|
![]() |
#1 |
![]() AZINLIK VAKIFLARIYLA YENİ BİZANS
Prof Dr. Anıl ÇEÇEN (2023 Dergisi, Şubat-2008) Bütün Türkiye gece gündüz türban konusu ile uğraşırken, her yerde türban sorunu tartışılırken, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne tam bu sırada Vakıflar Kanunu’nda değişiklik getiren yasa önerisinin gelmesi ve kamuoyunda tartışılmadan geçirilmesi bir el çabukluğu olarak siyaset tarihine geçmiştir. Türk ulusu daha konuyu anlamadan, kamuoyunda Vakıflar mevzuatındaki değişiklikler halka anlatılmadan, getirilen değişikliklerin ne anlama geldiği iyice belirlenmeden hızla tasarının Meclis’ten geçirilmek istenmesinin arkasında gene bir ard niyet aramak gerekmektedir, çünkü konu araştırıldığında, Lozan Antlaşması ile kararlaştırılmış olan ilke ve yapıya uymayan, Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan Antlaşması’ndan gelen siyasal ve hukukî yapısında önemli oranda değişiklikler getiren bir yeni düzenleme ile karşı karşıya kalındığı ortaya çıkmıştır. İktidar partisinin milliyetçi parti ile olan türban ittifakı sırasında gündeme gelen tasarının Lozan’a ve Türk devletinin anayasal statüsüne aykırı düşen önemli değişiklikleri getirdiği anlaşılınca, tasarı geri çekilerek bekletilmeye alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal kamuoyu bu konuda üzerine düşenleri yerine getirirse, uyanık bekçilik sayesinde Türk devletinin Lozan’dan gelen yapısı ve anayasal statüsü korunabilecektir.Yaklaşık elli sene sonra Türkiye’yi ziyaret eden bir Yunanistan Başbakanı’nın gezisinden hemen sonra tasarının Meclis’te gündeme getirilmesinde Yunan devletinin etkisi olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle, Yunanistan Başbakanı’nın Fener Rum Patrikhanesi’ni ziyaret etmesi ve patrikliğin ekümenik olduğunun ileri sürülmesiyle, Vakıflar Kanunu’ndaki değişiklik hemen ertesi gün devreye sokulmuştur. Fener Rum Patrikhanesi’nin statüsü ile Vakıflar mevzuatının çok yakından bağlantısı bulunmaktadır. Patriklik hukuken vakıflarıyla varlığını sürdürmeye kararlı olduğu için, Bizans’tan gelen ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde devam ettirilen ekümeniklik statüsüne geri dönmek, bu doğrultuda da genişleyerek ikinci bir Vatikan olmak istemektedir. Faşist İtalya döneminde Mussolini’nin Vatikan’ı Roma kenti içinde bir din devletine dönüştürmesi gibi, Yunanistan ve Rum lobisi de Fener Rum Patrikliği’ni bir din devletine dönüştürmek istemektedir. İstanbul kendi içinde ikinci bir Vatikan’ın kurulmasıyla, Fener Rum Patrikliği evrensel düzeyde hegemonyasını kuracak ve bütün dünyadaki Ortodoks rahiplerin atanması buradan yapılacaktır. Rum lobileri böylece yeniden Konstantinapolis düzenine, Fener Rum Patrikhanesi’nin öncülüğünde yeniden Bizans dönemindeki düzene dönmek istemektedirler. Bu nedenle, İstanbul, Gökçeada gibi bazı merkezlerdeki Rum nüfus göçetmemiş ve buralarda yaşamlarını sürdürerek yeniden Bizans dönemine geçiş için çabalarını devam ettirmişlerdir. Bütün dünyaya yayılan Rumlar ticaret alanında zenginleştikçe Yunanistan’a yardım yapmışlar ve güçlenerek yeniden Büyük Yunanistan’ın kurulması için bir Megali İdea olarak Yeni Bizans projesini desteklemişlerdir. Yunanlıların büyük düşüncesi olan Megali İdea, Bizans düzenine geri dönmeyi ve Rumların eski Bizans topraklarında egemenliğini sağlamayı hedeflemektedir. Böylesine ulusal bir hedef için Fener Rum Patrikhanesi önderlik etmekte ve