12-24-2011, 14:58 | #1 |
Cahili Kuşatmaya Karşı Cemaleddin Afgani’nin Örnekliği
Afgani 18 yaşına kadar babası Safder’den İslami bilgiler yanında dil, tarih, felsefe, matematik, tıp ve siyaset dersleri aldı. Babasının takip ettiği müfredat olarak Şiaya mı Sünniliğe mi yakın olduğunu bilmiyoruz; ama Şiiliğin yaygın olduğu Meraga ve Hamedan’da yaşayan Safder’in Şia kültüründen habersiz olduğu da söylenemez. Lakin Safder’in oğlunu, 18 yaşından sonra eğitimini geliştirmesi için Şii merkezleri olan Necef’e veya Kum’a değil de Hindistan’a gönderdiğini biliyoruz. Hindistan’daki eğitimine bağlı olarak Afgani’de ıslah fikrinin öne çıktığını ve iki sene sonra da bu doğrultuda diyaloglar kurmak için Necef’e ve Hicaz’a gittiğini biyografisiyle ilgili külliyattan öğreniyoruz.
Hindistan’da ıslah fikrinin en önemli taşıyıcısı Şah Veliyullah Dehlevi idi. 1766 yılında vefat ettikten sonra bu çizgiyi, Hindistan Müslümanları adına işgalci İngilizlere karşı bağımsızlık savaşı veren çocukları ve bağlıları devam ettirmişti. Afgani’nin gerek fikri gerek siyasi düşüncelerinin bu çizgi ile paralelleşiyor olması, Hindistan’daki eğitimini bu çizginin havzasında gerçekleştirdiğini muhtemel kılıyor. Çünkü o dönem Hindistan’ında diğer İslami eğilimler, gelenekçi-mezpepçi Deoband Medreseleri, modernist Aligarh Okulu ve heteredoks tarikatlar tarafından temsil ediliyorlardı. Daha sonra da Hindistan’da Afgani’nin ıslah temelli içtihadi tezlerini Hindistan Bağımsızlık Mücadelesi’nin en önemli ismi Ebu’l Kelam Âzad ve daha sonra Mevdudi’nin editörlüğünü yaptığı Tercüman-i Kur’an dergisi sürdürmüştü. Afgani, Batılı veya modernist fikirlerle fiili olarak Hindistan’da karşılaşmıştır. Ve o, başta muharref gelenekçi zaafları ayıklamak adına sahih geleneği veya mütavatir Sünnet’i atlayarak ve Kur’an ayetlerini İngiliz hakimiyetini normalleştirecek ve Batılı düşünceye alan açacak şekilde yorumlayan kişilere, işbirlikçi “alim” Seyyid Ahmed Han ve ekibine karşı tavır almıştır. Kökleri Demokritos’a Mazdek’e dayanan nihilist, pozitivist, Darvinci ve komünist eğilimlere imkan veren bu modernist telakkiyi materyalizm olarak vasıflandırmış ve bu zaafları hem deşifre eden hem de eleştiren Dehriyyun’a/Tabiatçılığa Reddiye kitabını yazmıştır. Afgani, 1857’de Mekke’den Afganistan’a döndü ve devlet memurluğu yaptı. 1863’te de Muhammed A’zam Han’ın başveziri oldu. Fakat İngilizlerin desteklediği Şîr Ali kuvvetlerine karşı yürüttükleri mücadeleyi kaybettiklerinde iktidardan düştüler. Afgani dikkat çekmemek için tacir kılığı ile tekrar Hindistan’a döndü. Ancak Hindistan’daki İngiliz karşıtı çalışmaları nedeniyle1870’te ya Mısır’a sürüldü veya kaçmak zorunda kaldı. Kostantiniyye’ye davet edilip tekrar Mısır’a geri gönderilmesi bu sırada gerçekleşti. Sekiz yıl kaldığı Mısır’da önce Muhammed Abduh’u kazandı; mutabakat sağladığı ıslah programı doğrultusunda Abduh’la birlikte Mısır’ın önde gelen insanlarına tebliğde bulunabilmek için Kahire’deki İskoç locasına bağlı Mason locasına katıldı. Muhammed Ammara’nın yaptığı incelemeye göre (İslami Mücadelede Öncü Şahsiyetler) o zamanki vakıf veya dernek benzeri olarak algılanan bu locadan 6 ay sonra, İngiliz emelleri doğrultusunda çalışma yapıldığını müşahade ettiklerinde Abduh’la