AK Gençliğin Buluşma Noktası
Forum Köşe Yazarlığı Ak Parti Forum Köşe Yazarları buraya.



 
Seçenekler
 
Prev önceki Mesaj   sonraki Mesaj Next
Alt 07-10-2011, 13:27   #1
Kullanıcı Adı
alperen
Standart BİYOKİMYA ÂLEMİ
BİYOKİMYA ÂLEMİ

ALPEREN GÜRBÜZER
Hayatın kimyası hep insanoğlunun merakına mucib olmuştur. Bu yüzden Biyokimya genel itibarı ile Genel kimya ve Klinik kimya olmak üzere iki kategoride incelenip, hatta biyoloji biliminin daha anlaşılır hale gelmesi için organik ve inorganik kimya, fizikokimya, fizyoloji, biyoloji ve mikrobiyoloji dallarını referans olarak almaktadır. Yani Genel Kimya da kendi içerisinde yapısal biyokimya ve dinamik biyokimya diye iki ayrı alt bölümde değerlendirilir. Bilindiği üzere hücrenin hangi kimyasal yapıya sahip olduğunu yapısal biyokimya tetkik eder. Hücrenin metabolizma olaylarını ve kimyasal değişmelerini ise dinamik biyokimya alakadar olur. Dahası biyoloji, kimya, fizik, astronomi ve tüm bilimler el ele gönül gönüle vermiş bir bütün halde hayata renk katmaktadırlar. Çünkü hayatın yaratıcısı Vacib’ül Vücuddur. Her ne kadar evrimciler canlı âlemin ültraviyole ışınları, kozmik ışınları, ısı, rutubet ve diğer birtakım sebeplere bağlı olarak cansız maddelerden kendi kendine meydana geldiğini söyleseler de, ergeç bir gün onlarda tüm canlıların tabiatüstü bir güç olan Yüce Allah tarafından yaratıldığı çizgisine geleceklerdir elbet. Çünkü insanoğlu tefekkür etsin diye biyolojik nizam, tesadüfe meydan vermeyecek şekilde önümüze sergilenmiş durumda. Belki de cansız varlıklardan canlı varlıklar meydana geldiği tezini ters çevirdiğimizde biyokimyanın dilini anlamak çok daha kolay olacak gibi. Zira canlılar öldüklerinde toprağa karışan cansız organizmaların besin maddesi olarak kullanan mikroorganizmaların solunum faaliyetleri sonucu yakılıp parçalanmasıyla birlikte en küçük inorganik maddelere kadar ayrışabilmektedirler. Tıpkı bu mükemmel donanıma sahip bir sarayı yıktığımızda onu meydana getiren taşların ayrışmasına benzer bir durumdur. Hatta bu ayrışan taşlar başlangıçta ki orijinal hali gibi olmasa da, yine aynı taşlarla yeniden bir saray yapmak pekâlâ mümkün, ama bu da yetmez, bunun yanı sıra bir mühendise de ihtiyaç var. Nitekim bu mesele Risale-i Nur kitaplarında; “Nasıl ki bir köy muhtarsız olmaz, hem madem bir saat ustasız olmazsa, elbet bu kâinatta yaratıcısız olmaz” tarzında izah edilmektedir. O halde hiçbir eser kesin kes kendi kendisinin yaratıcısı olamaz diyebiliriz.
Aslında her canlı doğmadan önce anne karnında yeme ve içme gibi biyokimyasal faaliyetleri öğrenip, 9 aylık eğitimini tamamladıktan sonra dünyaya adım atmaktadır. Dünya hayatında ise belirli bir çağa kadar anne ve babanın kontrolünde gününü gün ederek yaşayan bir evlat, belli bir yaştan sonra artık ebeveynlerin kontrol altından çıkıp ayakları üzerine durmak mecburiyetini hisseder. Derken kendisi için gerekli biyokimyasal gıdaları arayış yoluna koyulur. İşte bu arayış içerisinde bir yandan alın terini silerken, bir yandan da beslendiği gıdaların bir anlamı olduğunu, belki de ilk defa fark etmiş olacaktır. Bu yüzden gerçek mütefekkirler biyokimya’ya biyohayat demişlerdir. Zira biyokimyanın amacı hayatın sırrını öğrenebilmektir. Dolayısıyla canlı sistemin yapısını ve fonksiyonlarını kimyasal bakımdan inceleyen bölüme biyokimya olarak tarif edilir. Zaten dikkat edildiğinde biyokimya kelimesinin ilk yarısını oluşturan “Bio” ibaresi hayat anlamına gelen canlı demektir. Dahası insan biyokimyasını oluşturan birçok organ topluluğunun oluşturduğu birliktelik sayesinde dışardan aldığımız besin maddeleri moleküler seviyelerde parçalanarak kan dolaşımı vasıtasıyla tüm hücrelere paket servis yapılmaktadır. Malum olduğu üzere insan biyokimyasının % 66’sı su, %16’sı protein, % 13’ü yağ, % 5-6’sını mineral maddeler ve az miktarını da vitaminler oluşturmaktadır. Tabi bu arada nasıl olsa biyolojik nizam var diye dışardan bünyemize kattığımız besinleri gelişigüzel ölçüsüzce almamalıdır. İşte bu yüzden beslenme şekilleri şu başlıklar altında incelenmektedir:
—Aşırı beslenme (süralimantasyon)
—Tek yanlı beslenme
—Yetersiz beslenme
—Beslenememe, yani kötü ya da yetersiz beslenenme neticesinde vücudun iyi beslenememesi (denütrisyon).
