zülcenaheyn
02-12-2013, 00:47
Aşağıdaki yazılar uzun açıklamalarımın bir araya getirilişidir.
-İslam tek var olan dindir-
Bazı tabirleri dikkatli seçmek gerekiyor. Gök'ten kastımız mekansal ise o vakit bu dine uymaz çünkü gökte bir tanrı yok ama boyutsal ise o zaman dine uyar. Nitekim İncil'de hristiyanların sürekli okuduğu bir dua vardır. "Ey Göklerdeki Babamız" diye başlayan. Gök'ten kasıt bulunan boyutun gökü, üst boyutu.
Bazı insanlar Hayrettin Karaman gibi yanlış anlaşılan mecaz anlamların doğrusunu açıklamaya çalışır, bazı insanlar da artık yanlış anlaşılan mecaz anlamların bir daha düzeltilemeyeceğini düşünüp Ahmed Hulusi gibi o mecazın kullanılmaması taraftarı olur. İkisinin yöntemi de farklı ama görüşleri değil, ikisi de anlamın farkında. Ama birisi farkında olarak kullanıyor, birisi de farkında olarak kullanmıyor.
İncil'i okuduğumuzda İsa'nın, ben yeni bir şey, yeni bir din getirmedim, dediğini görürüz. Hadislerde de Muhammed Mustafa'nın böyle dediğini görürüz. Hep tamamlamaya geldiklerini söylerler.
Hakikatte olan şey sadece "idrak ediş"tir.
Galileo bilim alanında bir şey idrak etmişti, keşif etmişti ama icat etmemişti. Bilim alanında nasıl Galileo yeni bir bilim getirmemişse sadece bilimde yeni bir şey idrak etmiş ise peygamberler de öyledir yeni bir din getirmezler sadece dinde geçmişte idrak edilen en üst mertebenin bir üstünü idrak ederler.
İslam'ın özü tasavvuftur. Tasavvuf ashab-ı suffe'ye dayanır; yani peygamber ile şeyh-mürid ilişkisi yaşayan, onun yanında dini derinlemesine yaşayanlar ki bu çizgide dini yaşayanlar enbiyaya ve evliyaya uygun olarak en iyi şekilde yaşayanlardır; en iyi şekilde derken hem şeriatı tam yaşayanlar hem de dinin derinliğini yaşayanlar ve hem de etraflarına nur dağıtıp çok sevilen insanlardır; yanlarında iken huzur duyulan insanlar.
Mevlanalar, İbn Arabiler hep bu insanlardandır işte.
Ve bu kaynaklar hep ayet ve hadis kaynaklı konuşur.
İstanbul'un yukarıda verdiği ayetler dışında tasavvuf ehlinin kitapları der ki Musa geldiğinde Yahudilik diye bir din gelmez sadece Mertebe-i Museviyye gelir yani Musa'nın dinden idrak ettiği anlamlar gelir ve Musa'ya tabi olanlar da bu anlamlar doğrultusunda yaşamaya başlar, İsa geldiğinde Hristiyanlık gelmez, bunlar hep insanların yorumlarının yarattığı dinlerdir, tıpkı Müslümanlık gibi, gelen şey sadece İslam dininin Mertebe-i İseviyye kısmıdır.
Hu Zat ismidir. Esmalar ise sıfatlardır, yüzeydeki isimlerdir. Allah bunların hepsini kapsar.
İşte İslam da her şeyi, tüm mertebeleri kapsayan tek var olan dindir.
Bir Müslüman, bir sufi tasavvuf yolunda, seyr-ü sülukunda tekamül ettikçe, yol aldıkça sünnetler, nafileler ona farz olmaya başlar. Sevaplar falan kişinin idrakına göre değişir.
Çünkü Allah kula takatinden fazlasını yüklemez. İdrakına göre muamele eder.
Mesela Budizm şöyledir ki, İslam 40 yaşında ise Budizm İslam'ın cenin halidir. Budizm'de de mertebeler vardır fakat idraklarında birimsel olarak kalmaktadırlar.
Yahudilik ve Hristiyanlık, Mertebe-i Museviyye'nin ve İseviyye'nin yanlış yorumlanışlarıdır ya da insani yorumlarıdır diyelim, yani ilahi, semavi olanın nefs tarafından yorumlanışıdır, nefsin amacı ise dine uymak değil dini kendine uydurmaktır.