birlikte ayrıldılar. Ve Afgani, bu Mason Locası’nın amaçlarını İngiliz Veliahtı’nın Kahire’ye geldiği bir Cuma günü Cuma hutbesinde ifşa etti. Ve bu örgütlenmeye karşı yeni bir örgütlenmeye gitti. Fakat bu sefer de İngilizlerin baskısıyla Hidiv Hükümeti onu 1880’de Hindistan’a sürdü. Afgani, Hindistan’a üçüncü gelişinde faaliyetleri için gerekli ilmi çalışmalar üzerinde yoğunlaştı. Tabiatçılığa Reddiye kitabını bu dönemde yazmıştı. Ama Mısır’da Hidiv’e ve İngilizlere karşı Urâbî Paşa isyanı çıkınca, İngilizler bu isyanı hazırlamakla onu suçladı. Kalkuta’da gözaltına alındı, Hilafet konusunda yazdığı bir kitap müsadere edildi ve sonra da 1883’te Hindistan’dan sınır dışı edildi. Afgani’nin öğrencileri, taraftarları ve dostları Mısır’da ve Hindistan’da el-Urvet’ul Vuskâ adlı bir cemiyet kurmuşlardı. İslam ümmetini ıslah etmek, İslam birliğini gerçekleştirmek, istibdata ve sömürgeciliğe karşı mücadeleyi örgütlemek amacıyla kurulan bu cemiyet, Hindistan’dan sınır dışı edilen Afgani’yi ve Beyrut’ta sürgünde bulunan Abduh’u Paris’e davet ederek cemiyet adını taşıyan bir derginin çıkmasını organize etti. Cemiyet gizliydi. Üyeler cemiyete girerken te’vilsiz ve saptırmasız Kur’an ile amel edeceklerine, İslam kardeşliğini ihya etmek için çalışacaklarına ve gizlilik ilkesine uyacaklarına yemin ediyorlardı. Fransa’da yayınlanma imkânı elde edilen aylık Urvetu’l Vuska dergisi siyası konjönktürün değişmesi ve İngilizlerin baskısı sonucu 18. sayısından sonra kapanmak zorunda kalır. Bu sıralarda Afgani, İslam’ı ve Müslümanları pozitivist felsefenin bakış açısıyla eleştiren Ernest Renan’a Arapça yazdığı cevabını, Renan’ın yazdığı gazetede çalışan Yahudi mütercimler Fransızcaya tahrif ederek çevirmiş ve gazetede yayınlamışlardır. Bu tahrif edilmiş çeviri üzerinden Afgani’ye Cemil Meriç ve İsmail Kara gibi Anadolu ve Osmanlı asabiyesine sahip kişiler itham ve karalamalarda bulunmuşlardır. Dücane Cündioğlu’nun bu konudaki bilinçli tahrifatı aydınlatan yazısı (Divan, 1996/2) önemlidir. Ve tahrif edilmiş Afgani’nin yazısı Fransa’da yayınlandığında Afgani cevap verecek durumda ve iletişim kanallarında değildir; çünkü İran yollarındadır. Afgani, İran Şahı Nâsiruddin’den bir davet almıştır ve İran’a vardığında dünyanın gidişatı üzerine yaptıkları konuşmadan sonra Şah’ın özel müşavirliğine atanmıştır. Ancak o, sahip olduğu program doğrultusunda faaliyetlerini aksatmaz. Tahkik eğilimli Ayetullahlarla teması olur, saltanat, değişim ve halkın yönetime katılımı konularında şaha eleştirilerini sunar ve ısrarcı olur. Bu mücadelesi sonunda Şah’la arası açılırken daha sonra da mektuplaşmalarıyla İran’da temas kurduğu önemli sayıda ayetullahı etkiler. Afgani’nin temasta olduğu ayetullahların talebelerine baktığımızda, Ayetullah Humeyni ve Muntezeri gibi devrim öncülerine hocalık yapmış Bihbihani, Buricerdi gibi ayetullahlar karışımıza çıkar. O zaman İslam Çağrısı dergisindeki “İran İslam İnkılabı’nın banisi Celadeddin Esedabâdi” ifadesi anlaşılır olur. Afgani irşada, irtibat ağlarını kurmaya ve geliştirmeye devam eder. İran’dan sonra Rusya’ya gider. 