Aşırı sıkboğazlık ve aşırı çeşitlilik vücuda gereksiz yere fazla besin yüklediği için pek çok organın hareket kabiliyetinin kısıtlanmasına neden olup, akabinde siroz, mafsal hastalıkları, diş çürümeleri, tansiyon yüksekliği, şişmanlık gibi bazı hastalıklar doğurabilmektedir. Çünkü yemeklerin aşırı çeşitliliği beraberinde hazım müddetleri farklı olması hasebiyle birtakım marazlara yol açmaktadır. Allahü Teala bu yüzden; “Yiyiniz içiniz fakat israf etmeyiniz” (A’raf,31) diye beyan buyurmuştur. Demek ki biyokimya düzenimizi bozacak olan her şeyin çoğu da zararlı, azı da.
Tek yanlı beslenme ise besinlerin bir kısmının fazla, ya da az alınması şeklinde ortaya çıkan bir durumdur. Bir insan bir yandan sadece karbonhidrat bakımdan zengin gıdalarla beslenirken diğer yandan vitamin bakımdan zengin olan bitkisel yiyecekleri ihmal etmesi durumunda vücut biyokimyasının bir anda dengesinin bozulacağı muhakkak.
Yetersiz beslenme adından da anlaşıldığı üzere vücut için hayati enerji sağlayacak besinlerin yeterince alınmaması demektir. Bu nedenle biyokimyacılar vücudumuz için gerekli enerji miktarına bazal metabolizma olarak tarif ederler. Zira bu miktarı karşılayabilecek metabolizma ayarı takriben 1600–1800 kalori olarak bilinmekte olup, normal seviyeye yakın veya biraz altındaki beslenme tarzına subnütrisyon adı verilmektedir. Hatta 1000 kalori seviyesindeki beslenme seviye değerine veya vücudun aşırı açlık durumuna inanisyon denmektedir. Aslında her iki durumda yetersiz beslenme kategorisine girmektedir.
Besin maddeleri vücudumuza aldığımız halde istenilen faydayı elde edilemiyorsa o zaman yeterli beslenememe denilen denütrisyon olayı ile karşı karşıya kaldığımız anlamına gelecektir. Bu tip durumda ister istemez organik bozukluklardan tutunda sindirim sistemi bozukluklarına kadar birçok biyokimyasal faaliyetlerin iyi işlemediği gerçeği ile yüzleşiriz. Nitekim iyi beslenememe durumlarında vücudumuz son çırpınışlarını yaparak kendi dokularını bile yıkmayı (katabolizma) göze alabilmektedir. Hatta söz konusu yıkım vücudun % 25’ini kaybedinceye kadar sürebilir de. Zaten bu yıkımın zirve yapması ölüm demektir. Fakat bazı istisnai durumlar var ki kayıp oranı % 50 civarı olmasına rağmen hayatta kalabilen hastaların var olduğu da apayrı bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Galiba bütün bu beslenme şekillerinden çıkaracağımız ders şu olmalı; yediğimiz gıdaların ne kadar protein veya ne kadar vitamin içerdiğini bilmekten ziyade hem karbonhidrat hem de vitamin ve minarelce zengin besinlerin vücut biyokimyasını karşılayacak derecede alınmasını sağlamaktır. Tüm bu koruyucu tedbirlere rağmen şayet biyokimya dengemiz işlemiyorsa mutlaka bir sağlık kuruluşuna başvurmakta fayda vardır.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri Marifetname adlı eserinde özetle;
Safra maddesini mahveden soğuk yiyecek ve içeceklere alışmamak gerektiğini, hatta ısıtılıp kurutmaya bırakılan yemeklerden şiddetle kaçınılmasını, kavun türü sulu meyveleri bolca tüketilmesi gerektiğini, ayrıca sabahın ayazından korunmaya dikkat edilmesi lazım geldiğini, kışın ise yünlü elbiselerin giyinmenin yanı sıra yağlı yemekler yemenin vücut için çok faydalı olacağını bildirmektedir. Tabii burada tavsiyeler bitmiyor, dahası var. Şöyle ki;
Deniz seyahati kan, safra sıvısı gibi sıvıların akışına olumlu etki yapması dolayısıyla mide için faydalı olacağını, yemekten 2–3 saat sonra uyumaya dikkat çekip, yatarken sağ omuzunun üzerine yarım saat yatmak (ciğerin mideyi ısıtılması bakımdan olsa gerek), sonra sol tarafa dönüp 2 saat uyumalı diye sıhhatli bir şekilde uyumanın gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu arada suyu yemekten 2 saat sonra içmek gerektiğini, yemek arasında su içmenin ise birçok hastalıkları önlediğini vurgulamaktadır. Hatta sabah terliyken, mide boşken veya meyvenin üzerine kesinlikle su içmenin son derece tehlikeli olduğunu da belirtmektedir.