bütün Rumlara yön göstermektedir. Osmanlı döneminden kalma Türk egemenliğini bir türlü kabul etmeyen Rumlar, her türlü kötülüğün merkezi olarak öne çıkan Fener Rum Patrikhanesi’nin önderliğinde bir Yeni Bizans arayışı içindedirler. Türkiye’nin yedide biri oranındaki küçük Yunanistan, eski Bizans topraklarında yeniden egemenliğini kuramayacağını iyi bildiği için, böylesine bir Megali İdea peşinde koşarken, Fener Rum Patrikhanesi’ni öne çıkartmakta ve eski Bizans döneminden kalma malvarlığını, kilise ve kutsal yerlerin bulunduğu toprakları geri istemektedir. Bunların iadesi ile hem Fener Patrikhanesi İstanbul’un ortasında yeni bir Vatikan olabilecek hem de eski Bizans topraklarında Fener Rum Patrikhanesi aracılığı ile Rum egemenliği gerçekleşebilecektir. Osmanlı İmparatorluğu’na Bizans’tan geçen topraklarla ilgili kayıtlara bakıldığında, Bizans İmparatorluğu döneminden kalma bir gerçeklik olarak İstanbul’dan İskenderun’a kadar bütün deniz kıyısı araziler gayrimüslim vakıflar üzerinde kayıtlı görünmektedir. Eğer, eski mal varlıkları azınlık vakıflarına iade edilirse, Türkiye’nin İstanbul’dan İskenderun’a kadar uzanan sahil toprakları üzerinde hiçbir Türk mülkiyeti kalmayacaktır. Avrupa Birliği’nin zorlamaları sonucunda, Hıristiyan Avrupalılar gelerek Türkiye’nin Ege ve Akdeniz kıyılarına yerleşmekteler ve kıyılarda tarihteki Rum kolonileri gibi otonom siteler kurmaktadırlar. Hatta daha da ileri giderek Didim ve Alanya gibi ilçelerde belediyelere girerek temsil hakkı istemektedirler. Böylece altı yüzyıllık Osmanlı egemenliği ile doksan yıla yaklaşan Türkiye Cumhuriyeti yönetimini Anadolu sahillerinde geçersiz kılmaktadırlar. Demokrasi görüntüsü altında, yabancılara toprak satışı ile başlayan yabancılaştırma süreci, azınlık vakıflarının mal taleplerinin karşılanması ile devam ettirilmek istenmektedir. Aradan geçen bin yıllık zaman dilimi sanki yokmuş gibi hareket edilmekte, Selçuklular’ın Anadolu’ya egemen olmalarıyla başlayan Türk yönetimlerinin sanki hiçbir müktesep hakkı yokmuş gibi davranılarak, yeniden Bizans’a dönmek arzusu gerçekleştirilmek istenmektedir. Azınlık vakıfları ile ilgili son yasa bu durumun açık göstergesidir.Atatürk, Fener Rum Patrikhanesi’nde kurulmuş olan Mavri Mira isimli çetenin Osmanlı illerinde çete savaşı yürüttüğünü, bu toprakları Türk yönetiminden uzaklaştırmak üzere ihtilâl hazırlığı içinde olduğunu, bu doğrultuda Fener Patrikhanesi’nin bir silâh ve cephane deposu olarak kullanıldığını, Ortodoks kiliselerinin birer din yeri olmaktan çok askerî ambar olarak kullanıldığını, Mavri Mira isimli çetenin kiliselerde Rum gençlerini izci görünümünde asker olarak yetiştirdiğini Erzurum Kongresi sırasında dile getirmiştir. Aynı Atatürk, Hâkimiyeti Milliye gazetesinde yazdığı imzasız başyazılardan birisinde Fener Rum Patrikhanesi’ni “bir fesat ve hıyanet ocağı” olarak ilân etmiştir. Ülkede nifak tohumları saçan bu merkezin ülkede Hıristiyan vatandaşları rahatsız ettiğini ve bu nedenle artık Türk topraklarının dışına çıkartılması gerektiğini vurgulayan Atatürk, bu fesat ocağının gerçek yerinin Yunanistan olduğunu söylemiştir. Türk devletinin kurucusu, yeni Türkiye’nin şeref ve haysiyeti ile gücünü korumak için her türlü tehlikeyi göze almaya hazır olduğunu da açıkça ifâde etmiştir. Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü üzerine yeniden Bizans’a geri dönmek isteyenlerin önünü bu sözleri ile kapatarak, Türk egemenliğinin geleceğe dönük olarak eski Osmanlı topraklarında yaşabilmesi için açıkça tavır koymuştur.Kıbrıs’ta Enosis, Anadolu’da ise Megali İdea peşinde koşan emperyalist Rumlar, Doğu Karadeniz’i eskisi gibi Pontus’a çevirebilmek üzere de Fener Patrikhanesi’nin yetkilerini ekümenik düzeye çıkartmak istemiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu topraklara gelen Amerikan emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’i, Türkleri ve Müslümanları dışlayarak Bizans topraklarında gayrimüslim ve gayri Türk bir azınlıklar federasyonunu, kozmopolit bir siyasal düzen içerisinde gerçekleştirmeye çalışırken Patrikhane’nin otoritesini de ekümenik düzeye çıkartmak istemişlerdir. ABD Devlet Başkanları bunu açıkça Türk hükümetlerinden talep etmişlerdir. Amerikan Rum lobisi de bu doğrultuda Türkiye’yi köşeye sıkıştıran girişimlerde bulunmuştur. Dış politikada bir tabu olarak görünen bu sorunun çözülmesi için bütün Rum lobileri ile beraber Amerikan baskısı Türk hükümetleri üzerinde Demokles’in kılıcı gibi kullanılmıştır. Moskova Patrikliği’nin Doğu Hıristiyanları olan Ortodokslar üzerindeki yetki ve otoritesini ortadan kaldırmak isteyen ABD, Rusya’nın Ortodokslar üzerindeki nüfuzunu kırabilmek üzere Fener Rum Patrikhanesi’nin yetkilerinin ekümenik düzeye çıkartılarak, Rus halkı üzerinde Fener kilisesi üzerinden etki sahibi olmak istemiş ve Rus vatandaşı Hıristiyanların üzerinde Moskova kilisesinin Rus devletinin yönlendirilmesindeki etkilerini kırmak için uğraşmıştır. Katolik kilisesi olan Vatikan’daki papanın tüm Hıristiyan dünyasındaki etkisini dengelemek isteyen Amerikan devleti, Vatikan ve Moskova kiliselerine karşı Fener Rum Patrikliği’nin ekümenik yetkileri ile dolaylı yolda etkili olmak istemiştir. Fener’in ekümenik olması, ABD’nin Rusya’ya karşı bir çıkışıdır.Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması üzerine başlayan Kurtuluş Savaşı sırasında Hıristiyan Türkler Papa Eftim’in öncülüğünde Türk Ortodoks kilisesini kurarak Rumların Fener Patrikhanesi üzerinden yürüttüğü dinsel emperyalizme karşı çıkmışlardır. Yunanistan ve Rumlar hiçbir zaman Türk Ortodoks Kilisesi’ni kabul etmemiş ama Türk Ortodoks Kilisesi Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında Türklerden yana bir tavır sergileyerek yeni Bizans projesinin karşısına çıkmıştır. Fener Kilisesi’nin Osmanlı yönetimine karşı isyân eden ve Türk devletinin kuruluşunu sürekli baltalayan girişimlerine karşı Türk Ortodoks Kilisesi Türkiye’den yana bir tavır almış ve Hıristiyan Türklerin yeni Türk devleti ile kaynaşmasına yardımcı olmuştur. Bu iki kilise arasındaki rekabet bugüne kadar sürmüş ve Yunanistan başbakanının yarım asır sonra Türkiye’yi ziyaret etmesi üzerine Türk Ortodoks Kilisesi hedef alınmıştır.Bizans döneminde kurulan gayrimüslim vakıfları, Osmanlı İmparatorluğu döneminde azınlık vakıfları olarak devam etmiştir. Lozan Antlaşması sırasında bu konular azınlıklar sorunu içinde ele alınmıştır. Osmanlı’nın yıkılmasına giden isyânların ortaya çıkmasında azınlık vakıfları etkili olmuştur. Gürcistan, Bulgaristan gibi Hıristiyan devletlerin kurulmasında azınlık vakıflarına bağlı olarak eğitim yapan yabancı kolejlerin etkisi olmuştur. Azınlık vakıfları dine olduğu kadar cemaatlerine kendi eğitimlerini verme konusuna da ağırlık vermişler ve bu doğrultuda Osmanlı’nın millet sisteminin çöküşünde etkili olmuşlardır. Osmanlı