Orijinalini görmek için tıklayınız : Kürsü Yazıları(M.Fethullah GÜLEN)
Muhterem F.Gülen Hocaefendi'nin her hafta CUMA GÜNÜ yazdığı ZAMAN GAZETESİNDEKİ yazılarına buradan ulaşabilirsiniz...
KÜRSÜ 1
Trafik kurallarına uymak vaciptir 06.07.2007 ZAMAN GAZETESİ
Ülkemizde pek çok trafik kazası meydana gelmekte ve her sene binlerce insanımız bu kazalarda hayatını kaybetmektedir. Trafik kazalarının bu denli fazla olmasının maddî-manevî pek çok sebebi var: Eğitimsizlik, ceza sisteminin yetersizliği, altyapı eksikliği, alkol, uykusuzluk, aşırı hız, sorumsuzluk, günah ve hata inancının olmayışı ve macera hissi.. gibi şeyler bunların başında gelir.
Trafik kurallarına uymak bir vatandaş olarak, ondan önce de bir Müslüman olarak bizim görevlerimizdendir. Hatta meseleye fıkhî açıdan yaklaşacak olursak, trafik kurallarına uymanın vâcip olduğunu bile söylemek mümkündür. Çünkü bu kurallar, uzun deneme ve araştırmalar sonucu elde edilen, üzerinde neredeyse bütün dünyanın ittifak ettiği 'iki kere iki dört eder' katiyetinde olmasa da yine de bir kesinlik ifade eden kurallardır. Meselâ, trafik kurallarına sebep olan âmillerin başında aşırı hız gelmektedir. Bu açıdan şehir içi ve şehir dışında belirtilen hız limitlerine uymanın vâcip olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla, hız limiti aşılıp bunun sonucunda ölümlü bir kaza meydana gelmişse bu kaza, cinâyet hükmünde değerlendirilebilir. İslam fıkhında buna şibh-i amd/kasta benzeyen öldürme denir.
Şibh-i amd; -fukahânın farklı içtihatları mahfuz- öldürme maksadıyla değil de şöyle-böyle ölüme sebebiyet verme demektir. Ebû Hanife'ye göre, şibh-i amd, masum bir insanı, silah yerine geçmeyen bir şey ile vurup öldürmeye denir. Ağır bir şey kullanarak öldürmek de aynı kategoriye girer. Ölüme sebep olan âletleri âlimler; kesici olan, kesici olmayan veya ağır olan diye farklı türlere ayırmışlardır.
Ebû Hanîfe'ye göre demir ve o manada olan ağır bir şeyle işlenen cinayet şibh-i amddir. Yani kullanılan ağır âlet öldürücü nitelikte değilse cinâyet şibh-i amd kabul edilir. Bu yaklaşımlar, âlimlerin kendi dönemleri itibarıyla yaptıkları deneme ve içtihatları neticesinde ortaya çıkan tespitlere dayanır. Bu prensipler açısından trafik kazalarına bakılacak olursa, bazılarını 'amd'e, bazılarını 'şibh-i amd'e bazılarını da hataya sokabiliriz ki, bunların hepsinde de cana kıyma söz konusudur.
Bu hususta dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da emniyet kemeri meselesidir. Yolculuk esnasında emniyet kemeri takmak da sebeplere riayet noktasında vacip seviyesinde bir zarurettir. Çünkü bu konudaki ihmalin bedeli çok defa canlar verilerek ödenmektedir.
Şerit ihlali, kul hakkı ihlalidir
İslam fıkhının özünde bulunan bir başka prensip de şudur: 'Başkasına zarar verici her fiilden kaçınması mümkün iken kaçınmayan ve ihmâlkâr davranıp ihtiyatı elden bırakan kişi o işin sonucundan sorumlu tutulur.' Trafik kazalarına bu açıdan da bakıldığında ne şekilde olursa olsun, kazaya sebebiyet verenlerin sorumlu olduğunu söylemek mümkündür.
Trafik cezalarının, gelişmiş ülkelerdeki cezalara kıyasla düşük olması da kazalara davetiye çıkaran başka bir husus olarak görülmektedir. Bu sebeple ülkemizdeki ceza sistemi yeniden gözden geçirilmeli ve cezalar caydırıcı olacak şekilde düzenlenmelidir. Bir diğer tedbir de ihbar müessesesinin hayata geçirilmesidir. Gelişmiş ülkelerin çoğunda kuralların çiğnendiğini görenler onu yetkililere haber verirler.