1886-89 yılları arasında Rus Çarı ile temasları olur. 30 milyon Müslümanın haklarını savunur. Rus Çarı’nı ikna ederek Kur’an mushafının Rusça baskısını gerçekleştirir. Sonra İran’da, Basra’da, Londra’da belki Amerika’da ve Cezayir’de olur. Daha sonra II. Aldülhamid tarafından Kostantiniyye’ye davet edilir. Kostantiniyye’ye geldiğinde kendisine Teşvikiye’de bir ev, araba, at ve yüksek bir maaş verilir. Ayrıca Hayreddin Karaman’ın TDV İslam Ansiklopedisi’nde aktardığına göre saraydan bir kız ile evlendirilmek istenir ise de kabul etmez. Afgani, İstanbul’da kısa bir süre içinde alimler, edipler ve siyasilerden bir çevre edinir. Abdülhamid’in isteği üzerine Şii-Sünni yakınlaşmasının yolları hakkında bir rapor hazırlar. Bu konuyla ilgili bir cemiyet kurup İslam coğrafyasında bu konu hakkında inisiyatif alabilecek 600 kişiye ayrı ayrı mektup yazar ve mektuplardan bazılarının geri dönüşleri olur. Böylece 1944 Kahire “Daru’l Takrib” çalışmalarının öncüsü olur. Ancak bu faaliyetlerinden rahatsız olan İngilizler padişaha baskı yapmaya başlarlar. Afgani’ye istibdat muhaliflerinden de üniversite gençlerinden de yoğun bir ilgi yönelmiştir. Bu sırada İran Şahı öldürülmüş ve bununla ilgili Afgani’nin parmağı olduğu ithamları Yıldız Sarayı’na ulaşmıştı. Bütün bu gelişmelerden sonra Padişah vehimlerinin etkisiyle onu Teşvikiye’deki evinde ev hapsine aldırır. Ve Cemaleddin Afgani 9 Mart 1897’de muhtevası tartışmalı şekilde vefat eder. Maçka mezarlığına gömülür ve 1944’te de CHP Hükümeti tarafından kemikleri Afganistan’a gönderilir. Ayetullah M. Mutahhari, 20. Yüzyılda İslami Hareketler adıyla Türkçeye çevrilen kitabında Cemaleddin Afgani’nin sahip olduğu perspektifi veya ıslahat programını şu beş madde ile özetlemektedir: 1. İstibdata karşıdır. 2. Kur’an ve Sünnet’e dönüşü savunur. 3. İçtihad keyfiyetini ön plana çıkartır. 4. Din kültürünü bid’at ve hurafelerden arındırmaya çalışır. 5. Sömürgecilerle mücadeleyi önceler. Dikkat edilecek olursa bu program 20. yüzyıldaki Menar, Sebilurreşad, Tercüman-ı Kur’an dergilerinin; İhvan-ı Müslimin’in, Cemat-i İslami’nin, Cezayir Ulemâ’il-Müslimin’in, Hizbu’t-Tahrir’in ve Şia’daki ûsuli çizginin de temel sistematiğidir. Islah çabaları içinde değerlendirebileceğimiz bu çevrelerin takip ettikleri program büyük ölçüde Afgani ve Urvetu’l Vuska çizgisinin devamı niteliğindedir. Öze dönüş ve yeniden inşa kaygısı taşıyan bu ekoller arasındaki temel benzerlik ve etkileşim yanında, bir de birikim, tecrübe ve özel şartlarla ilgili farklılıklardan kaynaklanan nüanslar ve tarz ayrılıkları söz konusu olabilmektedir. Urvetu’l Vuska, modern cahili sistemin bir aracı olarak tebliğ ve irtibat amacıyla çıkartılan İslami hareketlerin ilk örnek dergisidir. Bu dergi ile içtihadi bir çözümlemeye öncülük yapılmış ve bugünkü Müslümanları da ilgilendirecek bir şekilde kuşatıldığımız cahili sistem içinde sistemin bir aracının nasıl kullanılabileceği gösterilmiştir. Derginin finansmanı aynı inanca ve hedeflere sahip cemiyet tarafından karşılanmış, dağıtımı da büyük ölçüde yine bu irtibat ağı ile gerçekleştirilmiştir. Derginin mesajı, programı ve müfredatı bellidir. Bu konuyu Mutahhari beş madde de güzel özetlemiştir. Derginin İslami mesajını ayetleri gizlemeden yeterlilik içinde işleyecek bir yazı kadrosu vardır. Afgani’nin editörlüğünü yaptığı bu kadro içinde ortak istişari üretimi en fazla Abduh kaleme