İsa teşbihe, Musa tenzihe işaret eder. İsa'nın Allah tecelli etmiştir fakat İsa teşbih ağırlıklı olduğu için ve müridleri tenzih etmedikleri için tecelliyatın bulunduğu mahal olan İsa'yı tecelli edenin kendisi sanarak ona tanrı dediler.
İşte bu yanlış yorum yeni uyduruk bir dindir fakat gerçek olan değil nefsin idraksızlıktan doğan ya da art niyetten doğan bir yorumu olduğu için din değildir.
Unutmayalım ki İsa ve havarileri Tevrat'ın şeriatına uyarlardı yani Musa'ya tabi olarak yaşarlardı. Onlardan 300 sene sonra Hristiyanlık ilahiyatını yarattılar. Hristiyanlık ismini dahi Antakya'da Pavlus İsa'dan sonra bulmuştur. İsa bu yeni uyduruk dinin ismini dahi duymamıştır.
Semavi, göksel kelimesi kullanılacaksa bunun farkında olarak kullanmak uygun olur. Uygunluktan kastım böylesi daha bilinçli olur.
KİTAP denilen şey insanın idrakıdır. Yani benim kitabım sadece benim idrak kapasitemdeki idrak ettiklerimdir o kadar.
Muhammed Mustafa'ya da OKU dendiğinde kitabını okuması istenmiştir. Elinde yazılı bir şey yoktu. Oku'dan kasıt "müşahede et"tir.
Allah'ın kitabı tektir çünkü ne kadar idrak edecek, keşif edilecek şey var ise aslında hepsi tekliğin birer parçalarıdır.
Kitaplar dendiğinde ise açık olarak parça parça, mertebe mertebe ayrılmış olarak sunulan pergamberlerin idrakları kasıt edilmektedir.
Gökte bir tanrı yoktur, gök tabiri sadece mecazdır, üst boyutlar ve anlayışlar kasıt edilmektedir. Kitaplar ise peygamberlerin idraklarıdır, peygamberlerden geriye doğru gidildikçe de idrak mertebeleri kademe kademe aşağıya iner. Yani tek olan dinin mertebeleri ile alakalı bir durum.
Hz. İsa Hz. Musa'nın şeriatına uyar yani kaideler kitabı olan Tevrat'a uyar. Hz. İsa bir şeriat getirmemiştir ve İncil'i yani kitabı da mushaf halinde yoktur yani yazmamıştır. Yeni bir din getirmemiştir. Hristiyanlık ismi Antakya'da çok sonraları bulunduğu gibi, Hristiyanlığın kendisi de 300 sene sonra yaratılmıştır. Hz. İsa ilk havarileri ile ortaya çıktığında sadece Musa'nın şeriatından olan Museviler içinde bir tarikat olarak ortaya çıkmıştır.
Hz. İsa tamamiyle tasavvufu simgeler. İslam içindeki Mertebe-i İseviyye'yi simgeler. O bilinç-şuur boyutunun başlangıcıdır. O mertebeyi ilk idrak edendir diyelim. Ondan sonra o idraka ulaşanlar oldu fakat ilk idrak edenidir. Yeni bir şey gelmemiştir ve yeni bir din oluşmamıştır.
Hz. Musa ise daha eski olmak üzere sadece kendi idrak düzeyini sunmuştur müridlerine. Mertebe-i Museviyye sadece tenzih, kurallar, şekil ağırlıklıdır. İsa'nın getirdiği mana yoktur. Dinin meyvesi yoktur. Sadece kabuk. O bilinç düzeyindendirler çünkü. Çok eski dönem. O dönemde İsa'nın teşbihi yok sadece tenzih var yani ikilik var. Tanrı-Kul ikiliği var. İsa ile tanrı kuldan tecelli eder ki bunu yanlış algıladıkları için 300 sene sonra kul tanrıdır diyerek İsa'yı ilah ilan ettiler. İşte bu semavi bir yorum değil nefsi bir yorum olduğu için de semavi bir din olmamış oluyor, nefsi bir din olmuş oluyor ki o da hakiki din olmamış olur yani sahte din din değildir ve semavi denemez, en azından bilinçli bir Müslüman diyemez, vicdanı rahat olan desin, beni ilgilendirmiyor ama sırf vicdanı rahat diye de etrafa böyle öğretmesin, yanlışını kendi yaşasın ama yanlışını etrafa yaymasın, doğrusunu yaysın.