Meselenin maddî boyutunun yanında bir de manevî boyutu vardır. Yolculuklarda kul hakkına riayet de oldukça önemlidir. Eğer araba kullanmak durumunda kalsaydım, herhalde kimsenin şeridini ihlal etmez ve yolda yan yana yürüdüğümüz insanları değişik şekillerde taciz etmezdim. Çünkü bu ciddi bir kul hakkı ihlalidir. Şeridini ihlal ettiğiniz, önüne geçip yolunu aldığınız insanın yetişmesi gereken önemli bir toplantısı, ya da acilen hastaneye yetiştirmesi gereken bir hastası olabilir. Bütün bunlar olmasa bile yine de birinin hakkı olan yolda önüne geçmek kul hakkını ihlaldir. Yani şerit ihlali kul hakkı ihlalidir.
Ayrıca, yolculuklara sevap kazanma niyeti ile çıkılsa dahi; gösteriş içinde yolculuğa çıkma, koltuğa kurulma ve hız limitini aşma gibi şeyler Allah'ın sevmediği ve mümine yakışmayan tavırlardır. Cihan fethetmeye gidilse bile, şevk ü târâb içinde değil, 'Allah'ın rızasına muvâfık mı?' diye hüzün içerisinde, riyâ, gurur ve bencillikten uzak olma mülahazalarıyla gidilmelidir. Mümin, temkîn ve dikkat insanıdır. Kulluk yolunun, gâfilâne hallere, çalıma, gurura ve gösterişe tahammülü yoktur. Ne var ki zamanımızdaki trafik kazalarını görünce, hak ve hakikat adına söylenen şeylerin fayda vermediği, şeytanın sözünün daha fazla dinlendiği görülmektedir.
ÖZETLE:
1- Trafik kurallarına uymak bir Müslüman olarak bizim görevlerimizdendir. Hatta trafik kurallarına uymanın vâcip olduğunu söylemek bile mümkündür.
2- Trafikte belirtilen hız limitlerine uymak vâciptir. Aşırı hız sonucunda ölümlü bir kaza meydana gelmişse bu, cinâyet hükmünde değerlendirilebilir.
3- 'Başkasına zarar verici her fiilden kaçınması mümkün iken kaçınmayan ve ihmâlkâr davranıp ihtiyatı elden bırakan kişi o işin sonucundan sorumlu tutulur.'
M.Fethullah GÜLEN
akp_karanfil
07-08-2007, 22:27
bilgileriniz için teşekkürler.
kürsü yazıları aktarmanızın herkes için verimli olacağının kanaatındayım.
kesinlikle sitede herkese öneriyorum bu yazıları :)
KÜRSÜ 2 13.07.2007 CUMA ZAMAN GAZETESİ
En zengin kul fakirliğini bilendir
Bazı mahfillerde fakire "Ben Allah'tan zenginim. Benim Allah'ım var" sözünün izahı soruluyor. Öncelikle ifade etmem gerekir ki bu sözü dalalet adına "Allah fakirdir" manasına ehl-i kitaptan bazıları söylemişti. (Bkz. Mâide Suresi, 5/64) Bunun dışında bu söz, bir de mutasavvıfinden bazıları tarafından şathiyyat şeklinde söylenmiştir ki, bunu diyenler kendi çaplarına göre ne kadar zengin de olsalar yine fakir, yine fakir, yine fakirdirler.
Ancak kul, her şeyiyle Allah'ta fani olunca, O'na ait gına, servet ve her şey böyle birinin olur; böyle bir durumda bu bahtiyar kul, zenginlerden zengin sayılır. Çünkü insan, çapına göre ne olursa olsun artık Allah'a ait her şey onundur.
