![]() |
#1 |
![]() Ülke güvenliği söz konusu olduğunda kendisini, en fazla anayasal sorumluluk içinde hisseden bir kurumun mensupları olarak askerlerin, “Kürt meselesi” konusunda çok daha derinlikli düşünceler geliştirmiş olmaları gerekir. Ama ortada bir “zihniyet karmaşası” var. Mesele, en tepedeki askerî liderler tarafından anlaşılmayınca, ve bunlar anlaşılmadan politika oluşturulunca işlerin karmakarışık hale gelmesi kaçınılmaz oluyor. İlginç olan, bu dönemlerde komutanlarla farklı düşünmenin ihanetle suçlanmayı göze almak gibi bir riskinin bulunması.
-------------------------------------------------------------------------------- ‘Kürt meselesi’ her boyutu ile Türkiye’nin en hayati meselelerinden biri. Türkiye’nin yönetimine katılan hiçbir grup söylenemez ki, kendisini bu mesele üzerinde düşünmekten müstağni addetsin. Özellikle askerler. Çünkü hadisenin bir de “güvenlik boyutu” var. Güvenlik boyutu her dönemde var kabul edilmiş, özellikle bu zeminde doğan “terör” vakıası sebebiyle çok daha öne çıkmış. Ülke güvenliği söz konusu olduğunda kendisini, bütün devlet kurumlarından daha çok anayasal sorumluluk içinde hisseden bir kurumun mensupları olarak askerlerin, bu alanda çok daha derinlikli, ince, hassas düşünceler geliştirmiş olmaları gerekir. Buradan bakınca, geçtiğimiz bir hafta içinde, medyaya yansıyan, geçmişte, en sorumlu mevkilerde bulunan askerlerin düşünceleri tahlile-eleştiriye muhtaç bir durum arz ediyor. Ben eleştirilerimin bütününü “zihniyet karmaşası” olarak nitelemek durumundayım. Fikret Bila’nın “Komutanlar Cephesi” isimli kitabından alıntılarla oluşturduğu ve Milliyet’te 5 gün süreyle yayınladığı eski komutanların görüşlerinden söz ediyorum. Bir yazımda, yine Fikret Bila’nın, bu defa sadece bir önceki Genelkurmay Başkanı emekli Org. Hilmi Özkök’ün “Kürt meselesinde İslam’ın birleştiriciliği” üzerine yaptığı değerlendirmeyi eleştirmiştim. Org. Özkök, Bila’ya İslam’ın Kürt meselesinde “birleştirici bir rol” üstlenemeyeceğini ifade ediyor, bu yaklaşımı “Allah korusun en tehlikeli şey.” diye niteledikten sonra ayrıca “AKP’nin Güneydoğu’da DTP’ye karşı başarısı da asla böyle dinin birleştiriciliği olarak yorumlanmamalı. Bu çok yanlıştır.” diyordu. Özkök’e göre “Türkiye’nin fert başına milli geliri 15 bin dolara çıkar, “Ben Türküm demek Kürdüm demekten daha itibarlı hale gelirse Kürt meselesi çözülür!”dü. Bu, bana göre çok temel bir yaklaşım hatasıydı. Bu, aslında Lozan’da bu mesele tartışılırken Türkiye’nin savunduğu tezlere de aykırıydı. Çünkü Lozan’da İtilaf devletleri temsilcilerinin, Kürtleri “Azınlık” diye niteleme çabası karşısında Türk temsilci heyeti, İslam’ın iki halkı birbiri ile ayrılmaz biçimde bütünleştirdiği tezine başvurmuştu. Temel değerlendirmelerdeki bu zihniyet karmaşası, yer yer diğer komutanlarda da gözleniyor. Mesela bir dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı ve Suriye ile yaşanan gerilimde 2. Orduyu Suriye sınırına yığan Em. Org. Aytaç Yalman şunları söylüyor: “Sorunun sosyal boyutu eskidir. Aslında Türkiye’nin sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi. Bu yapılabilseydi