Besin maddelerin canlılar tarafından özümlenmesi (asimile edilmesi) protoplazmanın oluşumunu (anabolizma) sağlamaktadır. Fakat şurası bir gerçek; yediğimiz gıdaların hem bedenimiz hem de ruh dünyamız üzerinde birtakım biyoşimik tesirleri vardır. Ruhumuz dünyaya açılan pencere olması dolayısıyla Allah kulları için yarattığı yeryüzü sofrasının vücut iklimimizde oluşturduğu mayalanma reaksiyonları sonucunda gerek amino asit bazında, gerek protein bazında, gerek vitamin bazında ve gerekse diğer atomlar bazında birçok etki yaptığı muhakkak. Aslında Savorin “Lezzetin felsefesi” adlı eserinde; ‘Bana ne yediğini söyle, senin kim olduğunu haber vereyim’ derken bu gerçeği bize hatırlatıyor. Hatta bir takım araştırmalara dayanarak bitkisel ortamlarda beslenenlerin daha halim, daha salim, daha uysal insanlar olduğunu, etçil olanların ise daha kaba, atik ve kavgacı özelliklere sahip olduğu beyan etmektedir. Mesela Alman imparatoru Bismark yaşadığı hayatı obur beslenme tarzına göre yürüttüğü içindir ki I. Dünya savaşının seyri kan ve demir politika eksenine kaymıştır. Mahatma Gandi obur yaşamanın tam tersi bir tavırla keçi sütü, hurma vs. gibi birkaç sade besinle hayatını idame ederek sivil itaatsizliğin öncüsü olmuştur. Tasavvufta ise bazı tarikatlar meşreplerinin gereği “Bir lokma, bir hırka” denen bir riyazet yol izleyerek nefislerini terbiye edip vuslata ermişlerdir. Nitekim Hz. Mevlana ağzına aldığı lokmanın şüpheli olduğu kanaatine vararak Mesnevinin ikinci cildini bir yıl ertelemiştir. Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.v); “Dertlerin meskeni midedir” beyan buyurarak inananları haram lokmadan kaçınmaya teşvik etmiştir.
Çağdaş Kimyanın kurucusu Lavasioer’in (Lavaziyer’in) organik maddelerin biyolojik oksitlenme yoluyla veya oksijen vasıtasıyla yanması sonucunda karbon dioksit (CO2) ve su (H2O)’yun açığa çıktığını göstermesinden sonra, birçok organik kimyacı bitkisel ve hayvansal kaynaklı analiz çalışmalarla da hem hayata dair birtakım ipuçları elde etmişler, hem de biyokimyanın dalbudak salmasına vesile olmuşlardır. Öyle ki elde edilen biyokimyasal veriler ışığında; canlıların bir kısmı oksijen kullanarak (aerobik solunum) enerji elde ettiğini, diğer kısmının mayalanma denilen oksijensiz yoldan (aneorobik) besin elde edip enerji sağladığını göstermektedir. Mesela glikoz hammaddesinin oksijensiz ortamda mayalanmaya uğrayarak 2 adenozin trifosfat (ATP) molekülü imal edilirken, aynı glikozdan oksijenli ortamda 38 ATP molekülü elde edilebilmektedir. Bu tespitleri hiç şüphesiz 1861 yılında Louis Pasteur’un ilk defa ortaya çıkardığı bir takım çalışmaları sayesinde öğrenmiş bulunuyoruz.

GLUKOZ
├ 2ATP
2 PİRUVİK ASİD
6O2 ┼ 38 ATP
6CO2 ╧6H2O
a-oksijenli solunum.

GLUKOZ
├ 2ATP
2 PİRUVİK ASİD

MAYALANMA ÜRÜNLERİ
b-oksijensiz solunum.

Yukarıda şematik bağ yapısından da anlaşıldığı üzere oksijen yoluyla daha çok hayat enerjisi elde edilebilmektedir. Demek ki oksijensiz ortamda glükoz molekülü 2 pirüvik aside yıkılıp mayalanma ürünleri (alkol ve laktik asit vb. maddeler) oluşturulabilirken, oksijenli solunumda ise bu pirüvik asid 6 molekül oksijenin devreye girmesiyle birlikte karbondioksit ve suya kadar parçalanıp, sonuçta hayat için gerekli olan 38 ATP molekül meydana gelebilmektedir.