topraklarında yeni Hıristiyan devletlerin oluşmasına katkıda bulunurken, Hıristiyan misyonerliği en üst düzeye çıkarmışlar ve bu ülkedeki Müslüman varlığının ortadan kalkması için her türlü girişimde bulunmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışında önemli bir role sahip olan azınlık vakıfları din ve ibadet yolları ile cemaatlerini ayakta tutarken, eğitim yolu ile de siyasal bilinçlenmelerine katkılar sağlamışlardır. Yeni Vakıflar Yasası ile sağlanan olanaklar çerçevesinde, azınlık vakıflarının bu kez de Türkiye Cumhuriyeti’nin dağılmasına ve çökmesine katkı sağlayacağı görülmektedir. Bu doğrultuda, Yunanistan kadar, Ermenistan ve İsrail devletlerinin de kendi soydaşları doğrultusunda devrede oldukları ve Türk devleti üzerine baskılar yaparak, yeniden eski Bizans düzenine dönebilmek için yoğun çaba sarf ettikleri anlaşılmaktadır.Türkiye Cumhuriyeti kuruluş aşamasında önce Medenî Kanun ile vakıflara bir düzen getirmiş ve daha sonra da yaklaşık bir on yıllık hazırlıktan sonra Lozan Barış Antlaşması’nda kabul edilen esaslar çerçevesinde ayrı bir vakıf yasası hazırlayarak, yeni kurulan ulus devletin mantığına ve modeline uygun olarak özel düzenleme getirmiştir. Çok uluslu bir imparatorluktan tek uluslu bir ulus devlete geçerken, vakıflar ve azınlıklar ile ilgili düzenlemeler yeni devletin modeline uygun bir yapıya dönüştürülmüş ve azınlık vakıflarının elinde bulunan bazı mal varlıklarına el konularak bunların faaliyet alanları daraltılmıştır. Lozan’da azınlık statüsü sâdece gayrimüslimlere tanındığı için, bunlara uluslararası hukuka uygun bir düzeyde azınlık hakları tanınmıştır. Bu doğrultuda, kiliselere bağlı olan gayrimüslimlerin dinsel ihtiyaçları ile eğitim hizmetleri karşılanmıştır. Ne var ki, bu vakıfların ellerindeki mal varlığı ile ticaret yaparak toplum içinde bölücü olabilecek derecede güçlenmeleri istenmemiş ve bu doğrultuda mal varlıklarının bir kısmına devlet tarafından el konulmuştur. Bu işlemler sırasında envanter kayıtları devlet tarafından son derece ciddî bir biçimde tutulmuş ve herhangi bir hak ziyaiatına izin verilmemiştir.Bizans’tan Osmanlı dönemine geçirilirken, Üçüncü Roma dönemi denilen Osmanlı İmparatorluğu döneminde gayrimüslim vakıflar Bizans dönemindeki gibi çalışma hakkına sahip olmuşlardır. Ne var ki, imparatorluktan ulus devlete geçerken toplum tek tip bir uluslaşmaya göre yeniden düzenlenmiş ve bu doğrultuda, azınlık vakıflarının mallarının bir kısmına el konularak etkinlikleri sınırlanmıştır. Bu bir hak gaspı olarak yapılmamış aksine yeni kurulan ulus devletin yapısına uygun bir ulusal toplum yaratılırken çok kültürlü yapı geride bırakılmıştır. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yapılan bu düzenleme doğrultusunda doksan yıla yakın bir süre azınlık vakıfları Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet modeline uygun olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Zaman zaman Yunanistan, Ermenistan ve İsrail gibi eski Osmanlı İmparatorluğu’nun gayrimüslim unsurlarının kurmuş olduğu küçük devletler Türkiye Cumhuriyeti’ne kendi soydaşlarının vakıfları ile ilgili olarak müdahalelerde bulunmasına rağmen, gene de bugüne kadar Türk devleti ile azınlık vakıfları arasındaki ilişkiler çağdaş bir düzeyde yürütülmüştür.Azınlık vakıfları, Osmanlı sonrasında bir ulus devlet kurulurken bugün sahip oldukları statüye Lozan Antlaşması’ndaki ilkeler doğrultusunda