waldo
09-03-2007, 16:11
"Ertuğrul Özkök ve bütün adamları" korku imparatorluğu yaratmak istiyorlar. Toplumsal tabanı oldukça zayıf olan, sadece seçkin ve mutlu bir azınlığı temsil ettiğini söyleyebileceğimiz bu marjinal medya gücü, kendi korkularını milletin korkularıymış gibi satmak istiyor.
Türkiye'de bir manavın ne iş yaptığını biliriz; karpuz, domates gibi gıda maddelerini üçe alır, beşe satar. Ya da bir bankacı, ucuza para alır pahalıya satar. Peki ya bir gazeteci ne iş yapar? Aslında pek de farklı değildir yaptıkları iş. Ucuz yazıları pahalıya satar. Hem de ülke gündemini belirleme gibi meblağını bizim bile tahmin edemeyeceğimiz bir miktara. Bu paraları, bu gazetelerin sahipleri kime nasıl verir, niçin verir, bunca yıldır eli kalem tutan biri olarak hiç aklım ermez.
Son zamanlarda bu ucuz yazılar, yine yüksek tepelerde uğultular yaratmaya başladı. Bunda 11. cumhurbaşkanlığı seçimimin rolü büyük. Türk basınının amiral gemisi Hürriyet, Ahmet Necdet Sezer'in yerini doldursun diye Ertuğrul Özkök'e görev verdi sanırsınız. Ertuğrul Özkök'ün fotoğrafını alın, yerine Ahmet Necdet Sezer'i koyun şaşırmazsınız. Adeta Sezer'i okuyor hissine kapılırsınız.
Bu süreçte, özellikle son bir aylık süre zarfında giderek hırçınlaşan bir medya çıktı karşımıza. Başbakanla polemiğe giren yazarlar gündemden düşmüyor. Önce Emin Çölaşan'ın iktidara sert muhalefetinden dolayı Hürriyet gazetesinden uzaklaştırıldığı haberi yayıldı. Nasıl olabilirdi böyle bir şey, bir türlü anlam veremedik. Bu adam zaten yıllardır muhalefet yazıları yazıyordu, hem de en sertinden. Hatta ipin ucunu kaçırmış cinsinden yazılardı. Bu uzaklaştırma üzerine "düğün değil bayram değil, eniştem beni niye öptü" dedik. Ertuğrul Özkök bizzat Emin Çölaşan'ı çekmiş konuşmuş "sen işi iyice kişiselleştirdin, bizim gazetecilik anlayışımıza uymuyorsun, kendine yeni bir gazete bul" demiş. Gerekçesi buymuş. Tam da "yahu bu gazetede yeni bir şeyler mi oluyor" derken, bu operasyonun bir hedef şaşırtma olduğu ortaya çıktı. Zira hemen ardından, piyasaya laikliğin yılmaz savunucusu Yılmaz Özdil'i sürmüştü Özkök. Aslında Emin Çölaşan'ı aratmayacak yazarları da yok değildi Hürriyet'in. Tufan Türenç, Özdemir İnce vs.
Ya sev, ya terk et!
Sivri dilli mi sivri dilli bir yazar olan Özdil, Emin Abi'nin yerini dolduracaktı. Yılmaz Özdil "bidon" yazısını kaleme almıştı bile. Hemen arkasından işin rengi iyice anlaşıldı. Bekir Coşkun, bombardımana devam demişti. Abdullah Gül'ün kendi cumhurbaşkanı olamayacağını söylüyordu. Hatta bu ülkeden gideceğine dair rest bile çekmişti. Başbakan resti gördü, "Ya sev ya terk et" diyerek Coşkun'a yol verdi. Merhum Özal'dan sonraki en ilginç siyasetçi-yazar polemiğini de böylece yaşamış olduk.