Anlaşılan o ki solunum hadisesinde yakıt tankı olarak glikoz kullanılmakta, ardından bu yakıt tankı pirüvik aside ayrışarak iki hidrojen ve iki molekül ATP enerjisi meydana gelmekte. Tabi bu iş burada bitmiyor, birde bunun ikinci safhası var ki, bu safhada pirüvik asitten karbondioksitin ayrılması olayı gerçekleşmektedir. Yani arta kalan iki karbonlu molekül krebs döngüsüne takılıp, bu çemberin tıpkı değirmenin çarklarında buğdayın öğütülmesine benzer bir işlemden geçerek hidrojen ve karbondioksit molekülleri açığa çıkmakta. Böylece açığa çıkan hidrojenin oksijen üzerine transfer edilmesiyle birlikte ab-ı hayat su ve enerji kaynağı ATP meydana gelmektedir.
Bilindiği üzere Kimya dalının en ince ayrıntılarının keşfedilmediği yıllarda organik moleküllerin ancak bitkiler ve hayvanlar tarafından yapılabileceği kanaati hâkimdi. Fakat 1878 yılına gelindiğinde Alman Kimyager Wohler insan ve hayvan organizmasının protein metabolizmasında son ürün olarak ortaya çıkan üre maddesini inorganik maddelerden sentez etmeyi başararak alışıla gelen bazı inanışları biranda yıkabilmiştir. Yani protoplazmanın işlenip parçalanması sonucunda açığa enerji çıkmasıyla birlikte birtakım basit maddelerin oluşması (katabolizma) gerçekleşmekte ve katabolizma faaliyetlerinin akabinde ise üre ortaya çıkmaktadır. Hatta ürenin hidroliz olmasıyla CO2 teşekkül etmektedir. Bilimsel çalışmalar ilerledikçe daha sonraları (1884’te) sirkeye ekşilik özelliği katan asetik asetin sentezi bile gerçekleşebilmiştir. Bu arada Pastör’ün fermantasyon (mayalanma) üzerindeki geniş araştırmalarından ilham alan Brucher, bilim dünyasının pekte alışık olmadığı birbaşka konu olan enzim kavramına dikkat çekmeyi başarabilmiştir. Böylece anabolizma, katabolizma ve enzim derken birçok gelişmeler zincirlemesine neşvü nema bulmuş, bilim durmak yok yola devam dercesine hız kesmemektedir. Şöyle ki bir çözeltinin asitlik ve bazlık değerini belirleyen PH kavramıyla birlikte vücutta nükseden birçok nötralizasyon reaksiyonlarına ait fikirler geliştirilmiş, ardından nükleik asitler keşfedilmiş ve daha sonraları kas içerisinde organizmaya enerji sağlayan ATP maddesi elde edilerek bilim dünyası yeni bir çığır açmıştır. Yani yeşil bitkiler tarafından besin maddelerin sentezinde kullanılan güneş enerjisinin hayvansal hücreler içerisinde ATP şeklinde depo edilip, gerektiğinde depo edilen ATP’nin protein ve nükleikasit sentezinde rol almasının yanısıra kas kasılması esnasında kullanıldığı ortaya konulmuştur. Derken bir başka araştırıcı Knoop’ta yağ asitlerinin organizma içerisinde β- oksidasyon olayı sayesinde yıkıldığını göstermiştir. En nihayet bütün bu gelişmelerin ışığında Embden- Meyerhof’un kasılan kasta laktik asit (glikoz) teşekkülünün nasıl sağlandığını, oksijen sarfiyatı ve ısı teşekkülü arasında nasıl bir bağlantı bulunduğunu bilim dünyasına göstermesi ile birlikte gerçek anlamda modern biyokimyanın start aldığı söylenilebilir. Yani tüm bu tecrübelerin birikimi sonucunda; gerek kas ekstraklarından enzim ve substratların izole edilmesi, gerekse glikozdan laktik asit teşekkülü gibi birçok karanlıkta kalan metabolik reaksiyonlar aydınlığa kavuşmuştur. Tabiî ki buna virüslerde dâhildir. Ki; bir takım analitik çalışmalarla virüslerin nükleoprotein yapısında olduğu belirlenmiş, böylece canlılık ve cansızlık kavramları arasında kesin bir sınır bulunamayacağı düşüncesi iyice zihinlere yerleşiverdi. Hatta bazı enzimlerin kofaktör (bazı mineraller) veya vitaminler arasında vuku bulan bağlantının keşfedilmesi hadisesi işe yaramış olsa gerek ki sözkonusu maddelerin canlı organizmada ne gibi görevlerinin olduğu hususunda birçok olaylar bir çırıpıda gün ışığına çıkmıştır.
İngiltere’de Oxford üniversitesinden Sir Hans Krebs’in çalışmalarıyla da biyokimyanın en önemli reaksiyonlarını ihtiva eden trikarboksirik cirrusu (TCA) veya diğer adıyla Krebs sikrusu (Krebs çemberi) keşfedilmiştir. Bu buluştan sonra, gerek Sir Hans Krebs ve gerekse diğer araştırıcılar boş durmayıp yapılan çalışmalar sonucunda karbonhidrat, lipit, karbondioksit (CO2) ve su (H2O)’ya tam yükseltgenmenin trikarboksirik sikrusunda aynı ara maddeler üzerinde teşekkül ettiği ortaya çıkmıştır. Hakeza Asetil Ko-enzim- A (Co-A)’nın keşfedilmesi ve Lipman’ın çalışmalarıyla birlikte aktif asetatın asetil Co-A olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca Horecker; glikozun Embden- Meyerhof yolu veya trikarboksirik sıkrusu yolundan başka, pentosfosfat yoluyla bile organizmada yıkılabileceğini göstermiştir.
