06-09-2008, 16:39 | #1 |
BİLGİ TOPLUMU
BİLGİ TOPLUMU
ALPEREN GÜRBÜZER Bilgi toplumu; çağın meselelerine vakıf olan ve aynı zamanda olayları kritik edebilen toplumdur. Bilmek kıyas etmektir zaten. Önce kendimizi tanımalı sonra başka ülkelerle nasıl yarışabiliriz diye bunun derin muhasebesini yapmalı.. Batıcılarımız, batıyı da tanımıyor aslında. Oysa batının ne var ne yok aynısını almak yerine yenilikleri kendi gerçeklerimize uydurmak daha makul olanı olsa gerek. Bu uğurda bilgi toplumu olabilmek için gereken ne varsa yapılmalıdır. İbn-i Haldun körü körüne taklitçiliğin sebeplerini; ‘’Şuursuz hayranlık, psikolojik tatminsizlik ve galiblerin üstünlüğünün adet ve müesseselerinde arama’’ duygusuna bağlar. Yaşadığımız çevremiz tam tekmil objektif ve subjektif bilgilerle donatılmış ise, o cıvardaki insanlar ister istemez ‘’bilgi toplumu” olma özelliği kazanacaktır. Gelecek nesillere vermemiz gereken de galiba ilmi zihniyeti aşılamak olmalıdır. Mutlak Bilgi Malum olduğu üzere objektif ve subjektif varlıklar, Yaratanın birer mesajlarıdır. O halde, asıl bilginin kaynağı Allah’a ait, ana temasını da kucağında yaşadığımız çevre oluşturur.. Madem Yaratan kullarına isimlerini öğretmiş o halde bütün mesele ‘’mutlak’’ı, kavrayabilmek ve elesti bezminde verdiğimiz sözü hatırlayabilmekte. Dünya fani olduğuna göre, o halde madde de ölümlü. Maddeyi ne kadar makroskobik yaparsak yapalım, ya da tam tersi ne kadar minimize edersek edelim madde sınırlı olmaya mahkumdur hep. Baki olan şüphesiz ‘’Mutlak varlık’’ ve ‘’Mutlak bilgi’’dir. Hem madem, ilim Allah’ın, o halde ilim öğrenmek şart. İnsan ilim öğrenip yaşadıkça subjektifleşebiliyor veya bütün objektif dünyanın geçici aldatıcılığına kapılmadığı sürece akıl çemberini kırarak vuslata ermeyi başarabiliyor da pekala. Nasıl ki herhangi bir konu üzerinde övme-yerme-itidal tarzında üç çeşit düşünme tarzı () varsa, bilgi içinde başvuracağımız mutlak-objektif-subjektif denilen üç temel kaynak mevcut. Şurası unutulmamalıdır ki orta yol seçmek, bilgiden de kıymetlidir. Hele hele siyasi rekabetlerin ve hırsların çok aşındığı devirlerde itidallik hep arada kaynamıştır.. Siyasi uzlaşmazlıklar çok kere övme ya da yerme tarzında saf tuttukça artık itidal (uygunluk) elden çıkmış demektir. Ki, böyle bir ortamlarda ne kişilerin sultanlığı kalır ne de hainliği. Övgü yağdıranlar, övdüklerinin hatasını göremezler, Sövgü yağdıranlar da düşmanın doğrularını bile yanlış görürler. Orta yolu şiar edinenler ise hislerinin telkinlerine kapılmayarak olaylara analiz ve kritikçi yönden yaklaşırlar hep. Şayet Bilgi toplumu olmak istiyorsak, vakıalara analitik açıdan bakmak mecburiyeti var, aksi takdirde vakıaları kritik edemeyiz.İlmi zihniyetin temeli de araştırmaktır zaten. İfrat-Tefrit Bilgi müesseselerimizden olan medreseler konusunda ifrata (aşırıya) kaçanlar olduğu gibi, tefrite yani normalden aşağı görmeye varan beyanlarda bulunanlar da var. Bütün sorumlulukları medreselere yüklemek haksızlık olduğu gibi, hatalarını ve aksayan yönlerini görmemek de yanlıştır. Bu mevzuda, bir kere ön yargılı davrananların ekseriyatı statükocu kesimdir. Buna rağmen marjinal grupların hükümleri genelde afakidir. Diğer bir kesimde medreseliği herşeyin üstünde tutarlar ama, onlarda okul eğitimini kabul etmezler, yine bir başka cenahda ‘’okul’’lulardır, bunlar da medreselileri hor