105). Bunun üzerine Firavun, Hz. Mûsa’ya: “Âlemlerin rabbi de nedir? dedi.” (26/Şuarâ, 23) Hz. Mûsa: “Eğer kesin olarak bilecek kimseler iseniz, bilin ki, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulananların Rabbidir.” (26/Şuarâ. 24) dedi. Firavun, saltanatı ayakta tutmak ve Hz. Mûsa’yı da halkının yani İsrâil oğullarının gözünden düşürmek, onun peşinden gitmelerini engellemek için çeşitli hile ve desiselere başvurma yoluna gitti. Bu hile ve desiselerin tabii sonucu olarak çevresindekilere şöyle hitap etti: “Size gönderilen peygamberiniz mutlaka delidir.” (26/Şuarâ, 27) Hz. Mûsa’ya da: “Benden başka tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindanlık ederim.” (26/Şuarâ, 29); “Sen bizi, babalarımızdan bulduğumuz yol üzerinden çevirmek için mi geldin? Yeryüzünde saltanat ikinize mi ait olacak? Biz ikinize de iman etmeyiz.” (10/Yûnus, 78) Ve “Ey Mûsa! Ben seni büyülenmiş sanıyorum” (17/İsrâ, 101) dedi.

Firavun, kendi mevki, makam ve düzenini korumak için İsrâil oğullarına Hz. Mûsa’yı sihirbaz olarak tanıtmaya başladı. Kendi meşhur sihirbazlarını çağırdı. Onlardan Hz. Mûsa ile bir yarışma düzenlemelerini ve onu yenmelerini istedi. Bununla Hz. Mûsa’yı ve onun Tevhid dâvetini halkın gözünde küçük düşürmek istedi. Ne var ki sihirbazlar Mûsa (a.s.)’nın Allah’tan aldığı mûcizeler karşısında yenilerek secdeye kapandılar ve şöyle dediler: “Âlemlerin Rabbine, Mûsa ve Hârun’un Rabbine iman ettik.” (26/Şuarâ, 47-48). Sihirbazların büyük bir topluluk içinde, kalabalık bir grup halinde Mûsa (a.s.)’ya inanmaları Firavun’un hâkimiyetini, tanrılık iddiasını sarsmış ve halkın Firavun korkusunu azaltmıştı. Bunun farkına varan Firavun, durumu kurtarmak için mü’minlere kızdı, hiddetle çıkıştı, onlara ceza vermeye kalkıştı, Yerinden fırladı ve bağırdı: “Ben size izin vermeden ona inandınız ha?!” (7/A’râf, 123) “Andolsun ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. Sizi hurma kütüklerine asacağım. Hangimizin azabının daha çetin ve devamlı olduğunu bileceksiniz.!” (20/Tâhâ, 71; 7/A’râf, 124; 26/Şuarâ, 49)

Firavun’un bu açık ve korkunç tehdidi Hz. Mûsa, Hz. Hârun ve onlarla beraber olan mü’minleri yıldırmadı. Bilakis bu tehditler onların imanlarını kuvvetlendirdi. Çünkü Tevhid inancı, Allah'tan başka hiçbir otoriteyi tanımamak, hiçbir güçten korkmamak ve hiçbir tehditten dolayı yılmamaktır. Bu şuuru taşıyan muvahhid mü’minler Firavun’un karşısında şöyle haykırdılar: “Biz seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacağını yap; sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin!” (20/Tâhâ, 72) “Zararı yok, biz şüphesiz Rabbimiz’e döneceğiz. İman edenlerin ilki olmamızdan ötürü Rabbimiz’in kusurlarımızı bize bağışlayacağını umarız.” (26/Şuarâ, 50-51).

Hem sihirbazların ve hem de halkın Tevhid akîdesine yönelmeleri Firavun’u iyiden iyiye çileden çıkardı ve onu fena şekilde azdırdı: “Bırakın beni de Mûsa’yı öldüreyim. O, Rabbine yalvara dursun. O’nun sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde fesad/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.” (40/Mü’min, 26). Hz. Mûsa, Firavun ve yandaşlarının ıslah olmaz hallerini görünce Rabbine yöneldi. Suçlu bir millet karşısında kendilerine yardım elini uzatması için Rabbine yakardı (44/Duhân, 22). Allah, Mûsa (a.s.)’nın bu yakarışına şöyle cevap verdi: “Kullarımı geceleyin yürüt! Şüphesiz takip edileceksiniz.” (26/Şuarâ, 52; 44/Duhân, 23). "Denizden onlara kuru bir yol aç; batmaktan ve düşmanların yetişmesinden korkma, endişelenme!” (20/Tâhâ, 77)

Mûsa (a.s.) İsrâil oğullarını bir gece topluca Filistin’e doğru yola çıkardı. O, mü’minleri Firavun’un zulmünden uzaklaştırmak için çaba sarfediyordu. Fakat Firavun, Hz. Mûsa’nın milletini Mısır’dan çıkarmak üzere yola çıkardığını haber alınca, ordusuyla derhal onları takip etmeye başladı. “Güneş üzerlerine doğarken onların ardına düştüler.” (26/Şuarâ, 60) “Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla (Hz. Mûsa ve milletinin) ardına düştüler.” (10/Yûnus, 90) Bunun üzerine vahiy geldi Mûsa’ya: “Asanla/ deyneğinle denize vur!” (26/Şuarâ, 63). Hz. Mûsa emre uydu. Bastonuyla denize vurdu. “Hemen deniz ikiye bölündü. Her parçası yüce bir dağ gibiydi sanki.” (26/Şuarâ, 63). Mûsa (a.s.) Allah’tan şu emri aldı: “Denizi de açık bırak. Çünkü onlar bir ordu halinde boğulmuş olacaklardır.” (44/Duhân, 24). Firavun, ordusuyla onları takip etti. Deniz de onları içine alıverdi. Hem de ne alış! (20/Tâhâ, 78)

Firavun ve ordusu denizde boğulmaktaydı. Firavun boğulacağını anlayınca şöyle bağırmaya başladı: “İsrâil oğullarının iman ettiğinden başka ilâh olmadığına inandım. Artık ben O’na teslim olanlardanım.” (10/Yûnus, 90). Bu âyet-i kerimeden de anlaşılıyor ki, Firavun’un daha önce “...Ey ileri gelenler, ben sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum” (28/Kasas, 38) ve Mûsa (a.s.)’ya hitaben: “Andolsun, eğer benden başka bir ilâh edinirsen seni muhakkak ve kesinlikle zindana girenlerden ederim.” (29/Şuarâ, 29) şeklinde söylediği sözlerle kastı, kendinden başka bütün ilâhları, özellikle de Allah’ı inkâr etmek değil; gerçek maksadı Hz. Mûsa’nın dâvâsını red ve iptal etmektir. Mûsa (a.s.) rubûbiyetini sadece tabiat üstüne inhisar ettirmekle kalmayıp emretme ve nehyetme gücüne sahip medenî ve siyasî manaları ile üstün hüküm ve kuvvet sahibi bir ilâha dâvet edince, Firavun kavmine: “Ey kavmim,sizin için bu türden bir ilâh olarak benden başkasını bilmiyorum” dedi ve Hz. Mûsa’yı kendisinden başkasını ilâh edinirse hapse atmakla tehdit etti. (Bkz. Mevdûdi, Kur’an’da Dört Terim, s. 68)

Evet, Firavun ve ordusu denizde boğuldu. Firavun, bu hengâmede dalgalar arasında, boğulmakla yüz yüze, ölümle burun buruna gelince iman ettiğini, yani Allah’a inanarak Tevhid akîdesini kabul ettiğini ilân etti. Fakat imanı ve tevbesi ona fayda vermedi: “Şimdi mi inandın? Oysa daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin!” (10/Yûnus, 91). Rabbimiz, çaresizlik içerisinde, başka tutunacak dalın kalmadığı bir anda başvurulan iman etme olayını kabul etmedi. Çünkü yeis/ümitsizlik halinde iman etme makbul olamazdı. Bunca zulüm ve fesâdı böylesi bir anda, boğulurken söylenen “inandım” sözü nasıl silerdi? Firavun ve yandaşları ilâhî tokadı yedi. Hz. Mûsa ve beraberindekiler kurtuldu. Firavun ve yandaşları ise suda boğuldu. Zira bu değişmeyen ve değişmeyecek olan ilâhî kanundur. Mü’minler kurtulur; kâfirler helâk olur. Fakat bir şartla: Tevhid dâvetinin açık-seçik, bütün netliğiyle insanlara sunulması. Bu şart yerine getirilmeden mü’minlerin galip gelmesi ve kâfirlerin de helâk olması beklenemez.

“Mûsâ’yı ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. Sonra ötekileri boğduk.” (26/Şuarâ, 66) Mûsa (a.s.) bunca eziyetlere katlanarak milletiyle birlikte denizden geçmiş ve Mısır’a nisbetle daha tehlikesiz bir toprağa ayak basmıştı. Mûsa (a.s.)’nın mücadelesi, bundan böyle kendi öz kavmi İsrâil oğullarıyla olacaktı. Mûsa (a.s.) ve İsrâil oğulları Filistin’e doğru ilerlerken “kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine ‘Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de bir tanrı yap!” dediler.” (7/A’râf, 138) Mûsa (a.s.) asıl Tevhid mücadelesinin daha yeni başladığını hissetti. Olacak şey miydi Firavun belâsından yeni kurtulmuş bir toplumun Rabbinin öğretileriyle kuşanmış bir peygamberden, bir Tevhid önderinden kendilerine put yapmalarını istemesi? Bu yüzden toplumuna döndü ve onlara şöyle hitabetti Hz. Mûsa: “Doğrusu siz koyu câhil bir toplumsunuz.” (7/A’râf, 138) Putlara tapan Amalika kavmine işaret ederek: “Şunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yaptıkları şeyler bâtıldır/boşa çıkmıştır. Allah sizi âlemlere üstün kılmışken size Allah’tan başka bir ilâh/ tanrı mı arayayım?” (7/A’râf, 139-140)

Peygamber put yapar mıydı? Peygamber ancak put kırardı. Kişileri putlara tapmaktan alıkoyardı. Allah’a kulluk yapmaya çağırırdı. Çünkü put, Allah düşüncesinin ve tevhidin karşıtıdır. Allah ve tevhid dtüşüncesi insanın içine dolmadan kişinin kendi kendisini aşması mümkün olmaz; kendi kendisini aşmadan da bunalımlardan kurtulma imkânı yoktur insanın. Hem put nedir ki? Taş. Taş, insandan üstün olamaz ki! Hatırlamanın, saygı duymanın taşla hiçbir ilgisi de yoktur. Heykel, saçmalığın taşlaşmasıdır; ilkelliğin de simgesi.[3]

Bundan sonra Mûsa (a.s.) Mikat’a dâvet edildi. Orada kendisine Tevhid dininin esasları öğretilecekti: “Mûsâ ile otuz gece (için) sözleştik ve buna on gece daha kattık. Böylece Rabb’in tâyin ettiği vakit kırk geceye tamamlandı.” (7/A’râf, 142; 2/Bakara, 51) Mûsâ (a.s.), kırk gün sürecek olan Mikat yolculuğuna çıkmadan önce kardeşi Hârun (a.s.)’u yerine vekil tâyin etti. Ve ona: “Kavmim içinde benim yerime geç, ıslah et; bozguncuların yoluna uyma!” (7/A’râf, 142) dedi. Allah Teâlâ, Hz. Mûsa’ya Mikat’ta öğütte bulundu: “Mûsâ için nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini levhalarda yazdık (ve dedik ki): ‘Bunları kuvvetle tut, kavmine de onu en güzel tutmalarını (gereği ile amel etmelerini) emret. Yakında size, yoldan çıkmışların yurdunu (nasıl harâbeye çevirdiğimi) göstereceğim.” (7/A’râf, 145) "Mûsâ’nın ardından kavmi, zînet takımlarından, böğüren bir buzağı heykelini (yapıp tanrı) edindiler.” (7/A’râf, 148) Onlar buzağıya tapınırken Hârun (a.s.) onların yanında bulunuyordu. Ne var ki onları bu kötü ve çirkin sapıklıktan alıkoyamadı. “Mûsâ, kızgın ve üzgün bir halde kavmine dönünce: ‘Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?’ dedi. (Tevrat’ın yazılı olduğu) levhaları yere attı ve kardeşinin (Hârun’un) başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi,) ‘Annemin oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zâlim kavimle beraber tutma!’ dedi.” (7/A’râf, 150)

Mûsa (a.s.) şiddetli bir şekilde öfkelendi. Çünkü kavmi kendisinden sonra Tevhid’i bırakıp şirke düşmüştü. Allah’ı bırakıp buzağıya ibadet etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Mûsa levhaları atıp kardeşinin başından tutarak kendine doğru çekti. Bu hareket, Hz. Mûsa’nın kapıldığı infialin şiddetini ifade ediyor. Attığı bu levhalarda Rabbi’nin kelimeleri vardı. Atamazdı onları, ama kızınca kendisini kaybetti (S. Kutub, Fî Zılâl, 6/265). Anlaşılıyor ki Hz. Mûsa, asıl din olan Tevhid’in ihlâli karşısında esas meseleyi şiddet ve öncelikle halletmek için tafsilâta ait olan, muhtevâ olarak insanlara hidâyet ve rahmet prensiplerini içeren levhaları muvakkaten (geçici bir süreyle) bir tarafa bırakmış ve ilk iş olarak Tevhid’e taalluk eden büyük bir ihtilâl karşısında teferruatla uğraşmanın yanlış olacağı kanaatine varmıştır. Çünkü Allah, şirk günahını affetmemekle beraber (4/Nisâ, 48; 5/Mâide, 72), şirk koşanların amellerinin de boşa gideceğini açıkça beyan etmiştir (6/En’âm, 88; 7/A’râf, 147). Zira şirk, iyi işleri yok eden çok çirkin bir günahtır. Bu gerçeğin farkında olan Hz. Mûsa da kavminin öncelikle i’tikadını düzeltmeyi, daha sonra da bu sağlam i’tikad/inanç ve düşünce gereği amel etmelerini sağlamayı amaç edinmiştir. Zaten bütün peygamberler aynı noktadan, yani “iman”dan başlamışlardır işe. İnsanların kafalarındaki câhiliyye tortularını, küfür pisliklerini ve şirk artıklarını temizledikten sonra amele taalluk eden konulardan bahsetmişlerdir.

Demek ki, buzağı putu meselesi Mûsa (a.s.)’nın Tevhid mücadelesinde büyük karşı ihtilâl/devrim, Elmalılı merhumun deyimiyle Tevhid’in ihlâli; tevhidin ihtilâli/karşı devrimiydi. Ancak Hz. Mûsa, gerek kendi döneminde ve gerekse de kendisinden sonraki bütün dönemlerde şirke karşı mücadele verecek Tevhid erlerine bir örnek, bir numûne-i imtisal olarak bu vahim olay karşısında teferruatla kendisini oyalamadı, şirkin üzerine gitti ve kavmini öncelikle bu kötü durumdan kurtarma yolunu seçti. Bu yüzden levhaları muvakkaten (geçici kısa bir süre) bir kenara bıraktı. Yeniden Tevhid dinine dâvet etmeye başladı kendi kavmini. Benî İsrâil’in tarihinden çıkarılacak en büyük ders, budur.[4]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an: 10/ 44.

[2] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an: 10/46.

[3] Nuri Pakdil, Batı Notları, Edebiyat Y. s. 22.

[4] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 90-100.

dildade
05-23-2008, 04:05
Hz. Mûsa’nın Dâvet Konusuyla İlgili Duâları:


a- Sadrının Şerhi (Ruhuna genişlik Verilmesi):


“Firavun'a git. Çünkü o iyice azdı. Mûsâ: Rabbim! dedi, göğsüme (ruhuma) genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimin bağını çöz. Ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden bir de vezir ver. Kardeşim Hârun'u. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece Seni bol bol tesbih edelim. Ve bol bol zikredelim / analım Seni. Şüphesiz Sen bizi görmektesin.' Allah: 'Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.” (20/Tâhâ, 24-36)

Peygamber yolunun vârisi olmaya çalışan her dâvetçi ve tebliğcinin bu konulardaki kendi eksikliklerini fark etmeleridir bu duâlardan yansıyanlar. Ve Allah’tan bu konuda destek ve yardım isteyeceği hususlardır bu duâlarda istenenler. Hz. Mûsa, dâvet ve tebliğ emrini aldıktan sonra, Rabbinden ilk adımda “sadrını şerh etmesini” (genişletmesini) istemiştir (20/Tâhâ, 25). Bunun, kendisinde eksikliğini hissettiği bir niteliğin talebi anlamına geldiği anlaşılıyor. Bunun ne olduğuna yine Kur’an, “sadrın dayk olması” yani göğsün daralması âyetiyle (26/Şuarâ, 13) işaret etmektedir. Bazı müfessirler, bunun izahını; “onlara götürdüklerinin yalanlanmasından dolayı infiâle kapılarak kalbin daralması, ruhun sıkılması” olarak açıklıyorlar (Beydavî, Envâr, IV/465). Halbuki infiâle kapılmak, bir sonuçtur. Bunun temelindeki asıl neden, olaylara; sebeplere dayalı olarak değil de; iman gözüyle bakılmasıdır. Nitekim Hz. Mûsa da kendisinin bu özelliğini bildiğini, dünyevî destek olarak hemen ilk planda sadrının şerh edilmesini talep ettiğini Kur’an bize haber veriyor.

Hz. Mûsa’da böyle bir psikolojinin oluşumunun, yalan ve fesada dayalı bir ortamda uzun süre kalmasıyla bağlantılı olduğu söylenebilir: Bebekliğinden itibaren birkaç kez Firavun tarafından öldürülmek istenmiştir. Firavun’un sarayında çocukluğunun geçmesiyle, onun nice zulümlerine şahit olmuştur. Hz. Mûsa, sadrının şerhi duâsıyla, göğsünün genişletilmesini, gelecek yüklere tahammüllü olması ve tebliğ yolunda meşakkatlere sabredebilmesi için kalbine genişlik verilmesini, böylece Hak’tan başka hiç kimseden korkmayan ve Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin kendisine zarar vermeyeceğini bilen bir kimse haline gelmesini istediği anlaşılıyor.

dildade
05-23-2008, 04:05
b- İşinin Kolaylaştırılması:


Hz. Mûsa’nın tebliğe başlama emrinden sonra duâsındaki ikinci isteği “emrinin teysîri”, yani işinin kolaylaştırılmasıdır (20/Tâhâ, 26). Bununla da, Firavun’a İslâm’ı tebliğinde, gerekli sebeplerin oluşması ve engellerin kaldırılması suretiyle işinin kolaylaştırılmasını talep ettiği anlaşılıyor. Zira kendisine gönderildiği kral, yeryüzünün en güçlü, en ceberut, küfür konusunda en şiddetli, asker olarak en büyük orduya sahip ve tuğyanda/azgınlıkta en ileri gitmiş, kendi halkı için kendisinden başka ilâh tanımayan bir kraldır. Hz. Mûsa, büyüme dönemini onların yanında, hatta yer yer Firavun’un odasında tamamlamış, sonra onlardan birini öldürmüş, onların da kendisini öldüreceğinden korkarak kaçmış, sonra Rabbi onu onlara, tevhide, tek ve ortağı olmayan Allah’a ibâdete dâvet için göndermişti. Bu nedenle işi son derece zordu. Bu sebeple Hz. Mûsa’nın Rabbine “Sen yardımcım ve destekçim olmazsan buna gücüm yetmez” anlamında “Rabbim, işimi kolaylaştır.” (20/Tâhâ, 26) dediği anlaşılıyor.

dildade
05-23-2008, 04:05
c- Dilindeki Düğümün Çözülmesi:


Peygamberlerin temel görevlerinin tebliğ olduğunu biliyoruz. Bu konuda onların sahip olmaları gereken en etkin güçleri dilleri, konuşma yetenekleridir. Zira insanlara ulaştırılması istenen hakikatler, kelimeler, cümleler halinde ve öncelikle konuşma yoluyla ulaştırılabilir. Hz. Mûsa’nın bu konuda sıkıntısı olduğunu Kur’an, “Dilimdeki ukdeyi/dilimin bağını çöz.”(20/Tâhâ, 27). “Lisan olarak benden daha fasih kardeşim Hârun’u benimle gönder.” (28/Kasas, 34) âyetleriyle bildirmektedir. Bu durumun, yani Hz. Mûsa tarafından yapılan talebin “Sözünün fıkhedilmesi/anlaşılması” (20/Tâhâ, 28) amacına yönelik olduğu hemen takip eden âyetten anlaşılmaktadır.

Hz. Mûsa’nın dilinde meydana gelen ukdenin, bebekken Firavun’a karşı yaptığı hareketin, Firavun tarafından öldürülerek cezalandırılmak istenmesi üzerine, bunu bilinçli bir şekilde yapmadığını ispat için altın veya yakutla, kor ateşten birini seçme imtihanından geçirilmesi olayında onun ateşi seçerek alıp ağzına atması üzerine meydana geldiği nakl olunmaktadır.[1] Bazı rivayetlerde de Cebrâil’in Mûsa (a.s.)’nın madene uzanan elini ateşe yönlendirdiği belirtilir.[2]

İbn Abbas, İbn Mes’ûd ve sahabenin bazı ileri gelenlerinden rivâyet edilen nakle göre olayın tafsilâtı şöyledir: Hz. Mûsa, bebekliğini geçirdiği Firavun’un sarayında, yürüyüp koşacak hale gelip biraz palazlanınca, annesi onu oynatıyor, eğlendiriyordu. Bir gün onu Firavun’un kucağına vererek: “Bu göz nurunu ve ciğerpâreni al, sev!” dedi. Firavun: “Bu çocuk benim için değil; senin için göz aydınlığıdır” karşılığını verdi. Kucağına aldığında, Mûsa, Firavun’un sakalını tutup çekti. (Adam/Mûsa olacak çocuk, zâlim Firavun'un düşman olduğunu bilerek, sakalından tutup çekmesinden belli olur.) Bunun üzerine canı yanan Firavun: “Cellatlar gelsin!” diye bağırdı. Maksadı çocuğu öldürtmekti. Karısı Asiye, hemen atılarak, yalvarıp yakardı ve öldürülmesini engelledi. (Bkz. 28/Kasas, 9).

Asiye, şöylece idare-i kelâm etti: “(Efendimiz!) Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur veya onu evlât ediniriz. Çünkü o çocuktur, ne yaptığını bilmez. Sen, Mısır halkı arasında, zînet ve süs eşyası bakımından benden daha zengin bir kadın bulunmadığını bilirsin; ben şimdi onun için yakuttan yapılmış bir süs eşyası getireceğim; aynı anda bir de kor alıp ikisini aynı yere, yan yana koyacağım. Eğer çocuk, elini uzatıp yakutu alırsa, akıllı ve zekî biri olduğu anlaşılır, bu takdirde onu boğazlatırsın; eğer yakut ortada dururken ateş parçasını kavrarsa, çocuk olduğu ve aklının gelişmediği ortaya çıkar” dedi.

Asiye bu iş için bahis konusu ettiği yakutu getirdi ve bir de tas içine kor ateş koydu. Bu sırada Cebrail gelerek Mûsa’nın eline ateş parçasını verdi. Mûsa, eline aldığı koru derhal ağzına götürdü ve dilini yaktı.[3]

Bu korla dili yanan Hz. Mûsa, bu yüzden dilinde meydana gelen peltekliğe benzer bir ârıza sebebiyle çok iyi konuşamıyordu. Onun için Allah’tan kardeşinin yanına verilmesini istedi.

Birçok tefsirde yer alan bu rivâyetler doğru mudur? İşin aslını elbette Allah bilir. Bu rivâyetin İsrâiliyât olduğu, İbn Abbas’ın yahudi çevrelerinden duyup naklettiği mevkuf bir rivayet olduğu değerlendirmesi yapılır.[4] Bizim tercihimiz de bu rivâyetlerin İsrâiliyât kokuyor olduğu yönündedir.

Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği üzere, Hz. Mûsa, gerçekleri Firavun’a anlatmakla görevlendirildiğinde, dilindeki pürüzün/peltekliğin giderilmesini Cenâb-ı Hak’tan dilemiştir (20/Tâhâ, 26). Hz. Mûsa’nın bu konudaki istekleri hakkında, devam eden âyette şöyle buyurulur: “Allah, ‘Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.” (20/Tâhâ, 36) Bu âyetle Hz. Mûsa’nın bu isteklerinin kabul edildiği beyan edildiğine göre, peltekliğin de son bulduğu anlaşılmaktadır.

Firavun’un, fikrî mücadele ile yenemediği Hz. Mûsa’nın bu insanî zaafını yüzüne vurarak onunla alay ettiğini de görüyoruz: “Firavun kavmine seslendi ve dedi: ‘Ey kavmim! Mısır’ın mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?” (43/Zuhruf, 51-52)

Hz. Mûsa’nın dilindeki tutukluk hakkında Mevdûdî’nin tercih ettiği görüş ise daha farklıdır. Aslında bu, bir dil/lisan meselesidir. Zira Mûsa (a.s.) İsrâil oğullarından bir İbrânî idi ve dili de Kıptîlerinkinden farklıydı. Firavun’un evinde büyümesi dolayısıyla Kıptîce biliyordu, fakat doğal olarak ana dili olan İbrânîce gibi konuşamıyordu. Kur’an’dan anlaşıldığı üzere, Mûsa (a.s.)’nın anası Firavun sarayında (süt annesi ve) mürebbiye olarak bulunuyordu ve çocuğunu kendisi büyütmüştü. Mürebbiyelerin/dadıların da çocukların dili üzerinde büyük etkisi olduğu bir gerçek. Dolayısıyla annesi O’na kendi dillerini öğretmiştir.

Mûsa (a.s.) Medyen’e kaçıncaya kadar annesiyle beraber yaşamışlardır. Zira Kur’an-ı Kerim’de onun belli bir süre sonra öldüğüne veya Firavun sarayında belli süre çalışıp da sonra ayrıldığına dair herhangi bir açıklama yok. Mûsa (a.s.) kaçınca Kıptî dilinden tümüyle uzak kaldı. Ayrıca İbrânîce konuşulan bölgeden bir hanımla evlendi. Daha sonra da Kıptî dilini konuşan Firavun’a hitap etmek üzere görevlendirildi. Bu nedenle pek iyi konuşamadığı yabancı dille mesajını iletmeye çalışmasında bu durum garipsenemez. İşte Firavun, “neredeyse söz anlatamayacak durumda” derken bunu kastediyordu.[5]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Hâkim, el-Müstedrek, II/575; Taberî, Tefsir, 16/163, Beydavî, Envâr, 4/194; nakl. A.g.e. s. 89.

[2] Taberî Tefsir, 16/159; Sa’lebî, Arâis, 152, nakl. A.g.e. s. 90

[3] Taberî, Tarih, 1/ 549-550

[4] İbn Kesir, Tefsir, IV/ 515; İbn Kesir, el-Bidâye, I/307; el-Kasımî, Tefsir, I/43; nakl. A. Aydemir, Peygamberler, s. 130.

[5] Mevdûdi, Kur’an’da Firavun, s. 246-247.

dildade
05-23-2008, 04:05
d- Hârun’un Vezir/Yardımcı Olarak Verilmesi:


Hz. Mûsa’nın burada yaptığı bir diğer talebin, ailesinden, kardeşi Hârun’un kendisine vezir/yardımcı kılınması (20/Tâhâ, 29-30) olduğu anlaşılıyor. Hz. Mûsa’nın bu talebi, Hârun’un “kendisinden lisan olarak daha fasih” (28/Kasas, 34) olması, “tasdik eden/doğrulayan bir yardımcı” (28/Kasas, 34) ve “beraberce Rabbi bol bol tesbih ve tezekkür etmeleri/anmaları” (20/Tâhâ, 33-34), “sırtının/arkasının güçlenmesi ve işine iştirak etmesi/ortak olması” (20/Tâhâ, 31-32) için istediği Kur’an tarafından bildirilmektedir.

Hz. Mûsa’nın fiilî tebliğ hareketinde Hârun’un gerek İsrâil oğulları, gerekse Firavun nezdindeki etkinliğinden yararlanmak istediği anlaşılıyor. Ayrıca, Hz. Mûsa’nın Hârun’u yardımcı olarak istemesinde bir diğer sebep olarak, en az on yıldır Mısır’dan uzak kalması da gösterilebilir.

