|
06-18-2009, 12:59 | #1 |
Askeri Darbeler Muhtıralar ve Sonuçları
Askeri Darbeler Muhtıralar ve Sonuçları
Aydın BOLAT / Güvenlik Analisti Türkiye'de Ordu-Politika ilişkilerinin hassas noktalarından biri cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Yakın siyasi tarihimizde yaşanan askeri darbeler ve muhtıralar cumhurbaşkanlığı seçimi süreçlerine tekabül ederler. Geçtiğimiz Nisan ve Mayıs aylarında yeni 28 Şubat söylentileri ve Nokta Dergisinde yayınlanan emekli Oramiral Özden Örnek'in "darbe günlükleri" nihayet Genelkurmay internet sitesinde yayınlanan TSK açıklaması, 11. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde bir Türkiye gerçeği olarak gündeme oturdu. TBMM'de tıkanan cumhur-başkanlığı seçimi, mecburi uzatmaları oynayan 10. Cumhurbaşkanı Sezer, genel seçimlere giden Türkiye ve cumhurbaşkanını halkın seçmesini öngören Anayasa değişikliği paketinin onaylanmasının yaşandığı hassas bir süreç. Dünyanın ve Türkiye'nin kilitlendiği iki temel soru. Genel seçim sonuçları nasıl olur? Askeri bir darbe olur mu? Cumhuriyet Türkiye'sinde, demokrasi yolunda önemli virajları oluşturan askeri darbeler ve muhtıraları bu vesile ile kısaca hatırlatmak ve irdelemek istiyoruz. 10 Yılda Bir Darbe: 27 Mayıs, 12Mart, 12Eylül, 28 Şubat Tek parti yöntemi, II. Dünya Savaşı sonuna kadar otoriter ve baskıcı uygulamalarını istikrarlı bir biçimde sürdürür. Dışarıda savaşın galipleri ABD ve İngiltere tarafından dayatılan demokrasi baskıları, içeride ise patlama noktasına gelen halkın tepkileri, 1946'da Demokrat Parti (DP)'nin kurulması, ilk çok partili seçimlerin yapılması ve sonrasında 1950'de otuz yıllık tek parti iktidarının yıkılması ile sonuçlanır. Yüzde 53'lük bir oy oranı ile iktidar olan DP Celal Bayar'ı Cumhurbaşkanlığına, Refik Koraltan'ı TBMM Başkanlığına ve Adnan Menderes'i de Başbakanlığa getirir. DP ilk olarak sıkışan, gerilen halkı bu girdaptan çıkaran, rahatlatan icraatlar yaptı. Ezanın Türkçe okunmasına son vererek, yeniden Arapça ezana dönüldü. İnönü egemenliğindeki orduda Genelkurmay Başkanı dâhil önemli değişiklikler yaptı. Kore Savaşına bir tugay asker göndererek Marshall yardımlarının alınmasını ve halkın ekonomik yönden rahatlamasını da sağlamış oldu. Bölgedeki güç dengelerinin oluşması için ABD ve İngiltere'nin isteği ile 17 Ekim 1951'de NATO'ya girdi. Yine ABD'nin stratejik planları doğrultusunda İran, Pakistan ve Türkiye CENTO'yu kurdular. 1954 seçimlerinde oylarını artırarak çıkan DP, toplumun umudu haline gelmişti. Halkla bütünleşen iktidar sosyal, ekonomik ve askeri alanlarda ülkeyi ileri noktalara taşımakta azimliydi. ABD Başkanı Eisenhower'in isteğiyle Türkiye İsrail'i tanıyan ilk Müslüman ülke olarak Araplar ve İslam âlemi ile ilişkilerini koparıyordu. Güdümlü ve bağımlı demokrasinin cilvesi içeride halkın inançlarını okşayan uygulamalar getiren hükümet, dış politikada İslam ülkelerinden uzaklaşıyordu. Aldığı halk desteğinin pervasızlığıyla tek partili CHP yönetiminden giderek pek farkı kalmamaya başlayan DP'nin 1957 seçimlerinde oy oranı iyice azalmış ve iktidarı zar-zor kurtarmıştı. Halk gerekli dersi DP'ye vermişti. Orta Doğu bölgesindeki ve Kafkaslardaki soğuk savaşın asgariye inmesiyle ABD'de artık DP ile olan bağını kesmeye başlamıştı. 