görürler. Oysa önyargılı bazı akademisyenlerimizin, medreseleri, son çöküntü noktasından değerlendirdikleri için hep hataya düşüyorlar. Tenkidlerinde kabul edilecek noktalar var elbette.. Fakat bütün olumsuzlukların kaynağı olarak medreseyi nitelemek de insafsızlık olsa gerek, bu durum objektif anlayışa gölge düşürmektedir. Eğitim kurumlarımızda gösterilen matematik ve fen bilgisi derslerinde cüzide olsa İslâm bilginlerinin adlarına ve eserlerine pekala yer verilebilinirdi. Acaba bugün meşhur Türk matematikçisi Salih Zeki’nin ‘’Asar-ı Bakiyye’’ eserini temin etmiş kaç eğitimcimiz var? Maalesef Türk tıb tarihinin olabileceğini akıllarından bile geçirmeyen bir hayli doktorlarımız mevcut. Mesela Arapça ve Farsça düşmanlığının zirveye çıktığı devirlerde, Türk edebiyatı alanında tahlile ve analize gücü yeten kaç edebiyatçımız var? Türkçe’yi iyi bilen Cevdet Paşa gibi ender ilim adamlarımız tabiki bundan müstesna. Tabiat bilimleri ile din ilimleri bir arada yürüyemez iddiasında bulunanlara sormak lazım. Acaba nasıl oluyor da Avrupa bunları birlikte yürütebiliyor? Bilindiği gibi Almanya’da din eğitimi ilkokuldan başlar. İngiltere’de eğitim papazların eşliğinde ve mecburi dini ayin ile başlar. İsrail Tevrat’ı baştacı görür. ABD’de diploma törenlerini İncil üzerine el basarak yemin eder. Tüm bu örnekler ortada iken, bunlar Albert Eınsteın’in sözlerine de mi kulak vermezler; ‘’Dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür. Ben Allahın bizden beklediğini öğrenmek istiyorum’’ diyor. Medrese bugünkü manada üniversite demektir.Medrese kavramını ve medrese usullerini toptan itham, ilmen doğru değildir. Şurası bir gerçektir ki, Türkler’in, en büyük matematikçileri ve doktorları medreselerden çıkmıştır, hakeza Kur’an-ı Kerim’i tefsir edenler de medreseliler, Türkler’in tarihini en iyi yazanlar da medresililer, hukuku madde madde (Mecellede olduğu gibi) maddeleştirenler de medreseliler, yine Arap, Fars edebiyatının hüküm sürdüğü devrelerde Türk dilini en sade şekilde devlet dairelerinde muhafaza edenler de medreselilerdir. Ne olduysa Osmanlı’nın yükselişinden sonra Farabi, Razi, Biruni, İbn-i Sina, Gazali, İbn-i Rüşd ve İbn-i Haldun gibi bilgi insanların çıkmaması düşündürücüdür. Muallim Cevdet, ‘’Eskinin her parçası fena değildir. Yeninin de her parçası iyi değildir. Hüner eski ile yeniyi te’lif edebilmektedir’’ diyor. Eski ve yeni konusunda ne ifrata ne de tefrite kaçmalı, itidalli olmak en iyisi.. İslâm medeniyeti selefiye denilen tekrarcıların elinde inşa edilmiş de değildir. Hakeza Batı medeniyeti de, Hıristiyanlık, Yunan felsefi ve Roma hukukunun tekrarlarıyla oluşmuş değildir. O halde bilgi çağında, bilgi toplumu olmanın ön şartı ne tekrarcı, ne taklitci, ne taassubcu ne de köksüzlük, ‘’Kökü mazide olan ati’’ olabilmektir. Batıda gençler hayatın zorluklarına katlanacak tarzda yetiştirilir. Bizim medrese kültürümüzde talebe yemeğini kendi pişirip, elbiselerini kendisi temizler ve odasının tanzimini kendisi yapardı. Şimdi sormak gerekiyor; bugünün eğitim kurumları mı insanları hayatın çilelerine katlanacak tarzda yetiştiriyor, yoksa hor görülen medreseler mi? Üstelik okullarımızda şu anlayış hakim: ‘’Bütün bu işler efendi harcı değil, hademe işidir’’ diye. Bakınız, Thomas P.Rohlen japonlar için insan eğitiminin 4 safhada olduğunu belirtir: 1. Çileye karşı dayanıklılık uygulamaları, 