08-15-2008, 10:17 | #1 |
ÇOĞULCULUK
ÇOĞULCULUK
ALPEREN GÜRBÜZER Bazı çevreler, Müslümanların düşünce hürriyetinden ve çoğulculuktan yana olmayacağı zannına kapılıyorlar. İslâm’ı sosyal hayattan kovmak isteyenlerin bu önyargılı beyanları inananlar üzerinde ister istemez psikolojik baskı meydana getirmektedir. Üstelik bu zinde çevreler, geleceğin Türk siyasetini belirlemek adına mesnetsiz iddialarla gündemi kendi lehlerine çevirme cihetine gidiyorlar. Oysa hiçbir erk, sivil toplum kuruluşlarını göz ardı ederek politika belirleyemez. Nitekim perde arkasında toplumun kuyusunu kazma devirleri, artık gerilerde kaldı. Çünkü zaman o zaman değil, sivil toplum olma zamanı. Her geçen gün kitlelerle beraber doğrudan doğruya iletişimin gerekliliği arttıkça, ister istemez asrısaadeti hatırlarız hep, sanki o yüce sahabenin hayatında yaşanan bir benzer deneyimin eşiğine geldiğimizin hissine kapılırız hep. Çağımızda, toplumla yüz yüze, birlikte, el ele, gönül gönüle bağ kurmayı başaran siyasetçiler ancak itibar kazanıyor artık. Topluma rağmen, hep kendi bildiği doğrultuda kendi çizgisinde ısrar eden ve dayatmacı yol takip eden siyasilerin gelecekte ayakta kalması mümkün gözükmüyor. Çünkü sivil katılımcılığın ayak sesleri iyiden iyiye hissedilmeye başlanılıyor, adeta kitlelerle beraber hareket edilen çağa doğru ilerlediğimizin farkına varıyoruz. Zira İnsanlar artık kendilerini oy deposu olmaktan ziyade yönetimde söz sahibi olarak görülmek istiyorlar. Tabir caizse taşın altına elini sokma yükümlüğünde bende varım deme iradesini beyan ediyorlar. Katılımcı anlayış yurdun dört bir yanına yayıldıkça, toplum merkezi yapıyı sürekli sorgulamaktadırlar. Gerek sanayi kesimi, gerek işçi kesimi gerekse diğer sivil toplum kuruluşları bu durumun farkındalar, ama bazı siyasilerimiz bu konuda henüz istenilen seviyeye geldiği söylenemez. Seçim meydanlarında arka arkaya sıralanan hayali vaatler toplum nezdinde inandırıcılığını yitirmiş, yerini sorgulama ve denetleme almaya başlamıştır. Hatırlarsınız bir zamanlar geçmiş siyasiler, seçim zamanlarında bir takım ürünlere enflasyonun üzerinde fiyat vererek geçici de olsa zafer elde etmek peşinde idiler. Şimdi kazın ayağı öyle değil, sivil toplum olgusunu ön plana alan seçimden zaferle çıkabiliyor ancak. Türkiye’nin ana ilke olarak kabul ettiği katılımcı demokrasi anlayışı koşusunu başarıyla sürdürmesi gerekiyor, hatta yılmadan, usanmadan ve bıkmadan Türk bürokrasinin de bu koşuya iştirak etmesiyle modern çağın üst seviyelerine sıçramamız an meselesi diyebiliriz. Durmak yok yola devamlılıkta karar kılmak yararımıza. Kuruluş, fetih, Tanzimat, ıslahat, meşrutiyet ve cumhuriyet derken yeni bir çağın eşiğine adam atar gibiyiz. Hızla akan bu değişim evrelerine yeni bir ruh, yeni bir değişim halkası eklemek istiyorsak, bunun yolu halkın sesine kulak verip, katılımcı demokrasiyi kesintiye uğratmamaktan geçer, muhtıralardan korkmamalı. Halkın bir kesiminin giderek kitlesel eylemlere kaymasının sebebi “devlet dengesi” ile “toplum dengesi”nin uyuşmazlığından kaynaklanır. Dünyada alt birimlerin kimlikleri tanınıp, büyük bir birime doğru gidilen anlayışı hâkim. Ülkemizde de bu yönde rüzgârlar esmeye başladığında birileri devreye girip ortalığı tozu dumana verebiliyorlar ve bu durumu Türklüğün gereğiymişçesine dikte etmeye çalışıyorlar. Oysa Kesretten vahdete(çokluk içinde birlik) doğru bir metot izlenmeli ki, birlik bütünlük sağlanabilsin. Türkiye meselelere tek pencereden baktığı için, başına büyük dertler açmaktadır habire. Bir başka gaile de, tarihi misyonumuza ters bir seyir politika izlenilmesidir. Türkiye, dünya coğrafyasında, bu tutumuyla nasıl rol oynayabilir ki? Sorusu ister istemez gündemimizi oluşturuyor. Bu sorunun cevabı, yeniden tarih kimliğimizle barışıp, A’dan Z’ye bir yapısal değişim sürecine girmekle ve modern çağın en üst seviyelerine çıkmakladır. Tek tip düşünce, tek tip mezhep, tek tip tarih ve tek tip görüşlerle zihni reform gerçekleştirilemez. Tek tip anlayışla, dünya da kapalı olmaya mahkûm kalırız. O halde çokluk içinde birliğe giden yolları tıkanmamalı. Şurası bir gerçek ki, İslâm medeniyeti, nakilcilerin ve tekrarcıların omuzlarında yükselmedi. Bilakis, sürekli içtihat yapan, farklı rey ve fikir üreten bilge şahsiyetler sayesinde filizlenerek dal budak salabildi. İslâm, içtihat ediniz düsturuyla, düşüncenin kapısını aralıyor. Öyle ki; Resulullah (S.A.V.) “içtihadını tutturan âlime iki sevap, içtihadından yanılan âlime de bir sevap alır” buyurmakla düşüncenin önünü açmıştır. İçtihat, düşünce hürriyetinin özüdür. Düşüncenin önündeki her türlü prangalar, ilmi zihniyeti köreltmiştir. Oysa Vahiy ışığında içtihat yapmak, düşünce melekesini açan en büyük güç kaynağıdır. Said-i Nursi Hz.leri bugünkü anlamda çoğulculuğun dört halife devrinde yaşandığını, istibdadın İslâmiyet’le bağdaşmadığını, din ve vicdan hürriyetine aykırı kanunları kabul etmediğini yaşadığı dönemde defalarca ifade etmiştir. İnançlı kesimler üzerinde dayatmalar kalktığında, hürriyet içinde düşünen insanlar ağırlıkta olacaktır elbet. Böylece hürriyet ortamı ve serbest piyasa ekonomisi gibi faktörler insanımızın ufkunu daha da açacaktır. Özlediğimiz, tefekkür ve düşünebilen şahsiyetler yeniden dirilişe geçecektir. Fakat ufkumuzun kapalı kutu içinde kalmasını isteyenler de var. İslâm’ın, tekrar medeniyet olarak dirilmesi birilerinin uykularını kaçırıyor çünkü. Oysa korkunun ecele faydası yok. Osmanlı’nın yükselişindeki sır vahdet şuuru idi. Dün nasıl ki, medeniyet olarak âleme nizam verebildiysek, bugün de pekâlâ aynı ruhla yeryüzünün tüm sathına damga vurabiliriz, neden olmasın ki? İnsanlığın susadığı “Nizam” ancak ve ancak İslâm’ın engin hoşgörü anlayışı ila giderilebilir. Lukas Notaras’ın; “Latin şapkası görmektense, Osmanlı sarığı görmek yeğdir” dediği devirleri yaşatacak iksir niçin olmasın ki? Başvekil Lukas Notaras, Osmanlı’yı anlayabiliyor da, biz hâlâ kavramış değiliz. Osmanlı altı yüz sene ayakta nasıl durabildi, hiç bunu düşünebildik mi? Çeşitli ırklara, çeşitli kültürlere sahip insanları bağrında yıllarca nasıl taşıdı? İstibdatla mı? Yoksa hürriyetle mi? Eğer baskıyla diyorsanız, en yakın örneği hemen yanı başımızda komşumuz Rusya, çeşitli ırklara mensup, milletleri baskıyla ancak yetmiş sene ayakta tutabildi. Sovyetler Birliği, âdeta milletler hapishanesiydi. Osmanlı ise yaşadığı devrin en güzel medeniyet örneği idi. Fr. Grenard, “Osmanlı milliyetler tezadını oluşturmadı” derken bir gerçeği ortaya koymuştur. Devlet-i Aliye de vahdet esastı. Hâsılı, çokluktan birliğe giden yolu en iyi şekilde Osmanlı uygulamıştır yeryüzünde. Herkese dilediği gibi düşünme, ancak kayıt altına alınmış kurallı davranma özgürlüğü veren demokrasi anlayışı batıda milli birliğe zarar vermemiş, aksine teknolojik gelişmeye sebep olmuştur. Oysa bir zamanlar Avrupa ortaçağında Rönesansını gerçekleştirirken, biz ise yükselme çağında ortaçağlaşıyorduk maalesef. Bütün kurumlara ve unsurlara sirayet eden geçmişte uygulanan çözüm paketlerinde ısrarcılık düşüşümüzü hazırlamıştır. Zira Koçi Bey, gerilememizin nedenini tarihi değerlerimizi yitirmemize bağlar. Elbette ki, O’nun önerilerinde kendi yaşadığı konjonktürel şartlara has haklı ve kayda değer kaideler mevcut. Ancak gelinen noktada Osmanlı’ya ticaretin yollarını ve paraya dayalı ekonomiyi göstermekte gerekiyordu. Koçi Bey Risalesinde bunları bulamazsınız. Çünkü toprağa dayalı ekonomi için düzenlenmiş bir risale idi. Dünyanın para ekonomisine geçtiği veya geçmek üzere iken hâlâ tarıma dayalı iktisadi anlayışı hortlatmak (diriltmek) çabası gerilememize neden olmuştur. Maalesef zihni reformu gerçekleştirememek, geriye doğru özlemde takılıp kalmak ve ileriye yönelik bilgi üretememek gibi olgular talihsizlik sonuçlara yol açtı. Düşünce klasiklerini, kendi devrin şartları içerisinde değerlendirip gelecek için kurgu yönünden tasarıma kalkışmak statükocu düşünceyi gerçekleştirecektir oysa. Yani düşüncemizi tarihin bir kesitine gömmek, geriye dönmek demektir ki, bu mümkün değildir. Gerçek olan geçmişi, bugünü ve geleceğimizi bir bütüncül anlayışla yorumlayıp yeniden ufuklara doğru yönelmenin kapısını aralamaktır. Bunun tersi durumunda ise kısır bir döngü ve bütüncül olmayan bir düşünceye haps olmak vardır. Tarihi gelişim çağlarına göre düşünce belleğimizi oluşturmak zorundayız. Hatta buda yetmez, çağları da aşacak zihni hamle ve bilgi üretme seferberliğine yönelmeli. Eşya eşyadır, ama eşyanın dilini de anlamak gerekiyor, bu konuda Said Halim Paşa: “Şarkın düşünce alışkanlığında hep fikirlerin eşyaya yansıdığını, hâlbuki eşyanın hakikatlerinin zihinlere yansımasını da sağlamak gerekir” diyor. Said Halim Paşa’nın ifadelerine bakıldığında, bütün çağlara hitab eden bir ferman niteliğinde olduğu gözlerden kaçmıyor. Maalesef İçinde bulunduğumuz durum, bu sözlerin içeriğinden uzak deney ve gözlemden uzak skolâstik anlayışı yansıtıyor. Eşyanın hakikatlerini analitik gözle değerlendirecek metot yerine, kolaycılığa kaçıp mantık yürütmeyi tercih ediyoruz. Yani deney ve gözlemden bihaberiz. Oysa İslâmiyet’te bilgi, üç kategoride incelenir: 1-İlmel yakin (Teorik bilgi), 2-Aynel yakin (gözlem), 3-Hakkel yakin (tecrübî-deney) diye. İnsan eşya karşısında fikir yürütmesi ilmel yakindir, eşyayı gözlemlemesi ve takip etmesi aynel yakin, bizatihi eşyayı analiz ve analitiğini yapmak Hakkel yakindir. İslâm’da esas olan Hakkel yakindir. Yani deney ve tecrübeye dayanan bilgi, baş tacıdır. O halde analitik düşünceye yönelmemiz gerekiyor. Çünkü zihni reform ancak ve ancak analitik düşünceyle gerçekleşebiliyor. Medeni seviyenin en sağlam ölçüsü fikir hürriyetidir. Dr.G. Kessler, “Bir halkın fikir hayatı ne kadar serbest ise sivil hareket ve fikir akımları da o kadar zengindir!” diyor. Bazı kendini elit sayan zihniyet, toplumun bir kesimi kendilerinden farklı düşündüğü için, onları yobaz, gerici, faşist diye karalamakta beis görmüyorlar. Anlaşılan fikir hürriyeti yolunda Osmanlı’dan alacağımız birçok derslerimiz olsa gerektir. Nitekim çeşitli dinlere mensup âlimlerin, padişah huzurunda, sohbet ve münakaşalar yapabilmeleri hürriyetin en belirgin örneğinin göstergesidir. Her nedense insanları yobazlıkla, gericilikle suçlamak kolayımıza geliyor. Oysa asıl yobazın özelliği, düşünmez kızar, konuşmaz bağırır ve belge aramaz protesto yağdırır. Elbette ki; her fikrin yobazı olacağı gibi, entelektüel düşünenleri de vardır. İslâm taassubu, cehalet olarak niteliyor ve bu yüzden cahilliği şiddetle reddeder. Cehaletten şeytandan kaçar gibi kaçmak gerektiğini vurgular. Cehaleti, düşüncenin önünde en büyük engel olarak ilan eder. Hatta tasavvuf’ta, “Cahil sofi, şeytanın maskarası” hükmü vardır. Bu konuya ışık tutması bakımdan Hz. İsa örneğine bakmakta fayda var: Hz. İsa (A.S.) bir kişiye rast geldi. Onunla konuştuktan sonra kaçmaya başladı. Etraftan görenler: — Ya İsa! Sen değil misin Meryem oğlu! — Evet, benim dedi, — Peki, sen bu adamdan niye kaçarsın? Verdiği cevap müthiş: — Ben ahmağa, kele, köre, topala, kötürüme İsm-i azam okurdum, onlar dirilirdi, ama cahile bir ismi azam okusam fayda vermez, dirilmez buyurdu. Cehaletten kurtulmanın yolu tefekkürdür. Düşünce dünyamızı eşyaya teslim etmemeli, eşyanın verileriyle ufkumuzu açmalı. Maddeye köle değil, hâkim olmalı. Hakikat insanın kendini aşmasıyla gerçekleşebilir. Kendini aşamayan, hakikate varamaz. Bütün dava, objektif ve sübjektif sahte mabutlardan kurtulup, mutlak olanda hayat bulmaktır. Ne mutlu hakikat yolu üzere son nefesini tüketene..
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
08-16-2008, 12:22 | #2 |
ÇOĞULCULUK
yalçın kardeş çok güzel dile getirmişsin, sağol varolun. yazdıklarına yorum eklemememin sebebi, yorum yazdığın konularını bir başka yazı başlık altında yazacağımdan dolayıdır. Kandilin mübarek olsun.
|
|
08-16-2008, 20:08 | #3 |
ÇOĞULCULUK
bilmukabele yeniden. Allah razı olsun
|
|
09-06-2009, 17:41 | #4 |
çoğulcu anlayışla inşallah bu iktidar güneydoğu meselesini halledeceğine inanıyorum.
|
|
09-06-2009, 23:19 | #5 |
Türk siyaseti içi boş tekçi ve dayatmacı rejimden çoğulcu katılımcı ve halkın iradesinin yönetime müdahil ederek kendini yenilemek zorundadır..bireysel ve toplumsal talepleri baskı ve hukukdışı yollarla bastırmak rejimi tehlikeye attığı gibi halkın iradesini yok saymaktır..
Halkımızın üzerindeki, baskı ve dayatmaların kalmasıyla diriliş erleri filizlenecektir inşallah..başka kültürleri asimile edeyim derken elindeki öz değerlerini yitiren bir sistemi hazmademiyorum...yıllarca milltenin değerlerini batının şahşahalı yaşam tarzıyla kör eden'ler şimdilerde özüne dönüş hareketlerini kabul edememektedirler.. Paylaşım için teşekkürler....kaleminiz daim olsun inşallah |
|
09-08-2009, 10:50 | #6 |
slm
Değerli paylaşımın için çok sağolun. İnşallah kalem devam eder, durmak yok yola devam.
|
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|