06-20-2009, 18:12 | #1 |
BİR MİZAH DEHASI NASREDDİN HOCA
BİR MİZAH DEHASI NASREDDİN HOCA
ALPEREN GÜRBÜZER Bereketzade İsmail Hakkı Bey şöyle der: ‘Zahiri hande feza, batını hikmet nüma’’ Bu sözler, sanki Nasreddin Hocayı tasvir eder. Yani zahirde insanı güldürür, batında(içte) düşündürür veya hikmetlendirir. Güldürürken düşündürmek bizim kültürümüze has meziyet olsa gerek. Nasreddin Hoca bu konuda abideleşmiş pirimiz. Kıymetlerimizi tüm dünya anlamaya başlamış, ama biz hala anlamış sayılmayız. UNESCO’nun 1996 yılını Nasreddin Hoca Yılı olarak ilan etmesi bunun bir göstergesi zaten. Bilindiği gibi UNESCO daha önceden Yunus Emre ve Mevlana yılı ilan etmişti. Bu demektir ki milli kültürümüz dünyada yankı bularak evrensel nitelik kazanmış. Kıymetlerimizin dünyaca fark edilmesinde elbette mutluluk duyarız, fakat kültürümüzün mimarlarını gereği kadar sahiplenmezsek kıymetlerimizi kendi zimmetine geçirmek isteyen ülkeler olacaktır. Nitekim Yunanistan Nasreddin Hocamızı kendi kültür dokusuna kopyalamak sevdasında, biz ise olup bitenlere adeta seyirci kalıyoruz. Tabi Yunanistan’ın bu işgüzarlığı yeni değil. Malum olduğu üzere Karagöz oyunlarımız da Yunan Halk sanatı ürünlerinde sergilenerek takdim edilmektedir. Peki, ne yapmak gerekir derseniz, yapılacak olan gayet basit. Öncelikle kültürel değerler konusunda hassasiyet duymak, ya da Kültür Bakanlığımızı daha duyarlı adımlar atması konusunda motive etmektir. Mümtaz bilge insanlarımızı evrensellik yaftası altında başka ülkelerin tekeline dönüştürülmesine seyirci kalamayız. Bakın Yunalı bir tarihçi Profesör; Yunanlılar Ezop ve Diyojenden sonra yeniçağlarda böyle bir tip üretemeyeceklerini bildiklerinden Hoca’ya sahip çıkıyorlar itirafında bulunuyor. Evet, bu itiraftan da anlaşıldığı üzere evrensellik adı altında kültürel şahsiyetlerimiz elimizden alınmak isteniyor. Nasreddin Hoca coğrafyamızın bize kazandırdığı bir bilge insan. O ortaya koyduğu Latif Hikemiyyatı ile milli kültürümüzün dev şahsiyeti olmuştur. O halde kendi iklimimize ait Hocamızı evrensellik kılıfı adı altında başkalarının inhisarına terk etmek insafsızlı olacaktır. Hoca elbette kişilik olarak bu toprakların insanı, ama kabul etmek gerekir ki nüktelerindeki sözlerin muhatabı da tüm insanlık. Dolayısıyla yerellikten evrenselliğe uzanan mana yüklü bu mesajların odağında bulunan Nasreddin Hoca’mız ister istemez dünya ölçeğinde sevilen bir bilge şahsiyete dönüşüyor. Onun ilgi odağı olması ülkemizin onurudur tabiî ki. Hocanın bizatihi kendisi başlı başına yerel kimliğimiz, aynı zamanda verdiği mesajlar itibarı ile de dünyaya açılan penceremizdir. Tıpkı Yunus Emre’nin yurdun her tarafında mezarı olduğu iddiasıyla yediden yetmişe herkesin sahiplenmesi gibi, Nasreddin Hocanında nüktelerindeki etkisi sayesinde bazı harami ülkeler tarafından sahiplenmeye yol açmaktadır. Hâsılı Hoca sadece ülkemizde değil dünyada da mesajları ile makes bulmaktadır. UNESCO’NUN 1996 yılını Nasreddin Hoca yılı ilan etmesine itirazımız olamaz elbette, bilakis kültürümüzün tanıtılmasına vesile olarak bakar, seviniriz de. Kültürel dehalarımızın tanıtılmasından cümle âlemin haberdar olmasında güzel ne olabilir ki? Fakat ilan edilen yılın değişik mecralara çekilmesinde ciddi endişelerimiz vardır. Hocanın Akşehirli mi, Sivrihisarlı mı tartışmaların bir yana bırakalım, Hocamızı Romanya’dan Çin’e uzanan hatta bilinmesinin ötesinde kendi kahramanlarıymış gibi lanse etmeleri pekte iç açıcı manzara gibi gelmiyor bize. Birde bunlara ilave olarak Yunanistan’ın işgüzarlığını hesaba katarsak, durumun vahametini bilmem idrak edebiliyor muyuz? Peki, bu durumda ne yapmalı? Yapılacak