Bilindiği üzere canlı organizmalarda bulunan moleküler yapı kompleks bir sistem üzerine kuruludur. Dolayısıyla canlı sistemin makroskobik yapısını anatomi, mikroskobik yapısını histoloji dalı oluşturmaktadır.Fakat biyokimyasal olaylar daha çok fizyolojinin konusu alanında yoğunlaştığı gözlemlenmiştir. Bununla birlikte, biyokimya bilim dalı detaya yönelik incelemesini hem morfolojik, hem fonksiyonel bakımdan, hem de ultra mikroskobik yapının yapısı diyebileceğimiz moleküler alan, molekül topluluklar ve iyonlar diye vs. alt başlıklar altında yapmaktadır. Mesela bir bilim adamı morfolojik yönden bir canlı yapısını incelerken daha çok moleküler veya iyonların canlı sistemde nasıl yayıldığıyla alakadar olmakta, fonksiyonel yönden ise birtakım moleküller ve iyonların canlı sistemde nasıl teşekkül ettiğini, hatta bunların organizmada uğradıkları kimyasal değişiklikler sonucunda nasıl son ürün haline gelip hangilerinin nasıl dışarı atıldıklarını araştırıp göstermek yönünden ele almaktadır.
Elemental Denge
Atom maddenin özü olup bazen bir ışık, bazen bir elektrik, bazense enerji tarzında tezahür etmektedir. Hele hele yerkabuğunda mevcut olan atomlardan 22 tanesi var ki; bunlar canlıların bileşimini tayin edip, özellikle bunlar arasından 16 tanesi her çeşit organizmada bulunabilmektedir. Şöyle ki en çok bulunan elementler H, O, N ve C olup, bunlar birçok hücre yapısının % 99’unu oluşturmaktadırlar. Hatta bu maddeler devamlı bir döngü çerçevesinde biyolojik oksitlenme sonucu organik halden inorganik hale dönüşebilmektedirler. Böylece ortamda hiç oksijen kalmayıncaya kadar bu durum seyrinde devam ediverir. Anlaşılan o ki gerek azot gerekse karbon maddesi hayati fonksiyonlar icra etmek için ayarlanmış elementlerdir. Bu yüzden her iki elementinde gezegenimizde azot çevrimi ve karbon çevrimi adı altında döngüsü söz konusu olup, zaten hayat bu tür döngüler sayesinde denge kazanmaktadır. Böylece azot, karbon ve kükürt çürüme (ayrışma) yoluyla yeniden kullanılabilmektedir. Mesela organik maddeler solunum esnasında oksitlenerek aerobik bakterilerin faaliyetleri sonucu azot maddesi önce sırasıyla amonyak, nitrit ve nitrat türü oksidasyon ürünlerine çevrilmektedir. Daha sonra nitratın güneş ışığı yardımıyla asimile edilmesiyle birlikte ortaya çıkan aerobik çürüme veya aneorobik bakterilerin oksijensiz ortamda yürüttükleri azot, karbon ve kükürt evrelerini kapsayan aneorobik ayrışma sonucunda elemantal denge gerçekleşiverir. Azot hem hidrojenle bağ kurup gerektiğinde oksijen ve flor elementleri arasında yerini alan bir madde olarak, hem de kromozomları oluşturan nükleik asitlerin ana çatısını oluşturan gözde bir element olarak dikkat çekmektedir. Hatta bu element, proteinleri meydana getiren amino asitlerin yapısına da girmektedir. İşte görüyorsunuz Yüce Allah maddeyi şekilden şekile çevrirerek hiçbir şeyi israf etmeden yarattığı mahlûkatı besleyip tekrar aslına döndürmektedir. Nitekim Kur’an’da Yüce Rabbimiz; “O’nun zatından başka her şey helak olucudur. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz” (El-Kassas, 88) diye beyan buyurmaktadır.