kavuşturulmuşlardır. Bugün ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne üyelik süreci içinde azınlık vakıfları konusu gündeme getirilmiştir. Bu yeni aşama eskisinden çok farklı bir durum olduğu için, azınlık vakıfları konusunun yeniden değerlendirilmesi gerekmiştir. Giderek çok uluslu bir bölgesel federasyon olmaya çalışan Avrupa Birliği, kendi içindeki ülkelerde azınlıkları ayrı bir sözleşme ile ele almış ve bunları birer ulusal topluluk olarak kabul etmiştir. Ulusal azınlıkları koruma sözleşmesi ile beraber Kopenhag Kriterleri içinde yer alan azınlık hakları doğrultusunda azınlık vakıflarının hareket alanı genişletilmek istenmiş, yeni hak ve özgürlükler tanınan vakıflar aracılığı ile cemaatlerin daha etkin olması sağlanmaya çalışılmıştır. Avrupa Birliği’ne giden yolda ulus devletler karşıya alınırken, çok uluslu kozmopolit bir Avrupa toplumu yaratılmak istenmiştir. Avrupa’da azınlık haklarına daha geniş bir hareket alanı küreselleşme sürecinin baskıları ile sağlanmak istenmesine rağmen, Avrupa ulus devletleri sahip oldukları ulusal ve üniter siyasal düzenden vazgeçmemişler, hatta Avrupa Birliği anayasasını reddederek, azınlıklar aracılığı ile ulus devletten çok uluslu kozmopolit yapıya yönelişin önünü kesmişlerdir. Türkiye için örnek alınması gereken bu durum hiç ele alınmadan, sanki bütün Avrupa ülkelerinde azınlık vakıfları aracılığı ile ulus devlet modelinden vazgeçilmiş gibi bir hava estirilerek Türk kamuoyu Avrupa etki ajanları tarafından kandırılmaya çalışılmaktadır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik süreci durmuş olmasına rağmen, Fener Rum Patrikhanesi ile beraber hareket eden Yunanistan, İsrail, Ermenistan, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nin baskı ve çabalarıyla azınlık vakıflarına yeni geniş haklar tanıyan düzenleme Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin önüne getirilmiştir. Tasarı incelendiğinde, Avrupa Birliği ve küreselleşme akımının istediği doğrultuda vakıfların hayır amaçlı kuruluşlar olmaktan çıkartılarak sivil toplum kuruluşlarına dönüştürülmek istendiği anlaşılmaktadır. Vakıfların çalışmaları ile ilgili her türlü sınırlandırma kaldırılarak dışa açılmaları sağlanmakta, küresel sermaye ile paralel olarak her türlü dış ilişki serbest bırakılmaktadır. Vakıflar her türlü ilişkiye hem içeride hem dışarıda girebilecek, dışarıda temsilcilik açarak çalışmalarını evrensel düzeyde yürütebilecektir. Böylece vakıfların ulus devlet sınırlarını aşarak, ulus devletlerin aşınmasına katkı sağlamaları da sağlanmış bulunmaktadır. Ayın doğrultuda yabancı vakıfların Türkiye’ye gelmeleri, şube açmaları ve her türlü faaliyette bulunmaları da serbest bırakılırken, Türkiye vakıflar yolu ile emperyalizmin işgaline de açık bir ülke konumuna getirilmektedir. Yabancı vakıfların olduğu gibi azınlık vakıflarının da mal varlığı edinmelerinde sınırlar kaldırılmakta ve sınırsız mal edinmeleri sağlanarak, emperyalist ülkelere silâhla alamadıkları Türk topraklarının para ile almalarının kapısı açılmaktadır. Emperyalizmin şirketlerle ve ordularla saldırılarına bir de vakıflarla saldırmaları eklenmektedir.Küresel emperyalizmin komiseri Soros’un vakıfları bütün dünya ülkelerine yönelik komploların hem taşıyıcısı hem de uygulayıcısı bir konuma gelmiş olduğu bu aşamada Türkiye’deki Vakıflar Kanunu’ndaki değişiklikler benzeri vakıfların Türkiye’ye yönelik saldırılarının da önünü açmaktadır. Aynî ve nakdî yardım alma ve yapma konularında da sınırsız özgürlük getiren tasarı parayı verenin düdüğü çalacağı bir düzeni kurmaktadır. Akla gelen her türlü etkinliği yürütebilecek vakıflar üzerindeki denetim de azaltılmakta, devlet aradan çekilirken, emperyalist merkezlerin vakıflar aracılığı ile saldırgan girişimlerine olanak sağlanmaktadır. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün yetkileri fazlasıyla sınırlanarak, Türkiye vakıf cenneti yapılmak istenmektedir. Bir önceki Cumhurbaşkanı tarafından veto edilen Vakıflar Kanunu gene eski hâli ile gündeme getirildiği için, eski Cumhurbaşkanı’nın veto gerekçeleri günümüzde geçerliliğini korumaktadır. 10. Cumhurbaşkanı Sezer’in, ulusal çıkarlara ve ulus devlet düzenine aykırı bulduğu yeni Vakıflar Yasası’nın aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin doğum belgesi olan Lozan Antlaşması’na da ters düştüğünü belirtmiştir. Türkiye’nin laik devlet düzeninde hiçbir biçimde cemaat vakfı kurulamayacağı veto gerekçesinde açıkça belirtilmesine rağmen, yeni Bizans’a doğru cemaat vakıflarının önü açılmaya çalışılmaktadır. Türk devletinin anayasal çerçevede bir sosyal devlet olduğu unutularak, cemaat vakıflarına sosyal devletin yerini alabilecek bir dayanışma düzeni tanınmak istenmesi de Türkiye Cumhuriyeti anayasasına aykırı bir durum meydana getirmektedir. 10. Cumhurbaşkanı vakıfların hayır kuruluşları olmaktan çıkarılarak sivil toplum kuruluşlarına dönüştürülmesini vakıf kurumunun yapısına ve amacına aykırı olduğunu ifâde etmiştir. Ne var ki, Soros’ların güdümünde hareket eden küreselci çevreler, vakıfların sivil toplum kuruluşlarına dönüştürülmesi için yoğun çaba sarf etmektedirler. Bir anayasa hukukçusu olan 10. Cumhurbaşkanı’nın Vakıflar Yasası ile ilgili olarak ortaya koyduğu veto gerekçeleri, bugün de Türk devletine ve yasama organına yol göstermektedir.Gayrimüslim çevreler vakıflar konusuna sâdece özel hukuk açısından bakarak haklarını genişletmek istemektedirler. Hem eski el konulan mallarının iadesi konusunda ısrar etmekteler hem de küreselleşme sürecine uygun olarak vakıfların ekonomik alanda her türlü faaliyetinin önünün açılmasını desteklemektedirler. Çok uluslu imparatorluktan tek uluslu ulus devlete geçerken getirilen sınırlamaları ortadan kaldırarak tıpkı eski Bizans döneminde olduğu gibi her türlü hareket serbestliğine kavuşturulmak istenen azınlık vakıfları, yeni dönemde daha da güçlendirilerek cemaatçiliğin ulus toplumları parçalaması dışarıdan desteklenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk ve Müslümanların milleti hâkime konumunda olmasına itiraz eden gayrimüslimler, Türkiye’nin çevresinde yer alan Yunanistan, Ermenistan ve İsrail gibi kendi esas devletlerine gitmeyerek, eski Bizans İmparatorluğunun ana topraklarının bulunduğu Anadolu’da Türk ve Müslüman varlığına son verebilmek için cemaatçiliği vakıflar aracılığı ile güçlendirerek sürdürmek istemektedirler. Medenî Kanun’un cemaat vakıflarını yasaklamasına rağmen kilise ve havralar aracılığı ile vakıflar cemaatçilik doğrultusunda kullanılmak için çalışılmaktadır. Olabildiğince fazla malvarlığına sahip kılınmak istenen gayrimüslim vakıfların, küresel çok kültürlülük ve çok hukukluluk doğrultusunda Türkiye’nin ulusal ve üniter yapısının dağıtılmasında kullanılacakları artık iyice açıklığa kavuşmuştur.
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|