Bir de bu söz, bir hâlin ifadesidir. Şöyle ki, vahdet-i vücudun İslam tasavvufundaki müdafilerinden Muhyiddin Arabi hazretleri vecd halinde bir gün şöyle der: "Ben, hatemü'l-evliya'yım. Benden sonra veli gelmeyecektir. (Muhyiddin Arabi hazretleri yedi asır evvel yaşamıştır. Bu mesele doğru olsa kendinden sonra şu ana kadar hiçbir velinin gelmemiş olmasını kabul etmek lazım gelir.) Ben velilerin, Resul-i Ekrem de peygamberlerin sonuncusudur. Allah, Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile bilinmiştir. Şayet nokta, hattı parça parça etmeseydi, yani zulmet, nuranî ufukta arz-ı didar etmeseydi, zulmetsiz ziyadan ibaret olan Hz. Mevla-i Müteal'in irfanına erilemezdi" der ve Hatemü'l-enbiya, hatemü'l-evliyadan istifade eder, imasında bulunur.
Güneşten parlak ışık var mıdır?
Muhyiddin Arabi hazretleri bu sözleri, bir istiğrak ve kendinden geçmiş olma ruh haleti içinde söyler. O, kendi mir'at-ı ruhunda, Cenab-ı Hakk'ın mütecelli oluşunu o kadar parlak görür ki, kendisine çok uzak olan altı-yedi asır ötedeki Hz. Muhammed'in bütün devirlere neşrettiği nur, o anda vecd yaşayan onun mir'at-ı ruhunda duyduğu nura nispeten muvakkaten sönük gibi görünebilir ve hale mağlup olarak, o andaki durumu itibarıyla kendi nurunu Muhammed (aleyhisselatü vesselam)'in nurundan daha engin sanabilir. Bunu şöyle bir misalle açabiliriz: Bir insan düşünün ki, elinde ışık neşreden bir büyük projöktör vardır. O, bu projöktörle bütün atmosferini aydınlatır. Hatta o ziyadan başka hiçbir şey görmez. Hâlbuki yukarılarda, bu ışık onun aşr-ı mi'şarı (yüzde bir) dahi olamadığı bir güneş vardır. Şimdi o içinde bulunduğu ruh haleti itibarıyla elindeki ışığı, güneşten daha parlak sanabilir. İşte bu insan, bu hal içinde "elimdeki ışık güneşten daha parlaktır" dese bir manada yanlış söylemiş olmaz. Bir yönüyle, kurbiyeti itibariyle belki doğru da söylemiş sayılır. Fakat haddizatında mesele kendi ölçüleri içinde ele alınacak olursa güneşten bir parçacık ışık, onun milyon katından daha fazla parlaktır.
İşte Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) de öyle bir güneştir. O'nun o parlaklardan parlak nuru, o esnada tecelligâh-ı ilahi altında mest ve sermest olan İbn Arabi'den çok uzak olması itibarıyla İbn Arabi o andaki mazhar ve muhat olduğu menbaı, yine hakikat-i Ahmediye nuruyla mukayese edince öyle bir iltibasa girmiş ve hale mağlup olarak, "Hatemü'l-enbiya, hatemü'l-evliyadan istifade eder." demiştir. Hâlbuki hatemü'l-enbiya olmasaydı, hatemü'l-evliya da, evvelü'l-evliya da olmazdı. Kulun, Allah karşısındaki durumuna da bir örnektir bu.
Meselenin tasavvufta şöyle bir yanı da vardır: Bir zaman dinsizin biri, "İnsanlar Allah'ı yaratmıştır." demişti. Aynı şekilde bir sekir ehli farklı marifet ufkunu ifade adına bu tür bir söz söyler ki, bu türlü ifadeler onların tekerlemelerindendir, şatahattır, manevi sarhoşluk ve vecd halindeki sözlerindendir. Aklı başında bir insan, böyle bir söz söylerse dalalete düşer. Bunu biraz daha açacak olursak:
Herkes mir'at-ı ruhuna göre bir Allah inanç ve irfanına sahiptir. Yeryüzünde insanlar olmasaydı Allah bilinmezdi. İnsanın irfan, iman ve izana ulaşması sayesinde Allah insan efkârında duyulur ve zevk edilir olmuştur. Esasen bu efkâr ve kalpler olmasaydı ve böyle bir idrak seviyesine ulaşmasaydı, zulmetsiz ziyanın bilinmemesi gibi Allah bilinmeyecekti. Öyleyse beşer, zıtsız, aksi, niddi ve zıddı olmayan bu nur karşısında siyah bir hat teşkil etmek suretiyle O'nun bilinmesine bir vesile olmuştur.