Bilindiği üzere elementleri ilk defa periyodik cetvel tablosunda listeleyen kimyacı Mendelyef’tir. Bu arada elementlerin tasniflemesinin ortaya çıkardığı bir gerçek var ki; hiçbir elementin rastgele dizilemeyeceği, tam aksine bir kanuna tabi olarak seyr-i âlem eylediği gerçeğidir. Bu dizilimde görüldü ki tesadüf denilen ucube yaratığa bu periyodik cetvel tablosunda bile yer yoktur. Bu yüzden Mendelyef’in atom ağırlıklarına göre cetvel düzenlenmesi önemli bir hadisedir. Daha sonraları H.Mozeley yaptığı deneyler sonucunda; elementleri çok hızlı elektronlarla bombardımana tutarak her birinin farklı dalga boylarında X ışınları yaydığını gözlemledi. İşte bu farklı dalga boylarına göre elementleri dizdiğinde Mendelyef’in belirlediği cetvelin bir benzerinden başkası olmadığını, yakinen görme şansı elde etmiş oldu. Gelinen nokta itibariyle elementler ister atom ağırlıklarına göre dizilsinler isterse proton sayısına göre dizilsin fark etmez, sonuçta aynı periyodik cetvelle karşı karşıya kalınacağı gerçeğini değiştiremiyecektir. Demek ki atomlar hem proton adedince sıra özelliği kazanmakta, hem son yörüngelerinde elektronların (+) veya (-) yüklü durumlarına göre değer almaktalar, hem de periyodik cetvel tablosunun aynı sütununda bulunan elementlerin benzer özellik sergilemeleri dolayısıyla grup özelliği elde etmektedirler. Sanırım bir taşta üç kuş vurmak buna derler. Bir başka gerçekte periyodik cetvelde yer alıp ancak dünyadan bir şekilde firar edip uzaya karışmış ve hatta dünyadakilerden daha fazla sayıda bulunan elementlerin varlığıdır. İşte uzaya kaçmış belli başlı bu elementlere He, Ne, Kr, H, Xe, Ar ve N gibi atomları pekâlâ örnek gösterebiliriz. Hele hele bunların içerisinde atmosferde %1 oranında bulunan bir argon gazı var ki, şayet bu element olmasaydı belki de bugün elektrikten söz edemeyecektik. Çünkü bu gaz elektrik yönünden ilerleyen medeniyete hamle üzerine hamle katmıştır. Anlaşılan o ki biyokimyasal hayat kendisi için gerekli olan maddelerin var olduğu alanlarda konaklamış durumda. Mesela dünyamız hayat için lüzumlu elementleri en ideal şartlarda barındırmaktadır. Zaten evrende dünyadan başka tüm canlıları kapsayan en iyi ortam şartlarına sahip yaşayabileceği gezegen gözükmemektedir. Zira dünya biyokimya düzen için en ideal bir mekândır. Demek ki; “Dünyada mekân ahirette iman” sözü boşa değilmiş.
Litosferde en çok O, Si, Al ve N elementi bulunup, az da olsa ( % 1–5 arasında değişen oranlarda) Ca, F, Na, Mn, K ve Cl (klor) gibi elementler bulunabilmektedir. Ekseriyetle bunlar içerisinden hafif ağırlıkta olan elementler yeryüzünün dış katmanlarında, ağır olanlar ise merkezde odaklanmış haldedirler. Hatta hafif yapıdaki elementlerin bir kısmı gezegenimizin kendi ekseni etrafında dönmesiyle birlikte merkezkaç kuvvetinin etkisinden olsa gerek yeryüzünün dış katmanlarından uzaya firar ederek zaman içerisinde kaybolup uçmuşlardır. Netice itibariyle dünyada ki helyum, neon, kripton, hidrojen, ksenon, argon ve azot gibi materyallerin kâinattakinden az olması bunu teyit etmektedir. Neyse ki söz konusu bu elementler hidrojen, su ve karbonhidrat bileşikleri sayesinde varlıklarını sürdürüp ağır moleküller arasında oldukça büyük oranlarda biyosferde yer alabilmişlerdir.
Bilindiği üzere kimyasal bağlar birçok madde de bulunmaktadır. Şöyle ki; C, H, O ve N canlı yapılar için iki veya üç elektron çift bağ oluşturmak açısından en uygun elementler olup, aynı zamanda bu elementler kovalent bağda yapabilmektedirler. Öyle ki bu elementler kovalent bağ oluştururken dışardan herhangi bir etkiye ihtiyaç duymaksızın yörüngelerinde elektron tutma becerisini sergileyebildikleri gibi ikili çiftler ya da üçlü çiftler halde komşu atomlar arasında asal gaz karakterine dönüşecek şekilde kararlı ortak bağlar da oluşturabilmektedirler.
Biyokimya düzeninde rol oynayan elementlerden bazıları
Canlılarda can ne ise cansız maddelerde enerji o demektir. Şurası bir gerçek biyokimyanın orjini elemente dayanmakta. Dolayısıyla biyolojik nizamın element temelini bilmeden hayatı anlamak mümkün değildir. Bu yüzden organik bileşikler için gerekli karbon (C), azot (N), oksijen (O), hidrojen (H) ve kükürt (S) gibi elementler karşımıza çıkıp, bunlar aynı zamanda amino asitlerin yapı taşlarını oluşturmaktadırlar. Bu arada en önemli hücre dışı katyonun Na (sodyum) elementi olduğunu da unutmamak gerekir.