almıştır. Dolayısıyla sistem içi bu aracı kullanan Afgani ve arkadaşları gerek maddiyat gerek kadro itibariyle kendine yeter bir mekanizma kurmuşlardır. Bu tür cahili sistem içi araçların kullanımında Rasululah’ın (s) ilaf, eman, panayır vd. araçların kullanımında örnekliğini yaptığı gibi kimliksel uzlaşmaya, sığınmacılığa, yağcılığa veya Kur’ani ifadeyle müdahaneye yer verilmemiştir. Ve verilmemelidir. Aksi halde bu tür uygun araçlar bırakılmalıdır ki şartlar teslimiyete zorladığında da Urvetu’l Vuska Fransa’daki yayınını durdurmuştur. Afgani’nin öncülüğü, kuşatıldıkları şartları aşmak için ilmihallerini nass temelinde yenilemek ve değişen şartlar karşısında yeni mücadele imkânları üretmek konusunda Müslümanlara rehberlik oluşturmuştur. Ve dergi gibi sistem içi bir araç fıkhi ölçüleri belirlenerek kullanılmıştır. Bu araç sayesinde, kuşatılmış ve temasları kesilmiş olan ıslahat öncüleriyle ve İslami oluşumlarla heyecan uyandırıcı bir ilişki trafiği gerçekleştirilmiştir. Mısır ve Hindistan’da Urvetu’l Vuska yasaklanmış, üzerinde yakalatanlara ağır para ve hapis cezaları verilmiştir. Ama bütün bu engellemelere rağmen Urvetu’l Vuska cemiyeti, dergisini İslam coğrafyasının dört bir tarafına gerek posta yoluyla gerek özel kanallarla ulaştırmıştır. Ve yüzyılı aşkın bir zaman öncesinden Urvetu’l Vuska, küresel kapitalizmin hâkimiyeti altında bulunan bizlere ve Ortadoğu İntifadası’nı yükseltenlere hala inançta, muhakemede ve kararlılıkta bir örneklik oluşturmaktadır. Cemaleddin Afgani’yi telif eser vermediği için küçümseyenler de olmuştur. Ama tüm İslam coğrafyasını kuşatmaya başlayan Batılı yaşam tarzına, bakış açısına ve işgale karşı çöküş sürecini yaşayan İslam dünyasında bir direniş ve yeniden varoluş üretmek gerekirdi. Ve ümmetin ancak fıkheden ve ayakta kalan alim ve kanaat önderlerine ulaşarak ve bu insanların güçlerini birbiriyle irtibatlandırarak istişari ve içtihadi temelde bir cevap oluşturulabilirdi. Ayrıca fikri ve fiili alanda asırlardır niçin güç kaybettiğimiz teşhis edilmeliydi. Ki Afgani’ye göre bu gerilemenin sebepleri şunlardı: Saltanat, gayrimüslimlere üst mercilerde görev verilmesi, zındık ve batinilerin taarruzları, uydurma hadisçilik ve İsrailiyyat, eğitimdeki taklitçilik, Moğal-Haçlı istilası, ilim ve amelde İslam’dan uzaklaşma. Bu çöküş ve kuşatılmayı aşmak için metod anlayışımızı yenileyen bir ıslah projesi ortaya konulmalıydı. İşte Afgani’nin telif ettiği kitap, vahiy-vakıa irtibatından anlayabildiği kadarıyla ortaya koyduğu bu hedefin ve projenin şahitliği ve öncülüğü oldu. Ve bu doğrultuda açtığı çığırda Muhammed Abduh gibi irşad ettiği alimler, en az yazılmayan kitapları kadar önemliydi. Bunun yanında Urvetu’l Vuska perspektifi istişari temelde de üretilse, büyük ölçüde ona aitti. Hilafetle ilgili ve Mesihçiliğe Reddiye başlıklı kitapları müsadere edilmişti ve kayıptı. Ama Müslüman öncülere yazdığı yüzlerce mektubu 20. yüzyılın sonunda derlenebilmiştir O, Abduh’la birlikte çözülme sürecindeki ümmeti yeniden vahiyle buluşturup diriltebilmek için kaderciliğin ve Kur’an dışı kader anlayışının aykırılıklarını gösterip Müslümanlara fiili sorumluluklarını hatırlatmaya çalıştı. Müslümanlara, hurafelerin yanlışını gösterip, kesin delillere