Şimdi adı geçen yazarlara bir göz atalım. Kim bunlar? Bekir Coşkun, Emin Çölaşan, Yılmaz Özdil, Tufan Türenç ve Özdemir İnce. Yarım asırlık bu zevat her şeyden önce dünyayı soğuk savaş dönemi gibi düşünüyorlar. Eski solcular, yeni ulusalcılar. İnsana, aynı kişinin farklı köşelerde müstear isimlerle yazılar yazdığını düşündürten bu yazarların herhangi birinin yazısına şöyle bir göz atıp sonuna kadar okumayı becerebilseniz "kazık yediğinizi" anlıyorsunuz. Yani söz konusu yazının ilk cümlesinin son kelimesine bir çengel takıp aşağıya doğru çekseniz, söylemek istediklerinin sündüğünü görüyorsunuz. Çünkü aynı cümle kırk sefer tekrar edilmiş. Ne fikir var ne zikir. Hatta üç yıl önceki bir yazıyı bugün yayınlasanız neredeyse hiç kimse fark etmez. Yani birbirlerini ve kendilerini iktibasta yarışan fosillerle karşı karşıyasınız. E peki, bu adamlar niçin yıllardır bu sütunlarda yazarlar ve bu cahil, yeteneksiz adamları oralarda kim korur? Tabii ki, Ertuğrul Özkök'ten başkası değil.
Bir Beyaz Türk'ün yaşam tarzı değişecek
Peki, Ertuğrul Özkök kim? Hayatı boyunca hep işleri düzgün gitmiş, Levanten okullarında okumuş, benzerleriyle aynı şekilde gençlik sivilcesi olarak solculuk yapmış, daha sonra büyük bir medya patronuna yaslanarak medyanın amiral gemisinde rotayı belirleme şansını da yakalamış, en iyi şarabın nerede içileceğini bilen bir Beyaz Türk.
Onun en büyük korkusu yaşam tarzının değiştirileceği. Evet, milyonlarca kişi de onun konumunda olsa yaşam tarzının değişmesini istemez. Çünkü O, mutlu azınlığa dâhil. Sınıfsal skalanın en tepesinde yer alıyor çünkü. Demokrat bir çizgide yayın politikası izlediğini söyleyip duran ve gazetesinde herkesin her şeyi yazabilmesine imkân sağladığını sürekli köşesinden vurgulayan bir genel yayın yönetmeni. Hatta Taha Akyol, Ahmet Hakan gibi eski muhafazakâr, yeni liberal yazarlara köşelerini de açarak bunu ispatlamaya çalışıyor. Gerçi Beyaz Türk olmaya çalışmanın dayanılmaz hafifliğini sonuna kadar yaşayan bu yazarların medyanın amiral gemisine bindikten sonraki tutumları da izlenmeye değer bir mevzu. Bunu ayrıca değerlendirmek, analiz etmek gerekiyor. Onlar derisini beyazlatmak için en sert keselerle keselenmeyi göze almış durumdalar maalesef. Köşeleri tutan Beyaz Türkler'den bazılarıysa, -beyazlasalar bile aralarına kabul etmeyeceklerini bile bile- hin bir keyifle fırsat buldukça onları keselemeye devam ediyor. Aslında iki tarafın yaptığı da iyi bir şey değil(!) Biz yine de az da olsa Ahmet Hakan'ı tutuyoruz. Taha Bey'e de çook eskilerden kalma bir hürmetimiz var.
Lafı fazla uzatmadan konumuza dönersek, Hürriyet, demokrat çizgideki yayın politikasını sürdürdüğünü hep söylüyor, hatta biraz önce de bahsettiğim gibi sırf bu yüzden Emin Çölaşan'ı kovduğunu dünya aleme bildiriyor.
Gerçi Özkök'ün demokrasi anlayışı da ayrı bir inceleme konusu. Çünkü O, demokraside bir tarafın temsilcisi. Nasıl bir taraf derseniz, "Batıcı, laik, liberal." Bu yüzdendir ki O, "Türk milletindenim, İslam ümmetindenim" söylemiyle rahatça dalga geçebiliyor, başörtüsünü bir moda sorunu olarak ele alabiliyor ve kendince ilginç(!) çözümler üretebiliyor. Diğer yandan Sayın Özkök, ülkenin milli meselelerinde ses çıkarmazken, hatta Batılıların dümen suyunda yazılar kaleme alırken, AB, Amerika hülyalarını ‘halka satarken' gerçekten çok mûnis, çok esprili, hatta çok romantik olabiliyor.
