|
![]() |
#1 |
![]() [b]
Atatürk, ll. Abdülhamit için ne dedi? ![]() Hangi yıllar olduğunu net olarak hatırlamıyorum. Devrin iktidar partisi bir sarsıntı geçiriyordu. Yıllarca TBMM Başkanlığı yapan, Sayın Ferruh Bozbeyli’nin öncülüğünde, sanıyorum Demokratik Parti adında bir parti kurulmuştu. Hüsamettin Cindoruk, Enver Güreli, Rasim Eyüpoğlu gibi, ünlü ve nâmuslu, dürüst politikacılar o partiye geçmişlerdi. Sonradan Türkiye Noterler Birliği Başkanı olan Rasim Eyüpoğlu ağabeyimiz, İzmit’teki bir konuşmasında, devlet büyüklerine hakaretten tevkif edilmişti. O daha cezaevine gelmeden, rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti ağabeyim, bana bir yıldırım telgraf çekmiş, “Rasim Eyüpoğlu imanlı ve vatanperver bir insandır. Ona sahip çık Hüseyin” diyordu. Tabiî ki elimizden geleni yaptık. Rasim ağabey, İzmit Cezaevi'nde 17 gün yattı. Sonradan o kısacık süreyi “Hayatımın en güzel ve en neşeli günlerini orada yaşadım” diye yıllarca anlattı. Rasim ağabeyin tahliyesinden takriben 1 ay kadar sonra, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu adında ünlü ve yaşlı bir eski gazeteciyi de aşağı yukarı aynı sebepten (yani devlet büyüklerine hakaretten) tevkif ettiler. Selânikli Müdürümüz Osman Nuri Esen ona özel muamele yapmak istemiyordu. Çünkü o gazeteci CHP’liydi; iktidarda da başka parti vardı. Cezaevlerinde oldukça etkili bir durumdaydık. Mahkûmlar bizi severlerdi. Gittiğimiz her hapishanede bizi el üstünde tutarlardı. Sayın Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’na, özel bir yer ayarlattık. Çok yakın dost olduk. Her konuda konuşurduk. Bir gün Sultan Abdülhamit bahsi açıldı. Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu onunla ilgili bir hatırasını anlattı: “15-20 yaşlarında gencecik bir gazeteciydim. Cumhuriyet Gazetesi'nde yazılar yazıyordum. Tabiî ki Abdülhamit’i hiç sevmiyordum. Cimri, korkak, vehimli, zâlim, Kızıl Sultan diye, yerli yersiz saldırıyordum. O zamanlar her evde bugünkü gibi telefonlar yoktu. (Nizamettin beyin bana bu hatırasını anlattığı zaman da çok zenginler hariç, kimsenin evinde telefon bulunmuyordu.) Sabahleyin neşe içinde gazeteye gittim. Arkadaşların ve ağabeylerimizin yüzünde acayip bir ifade ve ses tonlarında garip bir soğukluk vardı. Ne olduğunu sordum. Kimse söylemek istemiyordu. Nihayet gazetenin patronu, “Seni Köşk’ten çağırdılar” dedi. Köşk’e ancak Atatürk çağırtabilirdi. Çok korktum. Beni gazetenin pikabı ile köşkün yakınına kadar götürdüler. “Her halde kapılara talimat verilmiştir. Kendini tanıt. İçeriye alırlar” diyerek gittiler. Titriyordum. Ayaklarım biri birine dolaşıyordu. Kapıya yaklaştım. Nöbetçiler uzaklaşmam için el kol işareti yapıyorlardı. Dizlerimin dermanı kesilmişti. Uzaklaşamıyordum. Yanıma geldiler. Orada ne aradığımı sordular. Kekeleyerek beni Köşk’ten çağırdıklarını söyledim. Adımı sordular. Bir subay elindeki kâğıda baktı. “Tamam o. Götürün!” dedi. İki yanımdan kollarıma girdiler. Subay önde gidiyor; arkamdan da ayak sesleri geliyordu. Dönüp bakamıyordum. Korkumdan doğru dürüst nefes alamıyordum. Birden kendimi Atatürk’ün karşısında buldum. Son derece şefkatli bir sesle: “Gel bakalım çocuk...” dedi. Ve elini bana uzattı. Öptüm. Beni karşısına oturttu. Yiyecek, içecek bir şey isteyip istemediğini sordu. Dişlerim kilitlenmişti. Konuşamıyordum. Başımla hayır işareti yaptım. Üstelemedi. Ve aynı şefkatli sesle: “Bak çocuk, yazılarından anlaşılıyor ki, sen Adülhamit’i sevmiyorsun. Sevme, yine de sevme... Ama şu hakikati de asla unutma ki... Abdülhamit, o devrin dünya devletleri arasında, en büyük siyaset dahilerinden biriydi. Hangimiz onun yerinde olsaydık, onun yaptıklarını yapamazdık. O dehası ve ince siyaseti ile, çoktan çökmüş olan Osmanlı İmparatorluğu'muzu tam 33 sene ayakta tuttu. İttihat ve Terakki onu devirdikten sonra, hürriyet, müsavat, uhuvvet (özgürlük, eşitlik kardeşlik) gibi, Masonik sloganlarla Balkanlardaki bütün etnik unsurları birleştirdiler. Onlar da birleşince, bize karşı Balkan Savaşı'nı başlattılar. Bir taraftan Osmanlı subaylarının siyasete bulaşmış olması, diğer taraftan Batılıların desteği ile az kalsın İstanbul elimizden gidiyordu. Abdülhamit’e haksızlık edenlerin hepsi sonunda pişman oldular. Tekrar ediyorum. Abdülhamit’i sevme; yine de sevme ama bu hakikatleri de hiçbir zaman unutma...” dedi. Başımı okşadı. Tekrar elini öptüm ve çıktım...” diyordu. Kendisine: “Bu tarihî hakikati daha ne kadar gizleyeceksiniz?” dedim. “Buradan çıkınca ilk fırsatta yazacağım” demişti. Sözünde de durdu. Çok sonraları, sanıyorum Hürriyet gazetesinde, Cumhuriyet’in (Bilmem kaçıncı) Yıldönümü adı altında bir seri yazılar yazdı. Orada bu olayı aynen anlattı. Arşivler taranırsa, her halde bulunur. Hem de bulunmalıdır. Bir konuşmasında Ahmet Rıza'dan bahseden Sayın Bülent Arınç’a ve her zaman hayırlara vesile olan VAKİT gazetemize, buradan teşekkür ve şükranlarımı sunuyorum. Yukarda yazdıklarımı, daha geniş bir şekilde, yazmayı düşündüğüm hâtıralarımda anlatacaktım amma... Ölümle aramızda bir tek nefes var. Acaba nasip olur mu, olmaz mı endişesi içindeydim. Bu vesile ile kısa da olsa tarihe bir not düşmüş olduk. Belki Allah (cc) o velî padişahın himmetiyle günahlarımızı affeder. Eğer Allah’ı sevmek, Allah dostlarını sevmekle başlıyorsa, ben Ehlullah’ı aşk derecesinde coşkularla seviyorum. Şükürler olsun sana Rabbim, sonsuz şükürler... Hüseyin Üzmez- Vakit (11 Ağustos 2007 )
![]() |
|
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() hadi lan sallama nerden buldun bunu
|
|
![]() |
![]() |
#3 | |
![]() Alıntı:
|
||
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|