Ak_Kelebek
04-04-2008, 11:28
Ulusa Sesleniş Konuşmaları Hakkında
İsmine bakınca “Ne heybetli bir duruşu var.” diyorsunuz değil mi? Bence de öyle; ama ben daha bugüne kadar bu programın heybetine yakışan bir konuşmaya rastlamadım. Ulusa Sesleniş. Haykırış, serzeniş, titretiş, uçuruş… gibi yüce bir duygu çağrıştırıyor bende. Sanki yerimden hoplayacağım bir şeyler anlatacakmışlar gibi algılıyorum...
Sonra Ulusa Sesleniş başlıyor. Devrin başkanı, başbakanı her kimse, her kanalda naklen yayınlanacak olan konuşmasını yapmak üzere karşımıza çıkıyor. Babam ‘Emeklilerle ilgili ne söyleyecek?’ diye bekliyor. Kardeşim ÖSS’yle ilgili söyleyeceklerini merak ediyor, annem askerlikle ilgili ne söyleyeceğini bekliyor…
Kırk yıldır bu böyle... Daha hiçbir başbakan bizi yanıltamadı. Sadece bunlara cevap verdiler. Ben ertesi gün, “Akşam başbakanı izledin mi ya adam neler söyledi?” diyemedim hiç. Ya da ertesi sabah caddelerdeki insanlarda herhangi bir değişikliğe rastlayamadım. Halbuki ben ne çok isterdim, başbakanın ulusa sesleniş konuşmasından sonraki gün dışarıda kıyametler kopmasını, ne çok isterdim ertesi gün zihinsel depremlere şahit olmayı. Ve ben ne çok isterdim ertesi gün kahvehanelerin boşalmasını. Ben ne çok isterdim yüreğimde volkanlar patlatan, beyinler çatlatan bir ertesi sabah. Ne çok isterdim?
Bir konuşmayla kıyametler kopar mı, bir konuşmayla zihinsel devrimler yapılabilir mi bir konuşmayla yer yerinden oynar mı?... Oynar kardeşim oynar. Çıkarsın bir sabah, “Ya istiklal ya ölüm!” dersin yer gök kökünden oynar. Ve bazen savaşmadan da destanlar yazabilirsin; çünkü kelimeler en güçlü silahlardan daha tesirlidir.
Akşam TV’lerde çok basit bir cümleyle yarını bambaşka bir formata sokabiliyorsan, iki saatte sen ne kıyametler koparırsın istesen. Haberlerde sıradan bir spiker “Yarın tatil.” diyor ve bütün devlet tatil yapmıyor mu, “Yarın kayıtların son günü.” diyor millet sıralara girmiyor mu, “Deprem olacak!” diyor halk o an sokağa dökülmüyor mu? Sakın “Ama o başka bu başka. Orada halkı direkt ilgilendiren bir şey var. Tabi ki halk buna uyar!” demeyin Allah aşkına… Demek ki orada halkı direkt ilgilendiren şeyler var he? Demek ki sizin söylediğiniz şeyler halkı direkt ilgilendirmiyor, öyle mi?
Bulmalısınız. Bakansanız başbakansanız halkı işin içine çekmelisiniz. Eğer bulamıyorsanız, üzgünüm siz de boşuna seçilmişsiniz!
SONUÇ:
Sayın başbakanım. Size ulusumuzun ortak değerlerini ciddiye alan konuşmalar yapmanızı öneriyorum. Hatta ben sizin için örnek bir sesleniş yapabilirim…
Ulusa Sesleniş
Ey benim büyük milletim. Destanlar yazan, dünyayı dize getiren, tarihi boyunca daima özgür yaşamış eşsiz milletim. Seni özgürlüğe duyduğum kadar yüce bir saygıyla selamlıyorum. Oksijen kadar önemli, su kadar gerekli, atom kadar akıl almaz bir dehanın, gökyüzü kadar derin bir fedakarlık mucizesinin önünde eğilmekten onur duyuyorum.
Bunca yıldır başımıza gelen sayısız felakete rağmen, “Bu vatan benim vatanımdır!” diyerek her türlü acıyı bağrına bastın. Bazen canın çok yandı, içinden kızdın bana. Gönül koydun kimi zaman; ama ben yurt dışında seni temsil ettiğimde ellerini açıp dualar ettin hep bana. Kızdığında bile sen beni hep çok sevdin. Hani babası çocuğunu döverken bile sever ya, öyleydi işte bana olan kırgınlığın. Nasıl sevmezsin ki sen beni. İnsan evladını nasıl sevmez ki. Beni bu topraklar doğurdu. Beni sen doğurdun.