sorun belki sosyal aşamadayken çözülebilirdi. Ancak, maalesef bunun yapılamadığını görüyoruz. Henüz terör boyutuna gelmeden sosyal aşamada sorun çözülebilseydi çok daha iyi olurdu.” Peki sosyal boyut ne? Komutanın cevabı şöyle: “Bu açıdan baktığımızda, o aşamada sorunun ‘kendini ifade’ olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor.” Komutana göre bu gerçek görülmemiş. Peki ne olmuş? İşte orada özeleştiri başlıyor. Diyor ki Org. Yalman: “Oysa, bizler o dönemde, ‘Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz ‘yıkıcı faaliyetler’ kapsamında görüyoruz. Bu durum iki noktayı gösteriyor: Biz olayın sosyal yönünü görmemişiz, dolayısıyla sorunu zamanında görmemişiz...” “Kürt yoktur”dan yola çıkan bir zihniyet dünyasının üzerine güvenlik politikaları oluşturduğunuzda nasıl bir sonuca ulaşıyorsunuz? Gerçekten çetrefil bir durum değil mi? Size göre “Kürt yoksa”, ve karşınızda “Ben Kürdüm” diyen insanlar varsa, ya bütün politikalarınızı onları “Türklük bilinci” ile donatma hedefine göre belirliyorsunuz, ya da her şeye rağmen bunu kabul etmeyenleri dövme yolunu seçiyorsunuz. 1980’lerin güçlü komutanı. İhtilal lideri. Em. Org. Kenan Evren. Bakın 2007 yılında, yani 27 yıl sonra yaptığı özeleştiriye: “12 Eylül’de bir hatamız da oydu. Kürtçe konuşmayı yasakladık. Şöyle yasakladık: Konuşmalarda, mitinglerde, şurada burada Kürtçe konuşulmayacak. Okulda filan Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik.” “Neden dedik? Ben Devlet Başkanı’yken, bir köyde ilkokula gittim. Üçüncü sınıfa mı, dördüncü sınıfa mı girdim, hatırlamıyorum. Açtım kitabı, oku şunu dedim çocuğa. Kem küm, çocuk okuyamıyor. “Dördüncü sınıfa gelmiş, Türkçeyi okuyamıyor. Kızdım. Orada söyledim. Öğretmene döndüm, ‘Dördüncü sınıfa gelmiş, Türkçeyi okuyamıyor, bu nasıl iş?’ dedim. Sonradan anlaşıldı ki, öğretmen de Kürt. Kürtçe yapıyor tedrisatı. Döndüm ve Kürtçe yasağını koyduk. Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Ama, biraz ağır yasak koyduk. Sonra bu yasak kaldırıldı, ama hataydı. Hata olduğunu sonradan anladım.” Ne çıkıyor ortaya? -Kürt diye ayrı bir kavim olduğunu anlayamamışız. -Hadisenin sosyal bir boyutu olduğunu, yani kendini ifade diye bir insani ihtiyaç bulunduğunu anlayamamışız. -Dilinin önemini anlayamamış, yasaklamışız. -Ve İslam’ın Türk-Kürt ilişkileri, devlet-toplum ilişkileri deyince Türkiye için nasıl bir toplumsal misyon taşıdığını anlayamamışız. Bunlar en tepedeki askerî liderler tarafından anlaşılmayınca, ve bunlar anlaşılmadan politika, özellikle güç kullanımını da içeren güvenlik politikaları oluşturulunca işlerin karmakarışık hale gelmesi kaçınılmaz oluyor. (İlginç olan, bu dönemlerde komutanlarla farklı düşünmenin ihanetle suçlanmayı göze almak gibi bir riskinin bulunması.) Tam da bugünlerde, bölgenin bir insanı, “Kürt meselesi”nde dedesinden bu yana (dede Şeyh Sait) en kritik olayları yaşayan bir ailenin üyesi Abdülmelik Fırat şöyle diyor: “-Bugüne kadar Kürtler’le Türkler’i bir arada tutan inanç mı oldu sizce? -Evet. Toplumları bir arada tutan en büyük güç inançtır. Türkiye’de 1 milyon, 2 milyon Kürt, Türk’le evlenmiştir, çocukları