Meftun
09-25-2007, 11:34
80'li yıllara yaklaşırken bizim mahallede kavga yoktu; hiçbir mahallede olmadığı gibi. Sonra sert bir rüzgâr esti ve her birimizi bir cepheye savurup attı.
Tek bir kelime konuşamadan, hiç olmazsa vedalaşamadan, ayrılıverdik birbirimizden. Üç çalım atmadan pas vermeyen vefalı bir arkadaşımın (ki tek gıcık olduğum huyu buydu) Alevi olduğunu bilmiyordum o güne kadar. Nereden bilebilirdim ki; Unpazarı'nın girişinde alışveriş yaptığımız o narin ve nazik insanlara Alevi denirmiş. Az ötedeki berberin de öyle anıldığını fırtına sonrası fark edebildim. Dosttuk, arkadaştık; sevgi doluyduk, umut doluyduk. O menhus kasırga çıktığında dağılıverdik sağa sola ve kaybettik dostluğumuzu...
Rengârenkti mahallelerimiz; farklı kimlikler, farklı hayat tarzları kültürel zenginliğimizin bir parçasıydı. Tâ ki birilerinin bizi birbirimize düşman yapacağı ana kadar. Bir ilçemizin Ülkü Ocakları başkanına herkes Kürt Ali derdi. Ne incitmek için söylenirdi bu söz, ne övmek için. Her şey öylesine doğaldı ki!.. Ortaklıklar, komşuluklar, akrabalıklar vardı. Şükür ki hâlâ devam ediyor bu bağlar. Ne var ki araya giren gulyabaniler, fitne saçmak için aramıza, incir dikmek için ocağımıza, cepheler kuruyor hâlâ...
Ankara Atatürk Lisesi'ne geldiğim dakikada Hüseyin, saçlarımın niçin bu kadar kesik olduğunu sordu. Sadece baktım gözlerine. Anladı cevabımı. Tanımıyordu beni; ben de onu tanımıyordum. Bilinmez bir sebeple anlamsız bir husumet vardı aramızda. Sonra oturduk aynı sırada. Zaman içinde dost olduk, sevdik birbirimizi. O Tunceliliydi, subay çocuğuydu, devrimciydi. Ben rahmetli teyzemin yanında kalan bir meçhul adam. Yozgat doğumlu olmam, bana düşman olması için yetiyordu. Öyleydi o zamanlar. Tanıdıkça birbirimizi anladık ki; ikimiz de seviyoruz ülkemizi. Dost olduk, sırdaş olduk, arkadaş olduk...
Yeryüzünde bizim kadar kamplaştırılan bir başka ülke yok! İnanın yok! Bizde bir fırsatını bulup kardeşi kardeşe kırdırırlar. Sağcısın derler, solcusun derler; nefret tohumu ekerler. Alevi'sin derler bir türlü, Sünni'sin derler bir başka türlü... Etnik milliyetçiliği köpürtürler; oyuna gelenlerin hezeyanıyla yeni cinnetler inşa ederler. Etki de tepki de uğursuz bir planın parçasıdır. 1960'larda kamplaşma dibe vurdu da ne oldu, ne kazandı bu millet? Tahrikçiler, sebep oldukları hadiselerden mutluluk duydu mu sanki? Başlarını yastığa koyarken "iyi ki demokrasiyi yerle bir ettik" deyip derin bir uyku çekebildi mi provokatörler? 1970'li yıllarda solcu gençleri te'dip etti (!) sistem. İyi mi oldu? Ne devrim düşüncesi kaldı gönüllerde, ne evrim umudu. 80'li yıllarda hem sağı budadı statüko hem solu. Yorgun ruhların üzerine kara bir kâbus çöktü adeta. Yanlışı yanlışla tashih etmek! 90'lı yıllarda dayak yeme sırası muhafazakâr kitledeydi yeniden. Yeniden diyorum; çünkü 40'lı yıllarda başlayan ve pek çok değişik vesileyle hortlatılan bir baskı vardı zaten. 90'lı yıllarda atılan meydan dayağı, başka bir kutuplaşmanın zemini için kullanıldı.
Her ülkede siyasî, fikrî gerginlikler yaşandı, kamplaşmalar görüldü; ama her cephenin âkil insanları ortak bir noktada buluştu ve ülkelerine mesafe kazandırdı. Bir tek bizim ülkemizde kaldı semboller mücadelesinin mağara savaşçıları. Kendi insanından korkan bir sistem, kendi vatandaşından endişe eden sivil toplum (!) modeli, yeni kamplar üretmek için çırpınıp duran medya... Biz yaşadık ayrılık-gayrılık hikâyelerinin bütün acılarını. Babalarımız da yaşadı, dedelerimiz de. Bugünkü tahrikleri görünce "Yeter be kardeşim; bari çocuklarımız, torunlarımız yaşamasın bu mânâsız kavgaları" diye feryat etmek geliyor içimden. Bir milletin böyle haykırdığına inanıyorum. Yeter! Gerçekten yeter! Bu saatten sonra ayrımcılığı ve bölücülüğü kim yaparsa yapsın, hangi kutsalın arkasına sığınırsa sığınsın tarih karşısında hesap vereceğini unutmasın. Türkiye'nin yekvücut olup dünya dengelerindeki aslî yerini alma zamanı daha gelmedi mi?
