ümitli_bekleyis
01-14-2008, 18:31
Lorenzo, Hollandalı Katolik bir ailenin üç çocuğundan biriydi. Lisede okuyordu. Bir erkek çocuğuna göre çirkin sayılırdı. Yüzünün çirkinliğinden, Faslı Hüseyin’den başka kimse onunla arkadaşlık yapmak istemiyordu. Herkes ondan kaçarken, onu sevmezken, Hüseyin’in kendisine içten bir samimiyet göstermesine bir anlam veremiyordu. Hâlbuki Hüseyin okulda sevilip takdir edilen, çalışkan bir öğrenciydi. Yabancıydı, fakat yalnız değildi. Lorenzo’nun en çok hoşuna giden, Hüseyin’in konuşurken gözlerinin içine muhabbetle bakmasıydı. Annesinden başka kimse böyle bakmazdı. Onu görenler hayretten yahut nefretinden bakardı.
Hüseyin’e bir gün bu dostluğunun sebebini sordu. Hüseyin sevgi dolu bir sesle elini göğsüne götürerek; Ben senin yüzüne değil kalbine bakarım. Güzel kardeşim! dedi.
Bu yürekten ifadenin âdeta kölesi oldu Lorenzo. Hüseyin’in yanından hiç ayrılmıyor, onu tanımaya ve anlamaya çalışıyordu. İkisinin de evleri okula uzaktı. Öğlen arası evden getirdikleri azıkları, birbirlerine ikram ederek sohbet ederlerdi. Bir defasında Lorenzo elma ikram etti. Hüseyin kabul etmeyince bu, Lorenzo’nun tuhafına gitti. Acaba Hüseyin’i üzecek yanlış bir şey mi yapmıştı? Hüseyin nedenini izah etmek ihtiyacını hissetti: Ben oruçluyum. Biz Müslümanlar; senede bir ay Allah için, günün belli vakitlerinde yeme içmeden uzak dururuz. Buna oruç denir. Bu yüzden ikramını almadım. Kusura bakma. Öyleyse dedi Lorenzo; ben de oruç tutmak istiyorum. Sen bir şey yemezken ben nasıl yiyebilirim? Bu sefer şaşırma sırası Hüseyin’e geldi. Nasıl olur? Sen Hıristiyansın. Oruç tutmak mecburiyetinde değilsin. Lorenzo mahcup bir edayla; başından beri seni takip ediyorum. İyi bir insansın. Elinden ve dilinden bir zarar gelmeyeceğini gördüm. Sendeki bu güzel ahlâkın inandığın dinden geldiğini anladım. Müslüman olmaya karar verdim. Ne yapmam gerekiyor?
Hüseyin bu sevinci babasıyla paylaşmak istedi. Birlikte ona gittiler. Hilmi Bey olgun ve mütevazı bir insandı. Lorenzo’ya niçin Müslüman olmak istediğini sordu? İslâm’ın sorumluluklarından ve başına gelebilecek sıkıntılardan bahsetti. Aslında Hıristiyanlığı terk edip yeni bir dine girmediğini bilakis dinini kemale erdirdiğini, Hz. İsa’nın (a.s.) bir peygamber olduğunu, Müslümanların Hz. Meryem’i anneleri gibi çok sevdiğini, İslam’a girmekle annesinden yeni doğmuşçasına günahsız olacağını anlattı. “Allah’ın bir ismi de El-Hadi’dir. Bugün Allah sana doğru yolu gösterdi. Ne mutlu sana!” dedi. Lorenzo dinledikçe din değiştirmenin korku ve endişesini bir kenara attı. Çehresinde Muhammedî bir gül açıyor, gözyaşları birer altın damlası gibi yanaklarından sızıyordu. Hep birlikte kelime-i şahadet getirdiler.