olmuştur. İnançları, örf ve âdetleri beraberdir. Müşterek olan inançtır. Oturup kalkmasını, yemesini içmesini ayarlayan inançtır. Fakat bu müşterekliği bu sistem görmezden geliyor. Türkler de istediği gibi örfüne, âdetine bağlı yaşayamıyor. Devlet diyor ki, “Sen medeni ol, laik ol!” Yani bir Yunanlı, bir Fransız gibi yaşa. Adam derse ki, “Ben Osmanlı olarak yaşamak istiyorum...” “Sen gericisin!” diyor. Tabii bunlar yavaş yavaş çözülüyor. -Kürtler ve Türkler’i bir arada tutan inanç da zayıflıyor mu peki? -Tabii... -Ama son seçimlerde AKP Güneydoğu’daki pek çok ilde yüzde 50’nin üzerinde oy aldı... -Gelecek seçimlerde bu oyu alamazlar. Erdoğan geldi Diyarbakır’da “Kürt sorunu vardır, bu sorunu çözeceğiz” dedi. Sonra generaller ona kasatura gösterince 180 derece döndü. Fakat buna rağmen halk dedi ki, “Görüşü budur. Onu generaller zorladı.” Onun için Kürtler’den büyük oy aldı. -Peki dindar bir parti olmasının etkisi olmadı mı bu sonuçta? -Hanımını yanında sıkbaş gördüler, “Bu adam ne olsa Müslümandır” dediler... Onun da etkisi oldu. -Peki hangisi ağır basmıştır sizce; Erdoğan’ın “Kürt sorununu çözerim” demesi mi, yoksa Müslüman adam olması mı? -İkisi beraber. Özellikle hanımının yanında olması da büyük tesir etmiştir. Ama gelecek seçimlerde AKP’nin bu siyasetine karşı oy vermezler. -Peki kime oy verirler? DTP’ye mi? -Hayır. Alternatif çıkmazsa yine AKP’ye verebilirler. -Kürt sorununu Müslümanlık çözemez mi? -Hiç değilse yüzde 50 çözer. Ama Diyanet yalnız Hanefi mezhebine göre çalışıyor. Şafilere, Alevilere özgü bir şey yok. Diyanet, Hanefi mezhebine göre yönetiliyor. Oysa Kürtlerin yüzde 80’i Şafi. Bunlara da dikkat etmek lazım. Dinin getirdiği bir inanç, bir gaye birliğidir. Bütün bu zulme, işkenceye karşın Kürtler’de hâlâ bu var. “Sen Kürtsün, sen de benim gibi kendi kültürünü kullanma hakkına sahipsin” dediğin zaman sorun yüzde 100 çözülür. -Bölünmeden mi? -Bölünme zaten olmaz. Böyle bir noktaya geldiği zaman Irak’taki Kürtler dahi Türkiye’nin AB’ye girmesiyle bize katılabilir. Mesele bu kadar açıktır. Önemli olan kimliktir. Ama ortak bir dine sahip olmamızın da büyük tesiri var. Bu kadar dışlanmasına rağmen bugün Kürtler, ne Türklere, Ne Araplara, ne de Perslere karşı bir kin duymuyorlar. Din kardeşliği nedeniyle... Eğer dinimiz farklı olsaydı çoktan durum farklı olurdu. Bazı komünist, ateist Kürtler bunu açıkça söylüyor. “Bizim dezavantajımız Müslüman oluşumuz. Eğer Hıristiyan olsaydık, AB bizi Türkler’e karşı tutardı” diyorlar. -Yani şimdiye kadar bir iç savaş çıkmadıysa din kardeşliği yüzünden mi çıkmadı diyorsunuz... -Evet.” (Vatan, Mine Şenocaklı’nın mülakatı, 7 Kasım 2007) Abdülmelik Fırat’ın birçok düşüncesini tartışmak mümkün, ama şu yukarda, “Kürt toplumu”na ilişkin söyledikleri, herhalde bir gerçeğin ifadesidir. Ben, sayın komutanların görüşlerini okuduktan sonra, Türkiye’de sorumluluk üstlenen herkesin, her şeyi yeni baştan düşünmeleri gerektiği kanaatine vardım. Hele, bütün eğitim hayatında doktriner bir kimlik kazanması hususunda titizlik gösterilenler için...
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|