1959 yılının Kasım-Aralık aylarına gelindiğinde, CHP'nin de gayretleriyle halk bilhassa öğrenciler gösterile-re başladı. İktidar yolsuzlukla, ABD uşağı olmakla ve irtica ile suçlanıyordu. Gösterilere Harp Okulu öğrencilerinin de katılması ve olayların kanlı bastırılması bardağı taşıran damla olmuştu. Aslında halkı kucaklamaya çalışan bir iktidarın yanlış yapma lüksü yoktu. Sivil ve asker tüm bürokratik sınıflar hala "milli şef" rozeti takıyorlardı. En küçük bir kıvılcımdan kocaman bir yangın çıkartabilecek durumda bekliyorlardı. Nihayet tarihimize kara bir leke olarak düşen halkın oylarıyla iktidar olmuş bir sivil hükümeti silah zoruyla 27 Mayıs 1960'da devirdiler. Ordu yönetime el koyarak TBMM'ni dağıttı. DP'li herkesi Yassıada'ya sürdü. Güdümlü demokrasi, güdümlü bir askeri darbeyle son buldu. Celal Bayar yaş haddinden kurtuldu ancak 1961’de Yassıada mahkemeleri kararıyla Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu idam edildiler. Sonuçta; 1923'den itibaren devlete ve bürokrasiye atılan statükocu temellerin on yıllık DP iktidarıyla fazlaca hırpalanmasına, batı değerleri ile oynanmasına izin verilmedi. ABD ve İngiltere güdümünden yavaş yavaş uzaklaşıp halkın iktidarı olmaya çalışan DP iktidarına artık son vermek gerekliydi. Bu dış güçlerin kararıydı ve öyle de oldu. Yeni yeni yetişmeye yüz tutmuş Anadolu insanının devlette yer bulmasına izin verilemezdi. (1) "27 Mayıs 1990 tarihinde Hürriyet Gazete'sinde yayınlanan ABD Dışişleri Bakanlığı gizli raporlarına göre, 27 Mayıs darbesinin lideri Madanoğlu "sağlam ve güvenilir bir Amerikancı", Milli Birlik Komitesi üyelerinin çoğunluğu da "Amerikan yanlısı"dır. Zaten ihtilâlin gerçekleştiği kudretli Albay Alparslan Türkeş tarafından duyurulurken, yeni yönetimin "NATO'ya, CENTO'ya ve diğer anlaşmalara bağlı kalacağı" özellikle vurgulanmıştır. Dahası 27 Mayıs sonrasında darbecilerle ABD arası ilişkiler iyice sıklaşmış, Amerikan barış gönüllüleri Türkiye'ye akın etmiş, okullarda Amerikan süttozu, tereyağı ve büsküvileri ikram edilmeye başlanmıştır. (2) Buna rağmen darbecilerin Menderes hükümetini "memleketi Amerika'ya satmak" la suçlamaları yaman bir çelişki olarak kalmıştır. 27 Mayıs İhtilalinin Sonuçları Şöyle Sıralanabilir: * Ordu'yu politikanın merkezine oturtmuştur. * Ordu içindeki "cuntalaşma" eğilimlerini artırmıştır. Sonraki askeri darbelere örneklik teşkil etmiştir. TSK'nın 1935 tarihli İç Hizmet Kanunu'nun 34. maddesini (T.C ve Türk Anayurdunu koruma ve kollama görevi) ihtilâle dayanarak yapması ile ordunun sivil yönetime müdahalesi meşrulaştırılmış ve yapılacak yeni darbelerin önü açılmıştır. * 1961 İhtilal Anayasası gereğince oluşturulan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ise ordunun sivil hükümetler ve meclis üzerinde sürekli denetim kurmasını sağlayan bir mekanizma olmuştur. Artık ordu gerekli gördüğü her zaman "durumdan vazife çıkaracak" ve "sivil rejimin bekçisi" sıfatıyla müdahale edebilecektir * On yılda bir otomatiğe bağlanan periyodik müdahalelere zemin hazırlayarak "askeri vesayet" geleneği oluşturdu. 