C (karbon)
Dünyada ne kadar organik madde varsa hemen hepsinin karışımında karbon maddesi vardır. Havadan alınan oksijen sayesinde insan ve hayvan bedeninde ki besinler yavaş yanmaya tabi tutulup bunun sonucunda dışarı karbondioksit verilmektedir. Şayet havada karbondioksit maddesi çoğalırsa tehlike arz edebilmektedir. Hele çok şükür bitkiler karbonu zararsız hale getirecek faaliyetlerde bulunup bu kıymetli maddeyi dengede tutarak yüreklere su serpmektedir. Nitekim klorofil içeren bitkiler havaya karışan karbondioksiti ışık enerjisi yardımıyla nişastaya çevirebilmektedirler. Böylece bitki bünyesinde biriken nişasta hayvanlara gıda olmaktadır. Hakeza insanoğlu da hayvan etlerini yemekle sunulan bu ziyafet sofrasından nasibini alıp, bir şekilde o da karbon döngüsünün içerisinde yer almaktadır.
O (Oksijen)
İnsan vücudunun dakikada 250 ml oksijene ihtiyaç duyduğuna göre bu atomun önemi bin kat daha artmaktadır. Hatta insanın fazlaca efor sarf ettiği durumlarda bu ihtiyaç daha da artmaktadır. Kaldı ki solunum yoluyla aldığımız oksijeni kana vermek ve kanın hücrelerden topladığı karbon dioksiti dışarı atmak akciğerin işi olsa da, ortamda oksijen yoksa akciğer ne yapsın, dolayısıyla oksijensiz hayat düşünülmemektedir. Teneffüs ettiğimiz havaya bile ölçü tayin edilmiş. Mesela atmosferde oksijen % 21’in üzerinde olsaydı yeryüzünde yanabilecek olan her şey tutuşup duman olacaktık. Ya da tam tersi % 21’in altında olsaydı oksijensiz kalan beynimiz şuur kaybına uğrayıp ölüm kaçınılmaz olacaktı. Hakeza farz sayalım ki kan dolaşımı birkaç dakikalığına ara verdi, bak o zaman kızılca kıyameti. Çünkü ateş oksijenin yanıcı maddeleri ile birleşmesi sonucunda alev alabilmekte. Hatta bu iş için her dakikada bir gıdaları yakmak adına 400 santimetreküp oksijen kullanıp karşılığında habire karbondioksit açığa çıkartıyoruz. Anlaşılan o ki oksijenin ateşlenmesiyle hayat enerjisi doğmakta, yani sindirim vasıtasıyla aldığımız yanıcı maddeler yakıcı oksijenle yanarak anlam kazanmaktadır. Böylece yanıcı ve yakıcı maddeler kanımız tarafından kavuşturularak adeta nikâh edilirler. Derken nikâhı kıyılan çiftlerin reaksiyona girmesiyle birlikte hayat enerjisi elde ederiz. Tabiî ki bu reaksiyon biyoloji dilinde oksidasyon olarak tarif edilmekte. Hatta bu oksidasyon olayında mitokondrilerde bulunan bir takım enzimler katalizör görevi yaparak hayat enerjisine renk katmaktadırlar. Ayrıca hayat enerjisinin dışında oksijenin glikozla birleşmesi sonucunda karbondioksit ve su açığa çıkmaktadır. Üstelik organizma içerisinde var olan serbest enerji heba edilmiyor, bilakis ATP denilen bir fosfat bileşiği şeklinde depo edilip, ancak ihtiyaç hâsıl olduğunda başvurulacak enerji kaynağı olabilmektedir. Niye başvurulmasın ki depoda yaklaşık 700 kalorilik enerji saklı tutulmaktadır.
Azot
Azot atmosferde %79 oranında bulunmasına rağmen havadan ancak oksijen alabilmekteyiz. Böylesine önemli bir elementi zaten doğrudan alabilseydik yememize içmemize bile belki de gerek kalmayacaktı. Buradan çıkan sonuç azotun çalışmayan tembel bir unsur olarak sahne almasıdır. Çünkü azot kolay kolay başka maddelerle birleşememekte, dolayısıyla oksijen gibi kanla doğrudan bağlantı kurup bağlanamamaktadır. İşte bu yüzden değişik türden besinler almalı ki bu değerli elementi vücudumuza alabilelim.
Mg (Magnezyum)
Magnezyum klorofil maddesinin tam merkezinde bulunup fotosentez olayında çok mühim rol oynamaktadır. Belli ki zincirin merkezinde tek atom özelliğine sahip olması onu daha da cazip kılmakta. Hatta onun böylesine yerini tutacak elemente rastlanılmaması bunu teyit ediyor zaten. Nasıl ki otomobilin kalbi sayılan motor olmadan sürücü hareket edemiyorsa, klorofilin kalbi hükmü saydığımız magnezyum atomu olmadan da bitkinin hayatiyet kazanamayacağı muhakkak. Fakat kalbi bir madde olmasına rağmen yine de canlıların yaşadığı katmanlarda biyolojik ihtiyaç gerekliliği minimum düzeylerde seyretmektedir. Zira Mg (magnezyum) hafif elementler grubundan olmakla birlikte biyosfere yakın tabakalarda az miktarda mevcut olup, litosferin katılaşmış tabakalarında yüksek sıcaklıklarda ergimesi sonucunda daha derinlerde kristalleşmiş mineral halde bulunmaktadır.