Lorenzo, Ramazan boyunca iftarları Hüseyinlerde yaptı. Annesi Maria, Lorenzo’dan şüphelenmişti. Bir gün karşısına aldı; “Oğlum son zamanlarda değiştin. Yoksa Müslüman mı oldun?” dedi. Lorenzo; “Evet anneciğim, Müslüman olmakla aradığım huzuru buldum.” deyiverdi. Duyduklarına inanamayan kadıncağız oturduğu yerde donup kaldı. Canından bir parça olan yavrusu, nasıl olur da kendisinden izin almadan din değiştirebilirdi? Hem de İslâmı? “Yani sen şimdi terörist mi oldun?” dedi. “Hayır anne! İslâmiyet’in terörle bir alakası yok. Yanlış anlamışsın.” “Lorenzo İslâm’ı anlatmaya çalıştıysa da annesinin işitmeğe tahammülü yoktu.” Odana çık! Görmek istemiyorum seni! dedi. Ertesi gün Lorenzo salona girdiğinde iki valizin hazırlanmış olduğunu gördü. “Annem bir yere mi gidiyor?” diye düşünürken Bayan Maria’nın sert sesi duvarlarda yankılandı, “Git artık! Ben senin annen değilim! Bu eve bir daha da gelme! Sana, o marokenler (Faslılar) baksın!..”
Sanki dünya, bütün ağırlığıyla başına yıkılmıştı. Acaba Hüseyinlere mi gitseydi? Ya onlar da kovarsa? Sonra onları rahatsız etmeye hakkı yoktu. En iyisi ‘Gençlik Evi’ denilen yarı pansiyon yurtlardan birine yerleşmekti. Hem orada kendisine bir oda da verirlerdi. Hüseyin’le görüşmenin ve olaylardan onu haberdar etmenin uygun olacağına kanaat getirerek tereddütlü adımlarla evlerine yöneldi.
Hüseyin kapıyı açtığında, Lorenzo’nun solgun çehresiyle karşılaştı. “Aman Allahım! Ne oldu sana? Bu hâl neyin nesi?” diye sorarken Lorenzo hıçkırıklara boğulmuştu bile. Hilmi Bey duyduğu seslerle kapıya geldi. Onu içeri aldı. Koltuğa oturttu. Gözyaşlarını sildi. Anlat bakalım, ne oldu? “-Annem, Müslüman olduğum için beni evden kovdu. Ben şimdi ne yapacağım?” diye cevap verdi Lorenzo. Hilmi Bey’in burnunun direği sızladı. Kendini zor tuttu. Gençlerin yanında metin olması gerektiğini biliyordu. ½efkat dolu bakışlarla: “Yavrum, üzülme. Endişelenmene gerek yok. Hüseyin’in kardeşin, benim de baban olmamı ister misin? İstersen bizimle birlikte kalabilirsin.” dedi.
Hüseyin’in odasına bir ranza ve bir çalışma masası daha yerleştirdiler. Artık Lorenzo Hüseyin’le sürekli beraber olduğu gibi İslâmiyet’i daha yakından öğrenme fırsatını da bulmuştu. Hilmi Bey ona Arapça ve Kur’an dersleri vermeye başladı. Lorenzo Müslüman ismi taşımayı çok arzuluyordu. Bu isteğini bir gün Hilmi Bey’e açtı. Hilmi Bey; “Adını değiştirmekle Müslümanlığında bir artma olmaz. Ancak yine de ismini değiştirmek istersen Mus’ab bence uygun olur.” dedi. Lorenzo, “O kim?” dercesine biraz da merakla Hilmi Bey’e baktı. Hilmi Bey bildiği kadarıyla anlatmaya başladı:
Mus’ab b. Umeyr (r.a.), Mekke’de ailesinin güzide bir çocuğu olarak depdebe içinde yaşama imkânına rağmen, bunların hepsini bir çırpıda terk etmiş ve Nebiler Serveri’nin çileli yolunu seçmişti. Bir taraftan Mekke’nin en çileli, sıkıntılı dönemlerini yaşarken, öte taraftan annesinin (İslâm’dan dönmesi için yaptığı maddî-manevî) tehditlerine hiç mi hiç kulak asmıyor ve hep Hz. Muhammed (s.a.v.)’e yakınlığını korumaya çalışıyordu.
Mus’ab b. Umeyr (r.a.), Allah Resulü (s.a.v.) tebliğ ve irşat vazifesiyle, Medine’ye gönderdiğinde henüz çok gençti. Buna rağmen tam bir denge, düşünce ve irade insanıydı.