12 Mart Darbesi 1982'de dünyayı sarsan öğrenci hareketleri, Türkiye'yi de etkilemekte gecikmez. Ankara Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi'nden başlayarak dalga dalga diğer üniversite ve yüksek okullara yayılan masum öğrenci hareketleri giderek siyasal bir görünüm kazanır. Polisle yapılan çatışmalarda bir öğrencinin ölmesi işleri iyice çığırından çıkarır. Gösterilerde anti-Amerikancı ve anti-emperyalist söylemler öne çıkar. 6. Filo'ya karşı protesto mitingleri ve yürüyüşler yapılır. Polisle çatışan sol görüşlü gençler askerle karşılaşınca "ordu-gençlik elele" sloganları atarlar. Muhalefet lideri İnönü ise, öğrencilerin okulları işgale başlamalarına arka çıkarak on yıl önceki misyonunu yeniden üstlenmiştir. Ona göre "işgal ile boykot aynı şeydir". Kısaca, 27 Mayıs öncesinde oynanan oyun, 12 Mart öncesinde de aynen sahnelenir. 27 Mayıs'ta yarım kalan, "Milli Demokratik Devrim" idealini gerçekleştirmek isteyen aşırı solcu sivil cuntanın darbe tahrikçiliği meyvesini vermekte gecikmez. "9 Martçılar" olarak bilinen sol eğilimli subay grubunun Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nda yaptıkları toplantı, yüksek komuta kademesinin kulağına gidince darbenin rengi ve biçimi değişir. Ordu hiyerarşik düzeni bozmadan 12 Mart müdahalesini gerçekleştirir. (3) 1965 seçimlerinde oyların yüzde 53'ünü alarak 240 milletvekili ile tek başına iktidara gelen ve bir sonraki seçimde de yine tek başına iktidarını koruyan Adalet Partisi (AP) yönetimine karşı 1971'de özellikle anarşi, ekonomik ve siyasi kriz gibi gerekçelerle 12 Mart müdahalesi yapılır. Başbakan Demirel şapkasını alır ve gider. 1968 öğrenci eylemleri, işgaller, boykotlar, 6. Filo protestoları ile ülkenin tam bir anarşi ortamına sürüklenmesi ihtilal için şartları olgunlaştırır. 12 Mart'ın irticai gerekçesi de hazırdır: Milli Nizam Partisi'nin (MNP) "laikliğe aykırı faaliyetleri..." Samsun Cumhuriyet Savcılığı bir konuşmasından dolayı Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ın dokunulmazlığının kaldırılmasını ve MNP'nin kapatılmasını ister. (4) İsmet İnönü 12 Mart İhtilâli'nden tam bir yıl önce (12 Mart 1970'de) askeri müdahalelerin artık otomatik hale geldiğini ve giderek sıklaşan bir periyotla tekrarlandığını söyler: "Türkiye zaman zaman restorasyon (onarım) dönemlerine girer. O dönemlere girildi mi ordu müdahale eder; bir süre kalır ve ayrılır. Bir süre geçer biz politikacılar işleri yine bozarız; yine ordu müdahale eder. Bu böyle gidecektir ve bu onarım dönemleri de gitgide sıklaşacaktır". (5) Yine 1969 seçimlerinde 260 milletvekili çıkartarak halkın büyük desteğiyle önemli başarılı icraatlar yapan AP hükümetinin önüne geçiliyordu. Çünkü Türkiye'nin huzurlu, müreffeh, güçlü bir devlet ve ülke