![]() |
#1 |
![]() Cemile Bayraktar
![]() Bir merhamet hikâyesi: "Baba, kuzum berekete gitti" Nerede o eski bayramlar, diyecek bir yaşta değilim ancak bunu diyecek kadar çokça mutlu bayram anısının sahibiyim, çok şükür. Bahçe içinde bir evde, büyüklerin olduğu bir ortamda, akrabalarla bir arada olunarak büyümenin lezzetine varan bahtiyarlardanım ben... Zaten büyük olan bahçemiz, benim kendim kadar küçük gözlerimde daha da büyüktü sanki... Şehrin nadir bahçelerden birinin içinde, yüksekliği dört katı geçmeyen üç ayrı apartmanda, amcaların, dedelerin, halaların, kuzenlerin olduğu fakat bu kalabalıkta kimsenin bir diğerinin mahremine merak düşürmeden yaşadığı, saadet dolu yıllarım. Köpeğimiz Miço, benim, babaannemin anlatmasına göre, ilk kelimem olan "Banne"den sonra ikinci kelimem olan ve ördeklerimize kendimce verdiğim isim: Bici... Sayısız miktarda kedi, kuş, kaplumbağa... Erik, armut, kiraz, incir, vişne, nar ve ayva ağaçları; üstelik eriğin yeşili ayrı, mürdümü ayrı... Benim babam gül yetiştiren adam, gül ağaçları bin bir renk, akşam ezanına doğru hanımelilerin kokusu, açmaya duran akşamsefaları, babamın zambaklarının ve iğde ağacının çiçeklerinin kokusu, çardağın üzerinden bize gölge etme telaşıyla kararan üzümler, onlara yoldaş tırnak gülleri... Dün çocukken babaannem cenneti anlattığında bizim bahçe olduğunu düşündüğüm cennet, bugün dahi cenneti düşündüğümde hayalime gelen yer. O bahçenin daha da cennet olduğu zamanlardan biri de kurban bayramı... Çocukluk ve aile aynı zamanda din eğitiminin başlangıç noktası, bundan kaynaklı olarak oldukça mühim... Şimdilerde her birimiz bir yerlere dağıldığından hasret kaldığımız, o aile cemaatiyle kıldığımız namazların belki de en lezzetlisi olan teravihler sırasında namaz kılmayı öğrendim ben, tanımadığım hocaların yaz kurslarındaki telkinlerinden değil, bundan müteşekkil belki, her namaz bugün gurbetinde olduğum ailemi de hatırlatıyor bana, bundan ötürü çok daha da anlamlı... Babamın akşam televizyonu kapatıp, yüksek sesle yatsı namazından sonra okuduğu Kur'ân-ı Kerim kıraatı kulağımda, şimdi o günleri anımsattığından yatsıdan sonra okunan kelâmı da seviyorum ben. Çocuk için çok anlamlı tüm bunlar; zira siz o ortamda sevdiğiniz babanızla sevdiğiniz ibadetinizi birleştiriyorsunuz, küçük çocuk zihni denilen ama zihne şekil verilen pek ehemmiyetli o ilk yıllar.... O bahçedeki o kurban bayramları da aynı aile cemaati ile kılınan namazlar gibi dünya sevinci ile ahiret ibadetini birleştiren bir mânâya geliyor benim için çünkü... Çünkü bize bir hayvanı kurban etmenin bir ibadet olduğu en güzel tonda anlatıldı, hayvana merhamet etmenin gereği de ibadetten bir cüz olarak anlatıldı. Bahçeye arife günü gelen kurbanlığı sevme, su verme… cennette onunla tekrar buluşacağımıza dair anlatılan hikâyeler, doğru yahut yanlış Sırât Köprüsü'nü sırtında geçeceğimize dair rivayetler... Sürekli olarak hayvana "eziyet etme, canını yakma" telkinleri, babaannemin, dedemin duâları eşliğinde, hafif burukça asla ibadetin özünden uzaklaşmadan teslim edildi kurbanlar, emredildiği gibi... Ama bugün? Türkiye burası, sorunlu ve zorunlu laiklerin, Müslüman dindarlara her fırsatta hatta çoğu kez fırsat yokken fırsat yaratıp, saldırdığı coğrafya... Bugün başörtüne saldırırlar, yarın kurbanına, çünkü Türkiyeli laiklerin totaliter olanlarının islamofob yanları ve kendilerinden utanmaları bu tip bir bile isteye yabancılaşma, düşmanlaşma sürecini gerektirir. Bu yıl da her yıl olduğu gibi "kurban ve vahşet" kelimelerini özenle yan yana kullanıp, geleneklerini devam ettirdiler. Onların bu tip saldırılarına cevap verme merakında olanlar yahut sosyal ağlarda her yaptığının fotoğrafını paylaşma hastalığına tutulmuş olanlar, kurbanlıkların kanlı fotoğraflarıyla yüzlerinde bir ibadet yapmış olmanın huzuru, mahcubiyeti değil de bir arsız ifade bulunan bu fotoğraflarını paylaşmaya başladılar, her yönden durum sorunluydu, üzüldüm. Çocuktuk, babam bize bir kuzu aldı, sütten kesilmiş, yoksa annesinden ayırmazlardı zira bir kez de annem almıştı da, çok küçük diye geri vermişti, gitmesine üzüldüğümüz zaman da bizi 'Annesinden şimdi ayıramayız, çok ağlar.' diye teselli etmişti. Bu kuzu dediğimiz ama kuzudan az daha büyük mübarek, bahçedeki dördüncü oyun arkadaşımız olmuştu, arada babamın güllerini yediği için babam peşinden koşarken, onu koruyan arkadaşları olmuştuk. Her gün kuzuyla sarmaş dolaş olduğumuz için annemin bizi saatlerce yıkayıp, kokumuzdan rahatsız olduğu ama bizim kuzunun dibinden ayrılmadığımız zamanlardı. Derken kuzu baya büyüdü... Ve bir gün yok oldu. Küçük kardeşim pek üzüldü, kuzuyu sordu, babam bir hayır kurumuna verdiği kuzunun akıbetini ona anlatmadı, dedi ki: "Onu bir yere verdim, öyle bir yerde ki, o orada oldukça evimizde huzur olacak, bereket olacak..." O günden sonra kardeşim, kuzunun yokluğuna her üzüldüğünde, kendini teselli ederek şöyle diyordu: "Baba, kuzum berekete gitti." Merhamet, öğrenilen bir şeydir, öğrenmek ve öğretmek zorundayız. Güzel insanların farkı her eylemi güzellikle yapmalarında saklı, bundan yola çıkarsak "öldürme" bile failin elinde merhamet ile kuşanmak zorunda, dine saldıranlara hiç aldırmadan, o çirkin tona düşmeden, vakar ile ibadetleri teslim etmek zorundayız, kanlı fotoğraflar önünde sırıtarak bu mümkün değil. Çocuklarımıza büyük aileler, çiçekli bahçeler veremeyiz belki ama onlara merhameti öğretebiliriz, en azından bunun için... Kaynak Yeni Şafak 06.10.2014
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|