‘Kurtuluş Destanı’nı yazdığımız o günleri hatırlıyor musun? Beraber yazmıştık. Sen ve ben. Ben komutan olmuştum, sen asker.Çanakkale’de şehit olan sendin. Atatürk bendim. 300 kiloluk mermiyi topa sen sürmüştün. El ele vermiştik seninle. Dize getirmiştik yedi düveli. Beraber koparmıştık Yunan’ın Fransız’ın elinden bu cennet vatanı. ‘Hangi çılgın bize zincir vurabilir?’ diye gülüşmüştük şark cephesinde.
El ele verince dağlar küçülüyordu karşımızda! Ne girdaplardan geçmiş gitmiştik, diz boyu saplanmıştık çamurlara, beraber basmıştık bütün mayınlara… Hayatını koymuştun benimkinin yanına gözünü hiç kırpmadan, göğsünü siper etmiştin bana. Umurumuzda değildi dünya. Kokutmuyordu ölüm bizi. Süngümüzdü ecel, yanı başımızdaki mataraydı Azrail. Sen yanımdayken ne aslan kaplan, ne kurt ne kuş, ne Fransız ne Rus korkutuyordu beni.
Hatırlıyor musun o uçuşan kafaları, kolları, bacakları?… Hatırlıyor musun gökten parça parça sen yağdığını, ben aktığımı. Hatırlıyor musun o amansız o zamansız ölmelerimizi?
Peki şimdi ne oldu bize? O kıyasıya, o çıldırasıya, o ölümüne girdiğimiz savaşları, kan gölüne dönen Çanakkaleleri, İzmirleri, Erzurumları kurtarıp geçen biz ufacık bir derede tıkandık, öylece kala kalakaldık. Geçemiyoruz. Aman vermiyorlar bize. İçim yanıyor! O koca kan gölünde boğulmadık da beş para etmez bir derede aman diliyoruz muhannete.
Borçlandık, muhannete borçlandık. Nasılını nedenini sorma borçlandık işte. Başımızı dik tutamıyoruz eskisi gibi. Tüm dünya birleşerek; topla, tüfekle, silahla, dipçikle ezemedi de bizi, şimdi ‘faiz’ diye uydurma bir belayla eziyorlar şimdi. Peki yakışır mı bu bizim şanımıza?
Dağlardan gemiler yürüten bir ecdadın torunları olarak şimdi 100 milyon dolar için sıra bekliyoruz el kapısında. 10 milyon dolar bile büyük para gibi geliyor bize. Elin adamı tek başına 30 yılda 700 milyar dolar kazanabiliyor da biz 70 milyon insan bir araya gelip şu üç kuruş borcumuzu ödeyemiyoruz. Neden? Çünkü inancımızı yitirdik, güvenimizi kaybettik, tatillere gömüldük, tembelliklere boğulduk.
Yılın yarısından çoğunu tatille geçiriyoruz. 30 Ağustos gibi bir günü resmi tatile dönüştürmek ne kadar anlamlı geliyor sana. 30 Ağustos’ ta dedemiz savaşıyordu. Biz de hiç olmazsa çalışmalıyız. Tüm zaferlerimizi çalışarak kutlamalıyız; çünkü zaferler ancak ter dökülerek kazanılır, tatil yaparak değil.
Olağanüstü zaferlerden sonra borçlu yaşayıp, el alemden aman dilemek benim zoruma gidiyor! Sonra seni düşünüyorum. Senin o asil duruşun var ya, o bir hilal uğruna binlerce güneş batıran akıl almaz mücadeleciğin var ya... Bana “Dur, korkma, üzülme, vazgeçme, diren, dayan!” diyor. “Senin sırtın, asla yere gelmez!” diyor.
Bütün bunları düşünüp senin adına söz verdim onlara. “Biz borcumuzu bir yılda öderiz!” dedim. “O beni yalnız bırakmaz!” dedim. “O öldü bu cennet vatan için. Okyanuslar geçti derede boğulmaz o!” dedim. “Çalışır didinir öderiz!” dedim. “Biz ne destanlar yazdık onunla. Yine yazarız dedim.” Ben sana inandım da dedim bunları.