olarak yaşamaya hakkı yoktu. Ülke siyasilerle ordu arasında satranç tahtasına dönüşmüştü. Siyasilerin çok güçlü geldiği dönemlerde, devleti ve Cumhuriyeti biz kurduk gerekçesiyle ordu haykırıyor, ordunun yönetimi baskıladığı darbe süreçlerinde ise demokrasi kalmadı, halk hiçe sayılıyor diyerek siyasiler feryat ediyorlardı. Güdümlü, bağımlı, topal demokrasimiz böylece devam edip gidiyordu. (6) "12 Mart müdahalesi, çok açık bir ABD/CIA operasyonu idi. İhtilal öncesinde Türk Hükümetleri ile ABD arasında önemli sorunlar yaşanmıştı: Türkiye'nin İslam ülkeleriyle yakınlaşması, U-2 casus uçaklarına izin verilmemesi haşhaş ekiminin ya-saklanması vs...12 Mart'tan önce uzun yıllar Dışişleri Bakanlığı yapmış olan İhsan Sabri Çağlayangil, 12 Mart ile ABD arasında bir ilişki olup olmadığı sorulunca şunları söylemişti: "Amerikalıların bizden gayri memnun olduklarını söylemiştim. Sebepler belli; afyon, muayyen siya-setler, U-2..." (7) Öte yandan, içeride hızla tırmanan anarşide bir CIA tertibiydi. Dönemin CIA Başkanı Helms, "Evet, 12 Mart'ı hazırlayan oluşumları, biz ajanlarımız aracılığıyla düzenledik.... " (8) İhtilalin işbaşına getirdiği Nihat Erim hükümetinin ilk icraatı olarak haşhaş ekimini yasaklaması bir rastlantı olabilir miydi? 12 Eylül Darbesi 12 Mart darbesinden sonraki ara rejim dönemlerinden sonra 1973 seçimleriyle gelen CHP-MSP koalisyon hükümeti ile İslamcı bir parti ilk defa iktidar ortağı oluyordu. Bunu statükocu bürokrasinin kaldırması çok zordu. Haşhaş ekimine tekrar izin verilmesi, 1974 Kıbrıs müdahalesi CHP-MSP koalisyonunun dışarıyı rahatsız eden icraatlarıydı. 1974 Eylül'ünde bu koalisyonun yıkılmasından sonra artık 1. ve 2. milliyetçi cephe hükümetleri iş başına gelecekti. Bu dönemin en önemli siyasi aktörleri Erbakan ve Türkeş idi. Karşı kutupta Ecevit vardı. Türkiye'de anarşi, yolsuzluklar ve acımasız cepheleşme, kamplaşmalar hızla sürüyordu. Ülkenin her sathına, her yerine giren dış güçler, yerli oyuncular ile ülkeyi kan gölüne çevirmişlerdi. Ar-tık kurtarılmış bölgeler yaratılmış, kardeş kardeşi katlediyordu. Siyaset sahnesindeki başrol oyuncuları kan davalısı durumundalardı. Komünistler, solcuların her fonksiyonu ile faşistler, ülkücüler ve sağcılar her yerde vuruşuyorlardı. Üniversiteli Anadolu çocukları sol-sağ diye kamplaşarak ideolojilerle düşman yapılmış kıyasıya çarpıştırılıyorlardı. Bütün bunların yanında belli mihraklarca tertiplenen Çorum ve Kahramanmaraş'ta iç savaşı andıran alevi-sünni çatışmaları da eklenince kargaşa dayanılmaz bir noktaya gelmişti. Siyasi parti liderleri artık vatan, millet duygularına gem vurmuşlar yerini kör nefislerine, iktidar hırslarına bırakmışlardı. 12 Eylül 1980 darbesi gelmişti artık, kaçınılmazdı. Hava Kuvvetleri Komutanı, Tahsin Şahinkaya Amerika'dan okeyi almıştı. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren emir komuta zinciri içinde duruma el koymuştu. Bunca akan kan bir gecede durmuştu; ölenler, yaralananlar, kaçanlar, hapse atılanlar yetmiyordu ki, Anadolu üniversite gençliği çil yavrusu gibi dağıtılmıştı. Devletle millet derin bir nefes almıştı. Halk, acıdan ve kan gölünden kurtarılmıştı. Alan da memnundu, satan da. Darbecilerin kamuoyuna verdiği ilk mesaj aynen 1960 ihtilalinde olduğu gibi "NATO ve CENTO'ya bağlıyız" mesajıydı, ülkede başta öğrenciler, öğretim üyeleri, yargıçlar, siyasiler, askerler, iş adamları ve masum halktan insanlar katledilmişlerdi. Bu acımasız sürecin getirdiği darbeyi halk gerçekten çok olumlu karşılamıştı. Fakat bu tabloyu yaratanlar, bunlara fırsat ve mühlet veren darbecilerin de günahları yok muydu? Ama işte halk psikolojisi buydu. Profesyonel operasyon hedeflerini buluyordu. Tüm siyasiler sürülmüş ve siyasetten uzaklaştırılmışlardı. Meydan Milli Güvenlik Konseyi ve onun antidemokratik uzantısı Danışma Meclisi'ne kalmıştı. Tabi ki yeni bir Anayasa (1982) ve yeni bir süreç başlatılmıştı. (9) Ülkeyi ihtilale taşıyan sürecin bilançosu çok ağırdı. 1971-1980 periyodunda anarşi ve terör olaylarında 11.872 kişi öldürülmüş, 20.400 kişi sakat kalmış, 4.741 kişi yurt dışına kaçmış ve 30.000 kişi de cezaevlerine tıkılmıştı. Sonuçta; sağdan ve soldan yetişmiş eğitimli, üniversiteli ve istikbal vadeden Anadolu gençliği bu darbe süreci ve darbeyle hoyratça heder edilmiş yönetimden, devletten, siyasetten ve hayattan koparılmışlardı. Statükocu bürokratik devlet gücünü elinde tutan oligarşik elitler; Anadolu insanı olmadan devleti ve ülkeyi yine kendi başlarına yönetmeye devam edeceklerdi. Üniversitelerin başına sivil ordu durumundaki yetkilerle YÖK getirilmişti. Cumhurbaşkanının yetkileri arttırılmış, MGK Meclis ve hükümet üzerinde daha da güçlendirilmişti. 12 Eylül 1980 darbesinin gerekçeleri Milli Güvenlik Konseyi kararlarında ifade edildiği gibi diğer darbelerinkini yansıtıyordu. "Bölücülük ve terör olayları", "siyasi partilerin uzlaşmaz tutumları", "Anayasa'nın krizi önlemedeki yetersizliği", "Cumhurbaşkanı seçilememesi" ve elbetteki "irticanın yükselişi". 6 Eylül 1980'de Konya'daki Kudüs mitingi ve oradan yansıyan semboller, MSP damgası irticanın hortladığının kanıtı olarak yeterli sayılmıştı. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, anarşinin sun'i ve mürettep olduğunu söylüyor ve anarşiyi önlemesi gereken güçlerin önlemediğinden söz ederek 24 Kasım 1990 tarihli Milliyet'te şu soruyu soruyordu: "Devletin yasal ve diğer imkânları tamamen birbirinin aynı iken13 Eylül günü durdurulan kan, 11 Eylül günü niçin akıyordu?" (10) Gerçekten her ihtilal için sorulması gereken önemli bir soruydu bu. 12 Eylül'ün Generallerinden Bedrettin Demirel bu soruya cevap olabilecek açıklaması ilginçtir: "1979 Temmuz'unda müdahaleyi gerektiren sebepler vardı ve müdahale kararı da vardı, ama biz biraz daha olgunlaşsın diye müdahaleyi yapmadık". (11) Önemli iktidar değişikliklerine yol açan darbelerin yerli güç odaklarıyla birlikte iş tutan süper güçlerle, yakından ilişkisi olduğu artık apaçık bir gerçektir. 