Büyük veli Abdülkuddüs, en büyük kul Efendimiz'i anlatırken şöyle der: "Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün meratibi aşıp cennete vardı. Huriler kendisine perdedar oldu, gılmanlar adeta ayaklarının altına lü'lü ü mercan gibi saçıldı. Ancak o âlemin parlaklığı, güzelliği onun gözünü hiç mi hiç kamaştırmadı. Hakk'a vardı, döndü yine halka geldi. Vallahi ben Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vardığı makama varsaydım, asla geriye dönmezdim."
Abdülkuddüs bu sözle, velayetle nübüvvet arasındaki inceliği bir veli olarak gayet dakik bir şekilde ifade eder. Peygamberin Hak ile halkı beraber tutma gibi iki büyük yönü vardır. İmam Rabbani de Hak ile halkı beraber tutmuştur. Büyük veli Muhyiddin Arabi ise sadece Hak mertebesinde kalmıştır. Onda "seyr ilallah" ve "seyr fillah" vardır; fakat "seyr minallah" yoktur. O, ömür boyu vahdet-i vücud neşvesiyle yaşamış ve Rabb'ine öyle yürümüştür.
Her şeye rağmen bir mümin iltibasa açık bu türlü beyanlardan sakınıp, Zat-ı Ulûhiyet'e karşı her zaman saygılı olmalıdır.
ÖZETLE
1- Bir kul, her şeyiyle Allah'ta fani olunca, O'na ait her şey böyle birinin olur; ve bu bahtiyar kul, zenginlerden zengin sayılır. Çünkü insan, çapına göre ne olursa olsun artık Allah'a ait her şey onundur.
2- Herkes mir'at-ı ruhuna göre bir Allah inanç ve irfanına sahiptir. Yeryüzünde insanlar olmasaydı Allah bilinmezdi. İnsanın irfan, iman ve izana ulaşması sayesinde Allah insan efkârında duyulur ve zevk edilir olmuştur.
3- Büyük veli Abdülkuddüs şöyle der: Allah Resûlü bütün mertebeleri aşıp cennete vardı. Hakk'a vardı, döndü yine halka geldi. Vallahi ben Hz. Muhammed'in vardığı makama varsaydım, asla geriye dönmezdim.
M.Fethullah GÜLEN
Haftanın Duası 1
Allah'ım! Kalblerimizi muhabbet, mehafet, Sana ve yüce katındaki güzelliklere karşı şevk u iştiyak hisleriyle doldur. Bizi Habîbin Hazreti Muhammed Mustafa (sallalahü aleyhi vesellem) ve Ulu Zatına yakınlıkla payelendirdiğin kurbet kahramanlarının maiyyetiyle şereflendir.
Fazlından ve rahmetinden dileniyoruz; takva ile serfiraz, seçkin ve hayırlı kullarınla beraber, firdevs cennetlerini, bizim de menzilimiz, makarrımız ve ikâmetgâhımız eyle!
DoLunAY.kadim
07-13-2007, 13:37
AMİNNN
TEŞEKKÜRLER NUH KARDEŞ
KÜRSÜ 3 20.07.2007 Cuma ZAMAN Gazetesi
Demokrasi Hâlâ Yokuşu Tırmanıyor
Genellikle, "halkın kendi kendini yönetmesi" şeklinde tarif edilegelen demokrasi, temel hak ve hürriyetlerin korunmasını bizzat halka ya da temsilcilerine bırakan, vatandaşların duygu ve düşüncelerinin ülke idaresinde tesirli olması gerektiği esasına dayanan bir yönetim şeklidir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde ilk kez seslendirilirken "Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir" şeklinde dile getirilen ve günümüzde "Egemenlik milletindir" sözüyle ifade edilen mana da icmâli olarak demokrasiyi vurgulamaktadır.
Diğer taraftan, demokrasi hâlâ büyük ölçüde muğlak olduğundan bu tabirin nisbetsiz zikri pek azdır. Çok defa onun yanına başka bir tabir ilave edilerek, demokrasi "çoğulcu", "liberal", "Hıristiyan", "katılımcı"... gibi sıfatlarla anılmaktadır ki, bazen bu demokrasi türlerinden biri diğerini demokrasi olarak bile kabul etmeyebilmektedir. Hitler, nazizmin "gerçek demokrasi" olduğunu iddia ettiği ve Mussolini, faşizmi "merkezî ve otoriter demokrasi" şeklinde nazara verdiği gibi, bugün de, çoklarınca anti-demokratik kabul edilen bazı ideolojilerin temsilcileri bile demokratik olduklarını savunmaktadırlar.
Ancak bir de "mana boyutlu demokrasi" vardır. Yani, insan hak ve hürriyetlerine saygıyı ihtiva eden, din ve vicdan hürriyetini gözeten, aynı zamanda insanların inandıkları gibi yaşamalarına da ortam hazırlayan bir demokrasi.. insanların ebedle alakalı isteklerini yerine getirme mevzuunda onlara yardımcı olan demokrasi.. insanı maddî-manevî bütün ihtiyaçlarıyla nazar-ı itibara alan ve onun bütün ihtiyaçlarını karşılamayı tekeffül eden olgun demokrasi... İşte, demokrasiyi bu denli geliştirip insanîleştirmenin yolları aranmalıdır. Çünkü insan hayatı, dünya ile başlamadığı gibi dünya ile de bitmiyor; dünya onun için sadece bir uğrak, o ebediyen kalacağı bir diyara, ahiret yurduna gidiyor. Şayet, onu idare eden sistem, bu gerçeği görmezlikten gelirse ve kulak ardı ederse, beşer için çok önemli bir meseleyi görmezlikten gelmiş ve kulak ardı etmiş olur. Dolayısıyla, ideal demokrasi, insanın bugününü ve bugüne ait meselelerini tekeffül ettiği gibi, aynı zamanda onun ebedî hayatıyla alakalı bir kısım ihtiyaçlarını da tekeffül etmesi lazım. Ancak böyle bir demokrasi, oldukça gelişmiş ve ideal hâli almış bir demokrasi olabilir. Fakat maalesef, insanlık henüz bu ufka ulaşmış sayılmaz. Ne Batı'da, ne Doğu'da, ne Amerika'da, ne de Uzakdoğu'da henüz böyle bir demokrasiden söz etmek mümkün değildir.
Bu açıdan da, demokrasi hâlâ yokuşa doğru tırmanmakta olan bir sistemdir. Bir manada, demokrasi yokuşu henüz aşılamamıştır.
Müdahalelerin ardında demokrasi kültüründen mahrumiyet var
Evet, bizim ülkemizde demokrasi, yer yer pek çok engele takıldı; zaman zaman kendi halkının öz değerleriyle çatıştı.. bazen yerleşik idareye zıt bir anlayışa dönüştü, bazen de hakimiyeti elinde bulunduran güçlerin gayzına yenik düştü. 27 Mayıs 1960 tarihinde Türkiye, daha sonraki demokrasi gayretlerinin de teminatı olabilecek bir sürecin başına inen yumruğa şahitlik etti. 16 ve 17 Eylül 1961'de bir zamanlar demokrasi diyerek halkın karşısına çıkan ve istediği desteği bulmuş gibi görünen kimselerle beraber demokrasinin kendisi de idam sehpasında sallandırıldı. 12 Mart 1971'de demokrasiye bir kere daha ince ayar (!) çekildi. Aradan on sene bile geçmeden, bu defa 12 Eylül 1980'de demokrasinin başına sert bir darbe daha indirildi. Dahası, 82 Anayasası'na konan kanun maddeleriyle 61 Anayasası'nın getirdiği hak ve özgürlüklerin üzerine de çizgi çekildi.
Evet, 61'de yeni bir anayasa hazırlanmış ve farklı bir demokrasiden bahsedilmişti. Her türlü hak ve hürriyetin tanınacağı söylenmiş ve her çeşit düşüncenin âdetâ önü açılmıştı. Devletin temel yapısına dokunmamak ve rejimi değiştirmeye matuf faaliyetlerde bulunmamak şartıyla herkesin istediğini yapabileceği ifade edilmişti. Ülkenin demokratik bir cumhuriyetle yönetildiği ve bu idare sisteminde hâkimiyetin kayıtsız, şartsız millete ait olduğu vurgulanmıştı. Fakat bu hürriyet havasının üzerinden çok geçmeden farklı bir müdahale daha oldu. Ondan yaklaşık on sene sonra bir başka müdahale ile yeniden anayasa değişikliğine gidildi. Ne kadar acıdır ki, yeni demokrasinin baş mimarlarından ve o günkü anayasanın hazırlanmasına öncülük edenlerden birisi, eski anayasa için "Bu anayasa bize bol elbise gibi geldi; içinde rahat hareket etmeye başladık. Bu entariyi belinden, paçasından, boyundan biraz daraltmak lazım." diyebildi. Nitekim o demokrasi elbisesi, orasından burasından çekildi, büzüştürüldü ve kısaltıldı. Fakat müdahaleler onunla da sınırlı kalmadı; başının üzerinde Demokles'in kılıcı varmışçasına sürekli titreyerek hayatını devam ettiren demokrasi, 28 Şubat 1997'de bir kere daha inkıtaya uğratıldı.
İşte bütün bu müdahalelerin arkasında demokrasi kültüründen mahrumiyet vardır. Demokrasiyi hazmedemeyen kimseler, kendi bozuk hissiyatlarına, yanlış mantıklarına, heva ve heveslerine göre bir kısım mualecelerde bulunur ve onu felç ederler. Her dönemde, acemi ve demokrasi kültüründen yoksun demokratların elinde demokrasi bir kere daha yara alır. Bazıları "ince ayar lazım" derler, kimileri de hürriyet elbisesinin millete bol geldiğini söylerler; böylece, bu bahanelerle parlamentoyu işlemez hale getirir, devlet müesseselerinin elini-kolunu bağlar ve aslında milletin istikbaliyle oynarlar.
Demokrasi kültüründen bîhaber bu hazımsız ruhlar, kendileri gibi düşünmeyen insanların demokratik hak ve hürriyetlerden istifade etmelerini çekemezler. Hele bir de bunlar, dine mesafeli duran kimselerse, halkın dinî vazifelerini yerine getirmesine, duygu ve düşüncelerini seslendirmesine, istediği gibi yaşayıp kendini ifade etmesine asla tahammül gösteremezler. Dolayısıyla, içlerindeki bu hazımsızlık sebebiyle sürekli müdahale duygularıyla dolar, müdahale düşünceleriyle oturup kalkarlar. Şayet umumi hava istedikleri gibi bir müdahalaye müsait değilse, hemen bir sürü kavga sebebi icad eder, farklılıkları kurcalar, kapanmaya yüz tutmuş yaraları deşeler; ne yapıp eder kötü emelleri için zemin hazırlarlar. Kargaşaların, kavgaların ve anarşinin gölgesinde yeni bir fevkalâdeliğe ihtiyaç hasıl eder ve o fevkalâdeliği kullanarak gönüllerine göre bir düzen tesis etme hayalleri görüp onları gerçekleştirmeye çalışırlar.
Bu yazı M. Fethullah GÜLEN Hocaefendi'nin yeni yayınlanan Diriliş Çağrısı adlı kitabından alınmıştır.
[b]ÖZETLE
1- "Mana boyutlu demokrasi" insan hak ve hürriyetlerine saygıyı ihtiva eden, din ve vicdan hürriyetini gözeten, aynı zamanda insanların inandıkları gibi yaşamalarına da ortam hazırlayan bir demokrasidir.
2- Bizim ülkemizde demokrasi, zaman zaman halkının öz değerleriyle çatıştı. Bazen yerleşik idareye zıt bir anlayışa dönüştü, bazen de hakimiyeti elinde bulunduran güçlerin gayzına yenik düştü.
3- Demokrasi kültüründen mahrumiyet, hem milletin hem de idarecilerin üsluplarına aksetti. Hiç kimsenin tenkit edilmeye tahammülü yok. Sıra tenkit etmeye gelince ölçülü ve insaflı olanı bulmak zor.
M.Fethullah GÜLEN
Haftanın Duası 2
Allah'ım! Bizi sevip hoşnut olduğun güzellikleri işlemeye ve gerçekleştirmeye muvaffak kıl.. marifet tecellilerini üzerimizden sağanak sağanak yağdır.