Her gün yanına Medine’nin ileri gelenlerinden birileri geliyor o da onlara dini anlatıyordu. Ellerinde kılıçla gelenler, kalplerinde imanla dönüyorlardı. Mus’ab (r.a.) insanlara öyle mülâyemetle davranıyordu ki, en haşin insan bile onun bu yumuşaklardan yumuşak davranışlarına uzun süre mukavemet edemiyordu. “Arkadaş, önce beni dinle. Sonra da istersen boynumu vur. Vallahi sana mukabele edecek değilim..” diyordu Mus’ab. Evet bu kadar hayatı istihkar eden ve bütün derdi, davası insanlara hakikati anlatmak olan bir şahsiyet karşısında buzlar eriyor ve her geçen gün Mus’ab b. Umeyr (r.a)’in etrafındaki hâle de genişliyordu.
Mus’ab b.Umeyr (r.a) Bedir ve Uhud muharebelerine katılarak şehit düştü. Hayatı boyunca davası için yaşadı ve dünya malına mihnet etmedi. Hep mütevazı yaşamayı tercih etti. ½ehit düştüğünde, üzerindeki elbisesi bile kısa gelmiş, açıkta kalan vücudunun diğer kısmı otlarla örtülerek gömülebilmişti.
Üç yıl boyunca Hilmi Bey’den aldığı derslerle Mus’ab, Arapça’yı ilerletti. Hafızlığını tamamladı. Bu süre zarfında, evde kendini hiç yabancı hissetmedi. Babası, kardeşi Hüseyin’e bir giysi aldığında, ona da alıyor, harçlık verirken yine aynı şekilde eşit veriyor, ayrım yapmıyordu. Mus’ab ve Hüseyin, liseyi bitirdiklerinde bir ev tutarak Rotterdam-Erasmus Üniversite-si’ne kayıt yaptırdılar. Rotterdam, Avrupa’nın en önemli sanayi ve liman şehirlerinden biriydi. Yabancı nüfus, özellikle Türklerin nüfusu hatırı sayılır bir konumdaydı. Pek çok cami ve mescit açmışlardı. Mus’ab fırsat buldukça camileri ziyaret eder, aşina bir çehre arardı.
Bir defasında kiliseden çevrilme Kocatepe Camisine gitti. Namazdan sonra bir grup Hollandalı genç öğretmenleriyle camiyi gezmeye geldiler. Anlaşılan öğretmenleri onlara Müslümanların ibadet mekânını göstermek ve tanıtmak istemişti. Ancak o da öğrencileri kadar meraklıydı. Cami mütevellisinden Arif Bey onları gezdirirken, bir şeyler anlatabilmenin ızdırabını taşıyordu. Öğrenciler, Cami’nin misyonunu, Allah’ın varlığı ve birliğini, İslâmiyet’in, Hıristiyanlığa bakışını soruyorlardı. Arif Bey dilinin yetersizliğinden bazen kelimelere öylesine takılıyordu ki meramını ifade edememenin acısıyla dudaklarını ısırıyor, boncuk boncuk terliyordu. Ancak tam sıkıştığı yerde Mus’ab, bir Hızır gibi yetişiyor, eksiğini tamamlıyordu. Arif Bey tanımadığı bu insana her defasında teşekkür ediyor, memnuniyetini dile getiriyordu. Arif Bey sözü ehline bırakmak istedi. “Arkadaş! İslâm’ı benden daha iyi anlatıyorsunuz. Rica etsem bu gençlere hitap edebilir misiniz?” dedi. Mus’ab gözlerini hafifçe kısarak, olumlu karşılık verdi..
Mus’ab, Hollanda dilini ve karşısındaki muhatapların anlayış seviyesini iyi biliyordu. Onlara Allah’ın büyüklüğünü ve her şeyi yoktan yarattığını delillerle anlatıyor, Hz. Muhammed’(s.a.v.)in güzel ahlâkından misaller vererek, O’nu sevdirmeye çalışıyordu. Mus’ab yaklaşık iki saat sohbet etti. Gençlerin hemen hepsi tebrik ettiler. İslâmiyet’le ilgili kitap isteyen oldu. Mus’ab telefonunu verdi ve eğer İslâm dinini öğrenmeyi arzu eden olursa kendilerine yardımcı olacağını söyledi.