Biliyorum sen yine elini uzatacaksın bana. Bu yıl istirahat etmeyeceksin, bu yıl durup dinlenmeyeceksin, arkana hiç bakmayacaksın. Ben de bakmayacağım. Sabahlara kadar çalışacağız.
Sabah gün ağarırken dalgalanan bayrağı sen seyrettin mi hiç? O nasıl bir asalet, o nasıl bir duruş öyle? Elimden gelse açıp göğe salacağım o hürriyet timsali ay yıldızımızı. Direğe bağlı olması bile zoruma gidiyor. Şimdi söyle bana, kimin gücü yeter onu dindirmeye, indirmeye… Kimin gücü yeter onu durdurmaya… Biz adamın o kalan son dişini de sökeriz. O bayrak uğruna neler feda ettiğimizi kim nereden bilecek?
Çoluğunu çocuğunu unutacaksın bu yıl, ben de unutacağım. Söz veriyorum sana, eğer bu yıl uyursam namert olayım, durursam kahrolayım. Böyle bir zamanda dinlenirsem dedem bana ne der? “Bu mu senin adamlığın” demez mi dedem bana? “Ben sana borçlan muhannete muhtaç yaşa diye mi teslim ettim bu vatanı? Bunun için mi şehit oldum?” demez mi dedem.
Ey benim aziz milletim, ben sana güvendim. Söz verdim senin adına. “Bu yıl bitecek borç ve başımızı dik tutacağız artık!”
“Kurtuluş Destanı” yazarken kan dökmüştük. Şimdi özgürlük destanı yazmak için sadece ter dökeceğiz. Gökten ecdat inecek. Alnımızdan öpecek, o pak alnımızdan...
Ebediyete kadar hür yaşayacak olan milletimin önünde saygıyla eğilmekten onur duyuyorum.
deyip ve bir de bu konuşmaları il il gezerek, yapacağınız “Şahlanış Mitingleri”yle beslerseniz, işte o zaman bu halkın önünde diz çöker bütün dünya…
Erdal Demirkıran
İsmine bakınca “Ne heybetli bir duruşu var.” diyorsunuz değil mi? Bence de öyle; ama ben daha bugüne kadar bu programın heybetine yakışan bir konuşmaya rastlamadım. Ulusa Sesleniş. Haykırış, serzeniş, titretiş, uçuruş… gibi yüce bir duygu çağrıştırıyor bende. Sanki yerimden hoplayacağım bir şeyler anlatacakmışlar gibi algılıyorum...
Sonra Ulusa Sesleniş başlıyor. Devrin başkanı, başbakanı her kimse, her kanalda naklen yayınlanacak olan konuşmasını yapmak üzere karşımıza çıkıyor. Babam ‘Emeklilerle ilgili ne söyleyecek?’ diye bekliyor. Kardeşim ÖSS’yle ilgili söyleyeceklerini merak ediyor, annem askerlikle ilgili ne söyleyeceğini bekliyor…
Kırk yıldır bu böyle... Daha hiçbir başbakan bizi yanıltamadı. Sadece bunlara cevap verdiler. Ben ertesi gün, “Akşam başbakanı izledin mi ya adam neler söyledi?” diyemedim hiç. Ya da ertesi sabah caddelerdeki insanlarda herhangi bir değişikliğe rastlayamadım. Halbuki ben ne çok isterdim, başbakanın ulusa sesleniş konuşmasından sonraki gün dışarıda kıyametler kopmasını, ne çok isterdim ertesi gün zihinsel depremlere şahit olmayı. Ve ben ne çok isterdim ertesi gün kahvehanelerin boşalmasını. Ben ne çok isterdim yüreğimde volkanlar patlatan, beyinler çatlatan bir ertesi sabah. Ne çok isterdim?
Bir konuşmayla kıyametler kopar mı, bir konuşmayla zihinsel devrimler yapılabilir mi bir konuşmayla yer yerinden oynar mı?... Oynar kardeşim oynar. Çıkarsın bir sabah, “Ya istiklal ya ölüm!” dersin yer gök kökünden oynar. Ve bazen savaşmadan da destanlar yazabilirsin; çünkü kelimeler en güçlü silahlardan daha tesirlidir.