Bize elbiseselerin en güzeli olan takva elbisesini giydir ve bizi nezd-i ulûhiyetinden göndereceğin bol ve daimî feyizlerle has kullarından eyle, ey bütün nurlar Kendi nurunun gölgesi olan Nurların Nuru ve sinelerde saklı duranlara kadar açık-gizli her şeyi bilen Alîm Rabbimiz!
kesinlikle okunmöası gerekiyor
şiddetle tavgsiye ediyorum
www.herkul.org adresinden daha fazla arşive ulaşabilirsiniz..
KÜRSÜ 4 27.07.2007 CUMA ZAMAN GAZETESİ
ALLAH, KULLARI ARASINDA AYRIMCILIK YAPMAZ
Kulun hidayeti de dalaleti de Cenab-ı Hakk'ın meşietiyle gerçekleşir. Peki, burada -hâşâ-bir haksızlık söz konusu mudur? Her şeyden önce şunu ifade etmeliyim ki, Allah, eğer kulları arasında bir ayırım yapsa, kimsenin "Niçin ayırım yaptın?" demeye hakkı yoktur.
Allah mülkün yegâne sahibidir ve mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunur. Cenab-ı Hak, her şeyi kabza-i tasarrufunda tutan bir Mâlikü'l-mülktür. O'na karşı insanın hiçbir şey demeye hakkı yoktur. Aslında, böyle bir soru şöyle de sorulabilir: Cenab-ı Hak bir insanı hidayete erdirdikten veya dalalete attıktan sonra kendi adet-i sübhanisi açısından hangi prensibe göre muaheze edecektir? Zira Allah Hâkim-i mutlaktır. Kendisi insanı nehyettiği şeyin içine itiyorsa acaba dalalete itmesi hangi hikmete binaendir ve hangi isminin muktezasıdır?
Evet, Allah (celle celâluhu) dilediğini hidayete sevk eder, dilediğini de dalalete düşürür. Bu hakikat, Kur'an-ı Kerim'in mükerrer yerlerinde zikredilir. Bu hususta meşiet-i ilahi esastır. Hidayet ve dalalet Allah'ın yaratmasıyladır; sebebiyet, kulun mübaşeretiyledir. Ancak bu mevzuda kulun mübaşereti o kadar önemsizdir ki, adeta hiç hesaba katılmamakta ve doğrudan doğruya hidayetin yaratılması zat-ı ulûhiyete isnat edilmektedir.
İsterseniz konuyu biraz daha açalım: Mesela, insan yemek yeme ve su içme ameliyesini yapar. Yemek ve içmekle onun bedenindeki hücrecikler içine giren çeşitli protein ve vitaminler gidip yerlerini alırlar ve bunlar bedende kendilerine ait fonksiyonları ifa ederler. Bütün bu hususlar öyle hassas hesaplara göre cereyan eder ki, insanın sadece lokmayı ağzına koyması bu işleri halletmeye yetmez. İnsana lokmayı ağzına koyması için gerekli olan eldeki kuvvet, kafadaki plan ve daha değişik şeyler Allah tarafından verilmiştir. İnsan lokmayı ağzına koyar; Allah tükürük bezlerini harekete geçirir, onun ağzını ıslatır. Ağızda daha yemek ıslanırken beyne haber gider ve hemen oradan mideye "Şöyle bir yemek geliyor. Ona göre gerekli olan asiti ifraz et." diye mesaj gönderilir. Bunun üzerine midedeki bütün fakülteler faaliyete geçer ve mide kendine ait fonksiyonu eda etmeye başlar. Daha sonra bağırsaklara bir mesaj gönderilir ve orada bir kısım lüzûcetli şeyler çeşitli sert asitlerle halledilir. İnsanın bütün bunlarda hiçbir dahli yoktur. Selülozlu şeyler bağırsaklarda ayrı bir vazife görür. Bazı şeyler insan vücudunda bunları eritecek enzimler olmadığı için erimez, dışarı atılır. Bütün bunların hepsi fevkalade bir nizam içinde cereyan eder. Aksi takdirde insanın bağırsaklarında bir kısım problemlerin meydana gelmesi kaçınılmaz olur. İnsan, ağzına lokmayı koyduktan sonra bu lokma ağza girdiği andan itibaren vücutta faydalı hale gelinceye kadar bin ameliye görür ve bütün bu ameliyeler içinde denebilir ki insanın hiçbir dahli yoktur.