Misafirler gittikten sonra Arif Bey ve Mus’ab tanıştılar. Arif Bey, Mus’ab’ın hayat hikâyesini hayretle dinledi. Medineli Ensar’ın, her şeyini Mekke’de bırakıp Allah Rızası için Medine’ye hicret eden muhacir kardeşlerine sahip çıktığı gibi, günümüzde de aynı duyguyla yaşayan, aynı his ve heyecanla dinine hizmet eden, Sahabe ruhlu insanların yaşamasına şükretti.
Nurettin KOÇAK
Hüseyin’e bir gün bu dostluğunun sebebini sordu. Hüseyin sevgi dolu bir sesle elini göğsüne götürerek; Ben senin yüzüne değil kalbine bakarım. Güzel kardeşim! dedi.
Bu yürekten ifadenin âdeta kölesi oldu Lorenzo. Hüseyin’in yanından hiç ayrılmıyor, onu tanımaya ve anlamaya çalışıyordu. İkisinin de evleri okula uzaktı. Öğlen arası evden getirdikleri azıkları, birbirlerine ikram ederek sohbet ederlerdi. Bir defasında Lorenzo elma ikram etti. Hüseyin kabul etmeyince bu, Lorenzo’nun tuhafına gitti. Acaba Hüseyin’i üzecek yanlış bir şey mi yapmıştı? Hüseyin nedenini izah etmek ihtiyacını hissetti: Ben oruçluyum. Biz Müslümanlar; senede bir ay Allah için, günün belli vakitlerinde yeme içmeden uzak dururuz. Buna oruç denir. Bu yüzden ikramını almadım. Kusura bakma. Öyleyse dedi Lorenzo; ben de oruç tutmak istiyorum. Sen bir şey yemezken ben nasıl yiyebilirim? Bu sefer şaşırma sırası Hüseyin’e geldi. Nasıl olur? Sen Hıristiyansın. Oruç tutmak mecburiyetinde değilsin. Lorenzo mahcup bir edayla; başından beri seni takip ediyorum. İyi bir insansın. Elinden ve dilinden bir zarar gelmeyeceğini gördüm. Sendeki bu güzel ahlâkın inandığın dinden geldiğini anladım. Müslüman olmaya karar verdim. Ne yapmam gerekiyor?
Hüseyin bu sevinci babasıyla paylaşmak istedi. Birlikte ona gittiler. Hilmi Bey olgun ve mütevazı bir insandı. Lorenzo’ya niçin Müslüman olmak istediğini sordu? İslâm’ın sorumluluklarından ve başına gelebilecek sıkıntılardan bahsetti. Aslında Hıristiyanlığı terk edip yeni bir dine girmediğini bilakis dinini kemale erdirdiğini, Hz. İsa’nın (a.s.) bir peygamber olduğunu, Müslümanların Hz. Meryem’i anneleri gibi çok sevdiğini, İslam’a girmekle annesinden yeni doğmuşçasına günahsız olacağını anlattı. “Allah’ın bir ismi de El-Hadi’dir. Bugün Allah sana doğru yolu gösterdi. Ne mutlu sana!” dedi. Lorenzo dinledikçe din değiştirmenin korku ve endişesini bir kenara attı. Çehresinde Muhammedî bir gül açıyor, gözyaşları birer altın damlası gibi yanaklarından sızıyordu. Hep birlikte kelime-i şahadet getirdiler.
Lorenzo, Ramazan boyunca iftarları Hüseyinlerde yaptı. Annesi Maria, Lorenzo’dan şüphelenmişti. Bir gün karşısına aldı; “Oğlum son zamanlarda değiştin. Yoksa Müslüman mı oldun?” dedi. Lorenzo; “Evet anneciğim, Müslüman olmakla aradığım huzuru buldum.” deyiverdi. Duyduklarına inanamayan kadıncağız oturduğu yerde donup kaldı. Canından bir parça olan yavrusu, nasıl olur da kendisinden izin almadan din değiştirebilirdi? Hem de İslâmı? “Yani sen şimdi terörist mi oldun?” dedi. “Hayır anne! İslâmiyet’in terörle bir alakası yok. Yanlış anlamışsın.” “Lorenzo İslâm’ı anlatmaya çalıştıysa da annesinin işitmeğe tahammülü yoktu.” Odana çık! Görmek istemiyorum seni! dedi. Ertesi gün Lorenzo salona girdiğinde iki valizin hazırlanmış olduğunu gördü. “Annem bir yere mi gidiyor?” diye düşünürken Bayan Maria’nın sert sesi duvarlarda yankılandı, “Git artık! Ben senin annen değilim! Bu eve bir daha da gelme! Sana, o marokenler (Faslılar) baksın!..”