tek şey Nasreddin Hocamıza sahip çıkmanın ötesinde ilmi araştırmalara hız vermek, ya da gerekirse Hoca adına üniversitelerde kürsüler kurarak Haramilerin yolunu kesmek olmalıdır. Aksi takdirde kıymetlerimizi başkalarından öğrenme vahametine düşeriz. Elbette ki ülkeler arası kültür alışverişlerinden korkmamalı. Yeter ki milli kültürümüzü sağlam temellere oturtulmuş olsun. Ancak bu tür kültür transferlerin doğal mecrasında seyretmesini normal karşılıyoruz, normalin dışındaki gelişmeler asla kabulümüz olamaz. Şayet dışardan gelen kültür iletişimi toplumumuzda değer aşınması meydana getiriyorsa bunun kabahatini dışta aramamalı, iç bünyemizi kemiren yaralarımıza da bakmalı. Bakın Yunanlılar dünyanın kültür hazinelerini topraklarına taşımışlar ama, asla kimliklerinden taviz vermemişler. Yunan hala Yunan olarak ayakta duruyor çünkü. Demek ki Yunanlı greko-latin kültürünü muhafaza etmekle beraber dünyanın dört bir tarafından gelebilecek kültürlere de kapalı kalmamış. Anlaşılan; tehlike kültür alışverişinde değil, asıl tehlike kültürel değerlere sahip çıkmamakta, ya da umursamaz tavır içinde bulunmakmış meğer. Yerel kıymetlerimize değer vermediğimiz gibi, üstüne üstelik kültürel tahrifatta söz konusu. Nasreddin Hoca ile ilgili ardı astarı olmayan bir sürü nükteler mevcut. Maalesef bunların kaçı doğru, kaçı yanlış daha henüz üzerinde ciddi bir araştırmamız bile yok. Her önüne gelen bir şey söylemiş, söylediğini de Hocaya atfetmiş. Şimdi bu tür söylentilerin tümünü külliyat haline getirdiğimizi varsaysak, böyle bir Nasreddin Hoca külliyatının dünyada küresel ölçekte aleyhimize sonuç doğurmayacağını kim garanti edebilir ki? Anlaşılan odur ki akademik çalışmalar olmadığı için ortalıkta dolaşan saçma sapan birtakım nükteler kültürümüzü derinden yaralamaya devam edeceğe benziyor. Yılların kültür kıyımına son vermek için seçici kurul oluşturup Hocayı gerçek çehresiyle tanıtmalı, şifahi rivayetlerden yola çıkarsak Nasreddin Hocaya bakışlar alay varı olacağı, hatta cahil nitelenmesinde bulunulabileceği muhakkak. Oysa Hocayı iyi incelediğimizde medreseli bir âlim olduğu ortaya çıkıyor. Zaten Akşehir’in tarihi kültür merkezi olması bunu doğruluyor. Önemli olan biran evvel latif dehamızı hakiki veçhesiyle takdim edecek çalışmaların yapılabilmesidir. Geçmişte Hoca hakkında birtakım yüzeysel değerlendirmeler yapıldı. Hatta Hocanın Arapların Cüha’sında olduğunu söyleyenler çıktı. Hele şükür ki 1980’lerde Afyon kitaplığında bir Mevlevi dervişinin yazdığı Nasreddin Hoca adlı eseri ipliklerini pazara çıkmasına yetti bile, böylece Hoca ile ilgili iddialar geçersiz kılınmıştır. Öyle ki bir dönemde latif dehamızın Timurlenk döneminde yaşadığı ve ona atfen fıkralarında Timur adı altında da zikredilmiştir. Bütün bu senaryolar suya düştü, ama hala yerimizden doğrulup ta Nasreddin Hoca ile ilgili entelektüel düzeyde doğru dürüst çalışma yapmış değiliz. Tarihi kimliğimize yakışır araştırmalar boynumuzun borcu olmalıydı oysa. Nasreddin Hoca ile ilgili birçok eserler var, ama bu çalışmalar arasında kayda değer nitelikte şimdilik Ümit Sinan Topçuoğlu’na ait bir araştırma eseri göze çarpıyor. O ‘Nasreddin Hoca ve Latifeleri’ kitabıyla yüreklere ferahlık veriyor adeta. Kendisi aynı zamanda folklor araştırmacısı, çalışmalarından dolayı da tebrik ediyoruz. Bütün bu keşmekeşe paydos vermek için Hoca ile ilgili şifahi de olsa Ona atfedilen nüktelerin toparlanıp ayrı bir külliyat olarak hazırlanması, birde gerçeğe yakın ciddi ve tarihi kimliğine yakışır bir şekilde orijinale yakın seçme külliyat ortaya koymak mecburiyeti var. Aksi takdirde Hikmeti Gülümseme dehamız yad ellerin