'Ben yaptım' demek nankörlüktür
Şimdi nankör biri kalkıp da, "Bütün bu faaliyetlerin hepsini ben kendi irademle yaptım" dese Allah'ın icraatında kendini ona şerik saymış olmaz mı? Oysaki bunun yerine o şöyle demelidir: Ben ağzıma lokmayı koydum, birdenbire esrarengiz bir mekanizma gaybi bir el tarafından çalıştırıldı. Binaenaleyh bu lokmanın halledilmesi mevzuunda, herhalde benim hiçbir dahlim olmadı. Görüldüğü gibi bu mevzuda insanın irade ve meşieti o kadar cüz'idir ki, bu işleri ona isnat etmeye imkân yoktur.
Hidayet meselesine gelince, o öyle mühim bir meseledir ki, onda insanın en küçük bir dahli yoktur. Mesela siz çok defa, bir kalb inşirahı ve inbisatı içinde içinizi döküyorsunuz. Nâfizü'l-kelim ve olabildiğine müessir bir üslupla anlatacağınız şeyleri anlatıyorsunuz. Ancak bir türlü muhataplarınıza müessir olamıyorsunuz. Ne kadar arzu ediyorsunuz ki, namaza durduğunuz zaman kendinizden geçesiniz. Vecd ve istiğraklar içinde kendinizi unutasınız. Dünya ve mâfihayı elinizin tersiyle itip O'na yönelesiniz; ama buna muvaffak olamıyorsunuz. Allah, bazen istediklerinizi lütfetse de her zaman olmaz; olması O'nun meşietine bağlıdır.
İman zevki, aşkı ve onun hazzı, cennet iştiyakı ve Cenab-ı Hakk'a yönelmeye teşne olma keyfiyeti öyle ilahi bir ihsandır ki, Allah bunu sadece dilediklerinin ruhuna ifaze eder de etmedikleri mahrum kalır. Onun için Sadüddin Teftezani bu mevzuu tarif ederken, "İman, insanın cüz'î iradesini kullanması suretiyle, Allah'ın insanın içinde yaktığı bir şem'adır." der. Şem'ayı yakan Allah'tır ve insanın bunda dahli gayet cüz'idir. Evet, insan cüz'i iradesini kullanır; düğmeye dokunur, Allah da onun hayatını tenvir eder.
İnsan, ağızdaki lokma örneğinde olduğu gibi bu meseleyi de öyle kabul mecburiyetindedir. "Vemâ teşâûne illa en yeşâallah - Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." (İnsan Sûresi, 76/30; Tekvir Sûresi, 81/29) Evet işin çoğu O'na aittir. İnsana ait olan o kadar küçüktür ki, bunu görmezlikten gelerek bütüne sahip çıkmak Allah'a karşı büyük bir su-i edep ve cüretkârlık olur.
ÖZETLE
1- Allah, eğer kulları arasında bir ayırım yapsa buna kimsenin "Niçin ayırım yaptın?" demeye hakkı yoktur. Allah mülkün yegâne sahibidir ve mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunur.
2- Allah dilediğini hidayete sevk eder, dilediğini de dalalete düşürür. Bu hususta meşiet-i ilahi esastır. Hidayet ve dalalet Allah'ın yaratmasıyladır. Ancak sebebiyet, kulun mübaşeretiyledir.
3- Ne kadar arzu ediyorsunuz ki, namaza durduğunuz zaman kendinizden geçesiniz. Dünyayı elinizin tersiyle itip O'na yönelesiniz; ama buna muvaffak olamıyorsunuz; olması O'nun meşietine bağlıdır.
M.Fethullah GÜLEN
Haftanın Duası 3
Rahmetini hatıra getirdikçe reca duygularımızın daha da köpürdüğü Yüceler Yücesi Rabbimiz! Cismaniyetin ve hayvaniyetin zulümatlı dehlizlerinde şaşkın ve âvare dolaşan bu âciz kullarının ve bütün ümmet-i Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönüllerini lutfedip marifetinin ziyasıyla ışıklandır.. irfan güneşin kalblerimizin ve akıllarımızın üzerine doğsun; doğsun ki, onun nuruyla yümn ü eman içinde Sana ulaşabilelim...
vBulletin v3.8.4, Copyright ©2000-2024, Jelsoft Enterprises Ltd.