Ancak Özkök'ün aslında hiç de romantik ve esprili olmadığını özellikle ülkenin kritik dönemlerinde yaptığı kritik yayınlarla çok rahat gözlemliyoruz. Herkesle uzlaşan, herkese demokrasi dersi veren Ertuğrul Özkök gidiyor, yerine paranoyak, militarist ve daha da ötesi saldırgan bir adam geliyor.
Peki, o zaman Ertuğrul Özkök'ün asıl sorunu ne?
Sonsuz biat
Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni, son bir haftadır köşesinde neden bu kadar hırçınlaştı? Bana göre, kendi ifadesiyle bu ülkede -kendisinin de dâhil olduğu- mutlu azınlığın iktidarı sarsılıyor ve bu onu rahatsız ediyor. Abdullah Gül meselesi de bundan öte bir anlam taşımıyor. Elinden uçup giden bir şeyler olduğunu görüyor ve hastalıklı bir panikle sahip olduğu silahları fütursuzca kullanmaktan geri durmuyor. Cumhuriyet gazetesinin yaptığından farksız bir biçimde adeta "Tehlikenin farkında mısınız?" sloganını kendi ifadeleriyle dile getiriyor. Hürriyet Gazetesi ve Ertuğrul Özkök kendini temize çıkartmak için psikolojideki yansıtma yöntemini kullanarak "biat"çı basın diye adlandırdığı medya organlarına konjonktürel nedenlerle bir kenara bıraktığı o eski ‘asıl' diliyle şuursuzca saldırıyor.
Kendisiyle aynı yere biat etmeyenleri biatçılıkla suçlayan Ertuğrul Özkök'ün kimlere, ne şekilde biat ettiğini zaten herkes biliyor. O her zaman öve öve bitiremediği "yaşam tarzını" devam ettirmek için birilerine sonsuz bir biat içindedir.
Onun biatı sadece medya patronlarına değil tabii ki. 28 Şubat'ta takındığı tavır belleklerde tazeliğini koruyor. Özkök'ün gazetecilik anlayışını değerlendirmek için yalnızca 28 Şubat yazılarına bakmak bile yeterli. Bütün bunlar Ertuğrul Özkök'ün kişisel nedenlerle patronuyla yollarını ayırmak zorunda kaldığında rahatlıkla Tuncay Özkan'laşabileceğini de açıkça gösteriyor.
‘Pahalı zevklerin, ucuz cesaretlerin' şizofrenik kahramanları...
Mevzuyu toparlarsak, Yeni Şafak, Star, Zaman, Vakit, Kanal 7, Samanyolu gibi yayın organlarıyla şimdi bir şekilde alternatif bir medya oluşuyor. Eskiden tekel olan "bir kısım medyanın" karşısında yeterince güçlü ve ses getiren bir muhalif medyanın oluşması Özkök'ü belli ki iyice rahatsız ediyor. Çünkü eskiden ‘çamur at izi kalsın' yöntemi kullanılıyor ve karşıdan güçlü bir ses gelmiyordu. Oysa şimdi reytingleri en az onlar kadar yüksek olan yayın organlarında sivil muhalefet yapılıyor, Özkök ve adamlarının sesleri güme gidiyor. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını görüyor olmalılar. Özkök ve bütün adamlarının saldırganlaşmasının temelinde bu var. Korku imparatorluğu yaratmak istiyorlar. Toplumsal tabanı oldukça zayıf olan, sadece seçkin ve mutlu bir azınlığı temsil ettiğini söyleyebileceğimiz bu marjinal medya gücü kendi korkularını milletin korkularıymış gibi satmak istiyor. Milletin, egemenliği kayıtsız şartsız eline alma yürüyüşünün burada bitmeyeceğini, sıranın kendilerine de geleceğini biliyorlar. Dolayısıyla Çankaya Köşkü'nde kimin oturduğu, bizden daha çok Ertuğrul Özkök ve adamları için önemli. Çünkü bizim hayatımızda pek bir şey değişmeyecek. Biz yine kıt kanaat geçinmeye devam edeceğiz, yine küçük şeylerle mutlu olacağız. Ya sizler? Ertuğrul Özkök ve onun gibi düşünenler... Yani ‘pahalı zevklerin, ucuz cesaretlerin' şizofrenik kahramanları, korkularınızı egemen kılma çabanızı daha ne kadar sürdürebileceksiniz?
