ümitli_bekleyis
01-14-2008, 18:47
Salih Bey, o gün iş dönüşü çok mutluydu. Haftalardır bir türlü cesaret edip giremediği patronunun odasına girmiş ve komşusu için iş istemişti. Nihayet, her akşam yolunu bekleyen komşuları Fatma Hanıma müjdeli haberi verebilecekti. Kocası öldükten sonra iki çocuğu ile dul kalan Fatma Hanım, her gün çalıştığı fabrikadan, ona da iş ayarlaması için Salih Bey’in annesine ve eşine baskı yapıyor, Salih Bey’i etki altında bırakıyordu. Artık Fatma Hanıma sevinçli haberi verebilecek, onu her görüşünde mahcup olmaktan kurtulacaktı.
Bindiği dolmuştan Avcılar’da indi. Eve giderken iki ekmekle biraz sebze, annesine de, iri bir karpuz aldı. Rahmetli babası öldüğünden beri, nedense annesi karpuza çok düşkün olmuştu. Babası da çok severdi karpuzu. Hatta ölüm döşeğinde. "Benim için fakirlere karpuz dağıtın" demişti. O günden beri, her yaz sofralarından karpuz eksik olmazdı. Manavdan çıkıp, evine doğru yürüdü.
Bodrum kattaki Fatma Hanım’ın ziline bastı. Kapıyı açan ortanca oğlu, Salih Bey’i görünce gülümsedi. Gözleri içine kaçmış, soluk yüzlü, zayıf çelimsiz bir çocuktu. Hemen içeri seslendi.
- Annee! Salih amca geldi.
Oğlunun sesini duyan kadın hemen kapıya koştu. Bir taraftan da baş örtüsünü düzeltiyordu.
- İnşaallah hayırlı havadis getirdiniz.
Kolu yorulan Salih Bey, elindeki karpuzu kapının önüne bıraktı. Karpuzun kendisine getirildiğini sanan kadın:
- Niye zahmet ettiniz, teşekkür ederim, dedi.
Salih Bey, bir an sustu. “Onu eve almıştım.” diyemedi. Bozuntuya vermemek için gülerek:
- Rica ederim, çocuklar yesin, dedi ve ekledi.
- Bu sefer işin tamam bacım. Patronla görüştüm, yarın işe başlıyorsun. Ben sana uğrarım, yarın birlikte gideriz.
Fatma Hanım’ın, çatlak dudakları bir güneş gibi açtı. Solgun, kederli yüzündeki gergin çizgi bir anda yumuşadı.
- Aman Allah'ım! Yarın benim için önemli bir gün olacak. Çocuklarım ele bakmaktan kurtulacak. Allah razı olsun Salih Bey. Allah ayağına taş dokundurmasın.
Salih Bey’in, kapının eşiğine koyduğu karpuzu alırken, yüzündeki mutluluk bütün bedenine dalga dalga yayılmıştı.
Salih Bey ağır ağır yukarı çıktı. Zeminden beş-altı merdiven yüksekteki evinin ziline bastı. Elinde tespihle kapıyı açan annesinin yanağına bir öpücük kondurduktan sonra içeri geçti. Sebzelerle ekmeği mutfağa bırakıp salona yürüdü. İçeri odadan tıkırtılar geliyordu. Kapıyı açıp baktı. Büyük oğlu Semih, ders çalışıyordu. Birkaç gün önce hanımını, küçük kızı ile birlikte Anadolu’ya, kayınvalidesinin yanına gönderirken, ders çalışamam diye oğlu gitmemişti. Rahatsız etmemek için kapıyı yavaşça örtüp salondaki koltuklardan birine oturdu. Geçim şartlarının gün geçtikçe zorlaştığı İstanbul’da, babadan kalma bu evi de olmasa yaşamak mümkün değildi.
İçeride bunaltıcı bir sıcak vardı. Annesi yemeği hazırlayana kadar gazetesini alıp balkona çıktı. Her zamanki sandalyesine oturup, caddeyi seyretti. Geç gelen bir yaz akşamında, motor gürültülerine, çığlık çığlığa günü uğurlayan çocukların sesini de katarak, içerilere doğru taşıyan tatlı bir boğaz esintisi yüzünü yalayıp geçti. Yüreğine, yavaş yavaş inen, sis gibi bir sıkıntının gelip yerleştiğini hissetti. Gazetesini açıp, gelişi güzel göz gezdirdi. İç sayfalarda, geçen günlerdeki güneş tutulması ile ilgili bir makale dikkatini çekti. Okumaya başladı. Makalenin yarısına gelmişti. Annesi içerden "yemek hazır" diye seslendi. Karnı öylesine acıkmıştı ki. Makaleyi yarım bırakıp içeri geçti. Oğlu, karnım tok diyerek yemeğe gelmemişti. Annesi ile birlikte oturup yediler.