Akşam TV’lerde çok basit bir cümleyle yarını bambaşka bir formata sokabiliyorsan, iki saatte sen ne kıyametler koparırsın istesen. Haberlerde sıradan bir spiker “Yarın tatil.” diyor ve bütün devlet tatil yapmıyor mu, “Yarın kayıtların son günü.” diyor millet sıralara girmiyor mu, “Deprem olacak!” diyor halk o an sokağa dökülmüyor mu? Sakın “Ama o başka bu başka. Orada halkı direkt ilgilendiren bir şey var. Tabi ki halk buna uyar!” demeyin Allah aşkına… Demek ki orada halkı direkt ilgilendiren şeyler var he? Demek ki sizin söylediğiniz şeyler halkı direkt ilgilendirmiyor, öyle mi?
Bulmalısınız. Bakansanız başbakansanız halkı işin içine çekmelisiniz. Eğer bulamıyorsanız, üzgünüm siz de boşuna seçilmişsiniz!
SONUÇ:
Sayın başbakanım. Size ulusumuzun ortak değerlerini ciddiye alan konuşmalar yapmanızı öneriyorum. Hatta ben sizin için örnek bir sesleniş yapabilirim…
Ulusa Sesleniş
Ey benim büyük milletim. Destanlar yazan, dünyayı dize getiren, tarihi boyunca daima özgür yaşamış eşsiz milletim. Seni özgürlüğe duyduğum kadar yüce bir saygıyla selamlıyorum. Oksijen kadar önemli, su kadar gerekli, atom kadar akıl almaz bir dehanın, gökyüzü kadar derin bir fedakarlık mucizesinin önünde eğilmekten onur duyuyorum.
Bunca yıldır başımıza gelen sayısız felakete rağmen, “Bu vatan benim vatanımdır!” diyerek her türlü acıyı bağrına bastın. Bazen canın çok yandı, içinden kızdın bana. Gönül koydun kimi zaman; ama ben yurt dışında seni temsil ettiğimde ellerini açıp dualar ettin hep bana. Kızdığında bile sen beni hep çok sevdin. Hani babası çocuğunu döverken bile sever ya, öyleydi işte bana olan kırgınlığın. Nasıl sevmezsin ki sen beni. İnsan evladını nasıl sevmez ki. Beni bu topraklar doğurdu. Beni sen doğurdun.
‘Kurtuluş Destanı’nı yazdığımız o günleri hatırlıyor musun? Beraber yazmıştık. Sen ve ben. Ben komutan olmuştum, sen asker.Çanakkale’de şehit olan sendin. Atatürk bendim. 300 kiloluk mermiyi topa sen sürmüştün. El ele vermiştik seninle. Dize getirmiştik yedi düveli. Beraber koparmıştık Yunan’ın Fransız’ın elinden bu cennet vatanı. ‘Hangi çılgın bize zincir vurabilir?’ diye gülüşmüştük şark cephesinde.
El ele verince dağlar küçülüyordu karşımızda! Ne girdaplardan geçmiş gitmiştik, diz boyu saplanmıştık çamurlara, beraber basmıştık bütün mayınlara… Hayatını koymuştun benimkinin yanına gözünü hiç kırpmadan, göğsünü siper etmiştin bana. Umurumuzda değildi dünya. Kokutmuyordu ölüm bizi. Süngümüzdü ecel, yanı başımızdaki mataraydı Azrail. Sen yanımdayken ne aslan kaplan, ne kurt ne kuş, ne Fransız ne Rus korkutuyordu beni.
Hatırlıyor musun o uçuşan kafaları, kolları, bacakları?… Hatırlıyor musun gökten parça parça sen yağdığını, ben aktığımı. Hatırlıyor musun o amansız o zamansız ölmelerimizi?
Peki şimdi ne oldu bize? O kıyasıya, o çıldırasıya, o ölümüne girdiğimiz savaşları, kan gölüne dönen Çanakkaleleri, İzmirleri, Erzurumları kurtarıp geçen biz ufacık bir derede tıkandık, öylece kala kalakaldık. Geçemiyoruz. Aman vermiyorlar bize. İçim yanıyor! O koca kan gölünde boğulmadık da beş para etmez bir derede aman diliyoruz muhannete.