dayanan bilgi ve inanç yolunu anlatmaya çalıştı. Felsefik ve tasavvufi konularda da yorumlara ancak nassların zahiriyle bağdaşabilirliği oranında esneklik gösterdi. Onu Batı’ya cevap verirken karşıtlarından etkilenen bir modernist olarak değerlendirenler, “ıslah” ve “muslihun” kavramlarını idrak edemeyen cahiller ve laf cambazlığı yapmaya çalışan gelenekçilerdi ya da milliyetçi veya laik garp zedelerdi. Türkiye’de, İran’da ve Arap ülkelerinde milli dindarlık anlayışından arınamayanlar, onun Sünnet’e uygun olarak kavimlere kendi dilleriyle hitap etme çağrısını, milli/ulusal uyanışı ve duyguları teşvik ettiği şeklinde yorumlamaya çalıştılar. Oysa onun için temel bağ, kavmi veya seküler ulusçuluk değil, din ve din kardeşliği bağı idi. Ona göre Osmanlılar, Balkanları öncelemek yerine merkezlerini Hicaz’a taşısaydı veya Mekke ve Medine şehirlerini manevi merkez yapsaydı ve nass’a uygun bir uygulamayı gözetselerdi İslami Birlik (İttihad-ı İslam) sorunu zaten çözülürdü. O, artık gelinen gerçeklik içinde İslam coğrafyasının Osmanlı Hilafeti’ne bağlı ve birlikteliğin din esasına bağlandığı 10 eyalet ile birlikte oluşabileceğini söylüyordu. 19. yüzyılın sonunda birlikteliği sağlayacak gerçekçiliği o ancak böyle görüyordu. İttihad-ı İslam fikri için de bu uygulamanın gerçekçi olacağını belirtiyordu. Osmanlı yıkılırken başta II. Abdulhamid Han ve İttihad-ı Terakki Cemiyeti, Hilafet ve İslamcılık politikaları gütmüşlerdi. Ancak iktidarın merkeze alındığı bu yaklaşım ile, Afgani’nin ümmeti merkeze aldığı İttihad-ı İslam stratejisi arasında belirgin farklar vardı. İşte bu farkları Arnord Toynbee kendi kavramlaştırmasıyla “Pan-İslamizm’in Başarısızlığı” adlı makalesinde şöyle ortaya koyuyordu: “Osmanlı devletinin patronu Sultan Abdülhamid II (Saltanatı:1876-1909) Seyyid’in (Cemaleddin Afgani) ideali*ni pratiğe aktarmaya uğraştı. Abdülhamid’in yaptığı: Türkiye’nin kalan gücünü Pan-İslâmizmin desteklenme*sine harcamaktan ziyade, Türkiye’nin azalan gücünü ço*ğaltmak için Pan-İslâmizmden politik bir destek sağla*maktı. Böylelikle, Seyyid’in ideallerini çarpıtmıştır.” Yukarıda belirttiğimiz gibi tabii ki Afgani’nin de eksikleri ve zaafları vardır. Onları da kendi yaşadığı dönemin şartları ve birikimi içinde değerlendirmek gerekir. Ayrıca medresenin ve yönetimin vahyi ölçülerden uzaklaşarak yaşadığı yabancılaşma içinde Müslümanların itikadi, siyasi, idari, sosyal ve kültürel sorunlarını görüp de bu konuda vahiy temelli çözüm üretmeye ve Hz. Muhammed’in uygulamalarını kendi tarihi koşulları içinde yenilemeye çalışan bir ıslah öncüsünün, bir müçtehidin en büyük sıkıntısı niteliksel yalnızlığıdır. Tarihi şartların bütününe bugünden daha geniş bakabilme imkânımız var. Bu yaklaşım içinde Afgani’nin en büyük acısı ise, idrak ve anlayış birlikteliğini paylaşacak yetişmiş İslami şahsiyetlerin azlığı ve bir içtihad meclisi oluşturamamasıdır. İstişareye ehil İslami şahsiyetlerle yakın ve orta vadeli pratik sorunlarımız için istişare meclisleri oluşturabilmek, Cemaleddin Afgani gibi bizlerin de en büyük arzusu ve hedefi olmalıdır. Yetişmişliğimizin veya olgunluğumuzun ölçüsü, bu hedefi ne kadar gerçekleştirdiğimizle ilgilidir. hamza türkmen
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|