İşte Hz. İsa geldiği vakit Musa'nın şeriatının hikmetlerini açıklamaya başlıyor çünkü ancak bir şeyin arka planını, derinliğini bilen o şeyi açıklayabilir hikmetini bilerek. Hz. İsa da bunları hep teşbihlerle, mecazlarla anlatmıştır zaten. Fakat yeni bir şey getirmediğini söylemiştir.
Hz. Muhammed de doğduktan sonra peygamber seçilmemiştir. Peygamber olacağı için doğmuştur. Ve o doğduğunda ya da peygamber olduğunda İslam gelmemiştir. İslam onunla başlamaz. Adem ile başlar.
Tasavvufta bir insan seyr-i sülukunu, tekamülünü kendini bilerek, kendi bünyesinde yaşar. Bunu kendi içinde yaşarken kademe kademe olarak peygamberler silsilesinden geçmek zorundadır. Musevi (Yahudi değil) olamayan İsevi (Hristiyan değil) olamaz İsevi olamayan da Muhammedi olamaz. Bu süreçler bir insan tarafından aşılmalıdır ki insan olunsun, kişi kendi hakikatine erişsin.
Hakk yolunda yürüyen bir Müslüman kendi bünyesinde bu aşamaları aşarken yani Musevi mertebeye gelince Yahudi gibi giyinmez. Böyle saçma bir şey yok. O kişi sadece o mertebenin hallerini yaşar. İsevi olunca da öyle. Böyle ilerler gider.
Önüne gelen meal yazıyor. Bunları okuyanlar bunlar Kuran'dır diyor. Sonra herkes bir anlam çıkarıyor. Herkes hüküm verme merci ilan ediyor kendini. Sonra da kafamıza göre dini yaşama hayatı başlıyor. İşin kötüsü bir de bunu doğru imiş gibi yayıyoruz.
Her şey Kur'an'da ve Hadislerde yazar ama görene, OKU'yabilene! Biz okuyamıyoruz, idrak edemiyoruz fakat idrak edemediğimiz halde idrak etmiş gibi de bir görüşe varmaya çalışıyoruz.
İşte yukarıda anlattıklarımdan dolayı da Semavi/Göksel/İlahi din tektir, o da İslam'dır ve her peygamber İslam'ı idrak kapasitesince ifade etmiştir kendi nefsine ve çevresindeki nefslere, ve bu nefsler de bu kapasite oranında nurlanmış, mutmain olmuşlardır.
Kur'an Arapça yazılmıştır ama aslı ALLAHÇA'dır! Hem derin manalarının idrakı gereklidir ki bu enbiya ve evliya doğrultusunda yapılır, hem de Arap kelimelerinin anlamları bilinmelidir.
Birkaç örnek ile KAFİRUN SURESİ'ndeki ayeti inceleyelim.
KÂFİRUN SÛRESİ 6. AYETİ:
"Sizin din (anlayışınız) size, benim din (anlayışım) banadır!"
1. AYETİ:
De ki: "Ey hakikat bilgisini inkâr edenler!"
Bu ayetlerin açıklaması Ahmed Hulusi'ye ait.
Burada hitap peygamberedir. Allah peygambere de ki diyor, o hakikat bilgisini inkar edenlere... diye.
İnkârcılara: Sizin din anlayışınız size, benim ki bana.
Buradaki ifadede eğer inkarcıların din anlayışı doğru olsa idi o vakit Allah böyle söylettirmezdi peygambere. O vakit de ilahi olan din olurdu inkarcılarınki. Ama hakiki değildi, hakiki olmayan din de din değildir.
Bu ayetteki ifadede din dedi diye bu anlam çıkmasın. Bu diyalog içindir. Diyalogda ortak nokta bulunup konuşulur aksi halde hep savaş olur iletişim değil ama bu onlarınki ilahi/semavi bir dindir anlamına gelmez.
Şimdi gelelim Muhyiddin İbn Arabi'nin KAFİRUN SÛRESİ açıklamasına:
("De ki: Ey Kâfirler!..." asli istidatlarının nurunun üzerini nefis sıfatlarının ve tabiat eserlerinin karanlığıyla örten bu yüzden başkasıyla Hak'tan perdelenenler! "Ben...tapmam..." zati müşahede ile Hakk'a şahitlik eden ben, asla "sizin tapmakta olduklarınıza", hevanızla uydurduğunuz, hayalinizle tasavvur ettiğiniz, perdelenmişler olarak akıllarınızla somutlaştırıp muayyenleştirdiğiniz ilahlarınıza tapmam!)