2. Askeri üs ziyaretleri yaptırılarak vatan sevgisi aşılanma uygulamaları, 3. İş verilinceye kadar iş yerlerinde çalıştırma uygulamaları, 4. Sabır yürüyüşü tatbikatları.. Batı pedegoji formasyonu incelendiğinde, geçmişteki medreselerimizle benzerlik arzeder sanki. Şöyle ki medrese usulünde ‘’sen arzu ettiğin derse gir, istemediklerini sonraya bırak. Sevdiğin derse bütün kuvvetini topla’’ anlayışı vardı. Batı pedegoji formasyonunun temeli dayatmacı olmayıp, sevgiyi ön plana almak esastır. Bügün okullarımızda bırakın sevgiyi, sövüp-sayma, eroin kokain, suça teşvik vs. ne ararsan mevcut. Ders programları Batı’da talebeyi nefret ettirmeyecek şekilde dizayn edilmiştir. Ayrıca Japonlar’da olduğu gibi öğrencinin alın teriyle meslek sahibi olmaları uygulamalarına da önem verilir. Bugün batı üniversitelerinde eğitim görenler, günün yarısını eğitimle, diğer yarısını da piyasada hayatlarını kazanmak için geçirirler. Tarihi süreç içerisinde medreselerimizde batıdan daha da ileri bir uygulamayla dersler genellikle öğlene kadar, haftada iki gün tatil, tarım ve ticari aylarda yılın üç ayında serbest bırakan ‘’bilgi toplumu’’ olma zihniyeti vardı. Bugünkü eğitimimizde senelerce, binlerce genci sabahtan akşama kadar eğitime tabi tutan ve dışarıya vakit ayıracak zamanı kalmadığı için iç ve dış refleksleri zayıflamış nesil yetiştirilmektedir maalesef. Bu tür yanlış uygulamalarla öğrenci adeta piyasadan kovulmuştur. Dersler ‘’basitten karmaşığa’’ doğru bir proğrama göre ayarlanmalıydı. Maalesef ders ünitelerinde lakaydlık, şişkinlik ve gereksiz bilgi yığınları ile dolu ağır proğramlar sözkonusu. Okullarımız, güya batı medeniyetinin öncü kurumları olarak kuruldu, ama geldiğimiz noktada Avrupa ile aramızda büyük tezadlar var. Böyle devam ederse hayata ‘’yenik’’, kendinden bezmiş genç nesillerler yetiştireceğiz demektir. Eğitim gören gençlerimizi halktan kopuk yetiştirmemeli. Mevcut duruma, bakıldığında ailelerden uzak, topluma tepeden bakan ve milli şuurdan yoksun üniversiteli ‘’mezunlar’’ı çevremizde bolca görmek mümkün. Köyü ve halkıyla bağlılığı kesilmiş bir üniversitelinin, kanadı kırılmış bir kuş misali avare avare dolanması içler acısı bir durum. Tarihte medreselerimiz, talebeyi hayattan ve piyasadan ayırmıyordu. Şimdi ise tam tersi, yani bir üniversiteli genç halkla diyaloğa gitmeyi aşağılık kabul edecektir. Oysa bilgi toplumunda halkla eğitim kurumları sürekli iletişim içerisindedir. O halde bilgi toplumu olmak istiyorsak hayatla iç içe olacak tarzda eğitim proğramları yeniden hazırlanmalı ve uygulanmalı. Batı’da toplum kademeleriyle içiçe bulunan bilgi yayan unsurlar; ‘’halkı aydınlatan gönüllüler’’ olarak addedilir. Selçuklular sırf siyasi ve askeri kuvvetin yeterli olmayacağını anlayarak hızla ‘’Nizamiye Medrese“sini , yani günümüzün en büyük üniversitesi ayarında diyebileceğimiz aydınlık ocağını kurmuşlardır. Kurulan bu aydınlık müesseseleri sayesinde Selçuklu medeniyetinde; 1. İlim, kültür, sanat ve ticaret, 2. Şehirlerde sermayedar sınıf, 3. 100,000 dinara varan havale senetleri, 4. Çek usulü tatbikatları vb. uygulamaları görülmüştür. Prof. Dr. Osman Turan; ‘’Selçuklular ve İslâmiyet’’ adlı eserinde bu konularda geniş bilgi verdikten sonra, çek usulü tatbikatlarını, bugünkü modern bankacılığın temeli olarak ilan eder.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|