BEKİR FUAT / GERÇEK HAYAT DERGİSİ
Türkiye'de bir manavın ne iş yaptığını biliriz; karpuz, domates gibi gıda maddelerini üçe alır, beşe satar. Ya da bir bankacı, ucuza para alır pahalıya satar. Peki ya bir gazeteci ne iş yapar? Aslında pek de farklı değildir yaptıkları iş. Ucuz yazıları pahalıya satar. Hem de ülke gündemini belirleme gibi meblağını bizim bile tahmin edemeyeceğimiz bir miktara. Bu paraları, bu gazetelerin sahipleri kime nasıl verir, niçin verir, bunca yıldır eli kalem tutan biri olarak hiç aklım ermez.
Son zamanlarda bu ucuz yazılar, yine yüksek tepelerde uğultular yaratmaya başladı. Bunda 11. cumhurbaşkanlığı seçimimin rolü büyük. Türk basınının amiral gemisi Hürriyet, Ahmet Necdet Sezer'in yerini doldursun diye Ertuğrul Özkök'e görev verdi sanırsınız. Ertuğrul Özkök'ün fotoğrafını alın, yerine Ahmet Necdet Sezer'i koyun şaşırmazsınız. Adeta Sezer'i okuyor hissine kapılırsınız.
Bu süreçte, özellikle son bir aylık süre zarfında giderek hırçınlaşan bir medya çıktı karşımıza. Başbakanla polemiğe giren yazarlar gündemden düşmüyor. Önce Emin Çölaşan'ın iktidara sert muhalefetinden dolayı Hürriyet gazetesinden uzaklaştırıldığı haberi yayıldı. Nasıl olabilirdi böyle bir şey, bir türlü anlam veremedik. Bu adam zaten yıllardır muhalefet yazıları yazıyordu, hem de en sertinden. Hatta ipin ucunu kaçırmış cinsinden yazılardı. Bu uzaklaştırma üzerine "düğün değil bayram değil, eniştem beni niye öptü" dedik. Ertuğrul Özkök bizzat Emin Çölaşan'ı çekmiş konuşmuş "sen işi iyice kişiselleştirdin, bizim gazetecilik anlayışımıza uymuyorsun, kendine yeni bir gazete bul" demiş. Gerekçesi buymuş. Tam da "yahu bu gazetede yeni bir şeyler mi oluyor" derken, bu operasyonun bir hedef şaşırtma olduğu ortaya çıktı. Zira hemen ardından, piyasaya laikliğin yılmaz savunucusu Yılmaz Özdil'i sürmüştü Özkök. Aslında Emin Çölaşan'ı aratmayacak yazarları da yok değildi Hürriyet'in. Tufan Türenç, Özdemir İnce vs.
Ya sev, ya terk et!
Sivri dilli mi sivri dilli bir yazar olan Özdil, Emin Abi'nin yerini dolduracaktı. Yılmaz Özdil "bidon" yazısını kaleme almıştı bile. Hemen arkasından işin rengi iyice anlaşıldı. Bekir Coşkun, bombardımana devam demişti. Abdullah Gül'ün kendi cumhurbaşkanı olamayacağını söylüyordu. Hatta bu ülkeden gideceğine dair rest bile çekmişti. Başbakan resti gördü, "Ya sev ya terk et" diyerek Coşkun'a yol verdi. Merhum Özal'dan sonraki en ilginç siyasetçi-yazar polemiğini de böylece yaşamış olduk.