Borçlandık, muhannete borçlandık. Nasılını nedenini sorma borçlandık işte. Başımızı dik tutamıyoruz eskisi gibi. Tüm dünya birleşerek; topla, tüfekle, silahla, dipçikle ezemedi de bizi, şimdi ‘faiz’ diye uydurma bir belayla eziyorlar şimdi. Peki yakışır mı bu bizim şanımıza?
Dağlardan gemiler yürüten bir ecdadın torunları olarak şimdi 100 milyon dolar için sıra bekliyoruz el kapısında. 10 milyon dolar bile büyük para gibi geliyor bize. Elin adamı tek başına 30 yılda 700 milyar dolar kazanabiliyor da biz 70 milyon insan bir araya gelip şu üç kuruş borcumuzu ödeyemiyoruz. Neden? Çünkü inancımızı yitirdik, güvenimizi kaybettik, tatillere gömüldük, tembelliklere boğulduk.
Yılın yarısından çoğunu tatille geçiriyoruz. 30 Ağustos gibi bir günü resmi tatile dönüştürmek ne kadar anlamlı geliyor sana. 30 Ağustos’ ta dedemiz savaşıyordu. Biz de hiç olmazsa çalışmalıyız. Tüm zaferlerimizi çalışarak kutlamalıyız; çünkü zaferler ancak ter dökülerek kazanılır, tatil yaparak değil.
Olağanüstü zaferlerden sonra borçlu yaşayıp, el alemden aman dilemek benim zoruma gidiyor! Sonra seni düşünüyorum. Senin o asil duruşun var ya, o bir hilal uğruna binlerce güneş batıran akıl almaz mücadeleciğin var ya... Bana “Dur, korkma, üzülme, vazgeçme, diren, dayan!” diyor. “Senin sırtın, asla yere gelmez!” diyor.
Bütün bunları düşünüp senin adına söz verdim onlara. “Biz borcumuzu bir yılda öderiz!” dedim. “O beni yalnız bırakmaz!” dedim. “O öldü bu cennet vatan için. Okyanuslar geçti derede boğulmaz o!” dedim. “Çalışır didinir öderiz!” dedim. “Biz ne destanlar yazdık onunla. Yine yazarız dedim.” Ben sana inandım da dedim bunları.
Biliyorum sen yine elini uzatacaksın bana. Bu yıl istirahat etmeyeceksin, bu yıl durup dinlenmeyeceksin, arkana hiç bakmayacaksın. Ben de bakmayacağım. Sabahlara kadar çalışacağız.
Sabah gün ağarırken dalgalanan bayrağı sen seyrettin mi hiç? O nasıl bir asalet, o nasıl bir duruş öyle? Elimden gelse açıp göğe salacağım o hürriyet timsali ay yıldızımızı. Direğe bağlı olması bile zoruma gidiyor. Şimdi söyle bana, kimin gücü yeter onu dindirmeye, indirmeye… Kimin gücü yeter onu durdurmaya… Biz adamın o kalan son dişini de sökeriz. O bayrak uğruna neler feda ettiğimizi kim nereden bilecek?
Çoluğunu çocuğunu unutacaksın bu yıl, ben de unutacağım. Söz veriyorum sana, eğer bu yıl uyursam namert olayım, durursam kahrolayım. Böyle bir zamanda dinlenirsem dedem bana ne der? “Bu mu senin adamlığın” demez mi dedem bana? “Ben sana borçlan muhannete muhtaç yaşa diye mi teslim ettim bu vatanı? Bunun için mi şehit oldum?” demez mi dedem.
Ey benim aziz milletim, ben sana güvendim. Söz verdim senin adına. “Bu yıl bitecek borç ve başımızı dik tutacağız artık!”
“Kurtuluş Destanı” yazarken kan dökmüştük. Şimdi özgürlük destanı yazmak için sadece ter dökeceğiz. Gökten ecdat inecek. Alnımızdan öpecek, o pak alnımızdan...
Ebediyete kadar hür yaşayacak olan milletimin önünde saygıyla eğilmekten onur duyuyorum.
deyip ve bir de bu konuşmaları il il gezerek, yapacağınız “Şahlanış Mitingleri”yle beslerseniz, işte o zaman bu halkın önünde diz çöker bütün dünya…
Erdal Demirkıran