Peygamberlerin, tebliğ faâliyetlerinin sürekli insanlarla uğraşma zorunluluğu, onların dünyevî problemleri; Rabbin zikri ve tesbihi süresinde kısıtlamalar yapılmasını gerektirebilir. Bu konuda peygambere yapılacak yardım, zikre rağbeti artırabileceği gibi, ilmin çoğalması sonucunu da sağlar. Bu bakımdan âyette zikrolunan “Böylece Seni bol bol tesbih edelim, bolca analım.” (20/Tâhâ, 33-34) âyeti “Onu işimde ortak kıl. Onunla arkamı güçlendir.” (20/Tâhâ, 31-32) âyetlerinin nihâî varmak istediği hedefi olmaktadır. Ve Hz. Mûsa’ya bu talep ettiklerinin verildiğini Kur’an açıkça belirtir (20/Tâhâ, 36).[1]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ali Sayı, Hz. Mûsa, 86-92.

dildade
05-23-2008, 04:06
Hz. Mûsâ’nın Tâğutla Mücadelesinden Dâvetçiler İçin Çıkarılacak Bazı Dersler:


Dâvâ adamı dâvetçinin Kur'an prensiplerini çok iyi bilmesi ve bunların pratik modelleri olan peygamberlerin hayatlarından ve mücadelelerinden örnek almaları, olmazsa olmaz bir şarttır. "O peygamberler ki Allah'ın gönderdiği emirleri tebliğ ederler/duyururlar. Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter." (33/Ahzâb, 39)

"Allah dilerse bu dini fâcir/sapık bir adamla da kuvvetlendirir." Allah, Firavun'un iktidar ve saltanatını yıkmakla görevli düşmanını sarayında elleriyle besletip büyüttü. Zâlim ve tâğut, kendisi farkında olmasa da Allah isterse, onun vasıtasıyla da hakkı ortaya çıkarır veya hâkim kılar. Her fabrikadan zaman zaman imalât hataları çıkar, marangoz hatası olarak zâlimin kucağında âlim, tâğutun sarayında o saltanatı yıkacak bir peygamber yetişebilir.

Allah, dâvâ adamı elçilerini özel şartlarda yetiştirir, olgunlaştırır. Onların peygamberlik dönemleri olduğu kadar, nübüvvet öncesi hayatları, yetişme ve olgunlaşmaları da dersler çıkartılacak alanlardır. Onların izini takip eden tebliğ ve dâvet adamına, mücahid ve devrimciye peygamberler çocukluklarından vefatlarına kadar daima yol göstermektedir. Hz. Mûsa'nın yetişme ve hazırlık devresi de bizim için büyük örnekler ve dersler taşımaktadır. O, düşmanını tanıma yönünden daha çocukluğundan itibaren hazırlandı. Saray hayatını tanıdı, yönetim ve egemenlik işlerini, bürokrasiyi yakından gördü. Sosyal statü olarak en üst sınıf olan saray hayatından çobanlık gibi o toplum için en altta kabul edilen sınıfa kaderin cilvesi olarak muhâtap oldu. Dolayısıyla her grubun, her sınıfın problemlerini yakından öğrendi. Rahatlıkla da zorlukla da imtihan oldu.

Hemen her peygamberin çobanlık yaptığını biliyoruz. Mûsa (a.s.) da, Hz. Şuayb'ın yanında geçen 8-10 yıl, çobanlıkla meşgul olmuş, doğayı, arzı ve gökleri yakından inceleme fırsatı bulmuş, tefekkür için müsait ortam içinde yaşamıştır. Medyen'de sâlih bir kişinin yanında yaşadı. Bu hayatı, Firavun'la girişeceği zorlu mücadelenin sıkıntılarını göğüsleyebilme hazırlığıydı. Hayat mektebinde sâlih ve olgun bir öğretmenin özel eğiticiliğinde eğitildi. Bu eğitim ve hazırlık, öncülerin hayatın içinde eğitilmelerinin önemine işarettir. Sarayda yaşadığı zamanda da hak tarafını tutuyor, ezilmiş mazlum insanlara yardım etmeyi kendine görev biliyordu. Kavga eden iki kişiden mazlum olanın yanında yer alması ve hayatını bu konuda riske atması da bunun bir örneğidir. O her zaman hak tarafında ve ıslah edici idi.

Allah Teâlâ, Mûsa (a.s.)’dan elçisi olarak Firavun’a gitmesini istemiştir. Hz. Mûsa ile Firavun ve kavmi arasında bir sorun vardı. Mûsa (a.s.) konuşurken kekeliyor, bazen zorlanıyordu. Mûsâ (a.s.) Rabbinin kendisine bu görevi vermesi üzerine O’ndan kardeşini de risâlet tebliği görevine katmasını istedi. Allah da onun bu isteğini olumlu karşıladı ve iki kardeşten Firavun’a giderek onunla yumuşak bir üslûpla, tatlı dille konuşmalarını istedi. Ve Firavun’a gittiler. O ikisiyle Firavun arasındaki diyaloglar çok çeşitli ve renkli geçmiştir. Firavun, diyaloglarında sürekli konu değiştirmek istemiş ama Mûsa (a.s.) zekâ ve ferâsetiyle onu engellemiştir. Aralarındaki diyalog, uzun süre devam etmiştir. Biz bu diyaloglardan dâvet üslûbumuzda yararlanabileceğimiz şu noktaları çıkartabiliriz:

1- Dâvetçi, nebevî bir sorumluluğa çağrıldığında olumlu karşılık vermelidir. Psikolojik durumu ne olursa olsun -korkulu, kaygılı- bunu gerekçe göstererek sorumluluktan kaçma cihetine gitmemelidir. Aksine sorumluluk konusunu Mûsa (a.s.)’nın yaptığı gibi iyi düşünmeli ve Rabbine yakararak gücünün nelere yetebileceğini samimi olarak itiraf etmelidir. Allah’tan eksikliklerini gidermesi ve kendisini takviye etmesini niyaz etmelidir. Rabbine ve O’nun yardımına karşı sürekli mânevî bir güven duygusu içinde olabilmesi için bunu yapmalıdır. Sonra Allah’tan tebliğde kendisine yardımcı olabilecek birilerini kendisiyle beraber görevlendirmesini istemelidir. Biz bu âyetlerden şu dersleri çıkartmaktayız: Müslüman dâvetçi, faâliyetinde başkalarından yardım istemesini engelleyecek derecede bireysel ve kişisel düşünmemelidir. Böyle bir teklif, başkalarından geldiğinde iyice düşünerek bunu kabul edebilmelidir. Kesinlikle bağımsız hareket etme övüncünü hesaba katarak aksi şekilde davranmamalıdır. Başkalarıyla birlikte çalışmanın kendi eksikliğine yorumlanacağını da düşünmemelidir.

Bunun sebeplerine indiğimizde şunu görürüz: Tebliğ faâliyetinde mesele, belli kişileri ilgilendiren özel bir mesele değildir. Dolayısıyla tebliğle ilgili sorumlulukların, özel ve kişisel hesaplar dairesine sokulması mümkün değildir. Burada temel mesele, inanılan ve düşünce ve sorumluluğu yüklenilen dâvâ meselesidir. Başarı veya başarısızlık, kişileri değil; ümmeti ilgilendiren konulardır. Bu yüzden dâvetçiye düşen; dâvet sorumluluğuyla ilgili hesap yaparken hedefe ulaşmada katkısı olacak bütün unsurları devreye sokmasıdır. Bu unsurlar, yardımlaşabile-ceği şahıslar olabileceği gibi, çeşitli fiziksel araçlar da olabilir. Mûsa (a.s.)’nın Rabbiyle diyalogundaki konumu ve Hârun (a.s.)'un kendisiyle birlikte gönderilmesi isteği, ondaki sorumluluk bilincinin ne derece yüksek olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir. O, Allah’a karşı öyle samimi ve açıktır ki kardeşinin de bu sorumluluğa ortak edilmesi isteğini dile getirmekten çekinmemektedir. Unutmayalım ki, Allah’ın peygamberi dahi eksiklik hissederek bunu açıkça ifade etmektedir.

İslâmî tebliğ faâliyetini kişisel itibarlar ve bencillikleri açısından düşünen kimseler için Hz. Mûsa’nın bu davranışında büyük bir ders vardır. Bencillik ve kişisel düşünce, insanı, kim olursa olsun diğerleriyle yardımlaşmaktan ve yardım istemekten alıkoyar.

2- Allah dâvetçiden daima şunun bilincinden olmasını istemektedir. Allah kendisini işitmekte, görmekte; düşmanlarının da tehditlerini duymakta ve yaptıklarını da görmektedir (20/Tâhâ, 46). Bu bilinç, müslüman dâvetçinin tavırlarında güçlü olmasını sağlayacak, düşmanlarının tehditleri karşısında zayıflama eğilimine girer girmez bunu hatırlayıp güçlenecektir. Bu bilinçle hareket eden dâvetçi, yalnızlık duygusuna kapılmayacak ve ne suretle olursa olsun çözülmeyecektir.

3- Dâvetçi, dâvetinde muhataplarının kalplerini ve düşüncelerini Allah’ın kelâmına açacak bir üslûp izlemeli, konuşurken netlik, kararlılık ve şefkat içeren sözcükleri özellikle seçmelidir. (Bkz. 20/Tâhâ, 44; 3/Âl-i İmran, 159). Ağır ve karmaşık kelimelerden mümkün olduğunca kaçınmalı, kaygı ve tehdit duygusu uyandıracak zıtlaşma üslûbundan uzaklaşmalıdır.

Bunun sebeplerine indiğimizde peygamberî tebliğ çizgisinin temelde iki gerçekten hareket ettiğini görürüz:

a- Dâvetçiler, dâvet ettikleri kimselerin önüne hakla buluşup onu anlamalarına mâni olacak psikolojik veya düşünsel engeller koymamalıdırlar. Böyle yaparak onların inkâr ve inatları için gerekçe sahibi olmalarına mâni olmalıdırlar. Deliller açıkça ortaya konduktan ve hak açıkça tebliğ edildikten sonra, onların hiçbir hüccetleri kalmayacaktır: “Ta ki helâk olan, açık bir delili gördükten sonra helâk olsun; Sağ kalan da bu açık delilden sonra yaşasın.” (8/Enfâl, 42)

b- Şuna inanmak gerekir ki, insan Rabbine ne kadar başkaldırsa, isyan ve azgınlıkta bulunsa da hak çağrılarına ve iyilik olgusuna daima sıcak yaklaşır. Bu, Allah’ın insan üzerine yarattığı fıtratın bir gereğidir. Bu boyut, her insanın derinliklerinde vardır. İyilik ve tatlı sözler duyduğu bazı anlarda ise uyanır. Bu nedenle bize düşen, sapıklığı ve yoldan çıkmışlığı hangi boyutta olursa olsun her insana güzel söz söylemek ve sevgiyle dolu iyiliklerden bahsetmektir. Sevgi ve iyilik faktörlerinin onun derinliklerinde yatan mânevî ve rûhî özelliklerle buluşup hidâyete açılmasını sağlaması hiç de uzak bir ihtimal değildir.

Allah Teâlâ’nın Mûsa (a.s.) ile Hârun (a.s.)’a Firavun’u uyarma sorumluluğunu yüklemesinin sırrı da bu olsa gerektir. Yüce Allah, Hz. Mûsa ile kardeşinden Firavun’a karşı yumuşak konuşmalarını istemektedir. Belki de iyilik olgusunu hatırlayarak ibret alabilir ve yaşadığı karanlık hayatın sonunda Allah’ın katında karşılaşacağı acı azabı düşünerek doğru yola gelebilirdi.[1]

Tur’daki birinci mükâleme akabinde Hz. Mûsa’ya, Firavun ve meleine gittiklerinde hangi usulle ve hangi amaca hizmet etmek için hareket edecekleri “ona kavl-i leyyinle (yumuşak üslûpla ve tatlı dille) konuşun. Belki o, aklını başına alır veya korkar.” (20/Tâhâ, 44) âyetiyle öğretilmiştir. Bu âyet, bazı şeylerin duyurulmasının yanında, ondan çok, bu ifade olunacakların usûl ve üslûbunu belirtmektedir. Müfessirler, “kavl-i leyyin”le ifade edilen bu emrin; incelikli, yumuşak, yaklaştırıcı kelâm olduğunu belirtmektedirler. Zira nefislerde etkili ve beliğ olanın da bu olduğu açıktır. Yine bu konuda “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (16/Nahl, 125) âyeti benzer üslûbu emretmektedir.

“Kavl-i leyyin”, yani yumuşak üslûptan amacın, Firavun’un tezekkür etmesi, aklını başına alması, nasihat ve öğüt alması, iz’ana gelmesi, ve haşyet etmesi, yani inkârının onu helâke ve felâkete götüreceğini anlayarak korkması ve teslim olması olduğu anlaşılıyor.

Burada, tezekkür ve haşyet etmeyeceği, aklını başına alıp korkmayacağı ve dolayısıyla teslim olmayacağı Allah’ın ilminde belli olan Firavun gibi bir kimsenin nasıl bunları yapabileceği sorusu akla gelebilir. Buna, Allah’ın kazâsının ancak gerekenler yapıldıktan sonra tecellî edeceği ve ancak bu şekilde karşı tarafın mâzeretinin ortadan kalkacağı görüşüyle cevap verilebilir. Nitekim bu durumu, “Eğer onları senden önce azab ile helâk etseydik onlar, “ey Rabbimiz, bize bir rasul/peygamber gönderseydin de, senin âyetlerine ittibâ etseydik’ derlerdi.” (20/Tâhâ, 134) âyeti açıkça ortaya koymaktadır.

Yine Hz. Mûsa’dan Firavun’un tezkiyesi, Rabbine yönelmesi ve ulaşması, ona rehberlik yapması, onu bu yöne irşâd etmesi de istenmiştir. “Firavun’a git! Çünkü o tuğyân etti. De ki: ‘Tezkiyeye/arınmağa gönlün var mı? Sana Rabbinin yolunu hidâyet edeyim/göstereyim de, O’ndan kork.” (79/Nâziât, 17-19). Hz. Mûsa’nın Firavun’a karşı, diğer görevleri yanında âdeta onu irşâd etmekle yükümlü hale geldiği görülüyor. Bu, bir insanda hakka gelmek konusunda hiçbir ümit olmasa dahi, onun hakkında yapılması gereken dâvet ve tebliğin yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır.[2]

4- Dâvetçi, düşmanların diyalog ortamını asıl hedefinden uzaklaştırmaya yönelik kullandıkları bütün yolları kavramalı ve onları ısrarla asıl konuya çekmelidir. Bunu da zekâ ve ferâsetini kullanarak yapmalıdır. Tıpkı Mûsa (a.s.)’nın yaptığı gibi.

5- Büyücülerin Hz. Mûsa’ya inandıktan sonra Firavun’la yaptıkları konuşmalara gelince; Bildiğimiz gibi Firavun kendi izni olmaksızın Hz. Mûsa’ya ve getirdiklerine iman ettikleri için büyücülere kızmıştır. Sanki iman olayı, günlük hayat veya idarî meseleler gibi Firavun’un iznini gerektiren bir olguymuşçasına Firavun, kendisine danışmadan iman eden sihirbazlara yaptıklarından dolayı ağır tehditler savurmuştur.

Bu, her yer ve zamanda tâğutların ortak düşünce ve kafa yapısının bir uzantısıdır. Onlar, insanların sadece bedenlerine değil; akıl ve düşüncelerine, inançlarına ve tercihlerine de sahip olmak isterler. Onlara göre insanlar, ancak onların istediği gibi düşünmeli, istediklerine ve izin verdiklerine inanmalıdır. Halklarının düşünmesi yasaktır. Resmî izin olmaksızın iman etmek ve inandığını yaşamak yasaktır. Firavun, bu tâğutî tepkisinden sonra, yaşadığı şoku hafifletmek, düştüğü sıkıntılı durumu gidermek ve otoritesindeki zaafı kapatmak istemiştir. Çünkü Mûsa (a.s.)’ya inananlar, onun en yakın adamlarıydı. Bu bağlamda o, meseleyi hem kendisine hem de çevresindekilere sonradan gelişen bir olay olarak değil; önceden planlanmış bir komplo olarak kabul ettirme yoluna gitmiştir. Sihirbazların Hz. Mûsa’ya mağlup olmaları ve sihirle uğraştıklarından neyin sihir, neyin mûcize olduğunu hemen anladıklarından dolayı, Hz. Mûsa’ya kamu oyu önünde iman etmeleri Firavun’u endişeye sevketti. Bu olayın halk vicdanında Hz. Mûsa lehinde güçlü bir delil olacağından korktuğu için, buna bir çare düşünmek gereğini duydu. Derhal bir şeytanlık ve kurnazlık ortaya attı. Halkın kafasına bazı şüpheler sokarak fikirlerini bulandırmak, zihinlerini karıştırmak niyetiyle, sihirbazları, itham ve tehdit etti.

Firavun’un tezine (daha doğrusu, iftira atarak suçlamasına) göre Hz. Mûsa, onların en büyük hocasıydı ve büyüyü onlara o öğretmişti. Firavun, sihirbazlara geri adım atmaları için ağır tehditler savurdu. Ama onlar, bu tehditlere kulak asmadılar. Firavun’un suratına şunu açıkça haykırdılar: Biz seni gördüğümüz apaçık delillere asla tercih etmeyiz. Bizim hakkımızda ne istiyorsan yap, ama bizi döndüremezsin. Bizi susturmak için hepimizi yok etmen gerekecek. Bu, bizi asla üzmez; aksine sevindirir. Çünkü senin bizi öldürmenle büyük bir saâdete, Allah yolunda şehâdete ulaşacağız. Her hâlükârda sen de bir gün ölüp gidecek fâni bir insansın. Sahip olduğun şeyler, gerçekte basittir ve bunlara güvenilmez. Ama Allah, ezelî ve bâkî olandır. O, devamlı teminattır/güvendir. Zira O, kâinattaki her şeyin, hatta senin yegâne sahibidir. O, bizim için hayattaki her şeyden daha hayırlı ve daha kalıcı olandır.

Bu tavır, azgın küfür güçleri karşısında ve kanlı mücadelelerin, baskı ve işkencelerin en korkunç aşamasında gösterilen gerçekten eşsiz ve sarsılmaz bir mü’min tavrıdır. Bizim bu tavırdan çıkarmamız gereken önemli dersler vardır. Öncelikle tâğutların tehdit, ambargo ve yasaklarına aldırmamamız gerekmektedir. Onlar, İslâm düşüncesinin ve onu benimseyenlerin özgürce hareket etmelerine kendi çıkarlarının gerektirdiği ölçüde ve lütfen izin vermek istemektedirler. Böylelikle İslâm, ardında türlü sapıklık ve çarpıklıkların gizli olduğu bir düzenin vitrini ve koltuk değneği olacak ve o düzene kutsallık ve dokunulmazlık izafe edilecektir. Yine şehidliği seve seve göze alan bu mü’mince tavır, bize şu Kur’anî sloganı çok daha candan benimsetmektedir: Allah, iman edip sâlih ameller yapanlar için, her şeyden daha hayırlı ve daha kalıcı olandır.[3]

Kalpleri Allah ve peygamber sevgisiyle dolu olan insanlara, gerçekten inanmışlara tehdit fayda eder mi? Onları azim ve kararlarından döndürmek mümkün mü? Onları kanaatlerinden vazgeçirmek şöyle dursun, bilakis azimleri bilenir, kuvvet kazanır. İmanın yürekten olup olmadığı böyle zamanlarda belli olur. Elmasla kömür böyle ateşten bir denemeyle ortaya çıkar. Firavun’un itham ve iftira olarak söylediği gibi şikeye dayanan anlaşmalı sözde inanç ile gerçek iman, yani nifakla ihlâs, bu tür işkence ve ölüm imtihanlarıyla ortaya çıkar. Sihirbazlar daha önce sihir konusunda uzman ve mâhir kişiler olduklarından dolayı, imanları acaba bir plan ve tuzak olabilir mi, diye hatıra bir şüphe gelebilirdi. Hatıra gelebilecek böyle bir şüpheyi de, bu türlü bir sınav silebilirdi. Öldürülme, asılıp kesilme sınavı.

Allah’ın hikmetinin bir eseri olarak, Hz. Mûsa’nın gösterdiği mûcizenin sihir olmadığını, her türlü şüpheden uzak bir surette ortaya koymak için, rekabet meydanında, secdelere kapanarak hakkı tasdik eden sihirbazların imanı akla gelebilecek bütün endişe ve şüpheleri silmiş ve Firavun’un tehdidine samimiyet ve metânetle: “(‘Eğer bizim ellerimizi ve ayaklarımızı keser ve bizi asarsan o zaman) biz doğrusu, ancak Rabbimize döneriz’ dediler.” (7/A’râf, 126). Bu cümle, birkaç anlama gelebilir:

Biz nasıl olsa öleceğiz. Sen istesen de öleceğiz, istemesen de. Başımıza gelmesi kesin olan ölüm, ölüm olmak yönünden, ha senin tarafından olmuş, ha olmamış bizce birdir, fark etmez. Sebepleri değişik olsa da ölüm, ölümdür. Zamanı gelince senin bizi ölümden kurtaramayacağın da bir gerçek. Sonuç olarak senin bu tehdidin önemsiz ve anlamsızdır. Sen bizi kesip asarsan, şehid olur ve Rabbimizin sevabına kavuşuruz. Cennet’e gireriz. O yüzden bu tehdidinden korkmak şöyle dursun, Hak uğrunda can vermeyi canımıza minnet biliriz.

Biz ölünce sen sağ kalacak, ebedî hayatta kalacak değilsin. Sen de, biz de öleceğiz ve gerçek mâbud olan Yüce Rabbimizin katına varacağız. Aramızda hükmü O verecek. Haklıyı haksızı seçecek. Zâlim kim, mazlum kim belli edecek.[4] O mü’minler, bundan sonra şunu ekledi: “(Şimdi sen)sadece Rabbimizin âyetlerine, bize geldikleri zaman iman ettiğimizden dolayı intikama kalkıyorsun.” (7/A’râf, 126)

Hak ve gerçek ortaya çıkınca, bâtılı bırakıp hakkı kabul etmek kızılacak, tehditle karşı durulacak bir şey değildir. Üstelik bu övülecek, takdir edilecek bir fazilettir. Sen ise bize bir suçluya kızar gibi kızıyorsun, intikam almaya kalkıyorsun. Bilesin ki bu, büyük bir zulümdür. Mûsa’yı mağlup ettiğimizde bize büyük makamlar, mevkiler vaad ediyordun. Şimdi gerçeği gördük, inandık diye bizi asıp kesmeye kalkıyorsun. Bu ne büyük bir haksızlık! Bunları söyleyen sihirbazlar, Allah’a yönelip: “Ey Rabbimiz! Bize sabır ver ve canımızı müslüman olarak al!” (7/A’râf, 126) diye dua edip yalvardılar. Samimiyetlerini, ölümü hiçe sayarak ispatladılar, Allah için imtihanlarını kazandılar.

Acaba Firavun dediğini/tehdidini yaptı mı, yapmadı mı? Bunda ihtilaf edilmiştir. İbn Abbas’tan nakledildiğine göre: “sabahleyin imansız sihirbazlar iken, akşam üzeri şehid oldular.” denilmiştir (İbn Cevzî, Tefsir, c. 3, s. 241). Tehdidin yerini bulmadığını söyleyen de olmuştur. Kıssanın Kur’an’daki anlatılış biçimi, tehdidin yerini bulduğunu andırmaktadır (Bkz. Elmalılı, 4/2255).

Bu kişiler, imanlarında sebat ederek ölmeyi canlarına minnet bilmişler ve hak yolunda şehid olmuşlardır. Tabiatiyle bu işin sonu Firavun’un aleyhine çıkmıştır. Tarih şahittir ki her zaman, kan kılıcı boğar; mazlumun âhı zâlimi kahreder. En usta sihirbazların imana gelmiş olmaları ve imanlarını (büyük bir ihtimalle) şehâdetle kanıtlamaları, Hz. Mûsa’nın gösterdiği şeylerin gerçekliğini ve Firavun’un iddia ettiği gibi sihir olmadığını ortaya koymuştur.[5] Hak gelmiş, bâtıl zâil olmuştur.

Hz. Mûsa’nın ve mü’min sihirbazların tâğutla mücadelesi de gösteriyor ki, kimin gönlünde Allah varsa, her iki dünyada da onun yardımcısı Allah’tır; kimin gönlünde de Allah’ın dışında başka şey (endâd) hâkimse, onun dostu sadece o fânî şey ve her iki cihanda da hasmı Allah’tır.

Selâm olsun Mûsâ’ya ve Mûsâların yolunu izleyen mü’minlere... Yuh olsun, yazıklar olsun Firavunlara, Karunlara, Hâmânlara, Sâmirî ve Bel’amlara ve de onların izinden gidenlere...





--------------------------------------------------------------------------------

[1] M. Hüseyin Fadlullah, Kuram ve Eylem: 2/141-144.

[2] Ali Sayı, a.g.e., s. 93-95.

[3] M. Hüseyin Fadlullah, a.g.e. s. 144-146.

[4] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 4, s. 2255.

[5] Abdullah Aydemir, Peygamberler, s. 139-140.

dildade
05-23-2008, 04:06
Hz Mûsâ Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler


Mûsâ (a.s.)'nın Kavmi İsrâiloğullarıyla ve Firavun'la Mücadelelerini Anlatan Âyetler: 7/A'râf, 103-156; 10/Yûnus, 75-92; 20/Tâhâ, 47-79; 26/Şuarâ, 10-68; 27/Neml, 7-14; 28/Kasas, 3-43; 37/Saffat, 114-121; 40/Mü'min, 23-46; 43/Zuhruf, 46-56; 44/Duhan, 17-33; 79/Nâziât, 15-24.

Firavun’un İsrâiloğullarına Zulmü: 2/Bakara, 49; 7/A’râf, 127; 28/Kasas, 4-6; 40/Mü’min, 25; 89/Fecr, 10.

Hz. Musa'nın Annesinin, Onu Nehire Bırakması, Firavun’un Karısının Musa (a.s.)’yı Nil Nehrinde Bulması ve Hz. Musa’nın Firavun Sarayında Büyümesi: 20/Tâhâ, 37-40; 28/Kasas, 3, 7-14.

Firavun’un Karısının Teslimiyeti (Müslümanlığı): 66/Tahrim, 11.

Hz. Musa'nın Hata ile Bir Kıptiyi Öldürmesi, Tevbesi ve Kaçması: 28/Kasas, 14-22.

Hz. Musa'nın Öldürme Olayından Sonra Kaçarak Şuayb (a.s.)'ın Ülkesi Medyen'e Varışı ve Orada Evlenerek Sekiz Yıl Kalışı: 28/Kasas, 22-28.

Hz. Musa'nın Medyen'den Ailesiyle Tekrar Mısır'a Dönerken Tur Dağında Kendisine Mucizeler Verilmesi: 28/Kasas, 29-35.

Tur Dağı: 2/Bakara, 63, 93; 4/Nisâ, 154; 19/Meryem, 52; 20/Tâhâ, 80; 23/Mü'minûn, 20; 28/Kasas, 44, 46; 52/Tûr, 1; 95/Tîn, 2.

Hz. Musa'nın Çocukluğundan, Kardeşi Harun (a.s.) ile Birlikte Firavun'a Gönderilmesine Kadar Geçen Olayları Anlatan Âyetler: 28/Kasas, 3-35.

Hz. Musa'ya Peygamberlik Verilmiştir: 6/En'âm, 84; 19/Meryem, 51; 37/Saffat, 114

Hz. Musa'nın Tuvâ Vâdisinde Allah'ın Vahyine Mazhar Olması: 20/Tâhâ, 9-23, 41; 79/Nâziât, 15-19.

Hz. Musa'nın Tuvâ'da İlk Vahyi Aldığı Zaman Allah ile Aralarındaki Konuşmalar: 20/Tâhâ, 9-46.

Hz. Musa ile Allah Teâlâ Vasıtasız Konuşmuştur: 2/Bakara, 253; 4/Nisâ, 164; 7/A'râf, 143-145, 154; 19/Meryem, 52.

Hz. Musa Firavun'a ve Onun Kavmine Gönderilmiştir: 7/A'râf, 103; 10/Yûnus, 75-76; 11/Hûd, 96-97; 20/Tâhâ, 24; 23/Mü'minûn, 45-46; 25/Furkan, 36; 26/Şuarâ, 10-11; 43/Zuhruf, 46; 44/Duhan, 17; 79/Nâziât, 15-19.