1974'te kurulan CHP-MSP koalisyonu, haşhaş ekimine izin verdiğinde The Times, "haşhaş ekimine ilişkin kararı, Türk Hükümetine çok pahalıya mal olabilir" yorumunu yapacaktı. (12) Bir diğer önemli faktör ise Türkiye'nin ABD'ye rağmen Kıbrıs'a 1974'te müdahalede bulunması idi. Bugüne kadar gelen ambargolar, izolasyonların yanında darbelerin Türkiye'yi hizaya sokma operasyonu olduğunu da gözardı etmemeli. 12 Eylül darbesine Başbakan olarak muhatap olan Demirel, 9 Ağustos 1987 tarihli Güneş Gazetesi’nde 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde ABD etkisinin var olduğunu açıkça ifade etmiş,* "U-2 uçaklarının yasaklanması, üslerin denetim altına alınması ve Türk-Sovyet ticari ilişkilerinin geliştirilmesinin ABD'yi rahatsız ettiğini" söylemiştir. Yine Demirel'e göre, 12 Eylül öncesinde "ABD Türkiye'nin İran'a dönebileceğinden korkmuştur." 12 Eylül akşamı ABD Dışişleri Bakanı Muskie, Başkan Carter'a acil olarak şu mesajı iletir: "Mr. President, Türk Ordusunun komuta heyeti Ankara'da yönetime el koydu. Herhengi bir kaygıya gerek yok. Kimlerin müdahale etmesi gerekiyorsa, onlar müdahale etti". (13) 28 Şubat Müdahalesi 1983' ten sonraki Özal'lı yıllar Türkiye'nin kazanılmış zaman dilimi olarak büyük reformlara imza atılan bir dönem olmuştur. 1980'lerden itibaren ABD'nin İslami hareketlere karşı giderek artan duyarlılığı Büyük Ortadoğu perspektifi ve 1990'da Sovyet blokunun çökmesiyle NATO'nun değişen konsepti önem arzeder. İslam medeniyetini ve coğrafyasını hedef aldığı gözlenen NATO'nun pozisyonu "Radikal İslam" veya "İslam fundamentalizmi" kavramlarını gündeme taşıdı. Eski Başkan Carter'in Ulusal güvenlik danışmanı Zbigniev Bizezinski'nin 30 Haziran 1986 tarihli U.S. New and Report dergisinde yayınlanan anılarında yer alan "İslam dostlarımızda bastırılmalı, düşmanlarımız da teşvik edilmeli" (14) ifadesi anlamlı değil mi? 29 Eylül 1994 tarihinde Seville'deki NATO savunma bakanları toplantısında, Fransa Savunma Bakanı François Leotard "NATO'nun kendisini İslamcı fundamentalizmden gelen tehdide göre yönlendirmesi gerekir" diyordu. (15) Yine Dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Claes: "Köktendincilik Komünizmden daha tehlikelidir….. lütfen bu tehlikeyi küçümsemeyin..." (16) uyarısını yapıyordu. Evet, 1995 yılından itibaren "irtica komünizmden daha tehlikeli" sözünün Türkiye'de gündeme oturması ve nihayet bunun 1997'de 28 Şubat'ın amentüsüne dönüşmesi manidar değil midir? 1951'den beri bir NATO üyesi olan ve NATO'ya emir-komuta zinciriyle bağlı olan Türkiye'nin bu konsept değişikliğine hızla uyum sağladığı apaçık bellidir. MGK toplantılarında irticanın tehdit olarak gösterilmesi, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nde değişikliğe gidilerek "irticanın bölücü tehditten daha öncelikli tehlike" olarak ilan edilmesi bu sürecin derin izlerini taşıyor olmalı. (1 7) Yine bu süreçte Refahyol hükümetinin gerek D-8 projesi (İslam Ülkeleri ile ilgili) ile gerekse Türk-İran doğalgaz anlaşmasıyla dış güçleri fazlasıyla rahatsız ettiği düşünülebilir. Gazeteci Fehmi Koru 25 Ağustos 2000'de Yeni Şafak'taki köşesinde 28 Şubat'ı "en ince ayrıntılarına kadar düşünülmüş dış destekli bir devlet projesi" olarak nitelendiriyor. TSK. 28 Şubat 1997'deki MGK toplantısında tarihsel bir çıkış yapılarak Batı Çalışma Grubu (BÇG)'nun 1995 yılından bu yana üzerinde çalışarak hazırladığı post-modern darbe bildirisi ve kararlarını Rafahyol Hükümeti (Erbakan-Çiller)'ne sundular. Zamanın Genelkurmay II. Başkanı Çevik Bir bu olayı TSK'ne şöyle açıklıyordu: "Arkadaşlar Türkiye tarihi bir dönem yaşamıştır. İlk defa TSK öncülüğünde sivil toplumun örgütleri ve halkın desteğiyle ülkeyi laiklikten uzaklaştırmak isteyen güçler engellenmiştir. Bu silah kullanılmadan rejimin özgücü ve sivil inisiyatifle yapılan post-modern bir darbedir." Dönemin Başbakanı Erbakan MGK bildiri ve kararlarını kabul etmek istemese de yapacağı pek bir şey yoktu. Bu ağır darbe karşısında fazla dayanamayan hükümet istifa etmek zorunda kaldı. Bu süreçte Cumhurbaşkanı Demirel defalarca darbe ve muhtıralara muhatap olmasına rağmen 28 Şubat darbecilerinin yanında saf tutacak, adeta 28 Şubat rejimin sivil baş aktörü olacaktı. (18) Evet klasik, modern darbelerden sonra artık nur topu gibi post-modern bir darbemiz olmuştu. Türkiye 2000'li yıllara 21. yüzyıla 80 yıllık demokrasi tecrübelerine ve bunca acıya rağmen demokrasisi oksijen çadırında, komada olarak giriyordu. 28 Şubat ülkeyi laiklik adına irtica'dan koruyacağım derken her türlü entrika, batık bankalar, yolsuzluklar, şaibeli özelleştirmeler, başını almış gitmişti. Büyük şirketlerde ve bankalarda yönetici olarak artık emekli generaller oturuyordu. Ülkenin 60 milyar doları bu süreçte buharlaştırılmıştı. Başörtüsünün üniversitedeki yasağı imam hatip okullarının orta kısmının kapatılası ve meslek liselerine ÖSS'deki katsayı engeli, yüzlerce inançlı insanın fişlenmesi ve işinden, gücünden, istikbalinden mağduriyeti ve Hizbullah görüntülü cinayetler 28 Şubat'ın çirkin yüzünün hemen akla gelen resimleridir. Sonuç Askeri Darbeler için aşağıdaki bazı genel sonuçları değerlendirmenin bu gün için faydalı olacağı kanaatindeyim. 1. Asıl görevi vatan savunması olan TSK'nın tüm enerjisini buna yöneltmesi gerekirken, iç politika ve siyasete müdahil olarak yaptığı müdahaleler tarihin hiçbir döneminde hem ülke için, hem devlet için, hem halk hem de ordu için hiçbir olumlu sonuçlar doğurmamıştır. Herkes kaybetmiş her şey maalesef kaybedilmiştir. 2. İttihatçı ve Jön-Türk darbelerle Balkanlar ve I.Cihan harbinde koskoca imparatorluk kaybedilmiştir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ihtilallerinin aktörleri takbih ediliyorlar hayır dua almıyorlar. 28 Şubat'ta ülkeyi irticadan kurtarmanın (!) bedeli 60 milyar dolara patlamıştır. 3. Artık klasik, modern, post-modern darbe dönemleri kapanmıştır. e-muhtıranın da sahibi çıkmamıştır ve sanaldır. 4. Artık egemenlik kayıtsız şartsız askerin değil milletindir. "Bürokratik Demokrasi" OUT, "Sivil Demokrasi" IN. 5. Darbelerde kamuoyuna ilan edilen ortak temel gerekçeler: Anarşi, terör, irticanın yükselişi, bölücülük, cumhurbaşkanlığı seçim krizi, ekonomik kriz, siyasi kriz olmuştur. 