Şimdi adı geçen yazarlara bir göz atalım. Kim bunlar? Bekir Coşkun, Emin Çölaşan, Yılmaz Özdil, Tufan Türenç ve Özdemir İnce. Yarım asırlık bu zevat her şeyden önce dünyayı soğuk savaş dönemi gibi düşünüyorlar. Eski solcular, yeni ulusalcılar. İnsana, aynı kişinin farklı köşelerde müstear isimlerle yazılar yazdığını düşündürten bu yazarların herhangi birinin yazısına şöyle bir göz atıp sonuna kadar okumayı becerebilseniz "kazık yediğinizi" anlıyorsunuz. Yani söz konusu yazının ilk cümlesinin son kelimesine bir çengel takıp aşağıya doğru çekseniz, söylemek istediklerinin sündüğünü görüyorsunuz. Çünkü aynı cümle kırk sefer tekrar edilmiş. Ne fikir var ne zikir. Hatta üç yıl önceki bir yazıyı bugün yayınlasanız neredeyse hiç kimse fark etmez. Yani birbirlerini ve kendilerini iktibasta yarışan fosillerle karşı karşıyasınız. E peki, bu adamlar niçin yıllardır bu sütunlarda yazarlar ve bu cahil, yeteneksiz adamları oralarda kim korur? Tabii ki, Ertuğrul Özkök'ten başkası değil.
Bir Beyaz Türk'ün yaşam tarzı değişecek
Peki, Ertuğrul Özkök kim? Hayatı boyunca hep işleri düzgün gitmiş, Levanten okullarında okumuş, benzerleriyle aynı şekilde gençlik sivilcesi olarak solculuk yapmış, daha sonra büyük bir medya patronuna yaslanarak medyanın amiral gemisinde rotayı belirleme şansını da yakalamış, en iyi şarabın nerede içileceğini bilen bir Beyaz Türk.
Onun en büyük korkusu yaşam tarzının değiştirileceği. Evet, milyonlarca kişi de onun konumunda olsa yaşam tarzının değişmesini istemez. Çünkü O, mutlu azınlığa dâhil. Sınıfsal skalanın en tepesinde yer alıyor çünkü. Demokrat bir çizgide yayın politikası izlediğini söyleyip duran ve gazetesinde herkesin her şeyi yazabilmesine imkân sağladığını sürekli köşesinden vurgulayan bir genel yayın yönetmeni. Hatta Taha Akyol, Ahmet Hakan gibi eski muhafazakâr, yeni liberal yazarlara köşelerini de açarak bunu ispatlamaya çalışıyor. Gerçi Beyaz Türk olmaya çalışmanın dayanılmaz hafifliğini sonuna kadar yaşayan bu yazarların medyanın amiral gemisine bindikten sonraki tutumları da izlenmeye değer bir mevzu. Bunu ayrıca değerlendirmek, analiz etmek gerekiyor. Onlar derisini beyazlatmak için en sert keselerle keselenmeyi göze almış durumdalar maalesef. Köşeleri tutan Beyaz Türkler'den bazılarıysa, -beyazlasalar bile aralarına kabul etmeyeceklerini bile bile- hin bir keyifle fırsat buldukça onları keselemeye devam ediyor. Aslında iki tarafın yaptığı da iyi bir şey değil(!) Biz yine de az da olsa Ahmet Hakan'ı tutuyoruz. Taha Bey'e de çook eskilerden kalma bir hürmetimiz var.
Lafı fazla uzatmadan konumuza dönersek, Hürriyet, demokrat çizgideki yayın politikasını sürdürdüğünü hep söylüyor, hatta biraz önce de bahsettiğim gibi sırf bu yüzden Emin Çölaşan'ı kovduğunu dünya aleme bildiriyor.
Gerçi Özkök'ün demokrasi anlayışı da ayrı bir inceleme konusu. Çünkü O, demokraside bir tarafın temsilcisi. Nasıl bir taraf derseniz, "Batıcı, laik, liberal." Bu yüzdendir ki O, "Türk milletindenim, İslam ümmetindenim" söylemiyle rahatça dalga geçebiliyor, başörtüsünü bir moda sorunu olarak ele alabiliyor ve kendince ilginç(!) çözümler üretebiliyor. Diğer yandan Sayın Özkök, ülkenin milli meselelerinde ses çıkarmazken, hatta Batılıların dümen suyunda yazılar kaleme alırken, AB, Amerika hülyalarını ‘halka satarken' gerçekten çok mûnis, çok esprili, hatta çok romantik olabiliyor.
Ancak Özkök'ün aslında hiç de romantik ve esprili olmadığını özellikle ülkenin kritik dönemlerinde yaptığı kritik yayınlarla çok rahat gözlemliyoruz. Herkesle uzlaşan, herkese demokrasi dersi veren Ertuğrul Özkök gidiyor, yerine paranoyak, militarist ve daha da ötesi saldırgan bir adam geliyor.