Hz. Musa, Firavun'a, Hâmân'a ve Karun'a Gönderilmiştir: 40/Mü'min, 23-24: 51/Zâriyât, 38.

Hz. Musa, İsrâiloğullarına Gönderilmiştir: 32/Secde, 23.

Hz. Musa'ya Tevrat Verilmiştir: 2/Bakara, 51, 53, 87; 6/En'âm, 154; 11/Hûd, 110; 17/İsrâ, 2; 21/Enbiyâ, 48; 23/Mü'minûn, 49; 25/Furkan, 35; 28/Kasas, 43-44; 32/Secde, 23; 37/Saffat, 117-118; 40/Mü'min, 53-54; 41/Fussılet, 45; 46/Ahkaf, 12.

Hz. Musa ve Hârun'un Nesillerinden Peygamberler Gelmiştir: 37/Saffat, 119-122;

Hz. Musa'nın, Kendisine Hikmet Verilen Bir Kul'la Kıssası: 18/Kehf, 60, 82.

Hz. Musa 'nın Şeriatiyle Amel Eden Diğer Peygamberler: 2/Bakara, 87.

Musa (a.s.)’ya Firavun’a Karşı Davet Görevinin Verilmesi: 20/Tâhâ, 24, 41-48; 26/Şuarâ, 16-17.

Hz. Musa'nın Firavun'a Karşı Dâvet Görevini Aldığı Zaman Duâsı ve Allah'tan İstekleri: 20/Tâhâ, 24-36.

Hz. Musa'nın Kardeşi Harun'un, Kendisine Yardımcı Olarak Verilmesi: 19/Meryem, 53; 20/Tâhâ, 29-36, 42; 25/Furkan, 35; 26/Şuarâ, 10-17; 28/Kasas, 33-35.

Hz. Musa'nın, Etkili Söz İçin Allah'a Duâsı: 20/Tâhâ, 24-28.

Firavun’un Tanrılık İddiası: 10/Yûnus, 83; 26/Şuarâ, 29; 28/Kasas, 4, 38; 79/Nâziât, 20-24.

Firavun’un Halka Zulmü: 89/Fecr, 10.

Musa (a.s.)’nın Firavun’a Daveti ve Firavun’un Tepkisi: 7/A’râf, 103-128; 10/Yûnus, 77-83; 17/İsrâ, 101-102; 20/Tâhâ, 47-79; 23/Mü’minun, 47; 26/Şuarâ, 10-68; 27/Neml, 13; 28/Kasas, 36-39; 43/Zuhruf, 46-47; 44/Duhân, 17-21; 51/Zâriyât, 38-39; 79?Nâziât, 16-24.

Hz. Musa'nın Mucizeleri: 2/Bakara, 53, 60; 7/A'râf, 106-108, 115-122, 132, 160; 20/Tâhâ, 17-23, 65-70; 26/Şuarâ, 29-33, 60-63; 27?Neml, 7-12; 28/Kasas, 29-32.

Hz. Musa'ya Verilen Dokuz Mucize: 17/İsrâ101; 27/Neml, 12.

Firavun’un Sihirbazları: 7/A’râf, 115-126; 10/Yûnus, 79-82; 20/Tâhâ, 57-73; 26/Şuarâ, 36-51.

Firavun ve Taraftarları Hz. Musa’nın Mucizelerini Kibir ve Zulümlerinden Dolayı İnkâr Ettiler: 27/Neml, 13-14; 73/Müzzemmil, 16.

Firavun’un Tanrıya Yükselmek İçin Kule Yaptırması: 40/Mü’min, 36-37.

Firavun’un Müstekbirliği: 43/Zuhruf, 51-55; 44/Duhân, 30-31; 73/Müzzemmil, 16.

Firavun’un Hz. Musa’yı Öldürmek İstemesi ve Bir Mü’min Tarafından Firavun’un Uyarılıp Korkutulması: 40/Mü’min, 26-46.

Hz. Musa’nın Firavun ve Taraftarları İçin Bedduası: 10/Yûnus, 87-89; 44/Duhân, 22-23.

Firavun ve Meleinin Kuraklık, Kıtlık vb.Belâlarla Cezalandırılması: 7/A’râf, 130-135;50/Kaf,13-14.

Firavun ve Taraftarlarının Yok Oluşu: 2/Bakara, 50; 7/A’râf, 136-137; 8/Enfâl, 52-54; 10/Yûnus, 90-91; 17/İsrâ, 103-104; 20/Tâhâ, 77-79; 23/Mü’minun, 48; 25/Furkan, 36; 26/Şuarâ, 60-66; 27/Neml, 14; 28/Kasas, 40-41; 29/Ankebut, 39-40; 43/Zuhruf, 48-50, 55-56; 44/Duhân, 22-29; 50/Kaf, 13-14; 51/Zâriyât, 40; 54/Kamer, 41-42; 69/Hakka, 9-10; 79/Nâziât, 23-26; 89/Fecr, 10-13.

Hz. Musa’nın ve İsrailoğullarının Firavun’dan Kurtulması: 7/A’râf, 136-138; 10/Yûnus, 90; 20/Tâhâ, 77-78, 80; 26/Şuarâ, 60-66; 37/Saffât, 115-116; 44/Duhân, 22-24, 30-31.

Firavun’un Boğulurken İman Etmesi: 10/Yûnus,90-92; 51/Zâriyât, 40.

Firavun, Kavmini Âhirette Ateşe Götürecektir: 11/Hûd, 98-99; 28/Kasas, 40-42; 40/Mü’min, 46:

Firavun’un Veziri Hâmân: 28/Kasas, 6, 8, 38; 29/Ankebut, 39.

Hz. Musa’yı Yalanlayanların Kötü Sonları: 22/Hac, 42-44.

Hz. Musa'nın, İsrâiloğullarına Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 2/Bakara, 68-71; 5/Mâide, 20-26; 7/A'râf, 128-129; 10/Yûnus, 84-86; 14/İbrâhim, 5-8; 20/Tâhâ, 85-87; 26/Şuarâ, 65-67; 61/Saff, 5.

Hz. Musa'nın, Kavmini Kardeşi Hârun'a Bırakması: 7/A'râf, 142, 150-151; 20/Tâhâ, 92-94.

İsrâiloğullarının Buzağıya Tapmaları: 2/Bakara, 51-52, 92-93; 7/A'râf, 148-152, 155-156; 20/Tâhâ, 83-97.

İsrâiloğullarının Hz. Musa'ya İsyanları: 5/Mâide, 20-26; 7/A'râf, 138-140.

İsrâiloğullarının, Buzağıya Tapmalarından Sonra Tevbesi: 7/A'râf, 155-156.

Hz. Musa'nın Kavminden Karun: 28/Kasas, 76-84; 29/Ankebut, 39-40.

yy-Sina: 95/Tîn, 2.

dildade
05-23-2008, 04:06
FİRAVUN’UN MISIR HAKİMİYETİ ve İSRAİLOĞULLARI’NIN DURUMU


Eski Mısır medeniyeti, aynı tarihlerde Mezopotamya’da kurulmuş şehir devletleriyle birlikte, tarihin en eski uygarlıklarından biridir. Mısır, döneminin en organize sosyal ve siyasi düzenine sahip devleti olarak bilinir. M.Ö. 3000’ler civarında yazıyı bulup kullanmaları, Nil nehrinden faydalanmaları, ülkenin çevresinin çöllerle kaplı olması ve doğal yapısı sayesinde dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı korunmuş olması, Mısırlıların sahip oldukları medeniyetin ilerlemesine büyük katkıda bulunmuştur.

Ancak bu uygarlık, Kuran’da inkar sisteminin en açık ve net tarif edildiği “Firavun yönetiminin” geçerli olduğu bir medeniyettir. Bu toplumun insanları Allah’a karşı büyüklük taslamışlar, hak dinden sırt çevirmişler ve inkar etmişlerdir. Sahip oldukları ileri medeniyetleri, sosyal ve siyasal düzenleri, askeri başarıları onları helak olmaktan kurtaramamıştır.

Mısır tarihinin en önemli olayları ise, İsrailoğulları’nın bu ülkedeki varlıklarıyla ilgili olarak gelişmiştir.

İsrail, Hz. Yakub’un bir diğer ismidir. Hz. Yakup’un oğulları “İsrailoğulları” olarak bilinen, sonradan “yahudi” olarak da anılan kavmi oluşturmuştur. İsrailoğularının Mısır’a gelişleri ise Hz. Yakub’un küçük oğlu Hz. Yusuf zamanında olmuştur. Kuran’da Hz. Yusuf’un yaşamı Yusuf suresinde detaylı bir şekilde anlatılır. Hz. Yusuf küçüklüğünden başlayarak bir çok sıkıntılar çekmiş, saldırılara ve iftiralara maruz kalmıştır. Daha sonra bir iftira sonucunda girdiği zindandan kurtularak, Mısır’da hazinelerin başına gelmiştir. Bunun ardından onun öncülüğünde İsrailoğulları Mısır’a girmeye başlamışlardır. Kuran’da bu olay şöyle anlatılır:

Böylece onlar (gelip) Yusuf’un yanına girdikleri zaman, anne ve babasını bağrına bastı ve dedi ki: “Allah’ın dilemesiyle Mısır’a güvenlik içinde giriniz.” (Yusuf Suresi, 99)

Kuran’dan anladığımıza göre, ilk başlarda yukarıdaki ayette belirtildiği gibi barış ve güven içinde yaşayan İsrailoğulları zamanla Mısır toplumu içindeki statülerini kaybetmeye başlamışlar ve sonunda köle konumuna gelmişlerdir. Ayetlerden, Hz. Musa’nın geldiği dönemde İsrailoğulları’nın böyle bir konumda yaşadıkları görülmektedir. Hz. Musa, Kuran’da anlatıldığına göre “kölelikte bulunan bir kavmin” bir üyesi olarak Firavun’a gitmiştir. Firavun ve adamlarının Hz. Musa ve Hz. Harun’a karşı verdikleri şu kibirli cevap, bu konuda bizi bilgilendirmektedir:

Dediler ki: “Bizim benzerimiz olan iki beşere mi inanacak mışız? Kaldı ki, onların kavimleri bize kullukta (kölelikte) bulunmaktadırlar.” (Müminun Suresi, 47)

Ayetlerde bildirildiğine göre Mısırlılar İsrailoğulları üzerinde gerçek bir kölelik yönetimi kurmuşlardı. Kendi işlerinde hizmet için İsrailoğulları’nı kullanıyorlardı. Köleliğin sürmesi için onları zorlamakta ve işkenceyle baskı altında tutmaktaydılar. Mısır toplumu içinde İsrailoğulları’na yapılan baskı o kadar ileri gitmişti ki onların nüfusları bile denetim altında tutuluyordu. Kendileri için tehlikeli olacağını düşündükleri erkek nüfusunun artışına engel olunuyor, hizmet için kullanacakları kadınlar sağ bırakılıyorlardı. Allah, İsrailoğulları’na hitab eden ayetlerde bu gerçeği şöyle açıklar:

Sizi, dayanılmaz işkencelere uğrattıklarında, Firavun ailesinin elinden kurtardığımızı hatırlayın. Onlar, kadınlarınızı diri bırakıp, erkek çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı. (Bakara Suresi, 49)

Hani size dayanılmaz işkenceler yapan, kadınlarınızı sağ bırakıp erkek çocuklarınızı öldüren Firavun ailesinden sizi kurtarmıştık. Bunda Rabbinizden sizin için büyük bir imtihan vardı. (Araf Suresi, 141)

Mısır’da hakim olan bir din vardı. Bu, Firavun’un atalarından kalan eski, putperest bir dindi. Bu batıl dine göre bir çok tanrı vardı. Firavun ise yeryüzünde yaşayan bir tanrıydı. İşte bu düşünce, ona halkı karşısında büyük bir güç veriyordu. Firavun ve onun etrafındakiler atalarının dininden kaynaklanan yaşam tarzına karşı Musa peygamberi bir tehlike olarak görmüşlerdi. Çünkü atalarının dinine göre büyüklük tümüyle Firavun’a aitti. Firavun’un bu büyüklenme ve sahiplenme isteği ve Hz. Musa ile Hz. Harun’u kendine rakip gibi görmesi, Firavun ve çevresinin Hz. Musa ve Hz. Harun’a söylediklerinden anlaşılmaktadır:

Onlar: “Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz” dediler. (Yunus Suresi, 78)

Firavun, atalarının dinine göre kendisinin tanrı olduğunu iddia ediyordu. Hatta bu konuda çok daha ileri giderek kendisinin en yüce Rab olduğunu ileri sürüyordu:

(Firavun) Dedi ki: “Sizin en yüce Rabbiniz benim.” (Naziat Suresi, 24)

Firavun ve çevresindekiler sahip oldukları batıl dinlerinden dolayı kendilerini ilahi şahıslar olarak görüyorlardı. Gerçek dinin ortaya koyduğu tevazu, sevgi, şefkat gibi kavramlardan tamamen uzak oldukları için büyüklenen bir yapıları vardı. Bu büyüklenmelerinin bir sonucu olarak da kendilerinin zorba davranışlarda bulunmaya hak sahibi olduklarını düşünüyorlardı. Onların bu durumu, şu ayetle haber verilmiştir:

“Firavun’a ve ileri gelen çevresine; fakat onlar büyüklendiler. Onlar, ‘büyüklenen-zorba’ bir topluluktu.” (Müminun Suresi, 46)

Firavun’un Mısır halkı üzerinde o kadar büyük bir etkisi vardı ki herkes onun gücüne boyun eğmişti. Mısır’ın tüm topraklarının ve Nil nehrinin sahibinin yalnızca Firavun olduğunu zannediyorlardı:

Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: “Ey kavmim, Mısır’ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?” (Zuhruf Suresi, 51)

Mısır için Nil hayat demekti. Nil sayesinde tarım yapılabiliyordu. Ondan alınan suyla ekinler sulanıyor, hayvanlar ihtiyaçlarını sağlıyor, insanlar su içebiliyorlardı. İşte Firavun’a ve çevresindeki önde gelenlere göre tüm bu suyun ve toprakların tek sahibi Firavun’du. Firavun’un bu gücünü herkes kabullenmiş ve ona tabi olmuştu

Firavun gücünü daha iyi kullanabilmek ve insanları daha kolay boyunduruğu altına almak için onları kendi aralarında bölümlere ayırıp kendine yakın olarak seçtikleriyle zayıflattığı bölümleri rahatça yönetebiliyordu. Bir ayette bu duruma şöyle dikkat çekilmiştir:

Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. (Kasas Suresi, 4)

Hz. Musa doğmadan önce Mısır’a baktığımızda; ülkenin tümüyle fesat ve bozgunculukla dopdolu olduğunu görüyoruz. Sırf ırk farklılığından dolayı insanlar köle yapılıyor, işkence altında tutuluyor ve erkek çocuklar sebepsiz yere öldürülüyordu. Diğer taraftan zulüm ve kibirlenme içinde bulunan Firavun kendini yeryüzündeki ilah olarak görüyordu. Çok güçlü bir sistemle her şeye hakim olan Firavun, insanların ona tabi olmasını sağlamıştı.

İşte böyle bir ortamda Allah baskıyı ve zulmü ortadan kaldıracak, insanlara Rablerinin Allah olduğunu hatırlatacak, tekrar hak dini insanlara öğretecek ve İsrailoğulları’nı esaretten kurtaracak bir elçi olarak Hz. Musa’yı gönderdi.

dildade
05-23-2008, 04:07
HZ. MUSA’NIN DOĞUMU


Hz. Musa bir önceki bölümde anlattığımız gibi çok zor bir ortamda dünyaya geldi. Dünyaya geldiği anda dahi hayatı tehlikedeydi. Firavun tüm yeni doğan erkek çocukları öldürüyor, kız çocukları ise kölelik yapması için sağ bırakıyordu. İşte, Hz. Musa böyle bir tehlike içinde kölelerin arasında öldürülme tehdidiyle yaşamaya başladı. Annesi de Hz. Musa için endişe ediyordu. Bu endişesi Allah’tan aldığı ilhama kadar da sürdü:

Musa’nın annesine: “Onu emzir, şayet onun için korkacak olursan, onu suya bırak, korkma ve üzülme; çünkü onu biz sana tekrar geri vereceğiz ve onu gönderilen (elçilerden) kılacağız” diye vahyettik (bildirdik). (Kasas Suresi, 7)

Allah, Hz. Musa’nın annesine eğer korkarsa ne yapacağını söylemişti. Eğer Firavun’un adamları Hz. Musa’nın doğduğunu öğrenirse onu sandığın içine koyacak ve suya bırakacaktı. Hz. Musa’nın annesi aldığı vahiy doğrultusunda öyle de yaptı. Çünkü oğlunun hayatından endişe ediyordu. Hz. Musa’yı bir sandığa koydu ve akmakta olan Nil’in sularına bıraktı. Akıntının onu nasıl ve nereye götüreceğini bilmiyordu. Fakat Rabbinin ilhamı ile, sonunda tekrar kendisine geri döneceğini ve peygamber olacağını biliyordu. Herşeyi yaratan ve onlara nizam veren Allah, onu ve Hz. Musa’yı da yaratmış, kaderlerini ne olduğunu da ona bildirmişti. Allah daha sonra doğumuyla ilgili bu gerçeği Hz. Musa’ya şöyle hatırlatacaktı:

“Hani, annene vahyolunan şeyi vahyetmiştik, (şöyle ki:)”

“Onu sandığın içine koy, suya bırak, böylece su onu sahile bıraksın; onu benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri alacaktır..” (Taha Suresi, 38-39)

Burada üzerinde durulması gereken önemli bir konu, kaderdir. Ayette Allah Hz. Musa’nın annesine oğlunu suya bırakmasını söylemiş ve sonunda onu Firavun’un alacağını ve onun kendisine geri dönüp elçilerden olacağını bildirmişti. Yani Hz. Musa doğduğunda onun bir sandık içinde suya bırakılacağı, Firavun’un onu bulacağı, sonunda ise Hz. Musa’nın bir peygamber olacağı belliydi. Çünkü Allah onun kaderini öyle belirlemişti. Allah bunu Hz. Musa’nın annesine bildirdi.

Burada Hz. Musa’nın hayatındaki tüm detayların en ince ayrıntısına kadar Allah katında kaderde takdir edildiğine ve aynen takdir edildiği gibi gerçekleştiğine dikkat etmek gerekir. Allah’ın Hz. Musa’nın annesine ilettiği vahyin gerçekleşmesi, sayısız şartın tam kaderde tespit edildiği şekilde meydana gelmesi ile olmuştur.

Hz. Musa’nın Firavun’un adamlarından kurtularak, suda boğulmadan Firavun’un sarayına kadar gitmesi için:

1- Bebek yaştaki Hz. Musa’nın bindirildiği sandık su almamalıdır. Bunun için sandık ustasının sandığı suda yüzebilecek uygun ölçülerde yapmış olması gereklidir. Öte yandan sandığın şekli de yüzme hızı açısından önemlidir. Ne çok daha hızlı yüzüp Firavun’un olduğu yeri geçecek ne de yavaş olup geri kalacak şekilde olmalıdır. Tam olması gereken hızda hareket edecek şekilde yapılmış olmalıdır. Bunların hepsi de sandığı yapan ustanın kaderinde tespit edilmiş detaylardır. O da bu sandığı tam yapması gereken şekilde yapmıştır.

2- Sandığı sürükleyen akıntı ne daha hızlı ne de daha yavaş olmalı, nehrin suları tam gerekli hızda ilerlemelidir. Yani Nil’in debisini oluşturan yağışlar da tam bu şekilde Allah’ın yarattığı kader ölçüsünde belirli bir hesap ile olmuştur.

3- Esen rüzgarlar da sandığı yine tam gerektiği şekilde etkilemelidir. Yani rüzgar da bir kader doğrultusunda esmektedir. Ne çok esip sürüklemeli, ne ters esip yönünü değiştirmeli ne de yavaş esip hızını azaltmalıdır.

4- Nil boyunca başka kimse bu sandığı bulmamalıdır. Yani sakıncalı hiç kimse oradan geçmemeli, oradan geçmekte olan hiç kimse de ona rastlamamalıdır. Dolayısıyla Nil çevresinde yaşayan herkes bir kader doğrultusunda oradan geçmeyecek veya sandığı görmeyecektir. Nitekim bu şart da Allah’ın tespit ettiği kadere göre gerçekleşmiştir.

5- Hz. Musa’nın hayatı gibi Firavun ve ailesinin hayatı da bir kader doğrultusundadır. Onlar da tam olmaları gereken saatte ve olmaları gereken yerde olmalı ve Hz. Musa’yı bulmalıdırlar. Belki Firavun ailesi Nil kenarına daha erken gelmeyi planlamış olabilir. Onların gecikmesine sebep olan da kaderlerindeki işi yaparak olması gerekeni sağlamıştır.

Bunların hepsi Firavun’un Hz. Musa’yı bulmasını sağlayan sebeplerden birkaçıdır. Hepsi de Allah’ın Hz. Musa’nın annesine daha önceden vahyettiği söze uygun olarak tam gerektiği şekilde gerçekleşmiştir. Gerçekte Allah’ın Hz. Musa’nın annesine verdiği söz de ve gerçekleşen tüm diğer olaylar da, Allah’ın ezelde tespit ettiği kadere göre olup bitmiştir.

Hz. Musa’nın kaderinde olan olaylar sadece buraya kadar anlattığımız gibi hadiseler değildir. Hayatının her anı belli bir kader çizgisiyle örülmüştür. O ne doğduğu yeri, ne doğduğu yılı, ne kendi kavmini ne de anne ve babasını seçmiştir. Bunların hepsi Allah tarafından takdir edilmiş ve yaratılmıştır.

Daha ince ve detaylı olarak düşündüğümüzde kaderin hayatın her anına nasıl mutlak şekilde hakim olduğunu daha yakından hissedebiliriz. Bu kıssa da bunu çokça hatırlatarak üzerinde düşünülmesini sağlar. Allah, Hz. Musa kıssasındaki tüm bu detaylarla, aslında Kendisi’nin, tüm insanların ve tüm kainatın kaderini de önceden takdir ettiğini bizlere hatırlatmaktadır.

Nasıl Hz. Musa Nil’de kaderin sevkiyle hareket ediyorsa Firavun ve ailesi de onunla karşılaşacakları yere kaderleri doğrultusunda gitmiştir. Ayetlerde Firavun ailesinin, aynen Allah’ın daha önce Hz. Musa’nın annesine vahyettiği gibi davrandıkları, yani onu bilmeden himaye altına aldıkları şöyle anlatılır:

Nihayet Firavun’un ailesi, onu (ileride bilmeksizin) kendileri için bir düşman ve üzüntü konusu olsun diye sahipsiz görüp aldılar. Gerçekte Firavun, Haman ve askerleri bir yanılgı içindeydi. Firavun’un karısı dedi ki: “Benim için de, senin için de bir göz bebeği; onu öldürmeyin; umulur ki bize yararı dokunur veya onu evlat ediniriz.” Oysa onlar (başlarına geleceklerin) şuurunda değillerdi. (Kasas Suresi, 8-9)

Böylece Firavun ve ailesi, kaderlerinin nereye gittiğini bilmeden ancak o kadere tabi bir şekilde Hz. Musa’yı buldular ve onu evlatlıkları olarak yanlarına aldılar. Hatta Hz. Musa’yı kendileri için bir fayda getirir umuduyla yanlarında tuttular.

Diğer tarafta ise Hz. Musa’nın annesi oğlunun durumunu bilemediği için endişe içindeydi. Allah onun bu duruma dayanması için kalbini pekiştirdiğini bildirmiştir:

Musa’nın annesi ise, yüreği boşluk içinde sabahladı. Eğer mü’minlerden olması için kalbi üzerinde (sabrı ve dayanıklılığı) pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse onu(n durumunu) açığa vuracaktı. Ve onun kız kardeşine: “Onu izle,” dedi. Böylece o da, kendileri farkında değilken onu uzaktan gözetledi. Biz, daha önce ona süt analarını haram etmiştik. (Kız kardeşi:) “Ben, sizin adınıza onun bakımını üstlenecek ve ona öğüt verecek (veya eğitecek) bir aileyi size bildireyim mi?” dedi. Böylelikle, gözünün aydın olması, üzülmemesi ve gerçekten Allah’ın va’dinin hak olduğunu bilmesi için, onu annesine geri vermiş olduk. Ancak onların çoğu bilmezler. (Kasas Suresi, 10-13)

Bebek yaştaki Hz. Musa, kendisine gelen hiç bir süt annesine yönelmemiş, hiçbirinin sütünü içmemişti. Çünkü, Allah ona sadece annesinin sütünü içecek şekilde bir kader belirlemişti. Bu olay da insanların tüm isteklerinin Allah’ın belirlediği kadere göre yaşandığının bir örneğidir. Hz. Musa sonunda annesine ilham ile bildirildiği gibi tekrar kendi ailesine geri dönmüş oluyordu.

Allah, Hz. Musa kıssasında, zor gibi gözüken olayları kolaylıkla yarattığını ve şer gibi gözüken olayları kolaylıkla hayra çevirdiğini insanlara göstermektedir. Bir annenin, bebeğinin zalim askerler tarafından öldürülme tehlikesiyle yüz yüze gelmesi, bunun ardından bebeği kurtarmak için onu nehre yapayalnız bırakması, bebeğin ülkenin en güçlü ailesi tarafından bulunup evlat edinilmesi ve sonra başka hiç bir anneden süt emmeyen bebeğin tekrar annesine geri dönmesi… Bu olayların hepsi ayrı birer mucizedir. Bizlere Allah’ın takdir ettiği kaderdeki kusursuzluğu göstermektedir. Kaderin her detayı mümin olanlar için hayırla gelişir. Bu örnekte gördüğümüz gibi Allah kimi zaman bu hayrı hiç umulmadık sebepleri vesile ederek gerçekleştirmektedir.

dildade
05-23-2008, 04:07
HZ. MUSA'NIN MISIR’DAN KAÇIŞI


Kuran’da Hz. Musa ile ilgili şöyle bir olay aktarılmıştır:

(Musa) Halkının haberi olmadığı bir zamanda şehre girdi, orda kavga etmekte olan iki adam buldu; bu kendi taraftarlarından, şu da düşmanlarından. Derken taraftarlarından olan, düşmanlarından olana karşı ondan yardım istedi. Bunun üzerine ona bir yumruk attı ve işini bitiriverdi. (Sonra da:) “Bu şeytanın işindendir; o, gerçekten açıkca saptırıcı bir düşmandır” dedi. (Kasas Suresi, 15)

Bu olayda Hz. Musa kendi taraftarlarından birisinin kavgasına şahit olur. Kimin haklı kimin haksız olduğuna bakmadan, kendi taraftarlarından olanın yanında yer alır. Diğer taraftaki kişiye yumruk atar ve onu istemeden öldürür. Hz. Musa büyük bir hata yaptığının farkına varır. Bu olayda, Allah bize bir ders vermekte ve bir insanı haksız olmasına rağmen sırf kendi taraftarlarından olduğu için desteklemenin yanlışlığını öğretmektedir. Hz. Musa, kendi taraftarlarından olanı üstün tutan davranışını “şeytan işi” bir şey olarak nitelendirmektedir.

Burada eleştirilen yaklaşım, gerçekten de tarih boyunca insanlığa hep kin ve savaş getirmiştir ve getirmeye devam etmektedir. İnsanların adalet ve hakka göre değil, her ne surette olursa olsun kendi ailesini, aşiretini, kavmini, yandaşlarını veya ırkını haklı çıkarmaya yönelik saplantıları, tarihteki çatışma ve zulümlerin en büyük sebebidir.

Hz. Musa şeytanın insana vermeye çalıştığı bu kötü duygunun bir zulüm olduğunu vicdanıyla hemen anlamış, şeytanın kışkırtmasıyla işlediği hatadan dolayı tevbe edip Allah’a sığınmıştır. Kıssanın devamında Hz. Musa’nın bu örnek ve vicdanlı tavrı şöyle anlatılır:

Dedi ki: “Rabbim, gerçekten, ben kendi nefsime zulmettim, artık beni bağışla.” Böylece (Allah) onu bağışladı. Şüphesiz. O, bağışlayandır, esirgeyendir. Dedi ki: “Rabbim, bana verdiğin nimetler adına, artık suçlu günahkarlara destekçi olmayacağım.” (Kasas Suresi, 16-17)

Hz. Musa yaptığı hatayı, bir kişiyi sadece kendi taraftarlarından olduğu için koruduğunu ama aslında adaleti ayakta tutması gerektiğini anlamıştı. Fakat o taraflı yaklaşım Mısır’da hakimdi. Hz. Musa, onlardan birisini yanlışlıkla öldürmüştü. Şimdi onlar kendi ırklarını tutacakları için Hz. Musa’nın öldürülmesini isteyebilirlerdi. Bu ihtimal, ona korku vermişti:

Böylece şehirde korku içinde (çevreyi) gözetleyerek sabahladı. Derken, bir de baktı ki, dün kendisinden yardım isteyen (kişi, bugün de) kendisine yardım için bağırıyor. Musa, ona dedi ki: “Sen açıkca bir azgınsın.” (Kasas Suresi, 18)

Böylece Hz. Musa ile Firavun kavmi arasındaki ayrılma başladı. Hz. Musa kendisine Firavun ve çevresi tarafından bir zarar geleceği endişesiyle geceyi geçirdi. Gündüz vakti yukarıdaki ayetlerde bildirilen olay gerçekleşti: Bir gün önce yardım ettiği kişi yine başka birisi için Hz. Musa’dan yardım istedi. Çünkü Hz. Musa ayetin ifadesiyle onun taraftarlarındandı ve aynı bir gün önce yaptığı gibi o gün de kendisine yardım edeceğini düşündü. Fakat Hz. Musa aynı hatayı bir daha tekrarlamadı. Kendi taraftarlarından olan kişinin hatalı olduğunu bildiği için ona yardım etmedi. Asıl suçlu olan bu kişi ise hemen Hz. Musa’nın aleyhine dönüp onu eleştirdi. Onu eleştirirken bir gün önce ona yardım ederken yanlışlıkla adam öldürmesini de Hz. Musa aleyhine bir delil olarak kullandı:

Sonunda ikisinin de düşmanı olan (adam)ı yakalamak isterken (adam ona) dedi ki: “Ey Musa dün birini öldürdüğün gibi, bugün de beni mi öldürmek istiyorsun? Sen yeryüzünde yalnızca bir zorba olmak istiyorsun, ıslah edicilerden olmak istemiyorsun.” (Kasas Suresi, 19)

Hz. Musa, Mısır halkından birisini yanlışlıkla da olsa öldürmüş bir insan konumundaydı. Firavun ve önde gelenler de Hz. Musa’nın cezalandırılmasını ve hatta öldürülmesini görüşmeye başladılar. Bu konuşmaları duyan bir kişi Hz. Musa’ya gelerek onu uyardı. Öldürülmekten endişe eden Hz. Musa şehirden ayrılıp Mısır’dan uzaklaştı:

Şehrin öbür yakasından bir adam koşarak gelip dedi ki: “Ey Musa, önde gelenler, seni öldürmek konusunda aralarında görüşmektedirler, artık sen çık git; gerçekten ben sana öğüt verenlerdenim.”Böylece oradan korku içinde (çevreyi) gözetleyerek çıkıp gitti: “Rabbim, zalimler topluluğundan beni kurtar” dedi. (Kasas Suresi, 20-21)

Hz. Musa’nın yaşamıyla ilgili bu gerçekler, bizlere onun karakteri hakkında da bilgi vermektedir. Ayetlerde Hz. Musa’nın kişiliğine dair bilgiler verilmekte ve onun heyecanlı bir yapıya sahip olduğu anlaşılmaktadır. Kavga eden iki kişiden hemen taraftarlarından olanı tutmuş, diğerini bir yumrukla öldürmüş, öldürülmekten endişe edinerek Mısır’dan çıkmıştır. Bunları yaparken Hz. Musa’nın hep heyecan içinde olduğu görülmektedir. Fakat daha sonra Allah’ın kendisiyle konuşması ve onu eğitmesiyle Hz. Musa, Allah dışında kimseden korkmamayı ve Allah’a tam anlamıyla tevekkül etmeyi öğrenmiştir. Bu, Allah’ın bir insanın karakterini geliştirmesinin ve olgunlaştırmasının güzel bir örneğidir.

dildade
05-23-2008, 04:07
MEDYEN’E GİDİŞİ ve ORADA KALMASI


Hz. Musa, artık kendini yetiştiren Firavun ve kavmini terk ettikten sonra, başka bir yere, Medyen’e doğru yönelmişti. (Medyen, Mısır’ın doğusunda, Sina çölünün ardında yer alan bir bölgedir. Günümüzde coğrafi konum olarak Ürdün’ün güney ucuna karşılık gelmektedir.)

Medyen suyunda hayvanlarını sulayamayan iki kadın gördü. Kadınlar çobanlardan çekiniyorlardı, bu nedenle onların yanına gidip sahip oldukları sürüyü sulayamıyorlardı. Fakat, Hz. Musa’nın ayetlerde anlatıldığı gibi, son derece güvenilir ve nezih bir görüntüsü vardı. Bu nedenle kadınlar onunla konuşmaktan çekinmediler. Kadınlar Hz. Musa’ya iffetlerini sakındıkları için sulamaya gitmediklerini, hayvanlarını sulamaya kendilerinin gitmek zorunda olduğunu, çünkü babalarının yaşlı bir kişi olduğunu anlattılar. Bunun üzerine Hz. Musa kadınlara yardım edip onların hayvanlarını suladı:

Medyen suyuna vardığı zaman, su almakta olan bir insan topluluğu buldu. Onların gerisinde de (hayvanları su başına götürmekten çekinen) iki kadın buldu. Dedi ki: “Bu durumunuz ne?” “Çobanlar sürülerini sulamadıkça, biz sürülerimizi sulayamayız; babamız, yaşı ilerlemiş bir ihtiyardır.” dediler. Hemencecik onların sürülerini suladı... (Kasas Suresi, 23-24)

Burada Hz. Musa’nın nezaketli, ince düşünceli ve yardımsever karakterinin bir örneğini görüyoruz. Dikkat edilirse bu olayda Hz. Musa, hiç tanımadığı iki yabancı kişiye giderek onlarla diyalog kurmuş, onlara yardımcı olmuş ve saygılarını kazanmıştır. Öte yanda ayette “çobanlar” olarak tanımlanan kişilerin ise Hz. Musa’nın tam aksi yönde bir tavır sergiledikleri anlaşılmaktadır. Kadınlar, Hz. Musa ile diyalog kurabilmelerine rağmen, bu kişilerin yanına bile yaklaşmamışlardır. Buradan anlıyoruz ki sözkonusu kişiler; dış görünüm itibarıyla ürkütücü, üslup olarak kaba ve medeniyetsiz, tavır olarak da düşüncesiz ve saygısız kimseler olmalıdır. (En doğrusunu Allah bilir)

Demek ki bir müslümana yakışan tavır, ayette “çobanlar” olarak tarif edilen bu kişilere benzer tavırlardan şiddetle kaçınmak, öte yandan Hz. Musa’yı örnek alarak alabildiğince nezaketli, ince düşünceli, halden anlayan, nezih, bakanın hemen güveneceği bir bir görüntü, üslup ve tavır geliştirmektir.

Bu arada Hz. Musa’nın, Allah’a tamamen teslim olmuş bir ruh hali içinde olduğuna da dikkat etmek gerekir. Hz. Musa doğup büyüdüğü ülke olan Mısır’ı tümüyle terk etmiş durumdaydı. Şimdi ise nasıl bir hayatı olacağı henüz belli değildi. Bundan sonra hayatının eskisi gibi olmayacağı kesindi. Ama Allah’ın kaderinde nasıl bir hayat hazırladığını henüz o da bilmiyordu. Rabbine şöyle dua etti:

... sonra yine gölgeye çekilerek dedi ki: “Rabbim, doğrusu bana indirdiğin her hayra muhtacım.” (Kasas Suresi, 24)

İnsanın duasındaki samimiyet, Allah’ın her şeye kadir olduğunu, hayır ve şerrin ancak O’dan geldiğini ve O’ndan başka hiç bir dost ve velisi olmadığını kavraması ve hissetmesiyle alakalıdır. İşte Hz. Musa’nın üstteki ayette belirtilen duası, bu sırrı tamamen anlamış ve tam olarak Allah’a teslim olarak yapılmış bir duadır. Allah onun bu samimi duasına icabet etmiş ve Hz. Musa’ya rahmetini açmıştır.

Hz. Musa’nın yeni tanıştığı iki kadına karşı gösterdiği nezaket, onun için yeni bir hayata vesile olmuştur. Hz. Musa dinlenirken daha önce yardım ettiği kadınlardan biri gelerek yaptığı yardım karşılığında mükafatlandırmak için babasının onu davet ettiğini söylemiştir:

Çok geçmeden, o iki (kadın)dan biri, (utana utana) yürüyerek ona geldi. “Babam, bizim için sürüleri sulamana karşılık sana mükafat vermek üzere seni davet etmektedir.” dedi. Bunun üzerine ona gelip de olup bitenleri anlatınca o: “Korkma” dedi. “Zalimler topluluğundan kurtulmuş oldun.” (Kasas Suresi, 25)

Hz. Musa Rabbine, O’ndan gelecek olan her hayra muhtaç olduğunu belirterek dua etmişti. Ve Allah Hz. Musa’nın duasına icabet ederek, öldürülme korkusunun ardından kendini güvende hissedeceği ve ona yardımcı olacak birilerini gösterdi. Hz. Musa’nın güçlü ve insanlara güven veren bir hal ve tavrı vardı. Zaten kadınlar da çobanlardan çekinmelerine rağmen Hz. Musa’dan çekinmemişler, ona güvenmişler ve onunla konuşmuşlardı. Hatta kadınlardan biri Hz. Musa’nın güçlü ve güvenilir olmasından söz ederek onun ücretle tutulması için babasına istekte bulunmuştu:

O (kadın)lardan biri dedi ki: “Ey babacığım, onu ücretli olarak tut; çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı gerçekten o kuvvetli, güvenilir (biri)dir.” (Kasas Suresi, 26)

Kadın bu ifadesiyle, Hz. Musa’yı güvenilir bir insan olarak gördüğünü babasına da açıkça ifade etmişti. Bunun üzerine yaşlı adam Hz. Musa’nın emin bir insan olduğuna kanaat getirerek, onu kızı ile evlendirme kararı aldı. Hz. Musa’nın güvenilir görüntüsü, bu karara vesile oldu ve yaşlı adam ona şöyle bir teklifte bulundu:

(Babaları) Dedi ki: “Doğrusu ben, sekiz yıl bana hizmet etmene karşılık olmak üzere, şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum; şayet on (yıl)a tamamlayacak olursan, artık o da senden. Ben sana zorluk çıkarmak istemem; beni de inşaallah salih olanlardan bulacaksın.”

(Musa) Dedi ki: “Bu, benimle senin aranda olan (bir antlaşma)dır. Bu durumda iki süreden hangisini yerine getirirsem, artık bana karşı bir haksızlık söz konusu olamaz. Allah, söylediklerimize vekildir.” (Kasas Suresi, 27-28)

Hz. Musa Kuran’dan salih bir müslüman olduğunu anladığımız yaşlı adamın teklifini kabul etti. Ve yaşamının bundan sonraki bölümünü Medyen’de geçirmeye başladı. Allah onu ilk başta öldürülme tehlikesindeyken Nil’in sularıyla taşımış, orada boğulma tehlikesindeyken Firavun’un sarayına götürmüştü. Mısır’da tekrar öldürülme tehlikesindeyken yine kurtarmış, Medyen’de güvenliğe çıkarmıştı.

dildade
05-23-2008, 04:07
TUVA VADİSİNE GELMESİ ve İLK VAHİY


Hz. Musa yaşlı kişiyle yaptığı anlaşmaya uydu. Yıllarca Medyen’de kaldı. Konuştukları süre dolunca artık Hz. Musa’nın anlaşması da sona ermiş oluyordu. Süre tamamlanınca Hz. Musa ve ailesi Medyen’den ayrıldılar. Hz. Musa ailesiyle yolda giderken, yakınından geçtiği Tur Dağı tarafında bir ateş gördü. Hz. Musa bu ateşi gidip getirebileceğini, ondan ısınabileceklerini ya da orada bulunan kişilerden bir haber alabileceğini düşündü:

Böylelikle Musa, süreyi tamamlayıp ailesiyle birlikte yola koyulunca, Tur tarafında bir ateş gördü. Ailesine: “Siz durun, gerçekten bir ateş gördüm; umarım ondan ya bir haber, ya da ısınmanız için bir kor parçası getiririm.” dedi. (Kasas Suresi, 29)

Hani Musa ailesine: “Şüphesiz ben bir ateş gördüm” demişti. “Size ondan ya bir haber veya ısınmanız için bir kor ateş getireceğim.” (Neml Suresi, 7)

Hani bir ateş görmüştü de, ailesine şöyle demişti: “Durun, bir ateş gördüm; umulur ki size ondan bir kor getiririm veya ateşin yanında bir yol-gösterici bulurum.” (Taha Suresi, 10)

Musa kıssasındaki bu olay, bizlere Hz. Musa’nın bir başka örnek tavrını göstermektedir. Hz. Musa, etrafında olayları dikkatli bir biçimde izleyen, karşılaştığı olaylardan sonuç çıkarabilen bir insandır. Bunun sebebi ise, olayların Allah tarafından bir kadere göre yaratıldığını bilmesidir. Hz. Musa gördüğü her şeyin Allah tarafından hikmetle yaratıldığını bildiği için olaylara ve nesnelere istifade etmek mantığıyla yaklaşmıştır. Dağda bir ateş görüp bu gördüğü olayı değerlendirmesi ve ateşin yanına gitmesi dikkatli mümin tavrının bir örneğidir. Hz. Musa’nın, ateşin yanına giderken ailesinin güvenliğini düşünerek onları yanına almaması ve tek başına gitmesi de yine Allah’ın ona verdiği aklın bir örneğidir.

dildade
05-23-2008, 04:08
ALLAH’IN HZ. MUSA İLE KONUŞMASI


Hz. Musa Tur Dağı’ndaki ateşin yanına vardığında, çok büyük bir gerçekle yüz yüze geldi. Allah, Hz. Musa’ya bir çalıdan seslendi ve ona vahiyde bulundu. Kuran’da Allah’ın Hz. Musa’ya bu ilk vahyi şöyle anlatılır:

Derken oraya geldiğinde, o kutlu yerdeki vadinin sağ yanında olan bir ağaçtan: “Ey Musa, Alemlerin Rabbi olan Allah benim;” diye seslenildi. (Kasas Suresi, 30)

Nitekim ona gidince, kendisine seslenildi: “Ey Musa.”

“Gerçekten Ben, Ben senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar; çünkü sen, kutsal vadi olan Tuva’dasın.”

“Ben seni seçmiş bulunuyorum; bundan böyle vahyolunanı dinle.”

“Gerçekten Ben, Ben Allah’ım, Ben’den başka ilah yoktur; şu halde Bana ibadet et ve beni zikretmek için dosdoğru namaz kıl.” (Taha Suresi, 11-14)

Bu, Hz. Musa’nın aldığı ilk vahiydir ve artık o Allah’ın elçisidir. Allah onu elçi olarak seçtiğini bildirmiştir. Allah ona bir ağaçtan seslenmiştir ve insanın dünyada ulaşabileceği en şerefli makamla şereflendirmiştir.

Tur’da gerçekleşen bu olayda dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır: Allah’ın Hz. Musa ile konuşması…Allah bir ağaçtan Hz. Musa’ya seslenmiştir. Allah, Hz. Musa’ya konuşacak kadar yakındır. Aslında Allah herkese konuşacak kadar yakındır. Mesela siz bu yazıları okurken de Allah size en yakındır. Sizinle konuşacak, sizin sesinizi duyacak ve size de sesini duyuracak kadar yakındır. Hatta Kuran’daki ifadeyle “Allah insana şah damarından daha yakındır”. Allah şu anda bizimle konuşmadığı için biz O’nu duymayız. Fakat O bizim her konuşmamızı duyacak kadar yakındır. Hatta biz fısıldasak bile O bizi duyar.

Allah, Hz. Musa’ya kendisini tanıtıp onun Rabbi olduğunu söyledikten sonra ona asasını sorar:

“Sağ elindeki nedir ey Musa?”

Dedi ki: “O, benim asamdır; ona dayanmakta, onunla davarlarım için ağaçlardan yaprak düşürmekteyim, onda benim için daha başka yararlar da var.” (Taha Suresi, 17-18)

Kuşkusuz Hz. Musa’nın elindekinin asa olduğunu Allah bilmektedir. Fakat Hz. Musa’yı eğitmek ve ona kendi gücünü göstermek için asasını atmasını istemiştir:

“Asanı bırak.” (Attıktan hemen sonra) onun şimdi bir yılan gibi hareket ettiğini görünce, arkasına dönüp bakmaksızın kaçmaya başladı... (Kasas Suresi, 31)

“Asanı bırak;” (Bıraktı ve) onun çevik bir yılan gibi hareket ettiğini görünce, geriye doğru kaçtı ve arkasına bakmadı... (Neml Suresi, 10)

Hz. Musa, her zaman kullandığı asasının bir yılana dönüştüğünü görünce, ayetlerde bildirildiği gibi korkuya kapılmıştır. Ancak Allah bu olayla birlikte Hz. Musa’yı eğitmiş, ona teslimiyeti ve Allah’tan başka hiç bir şeyden korkmamayı öğretmiştir:

...”Ey Musa, korkma; şüphesiz Ben(im); Benim yanımda gönderilen (elçiler) korkmaz.” (Neml Suresi, 10)

Dedi ki: “Onu al ve korkma, biz onu ilk durumuna çevireceğiz.” (Taha Suresi, 21)

Hz. Musa, ayette bildirilen emir gereği asasını geri almıştır. Nitekim bu asa ileride, Firavun’a karşı kullanacağı bir mucize olacaktır. Allah, bunun ardından Hz. Musa’ya ikinci bir mucize daha vermiştir:

Elini koynuna sok, kusursuz olarak bembeyaz çıksın. (Kasas Suresi, 32)

Hz. Musa’nın ikinci mucizesi ise ayette haber verildiği üzere, elinin bembeyaz olmasıdır. Musa peygamber ardarda gelişen bu olaylardan dolayı heyecana ve ayetin ifadesiyle dehşete kapılmıştı. Ancak Allah, kendisini toparlamasını ve bu mucizelerle Firavun’a gitmesini emretmiştir:

...Ve (her türlü) dehşetten yana kanatlarını kendine doğru çek. İşte bunlar, senin Rabbinden Firavun ve önde gelen adamlarına iki kesin-kanıt (mucize)dır. Gerçekten onlar, fasık bir topluluktur.” (Kasas Suresi, 32)

dildade
05-23-2008, 04:08
HZ. MUSA’NIN KENDİSİNE YARDIMCI OLARAK HZ. HARUN’U İSTEMESİ


Hz. Musa’nın Allah’tan vahiy aldığı sırada vermiş olduğu cevaplar, onun samimiyetine dair örneklerle doludur. Hz. Musa, korktuğunu, çekindiğini, kendisine tam güvenemediğini Allah’a çok samimi bir şekilde söylemiş ve O’ndan yardım dilemiştir. Örneğin Mısır kavminden birisini öldürdüğünü, onların da karşılık olarak kendisini öldürmelerinden endişe ettiğini söylemiştir. Hz. Musa’nın bir diğer korkusu da kendisini iyi ifade edemeyeceğini düşünmesidir. Akıcı konuşamadığını düşünmüş ve Firavun’a iyi hitap edemeyeceği için endişelenmiştir. Bunun için, konuşması daha akıcı olan kardeşi Hz. Harun’un kendisine yardımcı olarak verilmesini istemiştir:

Dedi ki: “Rabbim, gerçekten onlardan bir kişi öldürdüm, beni öldürmelerinden korkuyorum.”

“Ve kardeşim Harun; dil bakımından o benden daha düzgün konuşmaktadır, onu da benimle birlikte bir yardımcı olarak gönder, beni doğrulasın. Çünkü onların beni yalanlamalarından korkuyorum.” (Kasas Suresi, 33-34)

“Kardeşim Harun’u”

“Onunla arkamı kuvvetlendir.”

“Onu işimde ortak kıl,”

“Böylece seni çok tesbih edelim.”

“Ve seni çok zikredelim.” (Taha Suresi, 30-34)

Hz. Musa’nın Hz. Harun’u yardımcı olarak istemesindeki bir diğer neden de, yukarıdaki ayette görüldüğü gibi Allah’ı çokça zikredebilmektir. Hz. Musa, eğer iki kişi olurlarsa Allah’ı daha çok anacaklarını düşünmüştür. Gerçekten de inananların beraber olmaları, birbirlerini manen desteklemeleri, gafletten korumaları açısından çok önemlidir ve bu nedenle Kuran’da inananların beraber olmaları pek çok ayetle öğütlenmektedir. Hz. Musa ile ilgili bu kıssadan müminlerin kendilerine çıkarmaları gereken derslerden biri de budur.

Allah, Hz. Musa’nın isteklerini kabul etmiştir. Ona hem tebliğde hem de kuvvet bakımından destek olması için Hz. Harun’u yardımcı olarak verdiğini bildirmiştir:

(Allah) Dedi ki: “Pazunu kardeşinle pekiştirip güçlendireceğiz; sizin ikinize de öyle bir ‘güç ve yetki’ vereceğiz ki, ayetlerimiz sayesinde size erişemeyecekler. Siz ve size uyanlar galip olanlarsınız.” (Kasas Suresi, 35)

Aynı olay, başka ayetlerde de şöyle anlatılır:

Dedi ki: “Rabbim, benim göğsümü aç.”

“Bana işimi kolaylaştır.”

“Dilimden düğümü çöz;”

“Ki söyleyeceklerimi kavrasınlar.”

“Ailemden bana bir yardımcı kıl.” (Taha Suresi, 25-29)

“Şüphesiz sen bizi görüyorsun.”

(Allah) Dedi ki: “Ey Musa istediğin sana verilmiştir. (Taha Suresi, 35-36)

Hz. Musa’nın isteklerine baktığımızda, tüm kişisel zaaflarını ve isteklerini Allah’a çok samimi bir üslupla açıkladığını, bunlar için Allah’a dua edip yardım istediğini görüyoruz. Hz. Musa’nın duasındaki bu samimiyet, tüm insanlara da örnektir. İnsan Allah’a, tüm samimiyeti içinde, aczini ve fakrini bilerek ve Allah’ın her şeyi kuşattığının farkında olarak dua etmelidir. Allah her şeyi bildiğine, insanın yaşadığı her olaya şahit olduğuna, insanın aklından geçen her şeyden haberdar olduğuna göre, insanın Rabbinden bir şeyi gizlemesine, örtmeye çalışmasına hiç gerek yoktur.

Kısacası her insan, Allah’a, dünyada hiç bir insana karşı olmadığı kadar samimi ve içten bir şekilde yönelmelidir.

dildade
05-23-2008, 04:08
HZ. MUSA KISSASI ve KADERİN SIRRI


Tur Dağı’ndaki vahiy sırasında Allah, Hz. Musa’ya lütuf olarak kardeşi Hz. Harun’u destekçi kılacağını müjdelemiştir. Bundan sonra da Allah, Hz. Musa’ya daha önce verdiği nimetleri kendisine hatırlatmıştır:

“Andolsun, Biz sana bir defa daha lütufta bulunmuştuk.”

“Hani, annene vahyolunan şeyi vahyetmiştik, (şöyle ki:)”

“Onu sandığın içine koy, suya bırak, böylece su onu sahile bıraksın; onu benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri alacaktır. Gözümün önünde yetiştirilmen için, kendimden sana bir sevgi yönelttim.”

“Hani kız kardeşin gezinip; “Onu(n bakımını) üstlenecek birini size haber vereyim mi?” demekteydi. Böylece, seni annene geri çevirmiş olduk ki, gözü aydın olsun ve hüzne kapılmasın. Sen bir insan öldürmüştün de, biz seni tasadan kurtarmış ve seni ‘esaslı bir denemeden geçirip-denemiştik.’ Medyen halkı arasında da yıllarca kalmıştın, sonra bir kader üzerine (buraya) geldin ey Musa.” “Seni kendim için seçtim.” (Taha Suresi, 37-41)

Bu ayetlerde insanların çoğunun habersiz olduğu veya tam olarak kavrayamadığı kader sırrı açıklanmaktadır. Hz. Musa, bebekliğinden elçi oluncaya kadar hayatının her anında, Allah tarafından ezelde belirlenmiş olan kaderi doğrultusunda yaşamıştır. Bu kaderin içinde, Allah’ın takdiri dışında hiç bir şey yoktur. Örneğin önce de belirttiğimiz gibi, Hz. Musa’nın bebek iken nehre bırakılan sandık içinde Firavun ailesine ulaşması, Allah’ın kaderde belirlediği binlerce detayla gerçekleşmiştir.

Hz. Musa’nın hayatının sonraki aşamalarında da, kaderin mutlak hakimiyetini görmek mümkündür. Hz. Musa kendi kavminden olan kişinin kavgasına katılmış ve şehirden kaçmıştır. Medyen tarafına gitmiş ve orada o kadınlarla karşılaşmıştır. Medyen suyuna geldiğinde çobanlar orada olduğu için kadınlar kendi başlarına hayvanları sulayamamış ve Hz. Musa’dan yardım istemek zorunda kalmışlardır. Ardından da babaları olan yaşlı adam Hz. Musa’yı davet etmiş ve bunun üzerine Hz. Musa Medyen’de bir hayata başlamıştır. Hz. Musa anlaştığı süreyi tamamladıktan sonra ise geri dönmüş ve dönerken o ateşi görmüştür. Ateşin yanına ulaştığında da Allah’tan gelen vahyi almıştır. Hz. Musa’nın daha doğduğunda nehirde başıboş bir sandık içinde yüzmesi, Firavun’un onu bulması, sarayda yetiştirilmesi, adamı yanlışlıkla öldürmesi, Mısır’dan kaçması, kadınlarla karşılaşması, yaşlı adamla yıllarca yaşaması, bir aile kurması,sonra geri dönüş yoluna çıkması, vahiy alması ve daha Kuran’da bahsedilmeyen sayısız detayın hepsi Hz. Musa’nın kaderinde olan ve doğduğunda da çoktan belli olan olaylardır. Bunların tek bir tanesinin bile gerçekleşmemesi, veya farklı şekilde gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü tüm insanların kaderi adeta bir video kasetteki film gibidir. Nasıl ki video kasetin içinden aradan bir sahneyi alıp çıkartamazsanız, insanın kaderindeki tek bir sahneyi de onun hayatından çıkarmak mümkün değildir. İnsanın kaderi her anıyla bir bütündür.

Yukarıdaki ayetlerde de Allah Hz. Musa’nın bir kader doğrultusunda kutsal vadi Tuva’ya geldiğini haber vermektedir:

... sonra bir kader üzerine (buraya) geldin ey Musa.” (Taha Suresi, 40)

Bu konuyu iyi bir şekilde tefekkür etmek gerekir. Burada söz konusu olan kader, yalnızca Hz. Musa’ya ait değildir. Hz. Musa’nın annesinin kaderinde Hz. Musa’ya hamile kalmak vardır. Tam Hz. Musa’nın doğacağı günde ve hatta saatte onu doğurması da Hz. Musa’nın annesinin kaderidir. Hz. Musa’nın annesinin de bir annesi ve bir babası vardır. Onların da kaderinde Hz. Musa’nın annesini doğurmak vardır. Bu, Hz. Musa’nın babası ve tüm soyu için de daha da genişletilerek düşünülebilir.

Hz. Musa’nın, Nil’de bebekken içinde yüzdüğü sandığı yapan marangoz ustası da kaderi doğrultusunda bunu yapmıştır. O sandığı yapacağı o daha henüz doğmadan Allah katında belirlenmiş olan kaderindedir. O marangoz ustası da bir kader doğrultusunda doğmuş ve yaşamıştır. O marangoz ustasının doğumuna sebep olan kişiler de bir kader doğrultusunda yaşamışlardır.

Hz. Musa’nın taraf olduğu kavgayı düşünelim. Bu kavga tam Hz. Musa’nın orada olduğu anda gerçekleşmiştir. Eğer yüzeysel bir bakışla bakılacak olsa “başka bir anda olsaydı Hz. Musa orada olmayacak ve olaylar farklı gelişecekti” diye düşünülebilir. Oysa bu çok yanlış bir değerlendirmedir. Hz. Musa’nın dahil olduğu kavga da tam olması gerektiği anda ve olması gerektiği şekilde olmuştur, çünkü o olay da Allah tarafından kaderde tespit edilmiştir. Aynı kader gerçeği, kavga eden kişiler ve onların orada kavga etmelerini sağlayan sebepler için de geçerlidir. Aynı gerçek Hz. Musa’ya kaçmasını öğütleyen ve öldürüleceğini haber veren kişi için de geçerlidir. Medyen suyundaki çobanlar ve kadınlar da yine aynı kaderin bir parçasıdır.

Bunların hepsi düşünüldüğünde sadece Hz. Musa değil, onunla ilişkili her şey aynı kaderin parçalarıdır. Bunu biraz daha geliştirerek düşünürsek göreceğiz ki biz de aynı kaderin parçalarıyız. Biz de sonsuz bilgi ve güç sahibi olan Allah’ın bizim için yarattığı kaderi yaşıyoruz. Hepimiz adımıza tespit edilmiş bir kader üzerine dünyaya geldik. Öleceğimiz an da bir kader üzerine olacaktır. Kader aslında tüm hayatı kaplayan, ilahi bir bilgidir. Nasıl, Hz. Musa doğduğunda elçi olacağı, yaşamındaki tüm evreleri geçireceği kaderinde belli ise, tüm insanlığın ve sizin de hayatınız aynı kaderin içindedir. Sizin bu kitabı okuyacağınız, Hz. Musa’nın hayatı ile ilgili detayları öğreneceğiniz, Hz. Musa bu olayları yaşarken hatta daha Hz. Musa dünyaya gelmeden Allah katında belirlenmiş bir kaderdir. Kader Allah’ın tespit ettiği ve O’ndan başka hiç bir varlığın iradesinin dahil olmadığı mutlak bir bütündür ve her şeyi kaplar. (Detaylı bilgi için Zamansızlık ve Kader Gerçeği ve Sonsuzluk Başlamış Durumda isimli kitaplarımıza başvurabilirsiniz.)

dildade
05-23-2008, 04:08
FİRAVUN’A YAPILAN TEBLİĞ ve KULLANILACAK ÜSLUP


Allah, Hz. Musa ile Hz. Harun’u Firavun’a gitmeden önce uyarmış, daima kendisini anmalarını ve bunda hiçbir şekilde gevşeklik göstermemelerini emretmiştir:

“Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin ve beni zikretmede gevşek davranmayın.” (Taha Suresi, 42)

Allah, Hz. Musa ve Hz. Harun’a Mısır’ın hakimi olan Firavun’a gitmelerini emretmiştir. Firavun’un kibir ve inkarında azmış durumda olduğunu bildirmiş, fakat yine de ona din tebliğ ederlerken yumuşak bir üslupla konuşmalarını emretmiştir:

“İkiniz Firavun’a gidin, çünkü o, azmış bulunuyor.”

“Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar.” (Taha Suresi, 43-44)

Bu ayetle de dikkat çekildiği gibi yumuşak söz söylemek, dinin tebliğ edilmesinde çok önemli bir üsluptur. Bir çok ayette de genel kaide olarak sözün güzel olanının seçilmesi emredilir. Burada ise karşıdaki kişinin azgın olmasına rağmen yumuşak söz söylenmesi emredilmektedir ki bu durum bizlere güzel bir üslubun dinin tebliğ edilmesinde ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterir.

Allah’ın bu emri üzerine Hz. Musa, samimi üslubuyla kalbindeki korkuyu tekrar dile getirmiştir. Firavun’un onu öldürmesinden endişe ettiğini Rabbine söylemiştir:

Dediler ki: “Rabbimiz, gerçekten, onun bize karşı ‘taşkın bir tutum takınmasından’ ya da ‘azgın davranmasından’ korkuyoruz.” (Taha Suresi, 45)

(Musa) Dedi ki:”Rabbim, gerçekten onlardan bir kişi öldürdüm, beni öldürmelerinden korkuyorum.” (Kasas Suresi, 33)

Hz. Musa’nın bu cevabına karşılık Allah, ona bir defa daha onunla beraber olduğunu, onu gördüğünü ve duyduğunu hatırlatmıştır. Ayrıca Hz. Musa’ya ve Hz. Harun’a Firavun’a gidip, İsrailoğulları’nı kendileriyle beraber yollamasını istemelerini emretmiştir:

“Haydi ona gidin de deyin ki: Biz senin Rabbinin elçileriyiz, İsrailoğulları’nı bizimle birlikte gönder ve onlara (artık) azab verme. Sana Rabbinden bir ayetle geldik. Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun.” (Taha Suresi,47)

Dikkat edilirse Hz. Musa’nın Firavun’la olan diyaloğunda denemeden geçirilen tek kişi Firavun değildir. Hz. Musa da imtihandan geçirilmektedir. Hz. Musa Firavun’dan endişe etmekte, onun kendisini öldürmesinden çekinmektedir. Ama Allah Hz. Musa’ya Firavun’a gitmekten daha fazlasını emretmekte, İsrailoğulları’nı kendisiyle göndermesi için Firavun’dan istekte bulunmasını da bildirmektedir. Tüm Mısır’ın tartışılmaz hakimi konumunda olan, insanların ilahlaştırma derecesinde itaat ettikleri Firavun’a gidip, onun yanlış yolda olduğunu açıkça söylemek, dahası köle durumundaki İsrailoğulları’nın hürriyetini talep etmek, elbette zahiri bir bakışla son derece tehlikeli bir iştir. Ancak Hz. Musa ve Hz. Harun, Allah’ın koruması altında hareket ettikleri için mutlak bir güvenlik içinde olduklarını bilmiş ve Rablerine olan güvenin verdiği rahatlıkla bu emri yerine getirmişlerdir. Allah onlara bu gerçeği “korkmayın” emriyle hatırlatmıştır:

(Allah) Dedi ki: “Korkmayın, çünkü ben sizinle birlikteyim; işitiyorum ve görüyorum.” (Taha Suresi, 46)

dildade
05-23-2008, 04:09
FİRAVUN’UN ÇARPIK MANTIĞI


Hz. Musa, Tur Dağı’nda Rabbinden vahiyle birlikte büyük bir ilim almış ve Allah onu iki konuda özellikle eğitmiştir: Kader ve tevekkül. Hz. Musa tüm yaşantısının bir kader üzerine olduğunu ve oraya bir kader üzerine geldiğini artık bilmektedir; bir de Firavun’dan korkmaması ve Allah’a tevekkül etmesi gerektiğini kesin olarak anlamıştır. Çünkü Allah onunla birliktedir, onu görmektedir ve onun yardımcısıdır. Bu şuurla hareket eden Hz. Musa ve Hz. Harun, Kuran’daki ifadeyle “suçlu-günahkar bir kavim” olan Firavun ve çevresine gitmişlerdir:

Sonra bunların ardından Firavun’a ve onun önde gelen çevresine Musa’yı ve Harun’u ayetlerimizle gönderdik. Fakat onlar büyüklendiler. Onlar suçlu-günahkar bir kavimdi. (Yunus Suresi, 75)

Kuran’da Hz. Musa ile Firavun arasında geçen konuşmalar aktarılmaktadır. Bu konuşmalarda Firavun’un soru ve cevaplarına baktığımızda, çok çarpık ve çelişkili düşünceleri olduğu göze çarpar. Firavun’un ifadelerinden, onun Hz. Musa’nın sözlerini dinlemek yerine onu yenmek ve yalanlamak için uğraştığı görülür. Firavun bunu yaparken bazen etrafındakilerden yardım almaya çalışır, bazen de etrafındakileri kendi çarpık mantığına ikna etmek için çaba harcar. Hz. Musa’nın Firavun’la olan bir diyaloğu şu şekildedir:

(Firavun onlara) Dedi ki: “Sizin Rabbiniz kim ey Musa?”

Dedi ki: “Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir.”

(Firavun) Dedi ki: “İlk çağlardaki nesillerin durumu nedir öyleyse?”

Dedi ki: “Bunun bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Benim Rabbim şaşırmaz ve unutmaz.”

“Ki (Rabbim), yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi ve gökten su indirdi; böylelikle bununla her tür bitkiden çiftler çıkardık.”

“Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz, bunda sağduyu sahipleri için elbette ayetler vardır.

Sizi ondan yarattık, ona geri vereceğiz ve sizi bir kere daha ondan çıkaracağız. (Taha Suresi, 49-55)

Hz. Musa, Firavun ve çevresine bu apaçık tebliği yapınca onların tavrı bunu akıl ve vicdanla değerlendirmek yerine atalarının diniyle değerlendirmek oldu. Onların batıl dinine göre Firavun ilahtı ve bu batıl dinin mensupları Allah’ın varlığını kabul etmiyorlardı:

Musa, onlara apaçık olan ayetlerimizle geldiği zaman: “Bu, düzüp uydurulmuş bir büyüden başkası değildir. Biz geçmiş atalarımızdan bunu işitmedik” dediler. (Kasas Suresi, 36)

Bu ayetten de anlaşıldığı gibi Firavun kavmi, Hz. Musa’nın Allah’ın varlığını ve birliğini anlatmasındaki amacın, kendi atalarının dinini değiştirerek gücü eline almak olduğunu düşündüler. Çünkü Firavun ve çevresinin kendi dinlerinden kaynaklanan birtakım imtiyazları vardı. Eğer bu din değişirse Firavun bütün gücünü kaybedecekti. Hz. Musa’ya ve onun getirdiği dine de bu açıdan bakıyorlar, nasıl Firavun ve etrafındakiler halkı eziyorlarsa bu kez sistemin değişip tam tersi olacağını zannediyorlardı. Firavun ve kavminin Hz. Musa ve Hz. Harun’a verdikleri aşağıdaki cevap, bu yüzeysel bakış açılarının açık bir ifadesidir:

Onlar: “Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz” dediler. (Yunus Suresi, 78)

Oysa Firavun ve çevresinin “ yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? “ şeklindeki söz konusu suçlamaları, tamamen samimiyetsiz bir iftiraydı. Hz. Musa Mısır’a hakim olmayı değil, sadece Firavun’un, İsrailoğullarını kendisi ile göndermesini istiyordu. Hz. Musa’nın talebi, köle olarak kullanılan ve sürekli zulüm altında bulunan İsrailoğulları’nın serbest bırakılması ve onların Mısır’dan gitmelerine izin verilmesiydi:

Musa dedi ki: “Ey Firavun, gerçekten, ben alemlerin Rabbinden (gönderilme) bir elçiyim.”

“Benim üzerimdeki yükümlülük, Allah’a karşı ancak gerçeği söylemektir. Rabbinizden size apaçık bir belge ile geldim. Artık İsrailoğulları’nı benimle gönder.” (Araf Suresi, 104-105)

Ancak bu talebe hiç bir şekilde yanaşmayan Firavun, Hz. Musa’ya karşı çeşitli yöntemler denedi. Bunların biri, duygusallığı tahrik etmekti. Hz. Musa’nın kendi sarayında büyüdüğünü hatırlatan Firavun, bununla hem Hz. Musa’yı kendince minnet altında bırakmaya hem de çevredeki kişilerin gözünde onu bir nankör gibi göstermeye çalıştı. Dahası, Hz. Musa’nın daha önceden yanlışlıkla öldürdüğü adam konusunu da gündeme getirerek onu zor duruma düşürmeye çabaladı. Hz. Musa’nın tüm bunlara verdiği cevap ise, kadere tam teslim ve razı olmuş örnek mümin cevabıydı:

(Gittiler ve Firavun:) Dedi ki: “Biz seni içimizde daha çocukken yetiştirip büyütmedik mi? Sen ömrünün nice yıllarını aramızda geçirmedin mi?”

“Ve sen, yapacağın işi (cinayeti) de işledin; sen nankörlerdensin.”

(Musa) Dedi ki: “Ben onu yaptığım zaman şaşkınlardandım.”

“Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım; sonra Rabbim bana hüküm (ve hikmet) verdi ve beni gönderilen (elçilerden) kıldı.” (Şuara Suresi, 18-21)

Konuşmasının devamında Hz. Musa, kendisinin saraya gelmesinin ve orada büyütülmesinin ona Firavun tarafından yapılan bir lütuf olmadığını aksine buna zulüm nedeniyle mecbur kaldığını anlatıyordu:

“Bana karşı lütuf-dediğin nimet de, İsrailoğulları’nı köle kılmandan dolayıdır.” (Şuara Suresi, 22)

Hz. Musa, ilk başta Firavun ve çevresinden korktuğunu söylemesine rağmen, Allah’ın onu uyarması ve onunla beraber olduğunu hatırlatması sayesinde korkusuzca ve tüm açıklığıyla Firavun’a tebliğini yaptı. Firavun Hz. Musa’ya ilk olarak Rabbini sordu:

Firavun dedi ki: “Alemlerin Rabbi nedir?”

Dedi ki: “Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir. Eğer ‘kesin bilgiyle inanıyorsanız’ (böyledir).”

Çevresindekilere dedi ki: “İşitiyor musunuz?”

(Musa:) Dedi ki: “O sizin de Rabbiniz, geçmişteki atalarınızın da Rabbidir.” (Şuara Suresi, 23-26)

Burada Hz. Musa, Firavun’un sorusuna cevap verirken atalarının dininin geçersiz olduğunu da anlatıyordu. Çünkü onların ataları da sapıklık içindeydiler. Allah geçmişteki atalarının da Rabbiydi. Nitekim Firavun bu gerçeğe cevap veremeyince, Hz. Musa’yı iftira ve tehditle yıldırmaya çalıştı:

(Firavun) Dedi ki: “Şüphesiz size gönderilmiş bulunan elçiniz, gerçekten bir delidir.”

“Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, O, doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan her şeyin de Rabbidir” dedi (Musa).

(Firavun) dedi ki: “Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.” (Şuara Suresi, 27-29)

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi Hz. Musa, güçlü delil ve sözlerle Firavun’u zor durumda bırakınca Firavun ona delilik iftirasında bulunmuştur. Burada Firavun’un asıl amacı, çevresine bunu söyleyerek Hz. Musa’nın etkisini kırmaktır. Hz. Musa’nın etkileyici ve doğru sözleri Firavun’u kızdırmıştır. Ve bunun üzerine Firavun zorba karakterini bir kez daha açığa vurmuş, eğer buna devam eder ve kendisini ilah olarak kabul etmezse, Hz. Musa’yı hapse atmakla tehdit etmiştir.

Bunun üzerine kendisinde elçiliğinin alameti olan belgelerin, delillerin olduğunu söyleyen Hz. Musa, Allah’ın kendisine verdiği iki mucizeyi Firavun’a göstermiştir:

(Musa) Dedi ki: “Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?”

(Firavun) Dedi ki: “Eğer doğru sözlü isen, onu getir.”

Bunun üzerine asasını bırakıverdi, bir de (ne görsünler) o, açıkça bir ejderha oluverdi.

Elini de çekip çıkardı, bir de (ne görsün) o, bakanlar için ‘parlayıp aydınlanıvermiş’. (Şuara Suresi, 30-33)

Hz. Musa vasıtasıyla Allah’ın iki büyük mucizesini gören Firavun ve çevresi duydukları sözlere ve gördükleri mucizelere rağmen bunların ancak bir büyü vasıtasıyla yapıldığını düşündüler. Bu fikri birbirlerine telkin ederek bu mucizelerden etkilenmelerine engel olmaya çalıştılar:

(Firavun,) Çevresindeki önde gelenlere: “Bu” dedi, “Doğrusu bilgin bir büyücüdür.”

“Büyüsüyle sizi yurdunuzdan sürüp çıkarmak istiyor; ne buyurursunuz?” (Şuara Suresi, 34-35)

Burada ortaya konulan mantık inkarcıların genel bir mantığıdır. Kuran’daki bir çok kıssada bu tarz kişiler ve tepkiler anlatılıp bu çarpık mantık gözler önüne serilir. Ataların dinine körü körüne bağlanmaya, delillerini gördüğü halde gerçeği reddetmeye dayanan bu düşünce, sadece Firavun ve çevresindekilerin gösterdikleri bir tavır değildir. İnkarcılar tarih boyunca hep bu şekilde kendilerine çıkış yolu aramışlardır. Kuran’da kendini büyük görenlerin bu bakış açısı belirtilmiştir:

Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu, gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler.... (Araf Suresi, 146)

Firavun ve çevresi de ortada dosdoğru yol varken bunu benimsemek yerine inkarcılığı seçiyor ve azgınlık yolunu benimsiyorlardı. Kendilerine gösterilen mucizelere rağmen Hz. Musa ile mücadeleye girişmeye karar verdiler. Bunun için de “büyücü” olmakla suçladıkları Hz. Musa’ya kendilerince rakipler bulmaya kalktılar:

Dediler ki: “Onu ve kardeşini şimdilik bekletiver (vereceğin cezayı ertele), şehirlere de toplayıcılar yolla”;

“Bütün bilgin büyücüleri sana getirsinler.” (Araf Suresi, 111-112)

Firavun, Hz. Musa’nın gösterdiği mucizelerin büyücü hilesi olduğunu iddia ediyordu. Bu mucizeleri kendi büyücüleri vasıtasıyla ortadan kaldırabileceğini zannediyordu. Böylece Hz. Musa’yı yenecek ve daha itibarlı bir konuma gelecekti. Çok rahatlıkla Hz. Musa’yı ve kardeşi Hz. Harun’u öldürebilirdi. Fakat Firavun, çevresindekilerin verdiği tavsiyeye uydu. Bu ona daha cazip geldi. Daha büyük ve kalıcı bir galibiyet elde edeceğini düşündü. Aslında Allah onları büyük bir yenilgiye ve helaka doğru yaklaştırıyordu. Hem de kendilerinden en emin oldukları yerden.

Galip geleceklerinden o kadar emindiler ki buluşma yerinin ve zamanının da Hz. Musa tarafından seçilmesine izin verdiler:

Dedi ki: “Ey Musa, sen bizi sihrinle yurdumuzdan sürüp çıkarmaya mı gelmiş bulunuyorsun?”

“Madem böyle, biz de sana buna benzer bir sihirle geleceğiz; şimdi sen, bir ‘buluşma zamanı ve yeri’ tesbit et, bizim de, senin de karşı olamayacağımız açık, geniş bir yer olsun” dedi.

(Musa) Dedi ki: “Buluşma zamanımız, (ülkenin ulusal) bayram günü ve insanların toplanacağı kuşluk vakti (olsun).” (Taha Suresi, 57-59)

Hz. Musa ayette geçen “buluşma zamanı” için bayram gününde insanların biraraya toplanacağı bir zaman seçmişti. Çünkü bu buluşmaya bütün insanların şahit olmasını istiyordu. Bu son derece akılcı bir seçimdi; böylece insanlar Hz. Musa’nın tebliğine ve Firavun’la büyücülerinin uğradığı yenilgiye şahit olabileceklerdi. Bu buluşma zamanını Firavun da kabul etti:

Böylelikle Firavun arkasını dönüp gitti, hileli düzenini (yürütecek büyücüleri) bir araya getirdi, sonra geldi.

Musa onlara dedi ki: “Size yazıklar olsun, Allah’a karşı yalan düzüp uydurmayın, sonra bir azab ile kökünüzü kurutur. Yalan düzüp uyduran gerçekten yok olup gitmiştir.”

Bunun üzerine, kendi aralarında durumlarını tartışmaya başladılar ve gizli konuşmalara geçtiler.

Dediler ki: “Bunlar her halde iki sihirbazdır, sizi sihirleriyle yurdunuzdan sürüp-çıkarmak ve örnek olarak tutturduğunuz yolunuzu (dininizi) yok etmek istemektedirler.”

“Bundan ötürü, tuzaklarınızı bir araya getirin, sonra gruplar halinde gelin; bugün üstünlük sağlayan, gerçekten kurtuluşu bulmuştur.” (Taha Suresi, 60-64)

dildade
05-23-2008, 04:09
KURAN’DA MISIR HÜKÜMDARLARININ ÜNVANLARI


Eski Mısır tarihi boyunca bu ülkede yaşamış olan tek peygamber Hz. Musa değildir. Hz. Yusuf da Hz. Musa'dan çok daha önce Mısır’da yaşamıştır.

Kuran'daki Hz. Musa ile Hz. Yusuf kıssalarını okurken göze çarpan bir ayrıntı vardır. Hz. Yusuf zamanında yaşayan Mısır hükümdarını tanımlamak için Kuran’da "melik"kelimesi geçer:

Hükümdar (melik) dedi ki: "Onu (Yusuf’u) bana getirin, onu kendime bağlı kılayım." Onunla konuştuğunda da (şöyle) dedi: "Sen bugün bizim yanımızda (artık) önemli bir yer sahibisin, güvenilir (bir danışman-yönetici)sin." (Yusuf Suresi, 54)

Buna karşılık, Hz. Musa zamanında yaşayan hükümdar için Kuran'da "Firavun" kelimesi kullanılmaktadır:

Andolsun, biz Musa'ya apaçık dokuz ayet (mucize) vermiştik; işte İsrailoğullar’ına sor; onlara geldiği zaman Firavun ona: "Gerçekten ben seni büyülenmiş sanıyorum" demişti. (İsra Suresi, 101)

Mısır’ın bu iki yöneticisinin farklı isimlendirilmesinin nedenini tarihi kayıtlar bize açıklamaktadır. Firavun kelimesi aslında eski Mısır’daki kraliyet sarayına verilen isimdi. Eski krallık döneminde hükümdarlar bu ismi kullanmıyorlardı. Firavun kelimesinin ülkenin başındaki kişinin ismi haline gelmesi, Mısır tarihinin "Yeni Krallık Dönemi"nde olmuştur. Bu dönem 18. hanedan ile başlamış (M.Ö. 1539-1292) ve 20’inci hanedanlığa gelindiğinde (M.Ö. 945-730) "firavun" kelimesi saygı amacıyla kullanılan bir söz halini almıştır.

İşte Kuran'daki mucizevi üslup burada bir kez daha ortaya çıkmaktadır: Hz. Yusuf'un hayatı Eski Krallık dönemine denk gelmektedir ve bu nedenle Mısır hükümdarı için "firavun" değil "melik" kelimesi kullanılmıştır. Mz. Musa'nın hayatı ise Yeni Krallık dönemine geldiği için Mısır hükümdarı Kuran'da "firavun" olarak tanımlanmıştır.

Elbette böyle bir ayrım yapabilmek için, Mısır tarihini bilmek gerekir. Oysa başta da belirttiğimiz gibi Eski Mısır'ın tarihi, Mısır alfabesinin okunamaması nedeniyle, 4. yüzyılda tamamen unutulmuş ve ancak 19. yüzyılda yeniden çözülmüştür. Dolayısıyla Kuran'ın vahyedildiği dönemde hiç kimsenin Eski Mısır tarihi hakkında detaylı bir bilgisi yoktur. Bu husus, Kuran'ın Allah sözü olduğunu ispat eden sayısız delilden biridir.

dildade
05-23-2008, 04:09
Hz. MUSA’NIN BÜYÜCÜLERLE MÜCADELESİ


Hz. Musa’ya karşı hünerlerini ortaya koymaları için Mısır’ın dört bir yanından toplanan bütün sihirbazlar, Firavun’a geldiler. Firavun kendisinin mutlaka üstün geleceğini düşünüyordu. Böyle bir mücadelenin ardından o ve çevresindekiler kendi hükümdarlıklarını koruyacaklardı. Büyücüler ise bu mücadeleyi kazanırlarsa Firavun’dan nasıl bir armağana ulaşacaklarını merak ediyorlardı:

“Bütün bilgin büyücüleri sana getirsinler.”

Sihirbazlar Firavun’a gelip dediler ki: “Eğer biz galip olursak, herhalde bize bir karşılık (armağan) var, değil mi?”

“Evet” dedi. “(O zaman) Siz en yakın(larım) kılınanlardan olacaksınız.” (Araf Suresi, 112-114)

Firavun, kendince saltanatını pekiştirecekti, büyücüler de Firavun’a yakın olacak ve menfaat elde edeceklerdi. Bir tarafta Mısır’ın tüm bilgin büyücüleri, diğer tarafta ise daha önceden tanıdıkları ve köle bir kavmin mensupları olan Hz. Musa ve Hz. Harun vardı. Kimin önce başlayacağına Hz. Musa’nın karar vermesini kabul ettiler:

“Ey Musa” dediler. Ya sen (asanı) at veya önce biz atalım.”

Dedi ki: “Hayır, siz atın.” Sonra hemen (ne görsün), sihirlerinden dolayı, onların ipleri ve asaları kendisine gerçekten koşuyormuş gibi göründü. (Taha Suresi, 65-66)

Sihirbazlar sihirlerini atınca ipler ve asalar kendilerine koşuyormuş gibi gözüktü. Ayette haber verildiği gibi, herkes göz aldanmasıyla ipleri ve asaları koşar gibi görmüştü.

Dikkat edilirse ayette “koşuyormuş gibi göründü” denmektedir. Yani gerçek bir koşma olayı yoktur, sadece bakan insanlara öyle gözükmüştür. Başka bir ayette de yapılan sihrin yine yalnızca göz aldanması olduğu ve bu şekilde insanların etkilendiği şöyle anlatılır:

(Musa:) “Siz atın” dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi, 116)

Firavun’un büyücüleri, sergiledikleri ilüzyon numaralarıyla halk üzerinde büyük bir itibar kazanmış durumdaydılar. Bunu ise Firavun’un saltanatını güçlendirmek için kullanıyorlardı. Her türlü büyüyü “Firavun’un gücü adına” yapıyorlar ve böylece Firavun sistemini ayakta tutuyorlardı. Firavun ise bu büyücülere maddi çıkar sağlıyordu. Kısacası ortada karşılıklı oluşturulmuş bir menfaat ilişkisi vardı.

İşte büyücüler de Hz. Musa ile mücadeleye girerken, Firavun’un metafizik bir gücü olmadığını bildikleri halde, sırf çıkar elde etmek ve onun yanında iyi konuma gelebilmek için asalarını attılar. Bunu yaparken kazanacaklarından çok emindiler ve üstün geleceklerini söylediler:

Onlar da, iplerini ve asalarını atıverdiler ve: “Firavun’un üstünlüğü adına, hiç tartışmasız, üstün olanlar gerçekten bizleriz” dediler. (Şuara Suresi, 44)

Büyücülerin yaptıkları gösteriler hileli bile olsa görenleri etkiliyordu. Kuran’da bildirildiğine göre, halk dehşete düşerken Hz. Musa da bundan etkilendi ve içi korkuyla doldu. Çünkü Hz. Musa da bu illüzyon nedeniyle ipleri ve asaları koşuyor gibi görmüştü. Allah, korkmaması için Hz. Musa’ya hatırlatmada bulundu:

Musa, bu yüzden kendi içinde bir tür korku duymaya başladı.

“Korkma” dedik. “Muhakkak sen üstün geleceksin.”

“Sağ elindekini atıver, onların yaptıklarını yutacaktır; çünkü onların yaptıkları yalnızca bir büyücü hilesidir. Büyücü ise nereye varsa kurtulamaz.” (Taha Suresi, 67-69)

Hz. Musa, Rabbinin bu hatırlatması üzerine hemen büyücülere dönerek onların yaptıklarının bir büyü olduğunu ve Allah’ın onu geçersiz kılacağını haber verdi:

....Musa dedi ki: “Sizlerin (ortaya) getirdiğiniz büyüdür. Doğrusu Allah onu geçersiz kılacaktır. Şüphesiz Allah, bozgunculuk çıkaranların işini düzeltmez.” (Yunus Suresi, 81)

Bu sözlerinin ardından Hz. Musa da asasını attı. Sonuç, büyücüler için dehşet vericiydi. Onlar bir şeyleri koşuyormuş gibi göstermeye çalışıp insanları kandırırken Hz. Musa’nın asası onların tüm büyülerini yutmuştu:

Biz de Musa’ya: “Asanı fırlatıver” diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de baktılar ki, o bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor.

Böylece hak yerini buldu, onların bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı.

Orada yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler. (Araf Suresi, 117-119)

Hz. Musa’nın asası, büyücülerin yaptıkları gibi bir ilüzyonla değil, gerçekten mucizevi bir şekilde hareket etmiştir. Büyücüler Hz. Musa’ya bir tuzak kurmuşlardır. Ancak tuzak kurucuların en hayırlısı olan Allah, Hz. Musa’ya onların tuzaklarını geçersiz kılan bir tuzak kurdurmuştur. Böylece büyücülerin tuzakları kendi başlarına geçmiş, Allah bir mucize yaratarak asaya doğaüstü bir özellik vermiştir.

Sonuçta herkes Firavun’un büyücülerinin galip geleceğini düşünürken çok farklı bir sonuç ortaya çıkmış ve Hz. Musa galip gelmiştir. Böylece herkes Allah’ın vaadinin hak olduğunu görmüştür. Allah Hz. Musa’yı yalnız bırakmamış ve Hz. Musa Rabbinin mucizesi sayesinde yeryüzünün o devirdeki en güçlü sistemlerinden birine karşı galip gelmiştir.

dildade
05-23-2008, 04:09
BÜYÜCÜLERİN İMAN ETMESİ


Hz. Musa ile büyücüler arasındaki karşılaşma, Firavun, büyücüler ve seyreden halk için hiç beklenmeyen bir sonuçla bitmiş oluyordu. Kazanacaklarından emin ve mağrur olan büyücüler kaybetmişlerdi. Hem de bu, bütün Mısır halkının önünde açık bir mağlubiyetti. Bunun büyücüler üzerindeki etkisi ise çok daha büyük oldu. Büyücülerin yaptığı bir göz aldanmasıydı. Bunun gerçek olmadığını büyücüler çok iyi biliyordu. Hazırladıkları düzeneklerle, hileyle insanları kandırıyorlar ve kendilerinin ve dolayısıyla Firavun sisteminin ilahi bir özelliği varmış gibi gösteriyorlardı. Fakat diğer tarafta çok farklı bir durum vardı. Bu bir illüzyon ya da göz aldanması değildi. Gerçekten Hz. Musa’nın asası onların düzeneklerini yutmuştu. Sihirbazlar bunun gerçek bir mucize olduğunu ve Allah’ın varlığının ve Hz. Musa’ya olan desteğinin bir delili olduğunu anladılar ve hemen iman ettiler:

Ve sihirbazlar secdeye kapandılar.

“Alemlerin Rabbine iman ettik” dediler.

“Musa’nın ve Harun’un Rabbine...” (Araf Suresi, 120-122)

Bir anda her şey tersine dönmüştü. Galip geleceğinden son derece emin olan ve halkın önünde Hz. Musa’ya karşı mücadeleye girişen Firavun yenilmiş ve büyücüleri de Hz. Musa’ya iman etmişti. İlk başta Firavun büyücülerin iman etmelerini kabullenemedi. Çünkü sapkın inancına göre her şeyin (insanların dahi) sahibi kendisiydi ve iman etmeleri için de insanlara onun izin vermesi gerektiğini zannediyordu:

Firavun: “Ben size izin vermeden önce O’na iman ettiniz, öyle mi? Mutlaka bu, halkı burdan sürüp-çıkarmak amacıyla şehirde planladığınız bir tuzaktır. Öyeyse siz (buna karşılık ne yapacağımı) bileceksiniz.” (Araf Suresi, 123)

Zalim tavrını ortaya koyan Firavun hemen çarpık mantığıyla haklı çıkmaya çalıştı. Ortada büyük bir mucize vardı. Büyücüler yenilmiş ve Hz. Musa’ya iman etmişlerdi. Firavun’un da ortadaki mucizeyi görüp imana gelmesi gerekirken, aksine o kendisinin de yalan olduğunu bildiği düzmece yorumlar yaptı ve senaryolar kurdu. Ona göre, büyücülerle Hz. Musa beraber hareket etmiş ve Mısır’da hakim olmak için böyle bir şey düzenlemişlerdi. Hatta büyüyü de onlar Hz. Musa’dan öğrenmişlerdi:

-...Şüphesiz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür... (Taha Suresi, 71)

İşte Firavun, Allah’ın apaçık olan ayetlerini, mucizesini görmesine rağmen böyle direnip karşı koyuyordu. Kuşkusuz bu, en değişmez inkarcı mantıklarından birisidir. İnkarda direnen insanlar, en açık mucizeyi görseler bile onu yalanlayacak bir ruh hali içinde olurlar. Kendi inkarlarını meşrulaştırmak için her türlü mantık dışı yola saparlar. Firavun’un gösterdiği katı inatçılık, Allah’ın varlığını, birliğini, dininin hak olduğunu kabul etmek istemeyen sayısız inkarcıda da her devirde ve her toplumda görülür.

Ancak Firavun bu inatçılığın kendisini kurtarmayacağını biliyordu. Büyücülerin yenilmesi ve sonra da iman etmesi nedeniyle halk gözündeki otoritesi sarsılmıştı. Bu durumu düzeltmesi ve bir şekilde toplumdaki baskısını sürdürmesi gerekiyordu. Bunun üzerine zora başvurdu ve iman eden büyücüleri işkenceyle öldürmekle tehdit etti. Fakat büyücüler Allah’ın ayetinin gerçek olduğunu açıkça görmüşler ve tümüyle O’na yönelip dönmüşlerdi. Kuran’da bir kaç yerde, bu esnada iman eden büyücülerin kararlı sözlerine yer verilmiştir:

...O halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarında sallandıracağım. Siz de elbette, hangimizin azabı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız.”

Dediler ki: “Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla ‘tercih edip-seçmeyiz.” Neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt; sen, yalnızca bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin.”

“Gerçekten biz Rabbimize iman ettik; günahlarımızı ve sihir dolayısıyla bizi kendisine karşı zorlayarak-sürüklediğin (suçumuzu) bağışlasın. Allah, daha hayırlıdır ve daha süreklidir.” (Taha Suresi, 71-73)

(Onlar da:) “Biz de şüphesiz Rabbimize döneceğiz” dediler.

Oysa sen, yalnızca, bize geldiğinde Rabbimizin ayetlerine inanmamızdan başka bir nedenle bizden intikam almıyorsun. “Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür.” (Araf Suresi, 125-126)

“Hiç zararı yok” dediler. “Çünkü biz gerçekten Rabbimize dönücüleriz.”

“Doğrusu biz, iman edenlerin ilki olduğumuzdan dolayı Rabbimizin bizim hatalarımızı bağışlayacağını umuyoruz.” (Şuara Suresi, 50-51)

Ayetlerde haber verildiği gibi iman eden bu kişiler, Firavun’un tehditlerine karşı kararlılık göstermiş, ona boyun eğmemişlerdir. Çünkü artık onlar öldürülseler bile üstün ve güçlü olan, her şeyi yaratan ve her şeyin Rabbi olan Allah’a döneceklerini anlamışlardır. Eski inkarlarının ve dine karşı olan aleyhte tavırlarının ise Rableri tarafından da bağışlanacağını ummuşlardır. Çünkü Allah çokça bağışlayan ve esirgeyendir.

Bu olaydan sonra, Firavun, çevresine yaptığı baskıyı arttırdı. Halkı alabildiğince sindirmeye çalıştı. Firavun’un bu baskısı nedeniyle Hz. Musa’nın kavminin içinde sadece gençlerden oluşan bir grup dışında kimse iman etmedi. Büyücülerin gösterdikleri samimiyet ve cesaret, söz konusu mümin gençler dışında kavmin geneli tarafından gösterilmedi. Bu kavim, Allah korkusundan yoksun olduğu için, Allah’ın gücünü takdir edemeyip aciz insanlardan korktukları için iman etmediler. Bu gerçek Kuran’da şöyle haber verilir:

Sonunda Musa’ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı. (Yunus Suresi, 83)

Hz. Musa’ya iman edenler arasında yer alan kişilerden biri ise, bizzat Firavun’un karısıydı. Firavun ile birlikte pek çok dünyevi nimetin içinde yaşayan bu şerefli hanım, Allah’a iman ederek hem bu nimetleri terk etmeyi hem de Firavun tarafından şiddetli bir belaya uğramayı göze almıştı. Bu, kuşkusuz çok samimi ve derin bir imanın göstergesidir. Nitekim Allah Kuran’da Firavun’un karısını da örnek bir mümin kadın olarak, Hz. Meryem’le beraber saymaktadır:

Allah, iman edenlere de Firavun’un karısını örnek verdi. Hani demişti ki: “Rabbim bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar.” (Tahrim Suresi, 11)

Firavun’un karısının bu samimi imanı, kuşkusuz Kuran’da da bildirildiği gibi tüm müslümanlara güzel bir örnektir. Bu salih mümin, dünyaya yönelik tüm hırslardan sıyrılmış, gerçek yaşamın ahiret olduğunu anlamıştır. Kısa dünya menfaatlerini –ne kadar şaşaalı görünseler de- sonsuz cennet nimetlerine tercih etmemiştir. Allah’a kendisine cennette bir barınma yeri vermesi için dua etmiştir. Elbette bu samimi dua ve gönülden ahirete yönelmiş karakter her müslümanın sahip olması gereken bir karakterdir.

dildade
05-23-2008, 04:10
SARAYDAKİ İNANAN KİŞİ ve TARTIŞMALAR


Yaşanan olağanüstü olaylara ve görülen mucizelere rağmen Firavun ve çevresindekiler Hz. Musa’ya direndiler. Kibir ve inatçılıkları nedeniyle inkarda direttiler ve gördüklerinin bir büyü ve Hz. Musa’nın da bir büyücü olduğunu ileri sürdüler. Dahası, Hz. Musa ve ona inananları yıldırmak için yeni planlar yapmaya, onlara karşı çeşitli baskı ve işkenceler tertip etmeye başladılar:

Andolsun, biz Musa’yı ayetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik;

Firavun’a, Haman’a ve Karun’a. Ama onlar: (Bu,) Yalan söyleyen bir büyücüdür” dediler.

Böylece, o, katımızdan kendilerine bir hak ile geldiği zaman, dediler ki: “Onunla birlikte iman edenlerin erkek çocuklarını öldürün; kadınlarını ise sağ bırakın.” Ancak kafirlerin hileli-düzeni boşa çıkmakta olandan başkası değildir.

Firavun dedi ki: “Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp-yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.”

Musa dedi ki: “Gerçekten ben, hesap gününe iman etmeyen her mütekebbirden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığınırım.” (Mümin Suresi, 23-27)

Firavun’un düşüncesi Hz. Musa’nın öldürülerek ortadan kaldırılmasıydı. Firavun kendi çıkarlarının bozulmasını istemiyordu. Eğer Hz. Musa güçlenirse halka istediği gibi hükmedemeyecekti. Bu nedenle de Hz. Musa’yı fesat çıkarmakla suçlayıp onun öldürülmesini makul göstermeye çalışıyordu. Fakat bu sefer de Hz. Musa’ya destekçi olarak Firavun’un ailesinden bir kişi çıktı ve Firavun’un zorbalığına itiraz etti:

Firavun ailesinden imanını gizlemekte olan mü’min bir adam dedi ki: “Siz, benim Rabbim Allah’tır diyen bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o, size Rabbinizden apaçık belgelerle gelmiş bulunuyor. Buna rağmen o eğer bir yalancı ise yalanı kendi aleyhinedir; ve eğer doğru sözlü ise, (o zaman da) size va’dettiklerinin bir kısmı size isabet eder. Şüphesiz Allah, ölçüyü taşıran, çok yalan söyleyen kimseyi hidayete erdirmez.”

“Ey Kavmim, bugün mülk sizindir, yeryüzünde hüküm sahibi kimselersiniz. Fakat bize Allah’tan dayanılmaz bir azab gelecek olursa bize kim yardımcı olabilecek?” Firavun dedi ki: “Ben, size yalnızca gördüğümü (kendi görüşümü) gösteriyorum ve ben sizi doğru yoldan da başkasına yöneltmiyorum.”

İman eden (adam) dedi ki: “Ey Kavmim, ben o fırkaların gününe benzer (bir günün felaketine uğrarsınız) diye korkuyorum.”

“Nuh kavmi, Ad, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumuna benzer (bir gün). Allah, kullar için zulüm istemez.”

“Ve ey kavmim, doğrusu ben sizin için o feryat (edeceğiniz kıyamet) gününden korkuyorum.”

“Arkanızı dönüp kaçacağınız gün; sizi Allah’tan koruyacak yoktur. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğruya yöneltecek bulunmaz.”

“Andolsun, daha önce Yusuf da size apaçık belgeler getirmişti. O zaman size getirdikleri hakkında kuşkuya kapılıp durmuştunuz. Sonunda o, vefat edince, demiştiniz ki; “Allah, ondan sonra kesin olarak bir elçi göndermez.” İşte Allah, ölçüyü taşıran, şüpheci kimseyi böyle saptırır.”

“Ki onlar, Allah’ın ayetleri konusunda kendilerine gelmiş bir delil bulunmaksızın mücadele edip dururlar. (Bu,) Allah katında da, iman edenler katında da büyük bir öfke (sebebi)dir. İşte Allah, her mütekebbir zorbanın kalbini böyle mühürler.” (Mümin Suresi, 28-35)

Saraydaki iman eden kişinin bu uyarısı, kibir ve inatla kalbi kör olmuş olan Firavun’u fazla etkilemedi. Bu sözlerin çevresinde de etkisiz olması için kendisini ve tüm Mısır kavmini uyaran bu müslümanı alaya almaya çalıştı. Yardımcısı olan Haman’a dönerek alaycı bir şekilde kendisine yüksekçe bir kule yapmasını istedi:

Firavun (alayla) dedi ki: “Ey Haman, bana yüksek bir kule bina et; belki o yollara ulaşabilirim,”

“Göklerin yollarına. Böylelikle Musa’nın ilahına çıkabilirim. Çünkü ben, onun yalancı olduğunu sanıyorum.” İşte Firavun’a, kötü ameli böyle çekici kılındı ve yoldan alıkonuldu. Firavun’un hileli-düzeni, ‘yıkım ve kayıpta’ olmaktan başka (bir şey) olmadı. (Mümin Suresi, 36-37)

Firavun, Haman’a verdiği söz konusu kule inşa etme emriyle, sadece alay ederek üste çıkmaya çalışıyordu. Hz. Musa’nın kendisine tebliğ ettiği gerçeği, yani Allah’ın varlığını ve birliğini kavrayamıyordu. Firavun Allah’ın gökte olduğunu düşünüyor, oraya çıkıp bakıldığında bir şey bulunamayacağını biliyor, böylece kendince alaycı bir şekilde Hz. Musa’yı yalanlamış oluyordu.

Firavun’un ailesinde olup da gizlice iman eden mümin kişi ise, Firavun’un bu tavrına karşı onlara açıkça Allah’ın ve ahiretin varlığını anlatmaya başladı. Onları azapla uyardı. Anlattığı hakikate inanmalarını ve ona tabi olmalarını istedi:

İman eden (adam) dedi ki: “Ey Kavmim, siz bana tabi olun, ben sizi doğru yola iletip-yönelteyim.”

“Ey kavmim, gerçekten bu dünya hayatı, yalnızca bir meta (kısa süreli bir yararlanma)dır. Şüphesiz ahiret, (asıl) karar kılınan yurt odur.”

“Kim bir kötülük işlerse, kendi mislinden başkasıyla ceza görmez; kim de -erkek olsun, dişi olsun- bir mü’min olarak salih bir amelde bulunursa, işte onlar, içinde hesapsız olarak rızıklandırılmak üzere cennete girerler.”

“Ey kavmim, ne oluyor ki ben sizi kurtuluşa çağırıyorken, siz beni ateşe çağırıyorsunuz.”

“Siz beni Allah’a (karşı) inkâr etmeye ve hakkında bilgim olmayan şeyleri O’na şirk koşmaya çağırıyorsunuz. Ben ise sizi, üstün ve güçlü olan, bağışlayan (Allah’)a çağırıyorum.

“İmkanı yok; gerçekten sizin beni kendisine çağırmakta olduğunuz şeyin, dünyada da, ahirette de çağrıda bulunma (yetkisi, gücü, değeri ve bağışlama)sı yoktur. Şüphesiz, bizim dönüşümüz Allah’adır. Ölçüyü taşıranlar, onlar ateşin halkıdırlar.”

“İşte size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben de işimi Allah’a bırakıyorum. Şüphesiz Allah, kulları pek iyi görendir.”

Sonunda Allah, onların kurdukları hileli-düzenlerinin kötülüklerinden onu korudu ve Firavun’un çevresini de azabın en kötüsü kuşatıverdi. (Mümin Suresi, 38-45)

Firavun ve çevresi kendi içlerinden gelen bu salih müminin uyarılarına da kulak tıkadılar. Bunca delile rağmen inkarlarının ve zorbalıklarının karşılığı ise azap olacaktı.

Kuran’da Eski Mısır hakkında verilen bilgilerin bazıları yakın zamana kadar gizli kalmış tarihsel bilgileri açığa çıkarmaktadır. Bu bilgiler, Kuran’daki her kelimenin belirli bir hikmete göre kullanıldığını da bize göstermektedir.

Kuran’da Firavun’la birlikte adı geçen kişilerden birisi “Haman”dır. Haman, Kuran’ın 6 ayrı ayetinde, Firavun’un en yakın adamlarından biri olarak zikredilir.

Buna karşılık Tevrat’ta Hz. Musa’nın hayatını anlatan bölümde, Haman’ın adı hiç geçmez. Fakat Haman ismi Eski Ahit’in sonraki bölümlerinde, Hz. Musa’dan yaklaşık 1100 sene sonra yaşamış, ve Yahudiler’e zulmetmiş bir Babil kralının yardımcısı olarak geçmektedir.

İşte Kuran’ı Peygamberimiz Hz. Muhammed’in Tevrat ve İncil’den bakarak yazdığını iddia eden gayrı müslim bazı kişiler, güya peygamberimizin bu kitaplarda anlatılan bazı konuları Kuran’a yanlış aktardığı gibi bir safsatayı ortaya atarlar.

Oysa bu iddianın tümüyle dayanaksız olduğu Mısır hiyeroglifinin bundan yaklaşık 200 yıl önce çözülüp, eski Mısır yazıtlarında “Haman” isminin bulunmasıyla ortaya çıktı.

O zamana kadar Eski Mısır dilinde yazılmış kitabeler ve yazılar okunamıyordu. Eski Mısır dili hiyeroglifti ve çağlar boyunca bu dil varlığını sürdürdü. Fakat M.S. 2. ve M.S. 3. yüzyılda hristiyanlığın yayılması ve kültürel etkisiyle Mısır, dinini olduğu gibi dilini de unuttu, yazılarda hiyeroglif kullanımı azaldı ve sona erdi. Hiyeroglif yazısının kullanıldığı bilinen en son tarih M.S. 394 yılına ait bir kitabedir. Bundan sonra bu dil unutuldu ve bu dilde yazılmış yazıları okuyabilen ve anlayabilen kimse kalmadı. Ta ki bundan yaklaşık iki yüzyıl öncesine dek…

Eski Mısır hiyeroglifi 1799 yılında, Rosetta Stone adı verilen ve M.Ö. 196 tarihine ait bir kitabenin bulunmasıyla çözüldü. Bu tabletin özelliği üç farklı yazıyla yazılmış olmasıydı: Hiyeroglif, demotik (hiyeroglifin el yazısı şekli) ve Yunanca. Yunanca metinin de yardımıyla tabletteki eski Mısır yazısı çözülmeye çalışıldı. Tabletin tüm çözümü, Jean-Françoise Champollion adlı bir Fransız tarafından tamamlandı. Böylece unutulan bir dil ve bu dilin anlattığı tarih aydınlanmış oldu. Bu sayede eski Mısır uygarlığı, onların dinleri ve sosyal yaşantıları hakkında bir çok şey öğrenildi.

Hiyeroglifin çözümüyle konumuzu da ilgilendiren çok önemli bir bilgiye daha erişilmiş oldu: “Haman” ismi gerçekten de Mısır yazıtlarında geçiyordu. Viyana’daki Hof Müzesi’nde bulunan bir anıt üzerinde bu isimden söz ediliyordu. Aynı yazıtta Haman’ın Firavun’a olan yakınlığı da vurgulanıyordu. (Walter Wreszinski, Aegyptische Inschriften aus dem K.K. Hof Museum in Wien, 1906, J C Hinrichs’ sche Buchhandlung)

Tüm yazıtlara dayanılarak hazırlanan “Yeni Krallıktaki Kişiler” sözlüğünde ise, Haman’dan “Taş ocaklarında çalışanların başı” olarak bahsediliyordu. (Hermann Ranke, Die Ägyptischen Personennamen, Verzeichnis der Namen, Verlag Von J J Augustin in Glückstadt, Band I,1935, Band II, 1952)

Ortaya çıkan sonuç önemli bir gerçeği ifade ediyordu. Haman, Kuran’a karşı çıkanların iddiasının aksine, aynen Kuran’da geçtiği gibi Hz. Musa zamanında Mısır’da yaşayan bir kişiydi ve Kuran’da bahsedildiği gibi o, Firavun’a yakın ve inşaat işleriyle ilgili bir kişiydi.

Nitekim Kuran’da, Firavun’un kule yapma işini Haman’dan istemesini aktaran ayet de bu arkeolojik bulguyla tam bir mutabakat içindedir.

Firavun dedi ki: “Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa’nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum.” (Kasas Suresi, 38)

Sonuçta, Eski Mısır yazıtlarında Haman’ın adının bulunması Kuran aleyhinde bir takım zorlama iddialar getirenlerin bir iddiasını daha boşa çıkarmakla kalmayıp, Kuran’ın gerçekten Allah katından olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Zira Kuran’da Peygamber devrinde ulaşılması ve çözülmesi mümkün olmayan bir tarihi bilgi mucizevi şekilde bizlere aktarılmıştı.

dildade
05-23-2008, 04:10
İSRAİLOĞULLARI’NIN NANKÖRLÜĞÜ


Büyücülerle olan karşılaşmasından sonra Hz. Musa uzun bir süre daha Mısır’da kaldı. Bu süre içinde Firavun’un Hz. Musa ve İsrailoğulları’na yönelik baskıları devam etti. Hz. Musa bir yandan Firavun ve onun baskılarıyla uğraşırken diğer yandan da İsrailoğulları’nı sabra davet ediyordu. İsrailoğulları’nın bir kısmı ise Hz. Musa’dan önce de sonra da baskı olduğunu ve değişen bir şey olmadığını söyleyerek, Hz. Musa’yı saygısız bir dille eleştiriyorlardı:

Musa kavmine: “Allah’tan yardım dileyin ve sabredin. Gerçek şu ki, arz Allah’ındır; ona kullarından dilediğini mirasçı kılar. En güzel sonuç muttakiler içindir.” dedi.

Dediler ki: “Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyete uğratıldık.” (Musa:) “Umulur ki, Rabbiniz düşmanınızı helak edecek ve sizleri yeryüzünde halifeler (egemenler) kılacak, böylece nasıl davranacağınızı gözleyecek” dedi. (Araf Suresi, 128-129)

İsrailoğulları’nın Hz. Musa’ya karşı gösterdikleri bu saygısız tavır, gerçekte bu kişilerin manen oldukça zayıf olduğunun bir göstergesidir. Allah kendilerini Firavun zulmünden kurtarmak üzere bir peygamber göndermiş ve onlardan sabretmelerini istemiştir. İmanları zayıf olduğu ve akletmeyen kişiler oldukları için, bu sabrı göstermemiş, nankörlük ederek Hz. Musa’ya karşı yakınmaya, söylenmeye başlamışlardır. Oysa gerçek bir mümine yaraşan tavır, her şart ve ortamda Allah’a şükretmek, Allah’ın çizdiği kaderin her anına razı ve teslim olmaktır. Bir mümin, Allah kendisine her neyi takdir ederse etsin —bu, sıkıntı, zorluk, açlık, baskı, işkence de olabilir— hep Bediüzzaman Said Nursi’nin “elhamdülillahi ala külli hal” (her halde iken Allah’a hamdolsun) sözleriyle ifade ettiği teslimiyetli ruh hali içinde olmalıdır. Maddi sıkıntıları mümin için büyük bir manevi lezzete çeviren de bu teslimiyet ve tevekküldür.

Hz. Musa kıssasında ise, Allah bizlere İsrailoğulları’nın büyük kısmının bu şuurdan yoksun olduğunu göstermektedir. İsrailoğulları’nın üstteki ayette belirtilen yakınmaları, ilerleyen sayfalarda inceleyeceğimiz gibi, daha sonraki dönemlerde Allah’a karşı nankörlük ve isyanlarla devam edecektir. Allah bunları bizlere birer ibret olması için öğretmektedir. Firavun’un inkarı nasıl büyük bir ibret ise, o dönemde yaşayan İsrailoğulları’nın zayıf imanı ve hastalıklı kalbi de yine bizler için birer ibret vesilesidir.

dildade
05-23-2008, 04:10
MUSİBETLER DÖNEMİ ve FİRAVUN’UN AKILSIZLIĞI


Allah, inkarda direten Firavun ve kavmine peş peşe çeşitli belalar musallat etti. Öncelikle Mısır’da büyük bir kuraklık dönemi başladı. Mısır için su son derece önemliydi. Kuraklık onların hayatlarını da tehdit ediyordu. Dolayısıyla elde edilen tüm tarım ürünlerinde büyük bir azalma ve kıtlık başgösterdi:

Andolsun, biz de Firavun aile (çevre)sini belki öğüt alıp düşünürler diye yıllar yılı kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık. (Araf Suresi, 130)

Bu ayetten anlaşıldığına göre bu kıtlık dönemi yıllarca sürdü. Yani Hz. Musa büyücülerle yaptığı mücadeleden sonra daha yıllarca Mısır’da kalıp burada Allah’ın dinini anlattı. Bu dönem içinde Allah Hz. Musa’dan kavmine rahat ibadet edebilmeleri için evler yapmasını istedi. Bu şekilde inananlar hep birlikte olacaklardı:

Musa ve kardeşine (şöyle) vahyettik: “Mısır’da kavminiz için evler hazırlayın, evlerinizi namaz kılınan (ve kıbleye dönük) yerler yapın ve namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri de müjdele.” (Yunus Suresi, 87)

Hz. Musa ve ona iman edenler burada ibadetlerini yerine getiriyorlar, Allah’ı anıyorlardı. Mısır kavmi ise hala cehalet ve akılsızlık içinde kendi kendilerini kışkırtmaya devam ediyorlar, başlarına gelen belaların nedeninin ise Hz. Musa ve inananlar olduğunu düşünüyorlardı:

Onlara bir iyilik geldiği zaman “Bu bizim için” dediler; onlara bir kötülük isabet ettiğinde (bunu da) Musa ve beraberindekilerin bir uğursuzluğu olarak yorumlarlardı. Haberiniz olsun, Allah katında asıl uğursuz olanlar kendileridir; ama onların çoğu bilmezler. (Araf Suresi, 131)

Felaketler tüm memleketi sarmıştı. Buna rağmen Firavun ve yakın çevresi kendi sapkın çok tanrılı sistemlerine, putperest inanışlarına yani “atalarının dini”ne öylesine koyu bir taassupla bağlanmışlardı ki hiçbir şekilde bundan dönmeyi göze almıyorlardı. Hz. Musa’nın getirmiş olduğu iki mucize yani elinin bembeyaz çıkması ve asasının yılana dönüşmesi bile onları batıl inançlarından döndürmemişti. Başka mucize getirse bile onu kabul etmeyeceklerini ve ona inanmayacaklarını söylüyorlardı:

Onlar: “Bizi büyülemek için mucize (ayet) olarak her ne getirirsen getir, yine de biz sana inanacak değiliz” dediler. (Araf Suresi, 132)

Bu tutumlarının karşılığında Allah, onlara dünyada da bir azap tattırmak için ayetin ifadesiyle “ayrı ayrı mucizeler” (Araf Suresi, 133) olarak felaketler yolladı. Bunlardan ilki, yukarıda da söz ettiğimiz gibi kuraklık ve dolayısıyla elde edilen ürünlerin azalmasıydı.

Mısırlılar tarım sistemlerini Nil nehrine dayandırmışlardı ve bu sayede doğal şartların değişimi onları etkilemiyordu. Mısır topraklarına yağmur yağmasa da Nil nehri Afrika’nın içlerinden gelerek en sıcak mevsimlerde bile bol su getiriyordu. Ancak Firavun ve yakın çevresinin Allah’a karşı büyüklenmesi ve Allah’ın peygamberini tanımaması sebebiyle kendilerine beklenmedik bir felaket olarak kuraklık geldi. Bu kuraklık, kendi kavmine, “Ey kavmim, Mısır’ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?” (Zuhruf Suresi, 51) diye seslenen Firavun’u da en açık biçimde yalanlıyordu.

Fakat ayette de belirtildiği gibi inkarcı kavim, “öğüt alıp düşünmeleri” gerekirken bu olanları Hz. Musa’nın ve İsrailoğulları’nın getirdiği bir uğursuzluk olarak kabul ettiler. Batıl inançları ve atalarının dini sebebiyle böyle bir düşünceye saplanmışlardı. Bu yüzden de büyük sıkıntılar çekmeye mahkum oldular. Ancak başlarına gelecekler bununla sınırlı değildi. Bu, daha başlangıçtı. Allah, üzerlerine bir seri felaket gönderdi. Bu felaketler Kuran’da şöyle bildirilmiştir:

Bunun üzerine, ayrı ayrı mucizeler (ayetler) olarak üzerlerine tufan, çekirge, buğday güvesi, kurbağa ve kan musallat kıldık. Yine büyüklük tasladılar ve suçlu-günahkar bir kavim oldular. (Araf Suresi, 133)

Onlar ise bu azaba rağmen inkara devam ettiler. Hatta bu azabın, inkarları dolayısıyla Allah’tan gelen bir bela olduğunu anladıklarında dahi inkarı sürdürdüler. Firavun ve yakın çevresi Hz. Musa’yı ve dolayısıyla Allah’ı (Allah’ı tenzih ederiz) kandırmayı denediler. Korkunç azaplar üstüste üzerlerine gelince Hz. Musa’yı çağırarak, kendilerini bundan kurtarmasını istemişlerdi:

Başlarına iğrenç bir azab çökünce, dediler ki: “Ey Musa, Rabbine sana verdiği ahid adına bizim için dua et. Eğer bu iğrenç azabı üzerimizden çekip giderirsen, andolsun sana iman edeceğiz ve İsrailoğulları’nı seninle göndereceğiz.” Ne zaman ki, onların erişebilecekleri bir süreye kadar, o iğrenç azabı çekip giderdik, onlar yine andlarını bozdular. (Araf Suresi, 134-135)

Dikkat edilirse burada inkarcı kavmin kullandığı sözler, Şeytan’ın inkarına benzemektedir. Şeytan Allah’ın varlığını bilmesine rağmen O’na itaati reddetmiştir. Firavun kavmi ise, belaların “Musa’nın Rabbi” olarak tanıdıkları Allah tarafından geldiğini anlamalarına rağmen, Allah’a ve elçisine itaati reddetmiştir. Allah’ın varlığını anlayıp idrak etmişler, fakat kibirleri, inatçılıkları ve atalarının dinine körü körüne bağlılıkları nedeniyle inkarı sürdürmüşlerdir.

Hz. Musa ise uzun bir zaman kavmini uyarmış, onlara dini anlatmıştır. Allah’ın delili olan pekçok mucizeyi göstermiştir. Allah bu inkarcı kavmi belki doğru yola dönerler diye musibetlere uğratmıştır; fakat hiç biri putperest dinlerini bırakıp kendilerini yaratmış olan gerçek Rableri Allah’a dönmemişlerdir. Allah, Kuran’da Hz. Musa’nın Firavun’a her şeyi anlattığını, onun ise tüm gücü ile peygambere karşı geldiğini şöyle haber verir:

Musa (olayın)da da (düşündürücü ayetler vardır). Hani Biz onu açık bir delille Firavun’a göndermiştik;

Fakat o, ‘bütün kişisel ve askeri gücüyle’ yüz çevirdi... (Zariyat Suresi, 38-39)

Bu katı inkar karşısında Hz. Musa, Rabbine bu inkarcı kavme azap vermesi için dua etmiştir:

Musa dedi ki: “Rabbimiz, şüphesiz Sen, Firavun’a ve önde gelen çevresine dünya hayatında bir çekicilik (güç, ihtişam) ve mallar verdin. Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için (mi?) Rabbimiz, mallarını yerin dibine geçir ve onların kalblerinin üzerini şiddetle bağla; onlar acı azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyecekler.” (Allah) Dedi ki: “İkinizin duası kabul olundu. Öyleyse dosdoğru yolda devam edin ve bilgisizlerin yoluna uymayın.” (Yunus Suresi, 88-89)

Allah Hz. Musa’nın bu duasına icabet etmiştir. Kendilerine yapılan tüm uyarılara karşı hak dine yönelmeyen Firavun ve yakın çevresi “acı azapla” karşılaşıp mallarıyla birlikte yerin dibine geçmişlerdir.

dildade
05-23-2008, 04:11
HZ. MUSA ve KAVMİNİN MISIR’I TERK ETMESİ ve FİRAVUN’UN SUDA BOĞULMASI


Her insana veya her kavme yapılan tebliğin bir sonu vardır. Allah kitapları ve elçileri vasıtasıyla veya mümin kullarını vesile kılarak insanlara öğüt verir. İnsanlar Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmeye, Rableri, Yaratıcı’ları ve gerçek Mevlaları olan Allah’a itaat etmeye davet edilirler. Bu tebliğ yıllarca sürebilir. Ama Allah katında tebliğin de belirlenmiş bir sonu vardır. İnkarda diretenlere bu sonla beraber artık azap gelir. Dünya azabıyla başlayan bu azap, asıl olarak cehennemde sonsuza kadar devam eder.

Firavun ve çevresi de yıllarca tebliğe karşı direnmiş ve azaba müstahak olmuşlardır. Allah’a isyan edip peygamberi delilik ve yalancılıkla suçlamışlardır. İnkarları sebebiyle Allah onlar için alçaltıcı bir son hazırlamıştır.

Bu azabın başlangıcında Allah öncelikle Hz. Musa’ya İsrailoğulları’nı Mısır’dan çıkarmasını emretmiştir:

Musa’ya: “Kullarımı gece yürüyüşe geçir, çünkü izleneceksiniz” diye vahyettik. (Şuara Suresi, 52)

Hz. Musa ve kavmi, Allah’ın buyurduğu gibi Mısır’ı gizlice terk ettiler.

İsrailoğulları’nın Mısır’ı terk etmesi Firavun için kabul edilemezdi. O, kendini onların rabbi kabul ediyordu. Tüm İsrailoğulları’nın sahibi olarak kendini görüyordu. Dahası kölelerinin gitmesiyle tüm iş gücünü de kaybedecek ardından Mısır’daki itibarını da yitirecekti. Bu nedenle askerlerini toplayarak İsrailoğulları’nı yakalamak için peşlerine düştü:

Bunun üzerine Firavun şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi.

“Gerçek şu ki bunlar azınlık olan bir topluluktur;”

“Ve elbette bize karşı da büyük bir öfke beslemektedirler.”

‘Biz ise uyanık bir toplumuz” (dedi).

Böylelikle biz onları (Firavun ve kavmini) bahçelerden ve pınarlardan sürüp çıkardık;

Hazinelerden ve soylu makam(lar)dan da.

İşte böyle; bunlara İsrailoğulları’nı mirasçı kıldık.

Böylece (Firavun ve ordusu) güneşin doğuş vakti onları izlemeye koyuldular. (Şuara Suresi, 53-60)

İsrailoğulları, Firavun ve adamlarına yakalanmamak için Mısır’dan uzaklaşırken bir deniz sahiline geldiler. İşte bu sırada da Firavun ve askerleri onların görebilecekleri mesafeye ulaştılar. Firavun ve askerlerini kendilerine doğru yaklaşırken görünce, Hz. Musa’nın kavminde panik ve ümitsizlik hakim oldu. Firavun ve askerleri çok yakın bir mesafedeydi ve görünürde kaçacak hiç bir yerleri yoktu. Yakalandıklarını düşündüler:

İki topluluk birbirini gördükleri zaman Musa’nın adamları: “Gerçekten yakalandık” dediler. (Şuara Suresi, 61)

İşte bu anda Hz. Musa tüm inananlara örnek bir tavır gösterdi. Allah’ın kendisiyle ve inananlarla beraber olduğunu ve kendilerine mutlaka bir çıkış yolu göstereceğini ümitsizliğe düşmüş olan kavmine hatırlattı:

(Musa:) “Hayır” dedi. “Şüphesiz Rabbim, benimle beraberdir; bana yol gösterecektir.” (Şuara Suresi, 62)

Bunun ardından Hz. Musa Allah’tan aldığı “Asanla denize vur” (Şuara Suresi, 63) vahyi üzerine asasını denize vurdu. Allah denizi bir mucize olarak iki parçaya ayırdı ve aradan kuru bir yol kıldı. İsrailoğulları hemen bu yola girdiler. Firavun ve askerleri ise o kadar azgınlardı ki açılan yoldan geçip İsrailoğullarını yakalamayı düşündüler. Ortada apaçık bir mucize vardı ve Allah’ın Hz. Musa ve onunla birlikte iman edenlere olan desteği aşikardı. Ancak daha önceki mucizeler gibi bu da Firavun’un iman etmesini sağlamadı. Akılları tümüyle kapanmış olan Firavun ve askerleri İsrailoğulları’nın hemen ardından denizde açılan kuru yola girdiler. Ancak İsrailoğulları’nın bu yoldan çıkıp karaya ulaşmalarıyla birlikte, sular aniden kapanmaya başladı. Firavun ve onu kendilerine ilah ve rab edinmiş olan tüm ordusu da bu mucize ile birlikte boğulup gitti. Firavun son anda tevbe etmek istedi ama bu tevbesi kabul görmedi:

Biz, İsrailoğulları’nı denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): “İsrailoğulları’nın kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım” dedi.

Şimdi, öyle mi? Oysa sen önceleri isyan etmiştin ve bozgunculuk çıkaranlardandın.

Bugün ise, senden sonrakilere bir ayet (tarihi bir belge, ibret) olman için seni yalnızca bedeninle kurtaracağız (herkese cesedini göstereceğiz). Gerçekten insanlardan çoğu, bizim ayetlerimizden habersizdirler. (Yunus Suresi, 90-91)

Firavun’un ölmeden önce son anda iman edip tevbe etmek istemesi ve bunun Allah tarafından kabul edilmeyişi, tüm insanlara ders olması gereken çok önemli bir konudur. Allah insanlara ömürleri boyunca dünyada bulunuş amaçlarını düşünmeleri, kulluk etmeleri gerektiğini anlamaları ve nasıl kulluk edeceklerini öğrenmeleri için yeterince zaman ve imkan verir. Elçiler, hak kitaplar ve müminler insanlara Allah’ın emir ve öğütlerini ulaştırırlar. Bu öğütleri dinlemek ve tevbe etmek için de yeterince zaman vardır. Ancak eğer insan tüm bu fırsatları kaçırır ve ölümle yüzyüze geldiği anda tevbe etmeye kalkarsa, bu tevbenin –Allah’ın dilemesi dışında- artık bir kıymeti olmayacaktır. Çünkü ölüm anında, insan ahiretin varlığını ve yakınlığını hissetmekte, ölüm meleklerini karşısında görerek bu mutlak gerçeğe şahit olmaktadır. Bu noktada hiç kimsenin artık inkar etmesi mümkün değildir. Kıymetli olan, daha önceden dünya hayatının içinde iken, yani imtihan ortamı sürmekte iken, insanın kendi vicdan ve samimiyeti ile iman etmesidir. Firavun imtihan ortamı boyunca sürekli küstah ve aşağılık bir karakter sergilemiş, Allah’a karşı çirkince büyüklenmiştir ve dolayısıyla ölüm anındaki korkunun etkisiyle kabul ettiği iman da ona bir fayda sağlamamıştır.

Bu gerçek, gençlik yılları boyunca kendince “gününü gün etmeye” çalışan ve dini sürekli yaşlılık yıllarına erteleyen insanlar için de çok önemli bir uyarıdır. Dinin hiçbir şekilde ertelenmesi olmaz. Ertelemeye kalkanlar, erteleye erteleye sonunda “son an”a varırlar ki, artık bu andaki iman ve tevbelerinin –Allah’ın diledikleri dışında- bir değeri olmayacaktır. Allah bu gerçeği bizlere şöyle bildirmektedir:

Allah’ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: “Ben şimdi gerçekten tevbe ettim” diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 17-18)

Kendisine ölüm çattığında “ben şimdi tevbe ettim” diyen Firavun, bu tevbeyle ne kendisine ne de kendisiyle birlikte saptırdığı çevresine hiç bir fayda sağlayamamıştır. Allah, Firavun ve çevresinin cehennemdeki durumlarını şöyle haber verir:

Ateş; sabah akşam, ona sunulurlar. Kıyamet-saatinin kopacağı gün: “Firavun çevresini, azabın en şiddetli olanına sokun” (denecek). Ateşin içinde, iddialar öne sürüp karşılıklı tartışırlarken zayıf olanlar, büyüklenen (müstekbir)lere derler ki: “Gerçekten biz, size uymuş (teb’anız) olan kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun, bizden uzaklaştırabilir misiniz? Büyüklenen (müstekbir)ler derler ki: “Biz hepimiz (ateşin) içindeyiz; gerçekten Allah, kullar arasında hüküm verdi (artık).” (Mümin Suresi, 46-48)

Allah’ın izniyle, Hz. Musa’ya karşı direnen, ona ve yanındaki inananlara zulmetmeye çalışan Firavun ve çevresinin çekeceği bu en şiddetli azabı ahirette göreceğiz. Hepimizin duası, Firavun’un yaşayacağı bu feci azabı onunla aynı yerde değil, Allah’ın salih kullarıyla birlikte cennetten seyretmek olmalıdır.

dildade
05-23-2008, 04:11
KARUN’UN BÜYÜKLENMESİ ve CEZALANDIRILMASI


Hz. Musa devrinde Firavun’un ve askerlerinin dışında helak edildiği bize bildirilen bir başka kişi ise Karun’dur.

Kuran’a baktığımızda, Karun’un hem Hz. Musa’nın kavminden (yani İsrail soyundan) olduğunu hem de Mısır’da büyük bir mülke sahip olduğunu görürüz.

Aşağıdaki ayet, Karun’un Firavun ile birlikte Hz. Musa’ya karşı cephe aldığını göstermektedir:

Andolsun, biz Musa’yı ayetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik; Firavun’a, Haman’a ve Karun’a. Ama onlar: (Bu,) Yalan söyleyen bir büyücüdür” dediler. (Mümin Suresi, 23-24)

Firavun’la birlikte olan Karun’un aynı zamanda çok büyük bir hazinenin sorumlusu olması da dikkat çekicidir:

Gerçek şu ki, Karun, Musa’nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu... (Kasas Suresi, 76)

Karun’un, Firavun yanında edindiği konum ve zenginlik, onu kendi kavmine karşı azgın ve küstah yapmıştır. Hz. Musa’yı inkar ettiği gibi, İsrailoğulları’na gösteriş yaparak onları dünya hayatına özendirmeye çalışmıştır. Allah Karun’un kibirini ve İsrailoğulları içindeki imanı zayıf kimselerin ona özenişini şöyle anlatır:

Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını istemekte olanlar: “Ah keşke, Karun’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir” dediler. (Kasas Suresi, 79)

İsrailoğulları içindeki müminler ise Karun’a hiç bir şekilde özenmedikleri gibi, gerçekte onun acınacak bir cehalet içinde olduğunu anlamış ve ona şöyle öğüt vermişlerdir:

...Hani kavmi ona (Karun’a) demişti ki: “Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez.”

“Allah’ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez.” (Kasas Suresi, 76-77)

Aynı mümin kişiler, Karun’a özenen yahudilere de öğüt vermiş ve onları mümin şerefiyle düşünmeleri ve hareket etmeleri, dünyanın geçici süsüne değil Allah’ın rızasına talip olmaları için uyarmışlardır:

... Dünya hayatını istemekte olanlar: “Ah keşke, Karun’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir” dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: “Yazıklar olsun size, Allah’ın sevabı, iman eden ve salih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz” dediler. (Kasas Suresi, 79-80)

Karun’un sapmasının temel nedeni ise, “kendisinde bir bilgi bulunduğuna” inanması, yani kendisinin diğer insanlardan üstün olduğunu düşünerek kibirlenmesidir:

Dedi ki: “Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir.” Bilmez mi ki gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve insan sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır. Suçlu-günahkarlardan kendi günahları sorulmaz. (Kasas Suresi, 78)

Ancak Karun’un büyüklenmesi kendisine yarar değil zarar getirmiştir. Allah’a başkaldırıp nankörlük ettiği, sahip olduklarını kendinden bilerek büyük bir kibir içinde azgınlık yaptığı için kendi kendini azaba sürüklemiş, Allah’ın karşısında yapayalnız ve aciz bir kul olduğunu anlamıştır. Çünkü Karun’un kibirlenmesine ve cahillerin de ona özenmesine neden olan mal ve mülk, Allah tarafından helak edilmiştir:

Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi. (Kasas Suresi, 81)

Bu helakla birlikte artık Karun, çevresindekiler ve aynı zamanda kendinden sonra gelenler için bir ibret ve düşünme konusu haline geldi. Bir gün önce ona özenenler, hırsla istedikleri şeyin aslında geçici ve değersiz olduğunun farkına vardılar. Büyüklenenlerin sonunda kurtuluşa eremeyeceklerini gördüler ve Allah’a mutlaka hesap vereceklerini anladılar:

Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: “Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkâr edenler felah bulamaz” demeye başladılar. (Kasas Suresi, 82)

Böylelikle Karun da Firavun ve Haman gibi helaka uğrayanlardan oldu:

Karun’u, Firavun’u ve Haman’ı da (yıkıma uğrattık). Andolsun, Musa onlara apaçık delillerle gelmişti, ancak yeryüzünde büyüklendiler. Oysa onlar (azabtan kurtulup) geçecek değillerdi. (Ankebut Suresi, 39)

Karun kıssası, bizlere mal ve mülk dolayısıyla kibirlenen veya kendisini diğer insanlardan daha bilgili veya akıllı görerek büyüklenen insanların Allah katında kesinlikle sevilmediklerini göstermektedir. Karun dışında Allah bize geçmiş kavimleri de örnek vermektedir. Daha önce de bir çok medeniyet geçmiş ve bunlar çok büyük güçlere ve maddi saltanata ulaşmışlardır. Fakat şu anda hiç biri yeryüzünde yoktur. Allah, dünyaya hakim olduklarını düşünen o kişilerin de canını almış, ihtişam dolu sarayları ise ancak harabe şekilde günümüze kadar kalmıştır:

(Halkı) Zulmediyorken yıkıma uğrattığımız nice ülkeler vardır ki, şimdi onların altları üstlerine gelmiş ıpıssız durmakta, kullanılamaz durumdaki kuyuları (terkedilmiş bulunmakta), yüksek sarayları (çın çın ötmektedir). (Hac Suresi, 45)

Yine Karun kıssasında öğretilen bir diğer husus, dünyanın geçici süsüne ve bu süse sahip olan insanlara imrenmemektir. Asıl imrenilecek insanlar, Allah yolunda sıkıntılara göğüs geren, mallarını ve canlarını O’nun yolunda kullanıp harcayan, malla değil iman, akıl ve takva yönünden zengin olan insanlardır. Dünyada çok büyük rahatlık ve ihtişam içinde gibi gözüken kibirli kişiler ise, gerçekte manevi azaplar içinde yaşayan ve her gün cehenneme doğru sürüklenen kimselerdir. Allah bu durumu şöyle bildirir:

Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında azablandırmak ve canlarının inkâr içindeyken zorlukla çıkmasını ister. (Tevbe Suresi, 55)

Mal, yalnızca ihtişam ve zevk için istenmez. Unutulmamalıdır ki, Allah insanları mallarıyla da imtihan etmektedir. Bu mallar Allah’ın rızası için kullanıldığı ölçüde insana fayda getirir. Karun’a o kadar malın kontrolü verilmesine rağmen bunlar ona hiçbir yarar sağlamamıştır. Karun’un konumu aslında tüm nesiller için bir ibret vesilesi olmalıdır.

dildade
05-23-2008, 04:11
HZ. MUSA’NIN KAVMİNİN SAPARAK BUZAĞIYA TAPMASI


Firavun ve askerlerinin suda boğulmasının ardından, Hz. Musa kavmiyle beraber güvenlik içinde yaşayacakları yere doğru yola çıktı. Ancak bu yolculuk sırasında, İsrailoğulları’nın çoğunun imani yönden çok zayıf ve sapkınlığa çok açık olduğunu gösteren alametler ortaya çıktı.

Mısır halkının dini putperest bir dindi. Bir çok putları vardı. Orada yaşadıkları süre içinde İsrailoğulları da bu dinden etkilenmişlerdi. Her ne kadar ataları Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakub’un kendilerine yol olarak bıraktıkları tevhid dinine mensup olsalar da, Allah’ı anmada zayıf oldukları için, putperest Mısırlılar’ın kültürlerinden etkilenmişler, onların bazı sapkın adet ve anlayışlarını benimsemişlerdi. İsrailoğulları’nın putperestliğe gösterdikleri bu eğilim, yolda giderlerken putperest bir kavme rastladıklarında ortaya çıktı. Bazı yahudiler bu putperest kavme akılsızca özenerek Hz. Musa’dan kendilerine de put yapmasını istediler:

İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa’ya dediler ki: “Ey Musa, onların ilahları (var; onların ki) gibi, sen de bize bir ilah yap.” O: “siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz” dedi.

Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir. (Araf Suresi, 138-139)

Hz. Musa’nın kavmi içindeki bu putperestlik düşüncesi bundan sonra da ortaya çıkacaktı. Çünkü Hz. Musa’nın kavmi içinde Allah’tan gerektiği gibi korkmayan ve kolaylıkla inkara düşmeye eğilimli insanlar vardı.

Hz. Musa ve kavmi Tur Dağı’na doğru yöneldiler. Çünkü Kuran’da bildirildiğine göre orada Allah Hz. Musa ile “sözleşmişti”. Bu sözleşme kırk günlük bir süre için yapılmıştı, Hz. Musa dağda kırk gün kalacaktı. Hz. Musa acele ederek kavmini geride bıraktı ve tek başına önden gitmeye karar verdi. Yerine kardeşi Hz. Harun’u bıraktı. O da Allah’ın elçisiydi. Hz. Musa gittiğinde kavmini o yönetecekti. Hz. Musa kavminden ayrılmadan önce Hz. Harun’a bazı tavsiyelerde bulundu:

Musa ile otuz gece için sözleştik ve ona bir on daha ekledik. Böylece Rabbinin belirlediği süre, kırk geceye tamamlandı. Musa, kardeşi Harun’a “Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yolunu tutma” dedi. (Araf Suresi, 142)

Hz. Musa kavminden ayrılıp tayin edilen sürede Tur Dağı’na ulaştı. Allah, orada onunla bir kez daha konuştu. Kuran’da bu olay şöyle anlatılır:

Musa tayin edilen sürede gelince ve Rabbi O’nunla konuşunca: “Rabbim, bana göster, Seni göreyim” dedi. (Allah:) “Beni asla göremezsin, ama şu dağa bak; eğer o yerinde karar kılabilirse, sen de beni göreceksin.” Rabbi dağa tecelli edince, onu param parça etti. Musa bayılarak yere düştü. Kendine geldiğinde: “Sen ne yücesin (Rabbim). Sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim” dedi.

(Allah:) “Ey Musa” dedi. “Sana verdiğim risaletimle ve seninle konuşmamla seni insanlar üzerinde seçkin kıldım. Sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol.”

Biz ona Levhalar’da her şeyden bir öğüt ve her şeyin yeterli bir açıklamasını yazdık. (Ve:) “Şimdi bunlara sıkıca sarıl ve kavmine de emret ki en güzeliyle sarılsınlar. Size fasıkların yurdunu pek yakında göstereceğim” (dedik). (Araf Suresi, 143-144-145)

Bu sırada İsrailoğulları içindeki münafıklar Hz. Musa’nın kavminden ayrılmasını bir fırsat bildiler. Hz. Harun’un emirlerini de dinlemeyen kavim kendilerine Mısır dinindeki gibi bir put yaptılar; bu put bir buzağı heykeliydi:

(Tura gitmesinin) Ardından Musa’nın kavmi süs eşyalarından böğürmesi olan bir buzağı heykelini (tapılacak ilah) edindiler... (Araf Suresi, 148)

Bu esnada Allah Hz. Musa’ya kavminin durumunu ve neden onlardan önce geldiğini sordu:

“Seni kavminden ‘çarçabuk ayrılmaya iten’ nedir ey Musa?”

Dedi ki: “Onlar arkamda izim üzerindedirler, hoşnut kalman için, Sana gelmekte acele ettim Rabbim.” (Taha Suresi, 83-84)

Hz. Musa kavminin içine düştüğü durumu bilmiyordu. Allah ona, kavminin sapışını, kavmi saptıran Samiri isimli münafığın konumunu ve kendilerine buzağıdan bir put yaptığını söyledi:

Dedi ki: “Biz senden sonra kavmini deneme (fitne)den geçirdik, Samiri onları şaşırtıp-saptırdı.” (Taha Suresi, 85)

Bunun ardından Hz. Musa aşağıdaki ayetlerde bildirildiği gibi, Rabbinin verdiği levhaları alarak kavmine geri döndü:

Bunun üzerine Musa, kavmine oldukça kızgın, üzgün olarak döndü. Dedi ki: “Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?”

Dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik, onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı.”

Böylece onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı, “İşte, sizin ve ilahınız, Musa’nın ilahı budur; fakat (Musa) unuttu” dediler. (Taha Suresi, 86-88)

Bu kıssada bir münafığın, kalbinde hastalık olan insanları nasıl saptırabileceği çok net bir şekilde anlaşılmaktadır. Münafıklar daima fitne ve karışıklık için uygun ortamları kollarlar. Burada da zaten sapmaya eğilimli olan bir kavim için en uygun ortam, Hz. Musa’nın içlerinde bulunmadığı zamandır. İşte Samiri de böyle bir ortamda ortaya çıkmıştır. Daha önce de bu insanlar puta tapmaya eğilimlidir. Hz. Musa’dan kendileri için böyle bir put yapmasını isteyen kavmin bu zaafını da Samiri bilmektedir. Tam onların isteği olan ve sapmalarını sağlayacak bir yöntem bulmuştur. Bunu kullanarak onların seveceği buzağı heykelini yapmıştır. Bu yaptığının doğru olduğunu göstermek için heykelin güya Hz. Musa’nın da ilahı olduğunu ve Hz. Musa’nın onu unuttuğunu iddia etmiştir.

Hz. Musa, denizin kenarında Firavun ve askerleri geldiğinde tek başına Allah’a olan imanını ayakta tutup kavmine nasıl hidayette yol göstermişse, burada da Samiri tek başına aynı kavme sapkınlıkta yol göstermişti. Burada, imanlı bir kişinin bir topluma ne kadar hayırlı etkisi olabileceği görülürken, aynı zamanda münafık bir kişinin de ne kadar zarar verebileceği anlaşılmaktadır.

Aslında Hz. Harun kavmini uyarmış, yanlış yola saptıklarını, fitneye düşürüldüklerini onlara anlatmıştı. Fakat buna rağmen onun sözlerine itaat etmediler. Kuran’da bu gerçek şöyle anlatılır:

Andolsun, Harun bundan önce onlara: “Ey kavmim, gerçekten siz bununla fitneye düşürüldünüz (denendiniz). Sizin asıl Rabbiniz Rahman (olan Allah)dır; şu halde bana uyun ve emrime itaat edin” demişti. Demişlerdi ki: “Musa bize geri gelinceye kadar ona (buzağıya) karşı bel büküp önünde eğilmekten kesinlikle ayrılmayacağız.” (Taha Suresi, 90-91)

Burada kavmin Hz. Musa’ya olan itaatinin onu lider olarak kabul etmelerinden kaynaklandığını anlıyoruz. Eğer imandan kaynaklanan keskin bir itaatleri olsaydı, Hz. Harun’a Allah’ın elçisi olduğu için hemen itaat etmeleri gerekirdi. Fakat onu kendi liderleri olarak görmeyip Hz. Harun’un sözünü dinlemediler. Hatta yaptıkları hataya müdahalesi üzerine onu öldürmeye bile kalkışmışlardı:

(Musa da gelince:) “Ey Harun” demişti. “Onların saptıklarını gördüğün zaman seni (Onlara müdahale etmekten) alıkoyan neydi?”

“Niye bana uymadın, emrime baş mı kaldırdın?”

Dedi ki: “Ey annemin oğlu, sakalımı ve başımı tutup-yolma. Ben, senin: “İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü önemsemedin” demenden endişe edip korktum.” (Taha Suresi, 92-93)

...(ki Harun ona:) “Annem oğlu, bu topluluk beni zayıflattı (hırpalayıp güçsüzleştirdi) ve neredeyse beni öldürmeye giriştiler. Bari sen düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni bu zalimler topluluğuyla birlikte kılma (sayma)” dedi.