6. Yaşanan bütün darbe ve müdahalelerde dış etken özellikle ABD çok önemli rol oynamıştır. 7. Demokrasimiz gibi darbelerimiz de güdümlü ve bağımlıdır. Dış konjonktür müdahalelerin yönünü ve politikasını belirlemiştir. 8. Darbeler Türkiye'de demokrasinin güçlenmesini ve gelişimini engellemiştir. Devlet adamı ve sorumlu siyasetçilerin yetişmesini, siyasi yapıların kurumlaşmasına fırsat vermemiştir. 9. Darbeler Cumhuriyet rejimine ve demokrasiye halkın güven duygusunu yıpratmıştır. 10. Darbeler ve askeri vesayet rejimleri; Türkiye'yi üçüncü dünya liginde göstermiş, çağdaş demokrasiler standartlarından hep uzakta tutmuş ülkemizi küçültmüştür. 11. Darbeler yerleşik statükoya hizmet etmiş, demokratik değişim sürecini daima engellemiş, devletin, siyasetin ve halkın tabii gelişim dinamiğini durdurmuştur. 12. Darbeler Anadolu'nun yetişmiş insan kaynağını devletten uzak tutmayı hedeflemiş bunu da malesef başarmıştır. Yıl 2007 yani en son darbeden (1997) tam on yıl sonra yine laiklik sendromu, yine Cumhuriyet tehdit altında paranoyası, yine rejim tehlikede çığırtkanlığı, yine irtica yükseliyor feryatları ve yine sanalda olsa TSK bildirisi genelkurmay web sitesinde ve yine krize dönüştürülen cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yaşayan Türkiye... Yaklaşan genel seçimler ve nasıl seçeceğimize de karar verebileceğimiz bir Cumhurbaşkanı makamı, Halk yani milli irade demokrasi sınavında. Ya oylarıyla artık darbelere son verecek yada Güdümlü Demokrasiye, Vesayet Rejimine prim verecek "Korku Cumhuriyeti"ni sürdürecek. Ancak bugün askeri darbelere rağmen halkın demokratik iradesi; yaşadığımız demokratik değişim sürecinde devleti ve siyaseti belirleyebilecek güç ve olgunluğa erişmiştir. Bu nedenle ülkenin aydınlık geleceği, gerçekten Demokratik Türkiye ufukta belirmiştir. Türkiye demokratik değişimini tamamlayacak ve önündeki engelleri aşacaktır. Darbesiz bir demokrasi artık hayal değildir. KAYNAKLAR 1. Yarınlar için Düşünce Dergisi, Kasım 2005, sayı 1, sayfa 57-58 2. "12 Eylül'e 5 kala, 5 geçe", 14 Ağustos 1989, Milliyet 3. 28 Şubat, Belgeler, Pınar Yayınları, sayfa 19-20 4. A. Dilipak, a.g.e. 5. M. Ali Birand, 12 Eylül, Karacan Yayınları, ist.1986,s.1 3. 6. Yarınlar için Düşünce Dergisi, Kasım 2005, sayı 1, sayfa 60 (7.) ve (8.) İsmail Cem, Tarih Açısından 12 Mart, Cem Y., ist/1977, s.52 9. Yarınlar için Düşünce Dergisi, Kasım 2005, sayı 1, s.62-63 10. S. Demirel, "Demirel'den Evren'in anılarına yanıt" 24.11.1990 Milliyet 11. "12 Eylül'e 5 kala 5 geçe" 14.08.1989, Milliyet 12. A. Dilipak a.g.e s 224 13. M. Ali Birand, 12 Eylül saat:04.00, Karacan Y., ist.1986, s:34-35 14. A. Taşgetiren, 8 Mart 1997, Yeni Şafak 15. The Independent, 30 Eylül 1994 16. Milliyet, 9Şubat1995 17. Gazeteler, 30 Nisan 1997 18. Yarınlar için düşünce Dergisi, Kasım 2005, sayı
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim |
abd, asker, darbe, hükümet, mgk, muhtıra, tsk |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|