Sofradan kalktıklarında gün bitmek üzereydi. Bir ağustos akşamının alacası açık balkon kapısından içeri doğru akıyordu. Yüreğinin bilinmez bir yerine çöreklenen sıkıntı, sanki bir döküntü gibi yüzeye çıkıyor, bütün vücuduna yayılmaya başlıyordu. Derin bir iç geçirdi. Bu davetsiz can sıkıntısından kurtulmak için, kendini balkona zor attı. Balkonda hafif hafif esen rüzgâra rağmen içindeki bunaltı geçmiyor, daha da artıyordu. Bu ani gelen sıkıntıya bir türlü anlam veremiyor, sanki bir şeyler olacakmış gibi yüreği daralıyordu. Annesinin demlediği çaydan birkaç bardak içtikten sonra, bir sigara yaktı. Sigarasından derin derin çekiyor, kilometrelerce uzaktaki karısı ve kızını düşünüyordu. Kimbilir, şimdi ne yapıyorlardı. Hafta sonunda izin koparabilirse, Anadolu'nun boz kırlarına doğru uzanmayı plânlıyordu.
Annesi yatsı namazını kıldıktan sonra yatmıştı. İçindeki sıkıntı yüzünden, gözleri bir türlü uyku tutmuyordu. Balkonda saatlerce oturdu. Sokakta, birkaç başı boş gezen köpekten başka kimsecikler kalmamıştı. Tepedeki ay ışığı gümüş rengiyle etrafı yaldızlıyor, sanki evleri tek tek gezerek, açık pencerelerden içeri süzülüyor, hiçbir şeyden habersiz, tatlı uykudaki insanların başını okşayıp duruyordu. İçeri odadan ışığın yandığını hissetti. Gayrı ihtiyarî saatine baktı. Üçe on vardı. Annesi olmalıydı bu. Her gece bu saatte kalkar, abdest alıp teheccüd namazı kılardı. Bakmak için, odaya geçti. Annesi Kur'an okuyordu. Semih'in odasına da baktı. Uyuyan oğlunun alnında, bir kandil gibi parlayan ay ışığı, âdeta Salih Bey’e gülümsüyordu. Sessizce odadan ayrıldı. Yatmak istiyordu, ama içindeki sıkıntı büyüdükçe büyüyor, sanki gizli bir el mütemadiyen boğazını sıkıyordu. "Yarabbi sen hayır getir" diyerek tekrar balkona doğru yürüdü. Bir sigara daha yaktı. Birkaç nefes çekmişti ki, şehrin bütün ışıkları söndü. Bir anda bütün İstanbul mezar sessizliğine büründü. Ardından sokaktaki köpekler, insanları uyarmak ister gibi yırtınırcasına havlamaya başladılar. Sonra kulakları yırtan müthiş bir uğultu duyuldu. Salih Bey merakla balkondan etrafına bakınmaya başladı. Koca koca binalar, sağa, sola ve yere doğru savrulup yıkılırken, yüreği buruluyor, büzülüyor, içinde umut adına ne varsa dışarı dökülüyordu. Silkinerek bir rüyadan uyanır gibi oldu. Hiçbir şey düşünmeden, balkondan aşağı atladı. Alabildiğine koşmaya başladı. Yer altından gelen, bilinmeyen korkunç uğultu yavaş yavaş uzaklaştı. Sokak bir anda mahşer gibi doldu. Bağıranlar, ağlayanlar, inleyenler, yardım isteyenler birbirine karıştı. Kimse kimseyi tanıyacak gibi değildi. Halk ilk kez ölümü bu kadar yakından hissetmenin ve küçük kıyametin ürkütücü dehşetini yaşıyordu. İlk şaşkınlık geçtikten sonra bir o tarafa, bir bu tarafa koşuşmalar başladı. Salih Bey kendine gelip durduğu zaman evinden bir hayli uzaklaştığını anladı. Aklına annesi ile oğlu geldi. Telâşla geri döndü. Delicesine tekrar koşmaya başladı. Her gün defalarca gidip geldiği, ezbere bildiği sokağı ve evi yerinde yoktu. Bir an heyecanla yanlış geldiğini sandı. Sağa sola bakındı. Doğru yerdeydi. Ama oturduğu apartman bir enkaz yığınına dönmüştü. Gözleri korku ile iri iri açıldı. "Anne!..Semih!.." diye olanca hızı ile bağırdı. İleri doğru atıldı. Taşları, beton yığınlarını kendinden umulmayacak bir güçle kenara atmaya başladı. Böyle saatlerce kan ter içinde kalana kadar uğraştı. Gün ışıdığında, ellerinin sıyrıldığını, avuçlarının kan içinde kaldığını gördü. Çaresizlik içinde bir taşın üstüne oturup ağlamaya başladı. Dakikalarca sarsıla sarsıla ağladı. Ne bir gelen, ne de, “Niye ağlıyorsun?” diye soran oldu. Bir hesap günü gibi. herkes kendi derdine düşmüştü. Yalnız güneş, gözyaşını kurutmak ister gibi şefkatle ışınlarını yüzüne vurduğu zaman, susarak doğruldu. Bir yardım getirebilme umudu ile bilinçsizce yürüdü. Mahalle bir savaştan çıkmış gibiydi. Binaların çoğu yıkılmış, çoğu da oturulamayacak vaziyete gelmişti. Ağustosun bütün renkleri solmuş, evler ağaçlar ve insanlar bir kâbusu çağrıştıran simsiyah gölgelere dönüşmüştü. Yıkıntıların altından, iniltiler, boğuk sesler geliyordu. "Bu bir mahşer mi Yârab, bu bir mahşer mi" diye kendi kendine mırıldandı.
* * *
Aradan dört gün geçti. Bu süre içerisinde yabancı kurtarma ekipleri gece gündüz çalışmış, fakat halâ annesi ve oğluna ulaşamamışlardı. Çeşitli yardım kuruluşlarının dağıttığı yemeklerden üzüntüden yiyemediği için aç ve bitkin düşmüştü. Gözyaşları içerisinde kıldığı Cuma namazından sonra, artık onları sağ bulma umudu iyice kesilmişti. Camiden çıkıp evlerine yaklaştığı zaman, başının döndüğünü, ayaklarının yerden kesilir gibi olduğunu sandı. Düşmemek için, yanındaki adamın omzuna sıkı sıkı sarıldı. Artık ne evi, ne elinde tespihle dönüşünü merakla bekleyen annesi, ne de odasına çekilip ders çalışan oğlu vardı. Her şey 45 saniye içinde yoklara karışmıştı.
Kurtarma ekipleri büyük kirişi kaldırmışlardı. Önlerindeki taş yığınları ve kasalar azalıyordu ki, bir el gözüktü. Umutla koştu. Diğer taşı da kaldırdılar. Alt komşuları Fatma Hanımın eli yüzü kanlar içindeki cesedini buldular. Ekipten biri; ''Susun" dedi. Kısa bir sessizlik. Ardından, derinden derine gelen uğultu gibi bir ağıt sesi. Yüzler, bir canlı bulmanın sevinci ile gülümsedi. Kısa bir çalışmadan sonra Fatma Hanım’ın küçük oğlunu, yüzünde bir çizik bile olmadan çıkardılar. Buldukları ilk canlıdan sonra ekibin çalışmaları hızlandı. Bir müddet sonra, Salih Bey’in oğluna ulaştılar. Cansız vücudu bir kolonun altında uyur gibi yatıyordu. Alnında, gece bir kandil gibi parlayan ayın ışığı halâ duruyor gibiydi. Salih Bey hıçkırarak oğlunun yüzüne kapandı. Onu, oğlunun üzerinden güçlükle aldılar. Çalışanlardan biri bağırdı.
- Bir kadın bulundu.
Salih Bey, oğlunu unutup o tarafa koştu. Annesi, başına düşen bir taşla yan üstü yıkılmış, ama halâ elindeki kitaba sıkı sıkıya sarılmış yatıyordu. Yüzüne, belli belirsiz uçuk bir tebessüm yayılmış, etrafı nereden geldiği bilinmeyen bir gül kokusu sarmıştı. Salih Bey, annesinin elindeki Kur’an’ı güçlükle aldı. Açık duran sayfadaki okuduğu yere baktı. Ürpererek irkildi. “Zil Zal” suresi, diğer bakanların da dikkatini çekti.
Ümit Fehmi SORGUNLU
Bindiği dolmuştan Avcılar’da indi. Eve giderken iki ekmekle biraz sebze, annesine de, iri bir karpuz aldı. Rahmetli babası öldüğünden beri, nedense annesi karpuza çok düşkün olmuştu. Babası da çok severdi karpuzu. Hatta ölüm döşeğinde. "Benim için fakirlere karpuz dağıtın" demişti. O günden beri, her yaz sofralarından karpuz eksik olmazdı. Manavdan çıkıp, evine doğru yürüdü.
Bodrum kattaki Fatma Hanım’ın ziline bastı. Kapıyı açan ortanca oğlu, Salih Bey’i görünce gülümsedi. Gözleri içine kaçmış, soluk yüzlü, zayıf çelimsiz bir çocuktu. Hemen içeri seslendi.
- Annee! Salih amca geldi.
Oğlunun sesini duyan kadın hemen kapıya koştu. Bir taraftan da baş örtüsünü düzeltiyordu.
- İnşaallah hayırlı havadis getirdiniz.
Kolu yorulan Salih Bey, elindeki karpuzu kapının önüne bıraktı. Karpuzun kendisine getirildiğini sanan kadın:
- Niye zahmet ettiniz, teşekkür ederim, dedi.
Salih Bey, bir an sustu. “Onu eve almıştım.” diyemedi. Bozuntuya vermemek için gülerek:
- Rica ederim, çocuklar yesin, dedi ve ekledi.
- Bu sefer işin tamam bacım. Patronla görüştüm, yarın işe başlıyorsun. Ben sana uğrarım, yarın birlikte gideriz.
Fatma Hanım’ın, çatlak dudakları bir güneş gibi açtı. Solgun, kederli yüzündeki gergin çizgi bir anda yumuşadı.
- Aman Allah'ım! Yarın benim için önemli bir gün olacak. Çocuklarım ele bakmaktan kurtulacak. Allah razı olsun Salih Bey. Allah ayağına taş dokundurmasın.
Salih Bey’in, kapının eşiğine koyduğu karpuzu alırken, yüzündeki mutluluk bütün bedenine dalga dalga yayılmıştı.
Salih Bey ağır ağır yukarı çıktı. Zeminden beş-altı merdiven yüksekteki evinin ziline bastı. Elinde tespihle kapıyı açan annesinin yanağına bir öpücük kondurduktan sonra içeri geçti. Sebzelerle ekmeği mutfağa bırakıp salona yürüdü. İçeri odadan tıkırtılar geliyordu. Kapıyı açıp baktı. Büyük oğlu Semih, ders çalışıyordu. Birkaç gün önce hanımını, küçük kızı ile birlikte Anadolu’ya, kayınvalidesinin yanına gönderirken, ders çalışamam diye oğlu gitmemişti. Rahatsız etmemek için kapıyı yavaşça örtüp salondaki koltuklardan birine oturdu. Geçim şartlarının gün geçtikçe zorlaştığı İstanbul’da, babadan kalma bu evi de olmasa yaşamak mümkün değildi.
İçeride bunaltıcı bir sıcak vardı. Annesi yemeği hazırlayana kadar gazetesini alıp balkona çıktı. Her zamanki sandalyesine oturup, caddeyi seyretti. Geç gelen bir yaz akşamında, motor gürültülerine, çığlık çığlığa günü uğurlayan çocukların sesini de katarak, içerilere doğru taşıyan tatlı bir boğaz esintisi yüzünü yalayıp geçti. Yüreğine, yavaş yavaş inen, sis gibi bir sıkıntının gelip yerleştiğini hissetti. Gazetesini açıp, gelişi güzel göz gezdirdi. İç sayfalarda, geçen günlerdeki güneş tutulması ile ilgili bir makale dikkatini çekti. Okumaya başladı. Makalenin yarısına gelmişti. Annesi içerden "yemek hazır" diye seslendi. Karnı öylesine acıkmıştı ki. Makaleyi yarım bırakıp içeri geçti. Oğlu, karnım tok diyerek yemeğe gelmemişti. Annesi ile birlikte oturup yediler.
Sofradan kalktıklarında gün bitmek üzereydi. Bir ağustos akşamının alacası açık balkon kapısından içeri doğru akıyordu. Yüreğinin bilinmez bir yerine çöreklenen sıkıntı, sanki bir döküntü gibi yüzeye çıkıyor, bütün vücuduna yayılmaya başlıyordu. Derin bir iç geçirdi. Bu davetsiz can sıkıntısından kurtulmak için, kendini balkona zor attı. Balkonda hafif hafif esen rüzgâra rağmen içindeki bunaltı geçmiyor, daha da artıyordu. Bu ani gelen sıkıntıya bir türlü anlam veremiyor, sanki bir şeyler olacakmış gibi yüreği daralıyordu. Annesinin demlediği çaydan birkaç bardak içtikten sonra, bir sigara yaktı. Sigarasından derin derin çekiyor, kilometrelerce uzaktaki karısı ve kızını düşünüyordu. Kimbilir, şimdi ne yapıyorlardı. Hafta sonunda izin koparabilirse, Anadolu'nun boz kırlarına doğru uzanmayı plânlıyordu.
Annesi yatsı namazını kıldıktan sonra yatmıştı. İçindeki sıkıntı yüzünden, gözleri bir türlü uyku tutmuyordu. Balkonda saatlerce oturdu. Sokakta, birkaç başı boş gezen köpekten başka kimsecikler kalmamıştı. Tepedeki ay ışığı gümüş rengiyle etrafı yaldızlıyor, sanki evleri tek tek gezerek, açık pencerelerden içeri süzülüyor, hiçbir şeyden habersiz, tatlı uykudaki insanların başını okşayıp duruyordu. İçeri odadan ışığın yandığını hissetti. Gayrı ihtiyarî saatine baktı. Üçe on vardı. Annesi olmalıydı bu. Her gece bu saatte kalkar, abdest alıp teheccüd namazı kılardı. Bakmak için, odaya geçti. Annesi Kur'an okuyordu. Semih'in odasına da baktı. Uyuyan oğlunun alnında, bir kandil gibi parlayan ay ışığı, âdeta Salih Bey’e gülümsüyordu. Sessizce odadan ayrıldı. Yatmak istiyordu, ama içindeki sıkıntı büyüdükçe büyüyor, sanki gizli bir el mütemadiyen boğazını sıkıyordu. "Yarabbi sen hayır getir" diyerek tekrar balkona doğru yürüdü. Bir sigara daha yaktı. Birkaç nefes çekmişti ki, şehrin bütün ışıkları söndü. Bir anda bütün İstanbul mezar sessizliğine büründü. Ardından sokaktaki köpekler, insanları uyarmak ister gibi yırtınırcasına havlamaya başladılar. Sonra kulakları yırtan müthiş bir uğultu duyuldu. Salih Bey merakla balkondan etrafına bakınmaya başladı. Koca koca binalar, sağa, sola ve yere doğru savrulup yıkılırken, yüreği buruluyor, büzülüyor, içinde umut adına ne varsa dışarı dökülüyordu. Silkinerek bir rüyadan uyanır gibi oldu. Hiçbir şey düşünmeden, balkondan aşağı atladı. Alabildiğine koşmaya başladı. Yer altından gelen, bilinmeyen korkunç uğultu yavaş yavaş uzaklaştı. Sokak bir anda mahşer gibi doldu. Bağıranlar, ağlayanlar, inleyenler, yardım isteyenler birbirine karıştı. Kimse kimseyi tanıyacak gibi değildi. Halk ilk kez ölümü bu kadar yakından hissetmenin ve küçük kıyametin ürkütücü dehşetini yaşıyordu. İlk şaşkınlık geçtikten sonra bir o tarafa, bir bu tarafa koşuşmalar başladı. Salih Bey kendine gelip durduğu zaman evinden bir hayli uzaklaştığını anladı. Aklına annesi ile oğlu geldi. Telâşla geri döndü. Delicesine tekrar koşmaya başladı. Her gün defalarca gidip geldiği, ezbere bildiği sokağı ve evi yerinde yoktu. Bir an heyecanla yanlış geldiğini sandı. Sağa sola bakındı. Doğru yerdeydi. Ama