İslam dışında din denilen inanç sistemlerinin hepsi icat edilen dinlerdir ki din icat edilen değil keşif edilen, idrak edilendir çünkü din semavidir, gökseldir, ilahidir. İlahi olan vahiy ile idraklara sunulur, nefs, heva ile, hayal ile uydurulup insanlar tarafından icat edilmez. Her inanç sistemi içinde hakikati barındırabilir fakat saflıklarını yitirmişlerdir.
Hayali olan dinler semavi, vahiysel değildir.
Şimdi gelelim Arapça'ya vakıf olan Mustafa İslamoğlu'nun KÂFİRUN SÛRESİ açıklamasına:
(Sizin dininiz size, benim dinim bana!
Lam'a istihkak manası vererek: "Sizin dininiz size layıktır, benim dinim bana layıktır" Zımnen herkes layık olduğunu bulur.
Buradaki din, değerler sistemi anlamındadır. Aslında,
"sizin değerler sisteminiz size, benim değerler sistemim bana aittir" demektir.) Yani bir nevi buradaki anlamı hayat tarzıdır demek istiyor din için.
Toparlarsak eğer, bu ayette kafirlere hitap var. Kafirin dini hayali bir dindir çünkü kafir dine uymaz, dini kendi nefsine uydurur, nefse uydurulan din de hayali din olur, o hayali dinin mabudu da hayali olur, hayli olan mabud da din de hakikatte yoktur.
Zahirde vardır elbet birçok din fakat hakikatte yoktur. Hakikat ise hakikattir, gerçektir. İnananlar hakikate, gerçeğe göre yaşayan idealistlerdir. Somut aleme göre yaşamazlar. Doyumlarını, morallerini, zevklerini somut alemde kendi nefslerini kaybederek sağlamazlar. Maksatları elbette iman üzre olan yaşamda dengeyi tutturmak ise elbette.
Allâh'a emanet,
Sağlıcakla.
-İslam tek var olan dindir-
Bazı tabirleri dikkatli seçmek gerekiyor. Gök'ten kastımız mekansal ise o vakit bu dine uymaz çünkü gökte bir tanrı yok ama boyutsal ise o zaman dine uyar. Nitekim İncil'de hristiyanların sürekli okuduğu bir dua vardır. "Ey Göklerdeki Babamız" diye başlayan. Gök'ten kasıt bulunan boyutun gökü, üst boyutu.
Bazı insanlar Hayrettin Karaman gibi yanlış anlaşılan mecaz anlamların doğrusunu açıklamaya çalışır, bazı insanlar da artık yanlış anlaşılan mecaz anlamların bir daha düzeltilemeyeceğini düşünüp Ahmed Hulusi gibi o mecazın kullanılmaması taraftarı olur. İkisinin yöntemi de farklı ama görüşleri değil, ikisi de anlamın farkında. Ama birisi farkında olarak kullanıyor, birisi de farkında olarak kullanmıyor.
İncil'i okuduğumuzda İsa'nın, ben yeni bir şey, yeni bir din getirmedim, dediğini görürüz. Hadislerde de Muhammed Mustafa'nın böyle dediğini görürüz. Hep tamamlamaya geldiklerini söylerler.
Hakikatte olan şey sadece "idrak ediş"tir.
Galileo bilim alanında bir şey idrak etmişti, keşif etmişti ama icat etmemişti. Bilim alanında nasıl Galileo yeni bir bilim getirmemişse sadece bilimde yeni bir şey idrak etmiş ise peygamberler de öyledir yeni bir din getirmezler sadece dinde geçmişte idrak edilen en üst mertebenin bir üstünü idrak ederler.
İslam'ın özü tasavvuftur. Tasavvuf ashab-ı suffe'ye dayanır; yani peygamber ile şeyh-mürid ilişkisi yaşayan, onun yanında dini derinlemesine yaşayanlar ki bu çizgide dini yaşayanlar enbiyaya ve evliyaya uygun olarak en iyi şekilde yaşayanlardır; en iyi şekilde derken hem şeriatı tam yaşayanlar hem de dinin derinliğini yaşayanlar ve hem de etraflarına nur dağıtıp çok sevilen insanlardır; yanlarında iken huzur duyulan insanlar.
Mevlanalar, İbn Arabiler hep bu insanlardandır işte.
Ve bu kaynaklar hep ayet ve hadis kaynaklı konuşur.
İstanbul'un yukarıda verdiği ayetler dışında tasavvuf ehlinin kitapları der ki Musa geldiğinde Yahudilik diye bir din gelmez sadece Mertebe-i Museviyye gelir yani Musa'nın dinden idrak ettiği anlamlar gelir ve Musa'ya tabi olanlar da bu anlamlar doğrultusunda yaşamaya başlar, İsa geldiğinde Hristiyanlık gelmez, bunlar hep insanların yorumlarının yarattığı dinlerdir, tıpkı Müslümanlık gibi, gelen şey sadece İslam dininin Mertebe-i İseviyye kısmıdır.
Hu Zat ismidir. Esmalar ise sıfatlardır, yüzeydeki isimlerdir. Allah bunların hepsini kapsar.
İşte İslam da her şeyi, tüm mertebeleri kapsayan tek var olan dindir.
Bir Müslüman, bir sufi tasavvuf yolunda, seyr-ü sülukunda tekamül ettikçe, yol aldıkça sünnetler, nafileler ona farz olmaya başlar. Sevaplar falan kişinin idrakına göre değişir.
Çünkü Allah kula takatinden fazlasını yüklemez. İdrakına göre muamele eder.
Mesela Budizm şöyledir ki, İslam 40 yaşında ise Budizm İslam'ın cenin halidir. Budizm'de de mertebeler vardır fakat idraklarında birimsel olarak kalmaktadırlar.
Yahudilik ve Hristiyanlık, Mertebe-i Museviyye'nin ve İseviyye'nin yanlış yorumlanışlarıdır ya da insani yorumlarıdır diyelim, yani ilahi, semavi olanın nefs tarafından yorumlanışıdır, nefsin amacı ise dine uymak değil dini kendine uydurmaktır.
İsa teşbihe, Musa tenzihe işaret eder. İsa'nın Allah tecelli etmiştir fakat İsa teşbih ağırlıklı olduğu için ve müridleri tenzih etmedikleri için tecelliyatın bulunduğu mahal olan İsa'yı tecelli edenin kendisi sanarak ona tanrı dediler.
İşte bu yanlış yorum yeni uyduruk bir dindir fakat gerçek olan değil nefsin idraksızlıktan doğan ya da art niyetten doğan bir yorumu olduğu için din değildir.
Unutmayalım ki İsa ve havarileri Tevrat'ın şeriatına uyarlardı yani Musa'ya tabi olarak yaşarlardı. Onlardan 300 sene sonra Hristiyanlık ilahiyatını yarattılar. Hristiyanlık ismini dahi Antakya'da Pavlus İsa'dan sonra bulmuştur. İsa bu yeni uyduruk dinin ismini dahi duymamıştır.
Semavi, göksel kelimesi kullanılacaksa bunun farkında olarak kullanmak uygun olur. Uygunluktan kastım böylesi daha bilinçli olur.
KİTAP denilen şey insanın idrakıdır. Yani benim kitabım sadece benim idrak kapasitemdeki idrak ettiklerimdir o kadar.
Muhammed Mustafa'ya da OKU dendiğinde kitabını okuması istenmiştir. Elinde yazılı bir şey yoktu. Oku'dan kasıt "müşahede et"tir.
Allah'ın kitabı tektir çünkü ne kadar idrak edecek, keşif edilecek şey var ise aslında hepsi tekliğin birer parçalarıdır.
Kitaplar dendiğinde ise açık olarak parça parça, mertebe mertebe ayrılmış olarak sunulan pergamberlerin idrakları kasıt edilmektedir.
Gökte bir tanrı yoktur, gök tabiri sadece mecazdır, üst boyutlar ve anlayışlar kasıt edilmektedir. Kitaplar ise peygamberlerin idraklarıdır, peygamberlerden geriye doğru gidildikçe de idrak mertebeleri kademe kademe aşağıya iner. Yani tek olan dinin mertebeleri ile alakalı bir durum.
Hz. İsa Hz. Musa'nın şeriatına uyar yani kaideler kitabı olan Tevrat'a uyar. Hz. İsa bir şeriat getirmemiştir ve İncil'i yani kitabı da mushaf halinde yoktur yani yazmamıştır. Yeni bir din getirmemiştir. Hristiyanlık ismi Antakya'da çok sonraları bulunduğu gibi, Hristiyanlığın kendisi de 300 sene sonra yaratılmıştır. Hz. İsa ilk havarileri ile ortaya çıktığında sadece Musa'nın şeriatından olan Museviler içinde bir tarikat olarak ortaya çıkmıştır.
Hz. İsa tamamiyle tasavvufu simgeler. İslam içindeki Mertebe-i İseviyye'yi simgeler. O bilinç-şuur boyutunun başlangıcıdır. O mertebeyi ilk idrak edendir diyelim. Ondan sonra o idraka ulaşanlar oldu fakat ilk idrak edenidir. Yeni bir şey gelmemiştir ve yeni bir din oluşmamıştır.
Hz. Musa ise daha eski olmak üzere sadece kendi idrak düzeyini sunmuştur müridlerine. Mertebe-i Museviyye sadece tenzih, kurallar, şekil ağırlıklıdır. İsa'nın getirdiği mana yoktur. Dinin meyvesi yoktur. Sadece kabuk. O bilinç düzeyindendirler çünkü. Çok eski dönem. O dönemde İsa'nın teşbihi yok sadece tenzih var yani ikilik var. Tanrı-Kul ikiliği var. İsa ile tanrı kuldan tecelli eder ki bunu yanlış algıladıkları için 300 sene sonra kul tanrıdır diyerek İsa'yı ilah ilan ettiler. İşte bu semavi bir yorum değil nefsi bir yorum olduğu için de semavi bir din olmamış oluyor, nefsi bir din olmuş oluyor ki o da hakiki din olmamış olur yani sahte din din değildir ve semavi denemez, en azından bilinçli bir Müslüman diyemez, vicdanı rahat olan desin, beni ilgilendirmiyor ama sırf vicdanı rahat diye de etrafa böyle öğretmesin, yanlışını kendi yaşasın ama yanlışını etrafa yaymasın, doğrusunu yaysın.
İşte Hz. İsa geldiği vakit Musa'nın şeriatının hikmetlerini açıklamaya başlıyor çünkü ancak bir şeyin arka planını, derinliğini bilen o şeyi açıklayabilir hikmetini bilerek. Hz. İsa da bunları hep teşbihlerle, mecazlarla anlatmıştır zaten. Fakat yeni bir şey getirmediğini söylemiştir.
Hz. Muhammed de doğduktan sonra peygamber seçilmemiştir. Peygamber olacağı için doğmuştur. Ve o doğduğunda ya da peygamber olduğunda İslam gelmemiştir. İslam onunla başlamaz. Adem ile başlar.
Tasavvufta bir insan seyr-i sülukunu, tekamülünü kendini bilerek, kendi bünyesinde yaşar. Bunu kendi içinde yaşarken kademe kademe olarak peygamberler silsilesinden geçmek zorundadır. Musevi (Yahudi değil) olamayan İsevi (Hristiyan değil) olamaz İsevi olamayan da Muhammedi olamaz. Bu süreçler bir insan tarafından aşılmalıdır ki insan olunsun, kişi kendi hakikatine erişsin.
Hakk yolunda yürüyen bir Müslüman kendi bünyesinde bu aşamaları aşarken yani Musevi mertebeye gelince Yahudi gibi giyinmez. Böyle saçma bir şey yok. O kişi sadece o mertebenin hallerini yaşar. İsevi olunca da öyle. Böyle ilerler gider.
Önüne gelen meal yazıyor. Bunları okuyanlar bunlar Kuran'dır diyor. Sonra herkes bir anlam çıkarıyor. Herkes hüküm verme merci ilan ediyor kendini. Sonra da kafamıza göre dini yaşama hayatı başlıyor. İşin kötüsü bir de bunu doğru imiş gibi yayıyoruz.
Her şey Kur'an'da ve Hadislerde yazar ama görene, OKU'yabilene! Biz okuyamıyoruz, idrak edemiyoruz fakat idrak edemediğimiz halde idrak etmiş gibi de bir görüşe varmaya çalışıyoruz.
İşte yukarıda anlattıklarımdan dolayı da Semavi/Göksel/İlahi din tektir, o da İslam'dır ve her peygamber İslam'ı idrak kapasitesince ifade etmiştir kendi nefsine ve çevresindeki nefslere, ve bu nefsler de bu kapasite oranında nurlanmış, mutmain olmuşlardır.
Kur'an Arapça yazılmıştır ama aslı ALLAHÇA'dır! Hem derin manalarının idrakı gereklidir ki bu enbiya ve evliya doğrultusunda yapılır, hem de Arap kelimelerinin anlamları bilinmelidir.
Birkaç örnek ile KAFİRUN SURESİ'ndeki ayeti inceleyelim.
KÂFİRUN SÛRESİ 6. AYETİ:
"Sizin din (anlayışınız) size, benim din (anlayışım) banadır!"
1. AYETİ:
De ki: "Ey hakikat bilgisini inkâr edenler!"
Bu ayetlerin açıklaması Ahmed Hulusi'ye ait.
Burada hitap peygamberedir. Allah peygambere de ki diyor, o hakikat bilgisini inkar edenlere... diye.
İnkârcılara: Sizin din anlayışınız size, benim ki bana.
Buradaki ifadede eğer inkarcıların din anlayışı doğru olsa idi o vakit Allah böyle söylettirmezdi peygambere. O vakit de ilahi olan din olurdu inkarcılarınki. Ama hakiki değildi, hakiki olmayan din de din değildir.
Bu ayetteki ifadede din dedi diye bu anlam çıkmasın. Bu diyalog içindir. Diyalogda ortak nokta bulunup konuşulur aksi halde hep savaş olur iletişim değil ama bu onlarınki ilahi/semavi bir dindir anlamına gelmez.
Şimdi gelelim Muhyiddin İbn Arabi'nin KAFİRUN SÛRESİ açıklamasına:
("De ki: Ey Kâfirler!..." asli istidatlarının nurunun üzerini nefis sıfatlarının ve tabiat eserlerinin karanlığıyla örten bu yüzden başkasıyla Hak'tan perdelenenler! "Ben...tapmam..." zati müşahede ile Hakk'a şahitlik eden ben, asla "sizin tapmakta olduklarınıza", hevanızla uydurduğunuz, hayalinizle tasavvur ettiğiniz, perdelenmişler olarak akıllarınızla somutlaştırıp muayyenleştirdiğiniz ilahlarınıza tapmam!)
İslam dışında din denilen inanç sistemlerinin hepsi icat edilen dinlerdir ki din icat edilen değil keşif edilen, idrak edilendir çünkü din semavidir, gökseldir, ilahidir. İlahi olan vahiy ile idraklara sunulur, nefs, heva ile, hayal ile uydurulup insanlar tarafından icat edilmez. Her inanç sistemi içinde hakikati barındırabilir fakat saflıklarını yitirmişlerdir.
Hayali olan dinler semavi, vahiysel değildir.
Şimdi gelelim Arapça'ya vakıf olan Mustafa İslamoğlu'nun KÂFİRUN SÛRESİ açıklamasına:
(Sizin dininiz size, benim dinim bana!
Lam'a istihkak manası vererek: "Sizin dininiz size layıktır, benim dinim bana layıktır" Zımnen herkes layık olduğunu bulur.
Buradaki din, değerler sistemi anlamındadır. Aslında,
"sizin değerler sisteminiz size, benim değerler sistemim bana aittir" demektir.) Yani bir nevi buradaki anlamı hayat tarzıdır demek istiyor din için.
Toparlarsak eğer, bu ayette kafirlere hitap var. Kafirin dini hayali bir dindir çünkü kafir dine uymaz, dini kendi nefsine uydurur, nefse uydurulan din de hayali din olur, o hayali dinin mabudu da hayali olur, hayli olan mabud da din de hakikatte yoktur.
Zahirde vardır elbet birçok din fakat hakikatte yoktur. Hakikat ise hakikattir, gerçektir. İnananlar hakikate, gerçeğe göre yaşayan idealistlerdir. Somut aleme göre yaşamazlar. Doyumlarını, morallerini, zevklerini somut alemde kendi nefslerini kaybederek sağlamazlar. Maksatları elbette iman üzre olan yaşamda dengeyi tutturmak ise elbette.
Allâh'a emanet,
Sağlıcakla.