(Musa yalvarıp) Dedi ki: “Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kat. Sen merhamet edenlerin en merhametli olanısın.” (Araf Suresi, 150-151)

Hz. Harun’un verdiği cevap üzerine Hz. Musa onu bıraktı. Asıl fitneyi çıkaran ve insanların yoldan çıkmasına sebep olan Samiri’ye döndü. Yaptıklarının sebebini ona sordu. Samiri, kendisinin bunları boşuna yapmadığını ve kimsenin fark etmediği şeyleri fark ettiğini söyleyerek kendisini yüceltmeye çalıştı. Hatta elçinin izinden de bir şeyler aldığını ve nefsinin de bunu yaparken kendisine yol gösterdiğini söyledi:

(Musa) Dedi ki: “Ya senin amacın nedir ey Samiri?”

Dedi ki: “Ben onların görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp atıverdim; böylelikle bana bunu nefsim hoşa giden (bir şey) gösterdi.”

Dedi ki: “Haydi çekip git, artık senin hayatta (hakettiğin ceza: “Bana dokunulmasın”) deyip yerinmendir.” Ve şüphesiz senin için kendisinden asla kaçınamayacağın (azab dolu) bir buluşma zamanı vardır. Üstüne kapanıp bel bükerek önünde eğildiğin ilahına bir bak; biz onu mutlaka yakacağız, sonra darmadağın edip denizde savuracağız.” (Taha Suresi, 95-97)

Dikkat edilirse Samiri’nin fitne çıkarmasının ardındaki en büyük neden, kendisinin diğer herkesten çok daha akıllı ve ileri görüşlü olduğuna inanmasıdır. Bu kibir, “ben onların görmediklerini gördüm” şeklindeki cümlesinden açıkça anlaşılmaktadır. Bu büyüklük ve gurur hissi, Samiri’nin kolayca nefsinin ve şeytanın emrine girmesine ve “farklı bir şeyler yaparak lider olmak” psikolojisi içinde inkara sapıp fitne çıkarmasına neden olmuştur.

Oysa bir müslüman asla diğer müslümanlara göre kendisinin en akıllı ve en üstün olduğu zannıyla hareket etmez. Her zaman için kendisinde bir hata payı olabileceğini düşünür, hata yapmaktan Allah’a sığınır. Eğer gerçekten kimsenin fark etmediği ve görmediği bir hususu görmüşse bile, bunun Allah’ın bir lütfu ve imtihanı olduğunu bilir ve ona göre davranır. “Allah bana bunu görmeyi nasip etti, ilim ancak O’ndandır” der.

Kaldı ki Samiri’nin gördüğü şey sapıklık ve fitneden başka bir şey değildir.

Tüm bu olayların ardından Hz. Musa, Samiri’nin başlattığı fitneye karşı iki tane önemli tedbir almıştır. Birincisi, fitnenin kaynağı olan ve insanların sapmasına sebep olan Samiri’yi kavminin içinden kovmaktır. Böylece Samiri, bir daha münafıklık yapamayacak ve fitne çıkaramayacaktır.

İkincisi ise onun oluşturduğu putu tamamen yok etmektir. Kavmin put olarak benimsediği buzağı heykeli tamamen yakılacak ve külleri de bir daha bulunmamak üzere denize serpilecektir.

Görüldüğü gibi Hz. Musa’nın dine karşı büyük bir hamiyet hissi ve tutku derecesinde mutlak bir bağlılığı vardır. Hz Musa insanları Allah’ı inkara yönelten etkenlere karşı çok keskin ve isabetli tedbirler almış, inkarın kökünü kazıyabilmek için çok kararlı davranmıştır. Bu, tüm peygamberlerin ve onların yolunu izleyen hidayet önderlerinin ortak vasfıdır.

Hz. Musa, fitne sebeplerini yok ettikten sonra da tüm kavmine ders vererek onları tevbeye ve Allah’a itaate davet etmiştir:

Hani Musa, kavmine: “Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca yaratan (gerçek ilah)ınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır” demişti. Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir. (Bakara Suresi, 54)

Hz. Musa’nın bu kararlı müdahaleleri ve sözleri kavminde etkili olmuştur. İsrailoğulları, Hz. Musa’nın uyarılarına icabet ederek Rablerine tevbe etmişlerdir. Ancak bu, İsrailoğulları’nın tamamiyle düzeldiği anlamına gelmiyordu.

Çünkü İsrailoğulları, ilerleyen sayfalarda göreceğimiz gibi, bundan sonra da her fırsatta Hz. Musa’ya karşı gelip ona manen eziyet etmeye çalıştılar.

dildade
05-23-2008, 04:11
YAHUDİ KAVMİNİN SAPKIN TAVIRLARI


Hz. Musa, mücadelesini ilk başta Firavun’a karşı vermişti. Kendi kavmi, yani İsrailoğulları Hz. Musa’dan önce köle olarak sıkıntı içinde yaşıyorlardı. Bu nedenle Hz. Musa bir imkan oluşturduğunda Mısır’ı kavim olarak terk ettiler. Ancak bu, onların tümünün samimi olarak iman ettiği anlamına gelmiyordu. Aralarında iman etmedikleri halde, kavim psikolojisi ile hareket eden kişiler de vardı. Büyük bir kısmı muhtemelen Hz. Musa’yı onları zulümden kurtaran siyasi bir önder olarak görüyorlardı. Bu yüzden de hak dine uymak yerine, fırsat buldukça hep eski putperest dinlerine dönmeye çalışıyorlardı. Bu nedenle her fırsatta Hz. Musa ile mücadele etmiş ve onun getirdiği gerçek dinden sapmaya çalışmışlardır.

Allah, önce Hz. Musa’ya İsrailoğuları’nı oniki ayrı topluluk olarak böldürdü:

Biz onları (İsrailoğulları’nı) ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk (ümmet) olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa’ya: “Asan’la taşa vur” diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; böylece her bir insan- topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu... (Araf Suresi, 160)

İsrailoğulları’nın büyük kısmı imanı kalplerine tam yerleştirememişlerdi. Hatta bir keresinde Hz. Musa’dan Allah’ı kendilerine göstermesini istediler. İyice küstahlaşarak eğer göstermezse ona inanmayacaklarını söylediler:

Ve demiştiniz ki: “Ey Musa, biz Allah’ı apaçık görünceye kadar sana inanmayız.” Bunun üzerine yıldırım sizi (kendinizden) almıştı. Ve siz bakıp duruyordunuz. (Bakara Suresi, 55)

Bu inkarcı kavmin belirgin bir özelliği, sürekli olarak tamahkar ve nankör bir ruh hali içinde olmalarıydı. Allah onları açlıktan kurtarmak için kendilerine mucizevi bir yiyecek sunmuştu. Kuran’da “kudret helvası ve bıldırcın” olarak bildirilen bu yemek Allah’ın ikramı olmasına rağmen, İsrailoğulları bir süre sonra bundan yakınmaya başladılar:

Bulutları üzerinize gölge kıldık ve size kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Size rızık olarak verdiklerimizin temizinden yiyin (dedik). Onlar bize zulmetmediler, ancak kendi nefislerine zulmettiler. (Bakara Suresi, 57)

Siz (ise şöyle) demiştiniz: “Ey Musa, biz bir çeşit yemeğe katlanmayacağız, Rabbine yalvar da, bize yerin bitirdiklerinden bakla, acur, sarmısak, mercimek ve soğan çıkarsın.” (O zaman Musa:) “Hayırlı olanı, şu değersiz, şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? (Öyleyse) Mısır’a inin, çünkü (orada) kendiniz için istediğiniz vardır” demişti... (Bakara Suresi, 61)

Burada Hz. Musa’nın kavminin nankörce tavırlarından biri daha açıkça görülmektedir.

dildade
05-23-2008, 04:12
İsrailoğulları'nın Emre Başkaldırması ve Lanetlenmesi


Allah, İsrailoğulları Mısır’dan çıktıktan sonra onlara yurt olarak bir toprağı vaad etmişti. Bu yolculuk esnasında Hz. Musa’ya yaptıklarını ve ona çıkardıkları zorlukları önceki sayfalarda belirttik. Vaad edilmiş topraklara geldiklerinde de zorluk çıkarmaya devam etiler:

Hani, Musa kavmine (şöyle) demişti: “Ey kavmim, Allah’ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi.”

“Ey kavmim, Allah’ın sizin için yazdığı (girmenizi emrettiği) kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz.”

Dediler ki: “Ey Musa, orda zorba bir kavim vardır, onlar çıkmadıkları sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Şayet ordan çıkarlarsa, biz de muhakkak gireriz. (Maide Suresi, 20-22)

Allah onlara defalarca yardım etmişti. Onları sudan geçirerek Firavun’dan kurtarmıştı ve bu toprakları onlara vermişti. Oradaki zorba kavimle savaşırlarsa mutlaka kazanacaklarını vaat etmişti. Allah’a tevekkül etmeleri ve elçisine uymaları gerekiyordu. Fakat Hz. Musa’nın uyarılarına karşı çıktılar, korktukları için oraya girmediler. Sadece korkanların içinden iki kişi, Allah’a tevekkül edilmesi gerektiğini ve oraya girilmesi gerektiğini söyledi:

Korkanlar arasında olup da Allah’ın kendilerine nimet verdiği iki kişi: “Onların üzerine kapıdan girin. Girerseniz, şüphesiz sizler galibsiniz. Eğer mü’minlerdenseniz, yalnızca Allah’a tevekkül edin.” dedi. (Maide Suresi, 23)

İsrailoğulları bu uyarılara rağmen Allah’ın elçisine karşı çıkıp ona saygısızca hitap ettiler:

Dediler ki: “Ey Musa biz, onlar durduğu sürece hiç bir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burda duracağız.” (Maide Suresi, 24)

Artık Hz. Musa’nın kavminin azgınlığı iyice artmıştı. Peygamberlerinin hiçbir sözünü dinlemeyecek, açıkça karşı çıkacak hale gelmişlerdi. Bunun üzerine Musa peygamber Rabbine yalvarıp kendisi ve kardeşi Hz. Harun’u bu isyankar kavimden ayırmasını istedi:

(Musa:) “Rabbim, gerçekten kendimden ve kardeşimden başkasına malik olamıyorum. Öyleyse bizimle fasıklar topluluğunun arasını Sen ayır.” dedi.

(Allah) Dedi: “Artık orası kendilerine kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yeryüzünde ‘şaşkınca dönüp duracaklar.’ Sen de o fasıklar topluluğuna üzülme.” (Maide Suresi, 25-26)

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, Allah’a ve elçisine yaptıkları bu isyankarlıktan sonra tam kırk yıl o bölge İsrailoğulları’na haram oldu ve oraya giremediler.

Hz. Musa hayatı boyunca Rabbinin risaletini tebliğ etmeye çalıştı. Kavmini putlardan kurtarıp onlara gerçek dini anlatmak için çaba harcadı. Onun amacı, Allah’ın rızasını kazanmak için insanları uyararak onları cehennem azabından kurtarmaktı. Bu uğurda Firavun’la mücadele etti, kendi kavminin sapkın inançlarını değiştirmeye çalıştı. Bunları yaparken hem Firavun ve çevresinden hem de kendi kavminden eziyet gördü. Fakat Hz. Musa her şeyiyle Allah için yaşayan seçkin bir kuldu ve Rabbi onu Firavun’un da kendi kavminin de sıkıntı ve belalarından kurtardı.

Peygamberlerinin izinden gitmeyen, kendilerine emanet edilmiş olan dine yüz çeviren ve “sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın” diyerek nankörlük eden İsrailoğulları, tüm inananlar için bir ibret vesilesidir. Allah, tüm insanları peygamberine yüzçevirmiş olan İsrailoğulları gibi olmamaları için şöyle uyarır:

Ey iman edenler, Musa’ya eziyet edenler gibi olmayın; ki sonunda Allah onu, demekte olduklarından temize çıkardı. O, Allah katında vecihti. (Ahzab Suresi, 69)

dildade
05-23-2008, 04:12
HZ. MUSA VE İLİM SAHİBİ KİŞİ


Kuran’da Hz. Musa’dan söz edilen bir büyük kıssa da Kehf Suresi’nin içinde geçen kıssadır. Bu kıssaya baktığımızda, Hz. Musa’nın hayatının tam olarak hangi döneminde bu olayların geçtiğini anlayamıyoruz. Muhtemelen Hz. Musa’nın İsrailoğulları ile birlikte Mısır’dan çıkmasından sonra gerçekleşen bir olay olabilir. Bu kıssanın en önemli özelliği ise, sembollerle dolu bir anlatım olması, Allah katından verilen bir ilim ve bu ilime sahip olan kişiyle Hz. Musa’nın diyaloglarından söz etmesidir. Bu kıssanın başında Hz. Musa genç yardımcısıyla bir yolculuk yapar:

Hani Musa genç yardımcısına demişti: “İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim ya da uzun zamanlar geçireceğim.”

Böylece ikisi, iki (deniz)in birleştiği yere ulaşınca balıklarını unutuverdiler; (balık) denizde bir akıntıya doğru (veya bir menfez bulup) kendi yolunu tuttu.

(Varmaları gereken yere gelip) Geçtiklerinde (Musa) genç-yardımcısına dedi ki: “Yemeğimizi getir bize, andolsun, bu yaptığımız-yolculuktan gerçekten yorulduk.”

(Genç-yardımcısı) Dedi ki: “Gördün mü, kayaya sığındığımızda, ben balığı unuttum. Onu hatırlamamı Şeytan’dan başkası bana unutturmadı; o da şaşılacak tarzda denizde kendi yolunu tuttu.”

(Musa) Dedi ki: “Bizim de aradığımız buydu.” Böylelikle ikisi izleri üzerinde geriye doğru gittiler. (Kehf Suresi, 60-64)

Üstteki ayetlerde önemli hikmetler yer almaktadır. Dikkat edilirse, Hz. Musa, “yemeğimizi getir bize, andolsun, bu yaptığımız-yolculuktan gerçekten yorulduk” demekle, yemek zamanını dinlenme zamanına denk getirmektedir. Oysa bir başkası, yemek için ayrı bir mola, dinlenmek için ayrı bir mola verebilirdi. Hz. Musa’nın bu tavrı, müslümanın vaktini çok iyi değerlendirmesi, bu amaçla bir kaç işi aynı anda akılcı biçimde planlayarak yapması gibi dersler içermektedir.

Bir başka önemli hikmet, yolculuk esnasında yemeğin unutulması ve bu unutmanın sebebinin şeytan olduğunun açıklanmasıdır. Burada, şeytanın insan üzerindeki önemli bir etkisi açıklanmaktadır. Şeytan insanın unutkanlığına sebep olabilmektedir. Örneğin şeytan dinin ve müslümanların faydasına olan hayırlı bir işi unutturmak suretiyle engellemeye çalışır. En büyük amacı da insana Allah’ı unutturmak, Allah’ı anmasına ve düşünmesine engel olmaktır. Şeytan’ın bu etkisine karşı iman eden bir insanın yapabileceği en iyi mücadele ise sürekli olarak Allah’ı hatırda tutmasıdır.

Üçüncü bir hikmet, Hz. Musa’nın söz konusu unutma olayını bir alamet olarak kabul etmesi ve bunun üzerine yolunu değiştirmesidir. Bu da Hz. Musa’nın Allah’la sürekli bağlantı halinde olan, karşılaştığı olayların O’nun tarafından yaratıldığını bilen ve dolayısıyla olaylardan sonuç çıkarabilen çok akıllı ve basiretli bir insan olduğunun göstergesidir.

Hz. Musa ve genç arkadaşı yiyeceği unutmalarını işaret olarak görüp izler üzerinden geri döndüler. Daha sonra Hz. Musa bir kişiyle karşılaştı. Karşılaşılan bu kişinin ismi Kuran’da bildirilmez, ancak yaygın olarak kendisinden “Hızır” diye söz edilmektedir. Bu kişide Allah tarafından verilmiş özel bir ilim vardır. Hz. Musa bu kişiden bu ilmi öğrenmek istemiş, fakat o kişi Hz. Musa’ya buna sabredemeyeceğini anlatmıştır. Kıssa şu şekildedir:

Derken, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular.

Musa ona dedi ki: “Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?”

Dedi ki: “Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin.”

(Böyleyken) “Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?”

(Musa:) “İnşaallah, beni sabreden (biri olarak) bulacaksın. Hiç bir işte sana karşı gelmeyeceğim” dedi.

Dedi ki: “Eğer bana uyacak olursan, hiç bir şey hakkında bana soru sorma, ben sana öğütle-anlatıp söz edinceye kadar.”

Böylece ikisi yola koyuldu. Nitekim bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Musa) Dedi ki: “İçindekilerini batırmak için mi onu deldin? Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın.”

Dedi ki: “Gerçekten benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?”

(Musa:) “Beni, unuttuğumdan dolayı sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma” dedi.

Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: “Bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın.”

Dedi ki: “Gerçekte benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?”

(Musa:) “Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana bir özre ulaşmış olursun” dedi.

(Yine) Böylece ikisi yola koyuldu. Nihayet bir kasabaya gelip yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları konuklamaktan kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, hemen onu inşa etti. (Musa) Dedi ki: “Eğer isteseydin gerçekten buna karşılık bir ücret alabilirdin.”

Dedi ki: “İşte bu, benimle senin aranda ayrılma (zamanı)mız. Sana, üzerinde sabır göstermeye güç yetiremeyeceğin bir yorumu haber vereceğim.

“Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı.”

“Çocuğa gelince, onun anne ve babası mü’min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkâr zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk.”

Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik.”

“Duvar ise, şehirde iki öksüz çocuğundu, altında onlara ait bir define vardı; babaları salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve kendi definelerini çıkarsınlar; (bu,) Rabbinden bir rahmettir. Bunları ben, kendi işim (özel görüşüm) olarak yapmadım. İşte, senin sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin yorumu.” (Kehf Suresi, 65-82)

Bu kıssadan çıkarılması gereken çok önemli bir ders vardır: İnsanların şer olarak gördüğü olayların ardında, Allah çok büyük hayırlar kılabilir. Bir geminin ortada hiç bir görünür sebep yokken batırılması, bir çocuğun görünür bir suçu yokken öldürülmesi gibi olaylar, zahiri (yüzeysel) olarak değerlendirilirse büyük bir şer (kötülük) olarak görülürler. Oysa bu kıssada anlatıldığı gibi, Allah’ın bu olayları yaratmasında insanın göremediği ve bilemediği büyük hayırlar ve hikmetler vardır. Elbette Hz. Musa ile ilgili bu kıssada anlatılan olaylar tamamen batıni bir durumdur. Yani günlük yaşamda karşılaşılacak olaylar değildir. Burada Allah’ın görevlendirdiği bir kişinin varlığı sözkonusudur.

Ama insanlar günlük hayatta karşılaştıkları olayların da bu yönde hayırlarını düşünmelidirler. Bugün dünyada gerçekleşen ve insanlar tarafından “şer” olarak kabul edilip “neden bu kötülükler yaşanıyor” gibi bir mantıkla değerlendirilen olaylar, kesinlikle İlahi bir maksada yöneliktir. İnsan eğer sabreder ve kavramak için samimi bir çaba gösterirse, Allah bu hikmetleri ona kavratabilir.

dildade
05-23-2008, 04:12
SONUÇ


Buraya kadar yer verdiğimiz ayetlerde görüldüğü gibi, Kuran’da Hz Musa’dan bir çok yerde çok yoğun bir şekilde söz edilmiştir. Bu yüzden Hz. Musa’nın hayatı inananlar için çok güzel öğüt ve hatırlatmalarla doludur. Bu öğüt ve hatırlatmaların bir kısmını kitap boyunca Hz. Musa’nın doğumundan itibaren inceledik.

Bu dersleri bir kez daha özet olarak düşünürsek, bir insanın yaşamındaki kaderin mutlak hakimiyeti ve inanan salih kullar için kaderin mutlak güzelliği ile karşılaşırız.

Hz. Musa ile ilgili ayetlerden çıkarmamız gereken derslerin bir kısmını şöyle özetleyebiliriz:



1- Kader ve hikmetleri

Hz. Musa doğduğunda peygamber olacağı ve yapacağı mücadele kaderinde belliydi. Hatta o doğmadan önce de bunlar belliydi. Biz de kendimize baktığımızda belli bir kader üzerinde yaşadığımızın farkına varmalıyız. Bu kader bizim için en iyi olanıdır. Bize bu kaderi hazırlayan, yaratıcımız ve Rabbimiz olan Yüce Allah’tır. O, sonsuz ilim sahibi ve sonsuz merhamet sahibi olandır. Bu nedenle biz kendimiz için yaratılan kadere razı olmalı, ne olursa olsun yaşadığımız olayların bu kader doğrultusunda Rabbimiz tarafından yazıldığını düşünüp sevinçle karşılamalıyız.



2- Haklının yanında olmak

Kitabın başlarında Hz. Musa’nın kendi taraftarlarından olan bir kişinin tarafını tutup diğerini yanlışlıkla öldürmesinden bahsetmiştik. Burada kendi tarafından (ailesinden, kabilesinden, kavminden vs.) olan kişiyi tutmanın yanlışlığı vurgulanmaktadır. İnsanların üstün olmasını sağlayan şey, herhangi bir aileye, kabileye veya kavme mensup olmaları değil haklı olmalarıdır. Bu nedenle ortada bizim davranışlarımızı düzenleyecek her şeyin üstünde bir adalet anlayışı ve hissi olmalıdır.



3- Allah’a güvenmek ve tevekkül

Hz. Musa kıssasında en çok tevekkül kavramı işlenmektedir. Hz. Musa’nın heyecanlı kişiliğine rağmen Allah onu tevekküllü olması yönünde uyarıp eğitmiştir. Musa peygamber yaşamı boyunca karşılaştığı olaylarla, Allah’a mutlak güvenmesi gerektiğini ve O’nun her şeye hakim olduğunu öğrenmiştir. Bu esnada yaptığı hataları ise tevbe edip düzeltmiştir.

Allah’a güvenmek, O’na tevekkül etmek için Allah’ı iyice tanımak ve O’nu gerektiği gibi takdir etmek gerekir. Allah’ın sıfatları düşünüldüğünde O’nun tüm hayatın Yaratıcısı olduğu, canı alan olduğu, mutlak güç sahibi olduğu, her şeyi kuşattığı, “ol” demesiyle her şeyin olduğu, mülkün mutlak ve tek sahibi olduğu, merhamet sahibi olduğu, dualara karşılık veren olduğu, dilediğine hidayeti vereceği çok rahatlıkla anlaşılır. Bütün işler Allah’a dönecektir. Eğer Yaratıcımızı daha iyi tanır ve O’nun kudretini gereği gibi takdir edersek, dayanılacak, güvenilecek ve tevekkül edilecek tek varlığın Allah olduğunu anlayabiliriz.



4- Dünya hayatının ve mülkün geçici olması

Karun kıssasında detaylı olarak gördüğümüz gibi insan öldüğünde hiç bir zaman bıraktığı mallar ona bir fayda getirmez. Hatta o mallar Allah’ın rızası doğrultusunda kullanılmıyorsa dünya ve ahiret azabının artmasına sebep olur. Mallar hiç bir zaman imrenme vesilesi de olmamalıdır. Çünkü Allah dilediğine rızkı genişletip yayar, dilediğinden de keser. Allah rızası için kullanılmadığı sürece bir insanın çok malının olması ona bir fayda getirmediği gibi, Allah’ın rızasına uyan insanların az malının olması da onlar için bir kayıp değildir. Bu yüzden dünyadaki mal, mülk, zenginlik bir üzüntü veya övünç kaynağı olmamalı, yalnızca Allah’ın rızasına yönelik yaşamak ve takva ölçü olarak alınmalıdır.



5- Cahiliye düşüncesi ve insanın kendini arındırması

Kitap boyunca örneklerini gördüğümüz gibi, İsrailoğulları Hz. Musa gelince onun getirdiği dini kabul etiler, ama etkilendikleri cahiliye kültürünü de terk etmediler. Aksine cahiliye mantığını hak dine taşımaya çalıştılar. Bu, tüm insanların çok dikkat etmeleri gereken bir noktadır. Kişi, düşünce yapısının ve inançlarının gelişimi esnasında bir takım yanlış şeyleri de kabul etmiş olabilir. Ya da dinle daha sonradan tanışmış olup eski bir takım düşünceleri ve kabulleri olabilir.

Hz. Musa kıssasında da kavim, puta tapan kişileri görünce cahiliye zihniyetinden tam temizlenmediği ve imanı çok zayıf olduğu için putperestlere özenip onlar gibi olmak istemiştir. Bu örnek bizlere, insanın eski düşüncelerini veya inançlarını devam ettirebilmekteki tek ölçüsünün Kuran olması gerektiğini gösterir. Bu şekilde yapıldığında yanlış inançlar ve düşünceler temizlenecek ve insanlar gerçek Kuran ahlakına ulaşacaklardır.



6- Münafıklar ve tavırları

Hz Musa kıssasında, bir topluluk içinde bulunan münafıkları ve onların verebilecekleri zararları da görmekteyiz. Münafık tavrı olarak Samiri çok önemli özellikleri bize göstermektedir:

Münafıklar inananların içinden çıkar. Hz. Musa döneminde de Samiri İsrailoğulları arasından çıkmıştır. Münafıklar nifak çıkarmak için kavmin en zayıf anını kollarlar. Başarıya en çok yaklaşacaklarını hissettikleri anda harekete geçerler. İnsanların zaafını kullanıp onları saptırmaya çalışırlar. Bunu yaparken saptıracakları insanların nefislerine hitap ederler. Onların hoşuna gidecek söz ve vaadler kullanırlar. Doğrudan Allah’ı ve dini inkarla ortaya çıkmazlar, aksine inançlı oldukları, hatta dini herkesten daha iyi bildikleri ve insanlara yardımcı olacakları iddiasıyla yola çıkarlar. Münafıklar konusunda dikkat edilecek çok önemli bir nokta da tek başlarına bütün bir kavmi etkileyebilmeleridir. İşte Samiri tüm bu özellikleri bünyesinde barındıran tarihi bir münafıktır.



7- İsrailoğulları ve onların genel tavrı

Hz. Musa ile ilgili ayetlere baktığımızda onun mücadelesinde kendi kavminin büyük yer tuttuğu görülmektedir. Bu kavmin genel karakterinde küstahlık, putperest düşünce, peygambere isyan vardır. Allah’ın kendilerine verdiği peygamberlere, kitaplara ve türlü nimetlere layık olmayan kavim, bu nedenle bu şeref ve nimetlerden yoksun bırakılmışlardır. Bu da tüm inananlar için bir ibret vesilesidir.



8- Buzağı kıssası ve insanın teferruata düş künlüğü

Bu kıssada genel bir bakış açısı anlatılmaktadır; insanın teferruata düşkünlüğü... Dinin kolay, açık ve yalın haline rağmen insanlar onu zorlaştırmaya, teferruata boğmaya, asıl önemli olan noktalarından çıkartmaya çalışırlar. Oysa Allah, hak dinin Hz. İbrahim’in dini gibi kolay olduğunu açıklar. Buzağı kıssasında da bu teferruat isteğinin yanlışlığı vurgulanmaktadır. Teferruat isteğinin aslında insanları zora soktuğu ve onların Allah’ın isteklerinden uzaklaşmasına sebep olabileceği gösterilmektedir.



9- Hızır kıssası ve Allah katından bir ilim

Bu kıssada bize olayların görünen yönü dışında başka bir gerçeğinin olabileceği anlatılmaktadır. Bu, Allah katından verilen özel bir ilimdir. Bizim dış görünüşüyle kötü olarak gördüğümüz şeylerin aslında kötü olmayabileceği, aksine çok farklı bir görüntüsünün olabileceği örneklerle açıklanmaktadır.



Sonuçta inananlara örnek olarak kalan en büyük ders de Hz. Musa ve Hz. Harun’un imanları ve güzel ahlaklarıdır. Her ikisi de kendilerine kitap verilen İslam peygamberleridir. Hz. Musa’nın mücadelesi belki de binlerce yıl önce olmuştur. Fakat gösterdiği davranışlar, söylediği sözler bizim için hala güzel birer örnektir. Allah onu kendisi için seçmiş, onunla konuşmuş, sözlerini insanlara ulaştırması için bir elçi olarak göndermiştir. Her iki kutlu insan da Kuran’da şöyle anılırlar:

Sonra gelenler arasında da ikisine (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.

Musa’ya ve Harun’a selam olsun.

Şüphesiz biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.

Şüphesiz ikisi, bizim mü’min olan kullarımızdandılar. (Saffat Suresi, 119-122)

Allah onlardan ve diğer elçilerinden razı olmuştur. Rabbimiz bize de elçilerinin yaşamlarını daha iyi kavramayı ve onlar gibi razı olunan kullardan kılınmayı nasip etsin.