Sanki dünya, bütün ağırlığıyla başına yıkılmıştı. Acaba Hüseyinlere mi gitseydi? Ya onlar da kovarsa? Sonra onları rahatsız etmeye hakkı yoktu. En iyisi ‘Gençlik Evi’ denilen yarı pansiyon yurtlardan birine yerleşmekti. Hem orada kendisine bir oda da verirlerdi. Hüseyin’le görüşmenin ve olaylardan onu haberdar etmenin uygun olacağına kanaat getirerek tereddütlü adımlarla evlerine yöneldi.
Hüseyin kapıyı açtığında, Lorenzo’nun solgun çehresiyle karşılaştı. “Aman Allahım! Ne oldu sana? Bu hâl neyin nesi?” diye sorarken Lorenzo hıçkırıklara boğulmuştu bile. Hilmi Bey duyduğu seslerle kapıya geldi. Onu içeri aldı. Koltuğa oturttu. Gözyaşlarını sildi. Anlat bakalım, ne oldu? “-Annem, Müslüman olduğum için beni evden kovdu. Ben şimdi ne yapacağım?” diye cevap verdi Lorenzo. Hilmi Bey’in burnunun direği sızladı. Kendini zor tuttu. Gençlerin yanında metin olması gerektiğini biliyordu. ½efkat dolu bakışlarla: “Yavrum, üzülme. Endişelenmene gerek yok. Hüseyin’in kardeşin, benim de baban olmamı ister misin? İstersen bizimle birlikte kalabilirsin.” dedi.
Hüseyin’in odasına bir ranza ve bir çalışma masası daha yerleştirdiler. Artık Lorenzo Hüseyin’le sürekli beraber olduğu gibi İslâmiyet’i daha yakından öğrenme fırsatını da bulmuştu. Hilmi Bey ona Arapça ve Kur’an dersleri vermeye başladı. Lorenzo Müslüman ismi taşımayı çok arzuluyordu. Bu isteğini bir gün Hilmi Bey’e açtı. Hilmi Bey; “Adını değiştirmekle Müslümanlığında bir artma olmaz. Ancak yine de ismini değiştirmek istersen Mus’ab bence uygun olur.” dedi. Lorenzo, “O kim?” dercesine biraz da merakla Hilmi Bey’e baktı. Hilmi Bey bildiği kadarıyla anlatmaya başladı:
Mus’ab b. Umeyr (r.a.), Mekke’de ailesinin güzide bir çocuğu olarak depdebe içinde yaşama imkânına rağmen, bunların hepsini bir çırpıda terk etmiş ve Nebiler Serveri’nin çileli yolunu seçmişti. Bir taraftan Mekke’nin en çileli, sıkıntılı dönemlerini yaşarken, öte taraftan annesinin (İslâm’dan dönmesi için yaptığı maddî-manevî) tehditlerine hiç mi hiç kulak asmıyor ve hep Hz. Muhammed (s.a.v.)’e yakınlığını korumaya çalışıyordu.
Mus’ab b. Umeyr (r.a.), Allah Resulü (s.a.v.) tebliğ ve irşat vazifesiyle, Medine’ye gönderdiğinde henüz çok gençti. Buna rağmen tam bir denge, düşünce ve irade insanıydı.
Her gün yanına Medine’nin ileri gelenlerinden birileri geliyor o da onlara dini anlatıyordu. Ellerinde kılıçla gelenler, kalplerinde imanla dönüyorlardı. Mus’ab (r.a.) insanlara öyle mülâyemetle davranıyordu ki, en haşin insan bile onun bu yumuşaklardan yumuşak davranışlarına uzun süre mukavemet edemiyordu. “Arkadaş, önce beni dinle. Sonra da istersen boynumu vur. Vallahi sana mukabele edecek değilim..” diyordu Mus’ab. Evet bu kadar hayatı istihkar eden ve bütün derdi, davası insanlara hakikati anlatmak olan bir şahsiyet karşısında buzlar eriyor ve her geçen gün Mus’ab b. Umeyr (r.a)’in etrafındaki hâle de genişliyordu.