oturduğu apartman bir enkaz yığınına dönmüştü. Gözleri korku ile iri iri açıldı. "Anne!..Semih!.." diye olanca hızı ile bağırdı. İleri doğru atıldı. Taşları, beton yığınlarını kendinden umulmayacak bir güçle kenara atmaya başladı. Böyle saatlerce kan ter içinde kalana kadar uğraştı. Gün ışıdığında, ellerinin sıyrıldığını, avuçlarının kan içinde kaldığını gördü. Çaresizlik içinde bir taşın üstüne oturup ağlamaya başladı. Dakikalarca sarsıla sarsıla ağladı. Ne bir gelen, ne de, “Niye ağlıyorsun?” diye soran oldu. Bir hesap günü gibi. herkes kendi derdine düşmüştü. Yalnız güneş, gözyaşını kurutmak ister gibi şefkatle ışınlarını yüzüne vurduğu zaman, susarak doğruldu. Bir yardım getirebilme umudu ile bilinçsizce yürüdü. Mahalle bir savaştan çıkmış gibiydi. Binaların çoğu yıkılmış, çoğu da oturulamayacak vaziyete gelmişti. Ağustosun bütün renkleri solmuş, evler ağaçlar ve insanlar bir kâbusu çağrıştıran simsiyah gölgelere dönüşmüştü. Yıkıntıların altından, iniltiler, boğuk sesler geliyordu. "Bu bir mahşer mi Yârab, bu bir mahşer mi" diye kendi kendine mırıldandı.
* * *
Aradan dört gün geçti. Bu süre içerisinde yabancı kurtarma ekipleri gece gündüz çalışmış, fakat halâ annesi ve oğluna ulaşamamışlardı. Çeşitli yardım kuruluşlarının dağıttığı yemeklerden üzüntüden yiyemediği için aç ve bitkin düşmüştü. Gözyaşları içerisinde kıldığı Cuma namazından sonra, artık onları sağ bulma umudu iyice kesilmişti. Camiden çıkıp evlerine yaklaştığı zaman, başının döndüğünü, ayaklarının yerden kesilir gibi olduğunu sandı. Düşmemek için, yanındaki adamın omzuna sıkı sıkı sarıldı. Artık ne evi, ne elinde tespihle dönüşünü merakla bekleyen annesi, ne de odasına çekilip ders çalışan oğlu vardı. Her şey 45 saniye içinde yoklara karışmıştı.
Kurtarma ekipleri büyük kirişi kaldırmışlardı. Önlerindeki taş yığınları ve kasalar azalıyordu ki, bir el gözüktü. Umutla koştu. Diğer taşı da kaldırdılar. Alt komşuları Fatma Hanımın eli yüzü kanlar içindeki cesedini buldular. Ekipten biri; ''Susun" dedi. Kısa bir sessizlik. Ardından, derinden derine gelen uğultu gibi bir ağıt sesi. Yüzler, bir canlı bulmanın sevinci ile gülümsedi. Kısa bir çalışmadan sonra Fatma Hanım’ın küçük oğlunu, yüzünde bir çizik bile olmadan çıkardılar. Buldukları ilk canlıdan sonra ekibin çalışmaları hızlandı. Bir müddet sonra, Salih Bey’in oğluna ulaştılar. Cansız vücudu bir kolonun altında uyur gibi yatıyordu. Alnında, gece bir kandil gibi parlayan ayın ışığı halâ duruyor gibiydi. Salih Bey hıçkırarak oğlunun yüzüne kapandı. Onu, oğlunun üzerinden güçlükle aldılar. Çalışanlardan biri bağırdı.
- Bir kadın bulundu.
Salih Bey, oğlunu unutup o tarafa koştu. Annesi, başına düşen bir taşla yan üstü yıkılmış, ama halâ elindeki kitaba sıkı sıkıya sarılmış yatıyordu. Yüzüne, belli belirsiz uçuk bir tebessüm yayılmış, etrafı nereden geldiği bilinmeyen bir gül kokusu sarmıştı. Salih Bey, annesinin elindeki Kur’an’ı güçlükle aldı. Açık duran sayfadaki okuduğu yere baktı. Ürpererek irkildi. “Zil Zal” suresi, diğer bakanların da dikkatini çekti.
Ümit Fehmi SORGUNLU