Peki, o zaman Ertuğrul Özkök'ün asıl sorunu ne?
Sonsuz biat
Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni, son bir haftadır köşesinde neden bu kadar hırçınlaştı? Bana göre, kendi ifadesiyle bu ülkede -kendisinin de dâhil olduğu- mutlu azınlığın iktidarı sarsılıyor ve bu onu rahatsız ediyor. Abdullah Gül meselesi de bundan öte bir anlam taşımıyor. Elinden uçup giden bir şeyler olduğunu görüyor ve hastalıklı bir panikle sahip olduğu silahları fütursuzca kullanmaktan geri durmuyor. Cumhuriyet gazetesinin yaptığından farksız bir biçimde adeta "Tehlikenin farkında mısınız?" sloganını kendi ifadeleriyle dile getiriyor. Hürriyet Gazetesi ve Ertuğrul Özkök kendini temize çıkartmak için psikolojideki yansıtma yöntemini kullanarak "biat"çı basın diye adlandırdığı medya organlarına konjonktürel nedenlerle bir kenara bıraktığı o eski ‘asıl' diliyle şuursuzca saldırıyor.
Kendisiyle aynı yere biat etmeyenleri biatçılıkla suçlayan Ertuğrul Özkök'ün kimlere, ne şekilde biat ettiğini zaten herkes biliyor. O her zaman öve öve bitiremediği "yaşam tarzını" devam ettirmek için birilerine sonsuz bir biat içindedir.
Onun biatı sadece medya patronlarına değil tabii ki. 28 Şubat'ta takındığı tavır belleklerde tazeliğini koruyor. Özkök'ün gazetecilik anlayışını değerlendirmek için yalnızca 28 Şubat yazılarına bakmak bile yeterli. Bütün bunlar Ertuğrul Özkök'ün kişisel nedenlerle patronuyla yollarını ayırmak zorunda kaldığında rahatlıkla Tuncay Özkan'laşabileceğini de açıkça gösteriyor.
‘Pahalı zevklerin, ucuz cesaretlerin' şizofrenik kahramanları...
Mevzuyu toparlarsak, Yeni Şafak, Star, Zaman, Vakit, Kanal 7, Samanyolu gibi yayın organlarıyla şimdi bir şekilde alternatif bir medya oluşuyor. Eskiden tekel olan "bir kısım medyanın" karşısında yeterince güçlü ve ses getiren bir muhalif medyanın oluşması Özkök'ü belli ki iyice rahatsız ediyor. Çünkü eskiden ‘çamur at izi kalsın' yöntemi kullanılıyor ve karşıdan güçlü bir ses gelmiyordu. Oysa şimdi reytingleri en az onlar kadar yüksek olan yayın organlarında sivil muhalefet yapılıyor, Özkök ve adamlarının sesleri güme gidiyor. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını görüyor olmalılar. Özkök ve bütün adamlarının saldırganlaşmasının temelinde bu var. Korku imparatorluğu yaratmak istiyorlar. Toplumsal tabanı oldukça zayıf olan, sadece seçkin ve mutlu bir azınlığı temsil ettiğini söyleyebileceğimiz bu marjinal medya gücü kendi korkularını milletin korkularıymış gibi satmak istiyor. Milletin, egemenliği kayıtsız şartsız eline alma yürüyüşünün burada bitmeyeceğini, sıranın kendilerine de geleceğini biliyorlar. Dolayısıyla Çankaya Köşkü'nde kimin oturduğu, bizden daha çok Ertuğrul Özkök ve adamları için önemli. Çünkü bizim hayatımızda pek bir şey değişmeyecek. Biz yine kıt kanaat geçinmeye devam edeceğiz, yine küçük şeylerle mutlu olacağız. Ya sizler? Ertuğrul Özkök ve onun gibi düşünenler... Yani ‘pahalı zevklerin, ucuz cesaretlerin' şizofrenik kahramanları, korkularınızı egemen kılma çabanızı daha ne kadar sürdürebileceksiniz?
BEKİR FUAT / GERÇEK HAYAT DERGİSİ