25 Eylül 2007, Salı
Tek bir kelime konuşamadan, hiç olmazsa vedalaşamadan, ayrılıverdik birbirimizden. Üç çalım atmadan pas vermeyen vefalı bir arkadaşımın (ki tek gıcık olduğum huyu buydu) Alevi olduğunu bilmiyordum o güne kadar. Nereden bilebilirdim ki; Unpazarı'nın girişinde alışveriş yaptığımız o narin ve nazik insanlara Alevi denirmiş. Az ötedeki berberin de öyle anıldığını fırtına sonrası fark edebildim. Dosttuk, arkadaştık; sevgi doluyduk, umut doluyduk. O menhus kasırga çıktığında dağılıverdik sağa sola ve kaybettik dostluğumuzu...
Rengârenkti mahallelerimiz; farklı kimlikler, farklı hayat tarzları kültürel zenginliğimizin bir parçasıydı. Tâ ki birilerinin bizi birbirimize düşman yapacağı ana kadar. Bir ilçemizin Ülkü Ocakları başkanına herkes Kürt Ali derdi. Ne incitmek için söylenirdi bu söz, ne övmek için. Her şey öylesine doğaldı ki!.. Ortaklıklar, komşuluklar, akrabalıklar vardı. Şükür ki hâlâ devam ediyor bu bağlar. Ne var ki araya giren gulyabaniler, fitne saçmak için aramıza, incir dikmek için ocağımıza, cepheler kuruyor hâlâ...
Ankara Atatürk Lisesi'ne geldiğim dakikada Hüseyin, saçlarımın niçin bu kadar kesik olduğunu sordu. Sadece baktım gözlerine. Anladı cevabımı. Tanımıyordu beni; ben de onu tanımıyordum. Bilinmez bir sebeple anlamsız bir husumet vardı aramızda. Sonra oturduk aynı sırada. Zaman içinde dost olduk, sevdik birbirimizi. O Tunceliliydi, subay çocuğuydu, devrimciydi. Ben rahmetli teyzemin yanında kalan bir meçhul adam. Yozgat doğumlu olmam, bana düşman olması için yetiyordu. Öyleydi o zamanlar. Tanıdıkça birbirimizi anladık ki; ikimiz de seviyoruz ülkemizi. Dost olduk, sırdaş olduk, arkadaş olduk...
Yeryüzünde bizim kadar kamplaştırılan bir başka ülke yok! İnanın yok! Bizde bir fırsatını bulup kardeşi kardeşe kırdırırlar. Sağcısın derler, solcusun derler; nefret tohumu ekerler. Alevi'sin derler bir türlü, Sünni'sin derler bir başka türlü... Etnik milliyetçiliği köpürtürler; oyuna gelenlerin hezeyanıyla yeni cinnetler inşa ederler. Etki de tepki de uğursuz bir planın parçasıdır. 1960'larda kamplaşma dibe vurdu da ne oldu, ne kazandı bu millet? Tahrikçiler, sebep oldukları hadiselerden mutluluk duydu mu sanki? Başlarını yastığa koyarken "iyi ki demokrasiyi yerle bir ettik" deyip derin bir uyku çekebildi mi provokatörler? 1970'li yıllarda solcu gençleri te'dip etti (!) sistem. İyi mi oldu? Ne devrim düşüncesi kaldı gönüllerde, ne evrim umudu. 80'li yıllarda hem sağı budadı statüko hem solu. Yorgun ruhların üzerine kara bir kâbus çöktü adeta. Yanlışı yanlışla tashih etmek! 90'lı yıllarda dayak yeme sırası muhafazakâr kitledeydi yeniden. Yeniden diyorum; çünkü 40'lı yıllarda başlayan ve pek çok değişik vesileyle hortlatılan bir baskı vardı zaten. 90'lı yıllarda atılan meydan dayağı, başka bir kutuplaşmanın zemini için kullanıldı.
Her ülkede siyasî, fikrî gerginlikler yaşandı, kamplaşmalar görüldü; ama her cephenin âkil insanları ortak bir noktada buluştu ve ülkelerine mesafe kazandırdı. Bir tek bizim ülkemizde kaldı semboller mücadelesinin mağara savaşçıları. Kendi insanından korkan bir sistem, kendi vatandaşından endişe eden sivil toplum (!) modeli, yeni kamplar üretmek için çırpınıp duran medya... Biz yaşadık ayrılık-gayrılık hikâyelerinin bütün acılarını. Babalarımız da yaşadı, dedelerimiz de. Bugünkü tahrikleri görünce "Yeter be kardeşim; bari çocuklarımız, torunlarımız yaşamasın bu mânâsız kavgaları" diye feryat etmek geliyor içimden. Bir milletin böyle haykırdığına inanıyorum. Yeter! Gerçekten yeter! Bu saatten sonra ayrımcılığı ve bölücülüğü kim yaparsa yapsın, hangi kutsalın arkasına sığınırsa sığınsın tarih karşısında hesap vereceğini unutmasın. Türkiye'nin yekvücut olup dünya dengelerindeki aslî yerini alma zamanı daha gelmedi mi?
25 Eylül 2007, Salı