elinde farklı mecraya itilme tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır. Medrese âlimi şahsiyetine gölge düşmemesi adına her türlü endişelere mahal vermeden gerçek anlamda Nasreddin Hoca protipinin yanı sıra doğru dürüst adına yakışır bir objektif külliyat ortaya koymalı. Ülkemizde bir dönem ideolojik hülyaların doruğa ulaştığı dönemlerde Hocaya sınıfsal yaftalarda bulunulduğunu, hatta Marksist kimlik verildiği göz önünde bulundurulduğunda kültürel değerlerimize eskisinden bin kat daha önem verilmesi gerçeği doğuyor. Sadece bu durum Nasreddin Hoca ile sınırlı kalmamalı. Hakeza bir İncili Çavuş gibi nice şahsiyetler de incelenmesi gerekir. Ümit Sinan Topçuoğlu’nun çalışmalarından hareketle diyebiliriz ki Hoca XIII. yüzyılda yaşamış bir medrese âlimidir. Hocanın kendisi bir nüktesinde Kuduri kitabından bahsetmesi, bahsettiği kitabın Hanefi fıkıh kitabı olduğunun ipuçlarını vermenin yanı sıra Hocanın sıradan herhangi bir olmadığını ciddi bir öğrenim görmüş âlim bir zat olduğunu ele veriyor. Onu diğer âlimlerden en belirgin farkı Hocanın kendine özgü nükteli, tevazulu, neşeli birisi olmasıdır. Hani bazen bir insan için derler ya ‘ağzından bal akıyor’ diye, sanki Hoca için söylenilmiş bir söz bu. O halde onu ağzından nükteli billur taneleri dökülen âlimdir diye de tarif edilebiliriz. Onun latifeleri nesilden nesile aktarılıp çağlar arasından sıyrılarak en nihayet hakkındaki rivayetlerin metin hale geldiği XVI. asrın eşiğine gelinmiştir. Şuanda en eski yazılı belge XVI. asra aittir. İşte bu ilk yazılı metinlerde en fazla ortaya çıkarabilecek türden ancak elli tane nükte söz konusu. Bu metinlerin haricinde söylenen nüktelerin çoğu halkın hocaya atfen yakıştırmalarıdır. Gerek yazılı metinler gerekse halkın muhayyilesi iyi analiz edilip, hatta bu konulara has kürsü kurulup Nasreddin Hocamızın şahsiyetine yakışır eserler verme görevimiz olmalı. Hikmeti Gülümseme diye de tasvir edilen Nasreddin Hocanın kültürel mirasına ilave edebilecek gücümüz olmasa da onun latifelerinden alabileceğimiz içeriği hikmet dolu derslerin olacağı gün gibi aşikâr. O güldürürken düşündüren ve dış yönüyle gülümseme, iç yönüyle de hikmet aşılayan billur dehamız. Nasreddin Hocanın Bereketzade İsmail Hakkı Bey’in şu sözlerine muhatap kalması yerindedir: “Zahiri hande feza(dışı insanı gülümsetir), batını hikmet nüma(içinde hikmet taşır)’’ İster istemez bu güzel sözler bize Şah-ı Nakşibendî(k.s)’ın şu güzel vecizelerini hatırlatıyor: Zahirimiz halkla, batınımız Hak’la beraber olmalı. Yani Abdül Halıkıl Gücdivani’nin ‘Halvet der encümen ‘diye ifadelendirdiği ‘Halk içinde Hakk olmak’ düsturu düsturumuz olmalı. Evet, Nasreddin hocada dış yönüyle sıradan bir insanmış gibi görünse de o gerçekte halkın içinde gezen, konuşan fakat yüreği hikmetle dolu bir insan. O halktan uzaklaşmamış, bizatihi halkın içinde bulunarak olayları yerinden incelemenin gereğini yıllar öncesinden hikmeti gülümsemeyle mesaj olarak sunmuştur. Hikmeti Gülümseme dehamız, halktan uzaklaşmanın şöhrete yol açacağını sezmiş ve şöhretinde afet doğuracağını anlamıştır. Hacegan silsilesinin pirleri de bu düsturu tarikatlarının esası olarak koymuşlardır ve adına ‘halvet der encümen’(kalabalıklar arasında da olsa gönlün Allah’la beraber olmak) demişlerdir. Onlar ki ticaretle dahi meşgul olsalar Allah’ı zikretmek onları alıkoyamaz ilahi beyanı Saadat kiramın yoludur. Velhasıl; Nasreddin Hoca XIII. yüzyılda yaşamış bizim her şeyimiz, kültürümüzün süsüdür. Yeter ki anlamaya çalışalım. Velhasıl; O “Zahiri hande feza, batını hikmet nüma’’dır. Vesselam.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|