taya
08-29-2007, 04:12
Sezer'in cumhurbaşkanı seçilmesini desteklemiştim:
Ahmet Necdet Sezer'in cumhurbaşkanı seçilmesini kuvvetle desteklemiştim. Bunun başlıca nedeni, Anayasa Mahkemesi başkanlığı sırasında yaptığı konuşmalarda Sayın Sezer'in demokrasinin temel gereklerinden biri olarak ifade özgürlüğünü ve parlamenter sistemin temel gereklerinden biri olarak cumhurbaşkanına tanınan olağanüstü yetkilerin kaldırılmasını savunuyor olmasıydı.
Üstelik Sayın Sezer, siyasî bir makamdan gelmediği ve Parlamento'daki hemen bütün siyasi partilerin mutabakatıyla seçileceği için, parlamenter sistemde devlet başkanının partiler arasında tarafsız kalma yükümlülüğünü layıkıyla yerine getireceği umudunu veriyordu.
Ne yazık ki, Sayın Sezer, cumhurbaşkanlığı süresince özgürlükleri savunmaktan çok çok uzak durduğu gibi, kendisine tanınan olağanüstü yetkileri belki hiçbir cumhurbaşkanının yapmadığı ölçüde kullandı; bırakın tarafsızlığı, sonunda kendini bir gazete, bir televizyon kanalı ve bir parti ile özdeşleştirdi. Sayın Sezer, seçildikten sonra verdiğim destek nedeniyle beni telefonla arayarak teşekkür etmişti; ama kendisiyle bir araya gelme, onu şahsen tanıma fırsatım hiç olmadı. Sezer'in bugün görevi devredeceği Sayın Abdullah Gül'ü ise şahsen tanıma onuruna nail oldum.
Liberal görüşleri nedeniyle tanışmayı çok arzu ettiğim Sayın Gül'ü, 14 Mayıs 2000'de yapılan ve başkanlık yarışını kaybettiği Fazilet Partisi kongresinden kısa bir süre sonra telefonla aradım. Beni, Ankara'da bir öğlen yemeğine davet etti. Baş başa konuştuk. O yemekte bana Refah Partisi'ndeki (AKP'nin temellerini atan) "Yenilikçi" kanadın geçirdiği fikrî dönüşüm konusunda şunları söyledi: "Sizler gençliğinizde yabancı bir şablonun Türkiye'nin meselelerine deva olacağına inanmıştınız... Ama deneyimleriniz, siyasî özgürlüğün her şeyden önemli olduğunu gösterdi... Niye bizler de aynı tecrübeden geçmiş olmayalım?"
O gün Gül, "Milliyet gazetesindeki köşe yazılarınız fikirlerimizin gelişmesinde etkili oldu." diyerek beni çok sevindirdi. Milliyet'teki işime terbiyesizce son verildiğinde ilk arayanlardan biri o oldu; üzüldüğünü, bunun siyasî nedenleri olduğundan kuşku duymamam gerektiğini söyledi. 2002'de önce başbakan, sonra dışişleri bakanı olduğunda telefonla arayarak tebrik ettim. Ancak onunla bir daha yüz yüze görüşme fırsatım olmadı.
Sayın Gül'ün dışişleri bakanı olarak icraatını yakından, takdirle izledim. Onu gelmiş geçmiş en başarılı dışişleri bakanlarından biri olarak tanıyorum. Bu göreve devam etmesini istediğim ve cumhurbaşkanı olmasını bir yetenek israfı olarak gördüğüm için adaylığına destek vermedim. Bunun öteki nedenlerini bir kez daha şöyle sıralayabilirim: Türkiye'de parlamenter sistemin bütün kurallarıyla yerleşmesinden yanayım. Bu sistemde devlet başkanının sadece sembolik yetkileri haiz olması gerekir ve (halk değil) Parlamento tarafından, partiler arasında olabildiğince geniş bir mutabakatla seçilmesi tercihe şayandır, çünkü görevi milleti temsil etmektir.
Sayın Gül'ün güçlü politik kimliğinin Çankaya'nın sembolik ve tarafsız bir temsil makamı olması gereğiyle çelişmesinden; bu makamın, halk tarafından beş yıllık iki dönem için seçilmesini öngören anayasa değişikliğiyle, güçlü bir icra makamı haline dönüşmesinden kaygılıyım. (Nitekim şimdiden bu yönde beklentiler dile getirilmekte.) Gül'ün siyasî kimliğine ve eşinin kılık kıyafetine yöneltilen (zerresine katılmadığım) itirazların asker-sivil bürokrasiyle hükümet arasında tümüyle gereksiz sürtüşmelerin devamına yol açmasından, bunun hükümetin elini zayıflatmasından, istikrara ve reform çabalarına zarar vermesinden endişeliyim.
Ne var ki bu kaygıların ne AKP grubu ne de kamuoyunun büyük bölümü tarafından paylaşıldığını görüyorum. Sayın Gül, bugün Türkiye'nin 11. cumhurbaşkanı seçiliyor. Ona yeni görevinde candan başarılar diliyorum. Dilerim kaygılarımın yersiz olduğu ortaya çıkar. Umarım Gül'ün dışişleri bakanı olarak kalmasını isterken, en az Sezer'in cumhurbaşkanı olmasına destek verirken yanıldığım kadar yanılmış olurum.
28 Ağustos 2007, Salı
Ahmet Necdet Sezer'in cumhurbaşkanı seçilmesini kuvvetle desteklemiştim. Bunun başlıca nedeni, Anayasa Mahkemesi başkanlığı sırasında yaptığı konuşmalarda Sayın Sezer'in demokrasinin temel gereklerinden biri olarak ifade özgürlüğünü ve parlamenter sistemin temel gereklerinden biri olarak cumhurbaşkanına tanınan olağanüstü yetkilerin kaldırılmasını savunuyor olmasıydı.
Üstelik Sayın Sezer, siyasî bir makamdan gelmediği ve Parlamento'daki hemen bütün siyasi partilerin mutabakatıyla seçileceği için, parlamenter sistemde devlet başkanının partiler arasında tarafsız kalma yükümlülüğünü layıkıyla yerine getireceği umudunu veriyordu.
Ne yazık ki, Sayın Sezer, cumhurbaşkanlığı süresince özgürlükleri savunmaktan çok çok uzak durduğu gibi, kendisine tanınan olağanüstü yetkileri belki hiçbir cumhurbaşkanının yapmadığı ölçüde kullandı; bırakın tarafsızlığı, sonunda kendini bir gazete, bir televizyon kanalı ve bir parti ile özdeşleştirdi. Sayın Sezer, seçildikten sonra verdiğim destek nedeniyle beni telefonla arayarak teşekkür etmişti; ama kendisiyle bir araya gelme, onu şahsen tanıma fırsatım hiç olmadı. Sezer'in bugün görevi devredeceği Sayın Abdullah Gül'ü ise şahsen tanıma onuruna nail oldum.
Liberal görüşleri nedeniyle tanışmayı çok arzu ettiğim Sayın Gül'ü, 14 Mayıs 2000'de yapılan ve başkanlık yarışını kaybettiği Fazilet Partisi kongresinden kısa bir süre sonra telefonla aradım. Beni, Ankara'da bir öğlen yemeğine davet etti. Baş başa konuştuk. O yemekte bana Refah Partisi'ndeki (AKP'nin temellerini atan) "Yenilikçi" kanadın geçirdiği fikrî dönüşüm konusunda şunları söyledi: "Sizler gençliğinizde yabancı bir şablonun Türkiye'nin meselelerine deva olacağına inanmıştınız... Ama deneyimleriniz, siyasî özgürlüğün her şeyden önemli olduğunu gösterdi... Niye bizler de aynı tecrübeden geçmiş olmayalım?"
O gün Gül, "Milliyet gazetesindeki köşe yazılarınız fikirlerimizin gelişmesinde etkili oldu." diyerek beni çok sevindirdi. Milliyet'teki işime terbiyesizce son verildiğinde ilk arayanlardan biri o oldu; üzüldüğünü, bunun siyasî nedenleri olduğundan kuşku duymamam gerektiğini söyledi. 2002'de önce başbakan, sonra dışişleri bakanı olduğunda telefonla arayarak tebrik ettim. Ancak onunla bir daha yüz yüze görüşme fırsatım olmadı.
Sayın Gül'ün dışişleri bakanı olarak icraatını yakından, takdirle izledim. Onu gelmiş geçmiş en başarılı dışişleri bakanlarından biri olarak tanıyorum. Bu göreve devam etmesini istediğim ve cumhurbaşkanı olmasını bir yetenek israfı olarak gördüğüm için adaylığına destek vermedim. Bunun öteki nedenlerini bir kez daha şöyle sıralayabilirim: Türkiye'de parlamenter sistemin bütün kurallarıyla yerleşmesinden yanayım. Bu sistemde devlet başkanının sadece sembolik yetkileri haiz olması gerekir ve (halk değil) Parlamento tarafından, partiler arasında olabildiğince geniş bir mutabakatla seçilmesi tercihe şayandır, çünkü görevi milleti temsil etmektir.
Sayın Gül'ün güçlü politik kimliğinin Çankaya'nın sembolik ve tarafsız bir temsil makamı olması gereğiyle çelişmesinden; bu makamın, halk tarafından beş yıllık iki dönem için seçilmesini öngören anayasa değişikliğiyle, güçlü bir icra makamı haline dönüşmesinden kaygılıyım. (Nitekim şimdiden bu yönde beklentiler dile getirilmekte.) Gül'ün siyasî kimliğine ve eşinin kılık kıyafetine yöneltilen (zerresine katılmadığım) itirazların asker-sivil bürokrasiyle hükümet arasında tümüyle gereksiz sürtüşmelerin devamına yol açmasından, bunun hükümetin elini zayıflatmasından, istikrara ve reform çabalarına zarar vermesinden endişeliyim.
Ne var ki bu kaygıların ne AKP grubu ne de kamuoyunun büyük bölümü tarafından paylaşıldığını görüyorum. Sayın Gül, bugün Türkiye'nin 11. cumhurbaşkanı seçiliyor. Ona yeni görevinde candan başarılar diliyorum. Dilerim kaygılarımın yersiz olduğu ortaya çıkar. Umarım Gül'ün dışişleri bakanı olarak kalmasını isterken, en az Sezer'in cumhurbaşkanı olmasına destek verirken yanıldığım kadar yanılmış olurum.
28 Ağustos 2007, Salı