Mus’ab b.Umeyr (r.a) Bedir ve Uhud muharebelerine katılarak şehit düştü. Hayatı boyunca davası için yaşadı ve dünya malına mihnet etmedi. Hep mütevazı yaşamayı tercih etti. ½ehit düştüğünde, üzerindeki elbisesi bile kısa gelmiş, açıkta kalan vücudunun diğer kısmı otlarla örtülerek gömülebilmişti.
Üç yıl boyunca Hilmi Bey’den aldığı derslerle Mus’ab, Arapça’yı ilerletti. Hafızlığını tamamladı. Bu süre zarfında, evde kendini hiç yabancı hissetmedi. Babası, kardeşi Hüseyin’e bir giysi aldığında, ona da alıyor, harçlık verirken yine aynı şekilde eşit veriyor, ayrım yapmıyordu. Mus’ab ve Hüseyin, liseyi bitirdiklerinde bir ev tutarak Rotterdam-Erasmus Üniversite-si’ne kayıt yaptırdılar. Rotterdam, Avrupa’nın en önemli sanayi ve liman şehirlerinden biriydi. Yabancı nüfus, özellikle Türklerin nüfusu hatırı sayılır bir konumdaydı. Pek çok cami ve mescit açmışlardı. Mus’ab fırsat buldukça camileri ziyaret eder, aşina bir çehre arardı.
Bir defasında kiliseden çevrilme Kocatepe Camisine gitti. Namazdan sonra bir grup Hollandalı genç öğretmenleriyle camiyi gezmeye geldiler. Anlaşılan öğretmenleri onlara Müslümanların ibadet mekânını göstermek ve tanıtmak istemişti. Ancak o da öğrencileri kadar meraklıydı. Cami mütevellisinden Arif Bey onları gezdirirken, bir şeyler anlatabilmenin ızdırabını taşıyordu. Öğrenciler, Cami’nin misyonunu, Allah’ın varlığı ve birliğini, İslâmiyet’in, Hıristiyanlığa bakışını soruyorlardı. Arif Bey dilinin yetersizliğinden bazen kelimelere öylesine takılıyordu ki meramını ifade edememenin acısıyla dudaklarını ısırıyor, boncuk boncuk terliyordu. Ancak tam sıkıştığı yerde Mus’ab, bir Hızır gibi yetişiyor, eksiğini tamamlıyordu. Arif Bey tanımadığı bu insana her defasında teşekkür ediyor, memnuniyetini dile getiriyordu. Arif Bey sözü ehline bırakmak istedi. “Arkadaş! İslâm’ı benden daha iyi anlatıyorsunuz. Rica etsem bu gençlere hitap edebilir misiniz?” dedi. Mus’ab gözlerini hafifçe kısarak, olumlu karşılık verdi..
Mus’ab, Hollanda dilini ve karşısındaki muhatapların anlayış seviyesini iyi biliyordu. Onlara Allah’ın büyüklüğünü ve her şeyi yoktan yarattığını delillerle anlatıyor, Hz. Muhammed’(s.a.v.)in güzel ahlâkından misaller vererek, O’nu sevdirmeye çalışıyordu. Mus’ab yaklaşık iki saat sohbet etti. Gençlerin hemen hepsi tebrik ettiler. İslâmiyet’le ilgili kitap isteyen oldu. Mus’ab telefonunu verdi ve eğer İslâm dinini öğrenmeyi arzu eden olursa kendilerine yardımcı olacağını söyledi.
Misafirler gittikten sonra Arif Bey ve Mus’ab tanıştılar. Arif Bey, Mus’ab’ın hayat hikâyesini hayretle dinledi. Medineli Ensar’ın, her şeyini Mekke’de bırakıp Allah Rızası için Medine’ye hicret eden muhacir kardeşlerine sahip çıktığı gibi, günümüzde de aynı duyguyla yaşayan, aynı his ve heyecanla dinine hizmet eden, Sahabe ruhlu insanların yaşamasına şükretti.
Nurettin KOÇAK