Kükürt (S)
Tabiatta bulunmakla birlikte aynı zamanda proteinlerin ve önemli biyolojik bileşiklerin yapısına giren bir element olarak dikkat çekmektedir.
Cl- (klor)
Hayvanlarda özellikle hücre içi ve hücre dışı anyon elementi olarak gözüken bir elementtir.
Potasyum (K+)
Hücre için en önemli katyon elementidir. Hatta bitki öz suyu ve kanda erimiş halde bulunan potasyum, belli ki hayat için önemli bir fonksiyon üstlenmiş durumdadır. Hakeza sodyum içinde öyledir.
Kalsiyum (Ca)
Kemiklerin en önemli yapısal bileşenini oluşturan elementtir.
Mn (Mangan)
Bazı enzim aktiviteleri için gerekli olan elementtir.
Fe (demir)
Kan hücreleri için önemli bir metal iyonu elementidir. Bilindiği üzere anne sütü demirden yana kıt veya hiç denecek türden bir ak sıvı özelliği taşımakta. Bu yüzden Yüce Allah bebeğin daha doğmadan tedbirini alıp, anne karnındaki demirin bir kısmını ceninin karaciğerinde muhafaza altına almıştır. Böylece dünyaya gelen çocuk ilk altı ay bölümünü bu muhafazadan karşılamaktadır. Zaten bu sürenin bitiminde depolarda demir kalmasa bile çocuğun artık sulu yiyecekler yeme safhasına geçmesinden ötürü bu meselede kendiliğinden çözülmüş olacaktır. Anlaşılan o ki demir cevheri sadece tabiatın değil, kan dolaşımının da potansiyel bir hammaddesidir. Demir özellikle hemoglobin ve birçok enzim yapılarında bulunup, oksijen (O) taşınmasında çok mühim bir rol oynamaktadır. Bilindiği üzere birzamanlar Güney Avustralya’da nükseden sahil hastalığı koyunların baş belasıydı, ama neyse ki bu hastalığa demir çare olabilmiştir. Şöyle ki çok uzaklardan getirilen demir cevherine kobalt ilave edilip koyunlara yalatılması sonucunda bu hayvanlar sahil hastalığın üstesinden gelebilmişlerdir. Meğer bu hastalığa şifa kaynağı kemikten izole edilen B12vitaminin yapısında bulunan parlak kırmızı kristalli kobalt (Co) elementin gizeminde gizliymiş. Öyle ki sağır dilsiz sandığımız kobalt elementi, etrafında yer alan atomlarla el ele, gönül gönüle verip kan yapmak adına onlarla birlikte hayati bir bağ iskelet oluşturabilmektedir. Nitekim 1958 yılında Nobel ödülü alan Todd’un çalışmaları sayesinde B12 vitaminin merkezinde yer alan kobalt ve çevresinde ki dört pirol çekirdekli kimyasal yapının aydınlatılması her şeyi izah etmeye yetti arttı bile. Demek ki kobalt(Co) elementin tipik özelliği çevresindeki atom veya atom gruplarını bir mıknatıs gibi kendine cezb edip hayati fonksiyon üstlenmekmiş. Hâsılı kelam Allah-ü Teala; “Bir de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem de insanlar için menfaatler bulunan demiri indirdik(çıkardık)” (Zumer,6) diye beyan buyurmakta.
Bakır (Cu++)
Tıpkı demir elementine benzer görevler üstlenen, aynı zamanda hem proteinlerin yapısına hem de oksidatif enzimlerin yapısına girebilen bir elementtir. Belli ki kanda gerekli miktarlarda elementler mevcut olsa da bakır veya vanadyumun her an demirin yerini alma imkân dâhilindedir.
Molibden, manganez ve bakır metalleri toprakta azotun tespiti yönünden hayati öneme haiz elementler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Selenyum
Bitkilerin gelişmesinde önemli katkıları olan bir elementtir.
Zn++ (çinko)
İnsülin komplekslerinde bulunan birçok enzimin aktivitesinde gerekli olan eser elementtir.
Fosfor(f)
Biyokimyasal sentez ve enerji aktarımı için vazgeçilmez element olduğu kadar birçok makro moleküllerin yapısına da giren bir maddedir. Fosfor ihtimaldir ki sadece dünyada bulunan bir iz element olup, hatta tüm organizmaların yapısını destekleyecek nitelikte hayati fonksiyona sahip özellikte bir maddedir. Dolayısıyla bitkiler daha fazla karbon, hayvanlar ise daha çok fosfor ihtiva etmektedirler. Nitekim bitkilere dayanıklılığı selüloz sağlarken, hayvanlarda bu dayanıklılığı kalsiyum fosfat sağlamaktadır. Anlaşılan o ki fosfor elementi tıpkı magnezyum gibi litosferin derinlerinde yer alarak biyosfer için yegâne tek besin kaynağı özelliğini koruyabilen element olarak sahne almaktadır.

 

alperen isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
 


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi