03-09-2009, 21:58 | #111 | |
Alıntı:
Ensar Bey, öncelikle elzem olan merak ettiğiniz konuları öncelikle kitaplardan araştırmak ve edindiğiniz bilgileri bizlerle de paylaşarak yoruma açmaktır.. Ama sormuşsunuz, cevap verelim: MEsela "ez-Zemahşeri (ö.1143)", fıkıhta Hanefi itikadda ise Mutezili olan bir alimdir. Mutezile ise ehl-i sünnet mezheblerinden kabul edilmez.. Düşünün bakalım, bu durum nasıl olacak?? Mutezile'nin önemli alimlerinden Kadı Abdulcebbar (ö.1025) başlangıçta Şafii ve Eş'ari iken daha sonra Mutezile'nin önde gelen alimlerinden olmuştur!! Mutezile ise şu ana ehl-i sünnet dışı mezhepler arasında tasnif olunmaktadır..Benden başlangıç olsun, siz devamını getirin Ensar Bey.. Sadece bu örnekler bile aslında bize çok şey anlatıyor.. Yani İslam tarihinde düşüncenin neşv ü nema bulduğu zamanlarda insanlar kalıplar arasında kalmıyordu ama bu insanlar "alimdi".. Elbette biz böyle olamayız şu an ama İslamî ilimlerle uğraşan, kendini İslama adamış olan insanlar ve bu işi "usulüne" göre yapan insanlar bugün de vardır, ve her an olacaktır.. Ve onlar alimdir.. Alim olmanın kriterleri bellidir.. Ve İslamoğlu hocamız bu dönemin "alimlerindendir".. İslam yaşanıp bitmemiştir. Müslüman oldukça İslam'da yaşanmaya devam edecektir.. Bunun için düşüncenin açık kalması gerekmez mi, düşünmeli..? |
||
03-10-2009, 02:35 | #112 |
Yecüc Mecüc
Özgün genç kardeşim peki yecuc ve mecuc'u inkar ediyor. Bu konuyuda hocanıza danışırsanız sevinirim. Ve İmzanda Bir vaiz diye tabir ettiğin şahıs. Yaşayan en büyük alimlerden birtanesidir. ben sana site ismi vereyim, gir bak Mustafa İslamoğluna yapılan reddiyeler orada var. Hocanız onlara neden cevap vermiyor ben onu merak ettim. O sitede yazan reddiyelerden başka herşeye cevap vermiş
Site www.arifandergisi.com burda Ahmet Mahmut Ünlü bölümünü tıkla Ocak ve Şubat yazısında Reddiyeleri göreceksin. Konu Jurnal tarafından (03-10-2009 Saat 02:38 ) değiştirilmiştir.. |
|
03-10-2009, 02:39 | #113 | |
Alıntı:
Konu Üç mevsim tarafından (03-10-2009 Saat 02:41 ) değiştirilmiştir.. |
||
03-10-2009, 02:54 | #114 | |
Alıntı:
Ebu Hureyre(R.A.) rivayet etmiştir: "İyi işler yapmakta acele ediniz; yoksa siz şu yedi şeyi mi bekliyorsunuz? Her şeyi unutturan fakirliği, azdıran zenginliği, akıl ve bedeni bozan hastalığı, boş sözler söyleten ihtiyarlığı, birden gelen ölümü, gaiblerin en kötüsü olan DECCAL'ı ve acısı hepsinden büyük olan Kıyamet'in kopması" TIRMIZİ Elimde diğer yaratıklarla ilgili hadis ve ayetlerde var fakat programdan dolayı buraya yapıştıramıyorum. kendinde bulabilirsin. Herhangi bir tefsirli meali aç hepsi yazar orda. |
||
03-10-2009, 03:02 | #115 | |
Alıntı:
|
||
03-10-2009, 09:58 | #116 | |
Alıntı:
|
||
03-10-2009, 12:41 | #117 | |
Alıntı:
Mesela yasin süresinde de biz ağaçtan ateş çıkarırız der, nedir bu? Ağacın yanması ile ateş çıkması kast edilmemiştir, ağaçlardan oksijen çıkıyor olması ve ateşinde oksijen varlığında varlığını gösteriyor olması kastedilmiştir. Bilmem anlatabiliyor muyum? |
||
04-16-2009, 00:52 | #118 |
Cübbeli Ahmet Hoca'dan Musatafa İslamoğlu'na Reddiyeler
MUSTAFA İSLAMOĞLU ‘BEŞERİN EN ÜSTÜNÜ’NÜN BÂZI ÜSTÜNLÜKLERİNİ İNKÂR EDERKEN BİZ O SEVGİLİYE VEFÂ BORCUMUZU NASIL ÖDEYEBİLİRİZ?
Bu reddiyeleri kaç kişiye ulaştırırsanız ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânını tasğir ve şerefini tenkis için uydurulan bu hezeyanlara inanarak Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şefâatinden mahrum olmaktan kimleri kurtarırsanız, Allâh ve Rasûlü nezdinde o denli mahbûbiyet ve makbûliyet kesbedecek ve Makâm-ı Mahmûd’un Sâhibinin ırzını ve haysiyetini koruyan bahtiyarlar zümresinde haşrolunacaksınız. İdrâkiyle müşerref olacağımız Mevlid ayı olan Rebî’u’l-evvel ayında Rahmeten li’l-âlemîn olan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i bize gönderen Allâh-u Te’âlâ’ya sonsuz hamd-ü senâlardan, kendisi: “Ben ancak çokça hidâyet eden bir rahmetim” buyuran Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e ve âl-i ashâbına sınırsız salât-ü selâmlardan sonra! Bu ayki yazımızın başlığından da anlayacağınız üzere; Kâdı Iyâz, Suyûtî ve Nebhânî gibi büyükler işlerini güçlerini, keyiflerini ve zevklerini terkedip bütün ömürlerini Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in dînine ve O’nun fazîletlerinin neşrine hizmet uğrunda kitaplar yazmaya vakfetmişlerken, Mustafa İslamoğlu gibi birileri de bütün mesâilerini Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bâzı fazîletlerini inkâr etme ve insanlara da bu inkârcı fikirleri telkin etme uğrunda hebâ etmektedirler. Ne yazık ki, İslâmî ilimlerden yoksun olan günümüz Müslümanlarının bir kısmı, canları gibi hattâ canlarından ileri sevdiklerini iddiâ ettikleri Peygamberlerinin en sahîh kaynaklarda yer alan fazîletlerini hayâsızca ve pervâsızca inkâr eden bu kişi hakkında hâlâ: “O kültürlü ve âlim biridir, belki bir bildiği vardır, Cübbeli Hoca niçin Müslümanların aleyhinde konuşuyor?” diyebilmekte, böylece de icmâa muhâlefetten başka hiçbir meziyeti olmayan bu kişinin şaz görüşleri karşısında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, kendisi hakkındaki açık beyanlarını, sahâbenin kavlî ve fîlî tatbîkâtını ve on dört asır ulemâsının cumhûrunun görüşlerini rahatlıkla göz ardı edebilmektedirler. Bu reddiyeleri hazırlamam ve sohbetlerimde bu konuları gündeme getirmem husûsunda beni tenkid edenleri insâfa dâvet ederek kendilerine şu soruyu yöneltiyorum: “Mustafa İslamoğlu “Yahudileşme Temâyülü” kitabında; hayızlı kadının mescide girmesinin helal olmadığını söyleyen Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i, ashâbını ve günümüze kadar gelip geçmiş dört mezheb ulemâsının tümünü Yahudilere meyletmekle ithâm ederken, “Üç Muhammed” kitabında ise, Ka’bu’l-Ahbâr gibi, sahâbenin dahi kendisinden ilim öğrendiği yüce bir Tâbi’î’yi, Yahudi Kabbalizmine dayalı hadis uydurmakla suçlarken, ayrıca Şifâ-i Şerîf sâhibi Kâdı Iyâz ve Hasâis sâhibi Suyûtî gibi büyükleri, dolayısıyla onların kaynak gösterdikleri Buhârî, Müslim ve Ahmed ibni Hanbel gibi muhaddis ve müctehitleri Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e karizma kazandırmak için hadis uydurma iftirâsıyla karalarken hiç çekinmiyor da, ben bu zatları ve doğru görüşlerini müdâfaa uğrunda reddiye hazırlarken niye çekineyim? Ayrıca şunu soruyorum: “İnsanlar ona ‘Sen bu büyükler hakkında nasıl böyle ağır ithamlarda bulunabiliyorsun ve bunca sahîh hadisi nasıl inkâr edebiliyorsun, sen bu cesâreti nereden alıyorsun?’ diyecekleri yerde, nasıl oluyor da bana: ‘Sen bu kişinin hakkında nasıl konuşabiliyorsun’ diyebiliyorlar.” İşte bu fakir kardeşiniz vakitlerimin darlığına, işlerimin yoğunluğuna ve sağlığımın bozukluğuna rağmen Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şefâatine nâil olma umûduyla ve kendisinin, fazîletlerini isbat husûsunda gayret gösterenlere ulaştırdığı himmet beklentisiyle, bir de Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bizim üzerimizdeki sonsuz haklarının bir kısmını te’diye niyetiyle bu Mevlid ayında İslamoğlu’na karşı bu reddiyeleri hazırlamaya gayret ettim. Allâh-u Te’âlâ bu gayretimi Kendi katında makbûl eyleyip, Habîbi nezdine de mârûz eylesin. Artık bu ay ve bu dem vefâ vaktidir. Kasr-ı Ârifân okuyucuları olan sizler bu reddiyeleri kaç kişiye ulaştırırsanız ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânını tasğir ve şerefini tenkis için uydurulan bu hezeyanlara inanarak Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şefâatinden mahrum olmaktan kimleri kurtarırsanız, Allâh ve Rasûlü nezdinde o denli mahbûbiyet ve makbûliyet kesbedecek ve Makâm-ı Mahmûd’un Sâhibinin ırzını ve haysiyetini koruyan bahtiyarlar zümresinde haşrolunacaksınız. İnanın ki bunu size tüm samîmiyetimle söylüyorum ve Rabbimin huzûrunda karşılaştığımızda Habîbinin sancağı şerîfi altında O’nu sevenler ve savunanlar arasında buluşmayı size vâad ediyorum. Çünkü bu garip zamanda Kâinatın Efendisi için fedâkarlıkta bulunanların ecri aslâ zâyi edilmeyecektir. Şimdi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânını düşürmek için bâzı başlıklar altında toplanan bâtıl fikirleri, dergimizde bize ayrılan bölümün sınırlılığını da göz önünde bulundurarak kısaca reddetmeye çalışalım. RASÛLÜLLÂH (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) BİZİM GİBİ BİR BEŞER DEĞİLDİR İslamoğlu Tevbe Sûresi’nin yüz yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinde geçen: “Size kendi nefislerinizden olan bir Rasûl geldi” cümleyi celîlesinin tefsîrinde bakın ne diyor: “Bu ibârenin en geniş anlamı: ‘Melek ya da olağanüstü yetilere sâhip biri değil, sizden, sizin gibi insan bir peygamber’ demektir.” (Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’ân Gerekçeli Meâl Tefsîr, 1/367) Ben de size bu ibârenin daha geniş anlamını söyleyecek olursam: “Peygamberde olağanüstü yâni herkesin yapamayacağı hârikulâdelikler, daha açık bir ifâdeyle, bir benzerini yapabilmekten herkesi âciz bırakacak mûcizeler yoktur” demek istiyor. Çünkü “olağanüstü” tâbiri; “alışılagelmemiş ve herkesin yapabileceği bir şey olmanın fevkinde olan” mânâsında kullanılmaktadır ki, bunun karşılığı; peygamberlere mahsus olan “mûcize”den başka bir şey olamaz. Zâten İslamoğlu “Üç Muhammed” adlı kitabının bir çok yerinde Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ancak bir beşer olduğu konusunu işlerken, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in diğer insanlardan farklı ve üstün olan bir çok husûsiyetini teker teker çürütmeye çalışıyor. Nitekim o “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, arkasını da önü gibi gördüğü”nü söyleyen ve bu görmenin, gözün görüşüyle aynı olduğunu kabûl eden Ahmed ibni Hanbel gibi ulemânın ekseriyetinin bu husustaki hadisleri yanlış anladıklarını söylüyor. (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:86-87) Oysa bir çok hadîs-i şerîfte geçen: “Ben önümden gördüğüm gibi ardımdan da görüyorum” (Muvattâ, 1/167, Buhârî, no:742, Müslim, no:423) ifâdesi, bu konuda hiçbir yanlış anlayışa mecâl bırakmıyor. İslamoğlu bununla da kalmayıp, bütün dinlerin hak olduğunu ve Allâh’ın azâbının sonsuz olmadığını savunan Mûsa Cârullâh gibi bir mülhidin: “Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor. Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:34) şeklindeki inkâr kokan hezeyânını kendi deyimiyle ‘sarsıcı beyânını’ benimseyerek naklediyor. Belki de bunun içindir ki, İslamoğlu, Emine Şenlikoğlu ile yaptığı bir mülâkatta: “İnsan kendini peygamber de sanabilir, ilâh da sanabilir” gibi lafları rahatça sarfedebiliyor. “Milleti nasıl bilirsin?” diye sorulan bir adamın: “Kendim gibi” demesi gibi, İslamoğlu da bu gibi düşüncelerin insanın aklından geçebileceğini söylüyor. Oysa şükrolsun ben bu yaşıma kadar hiç böyle bir şey düşünmedim, hattâ kâmil mânâda bir Müslüman olduğumu bile düşünemedim. Ama: “Peygamber herkes gibi bir insandır, herkes de peygamber gibi bir insandır” zihniyetinin, bu gibi vesveselere yataklık yapması kaçınılmazdır. Evet. Allâh-u Te’âlâ Kehf Sûresi’nin sonunda Habîbine: “Ben de sizin gibi bir beşerim” demesini emrediyor. Ama böylece, “Size gönderdiğim Peygamber, melekten ve cinden olmayıp, sizin gibi insan cinsinden olduğu için, O’na tâbî olmanız kolay olacaktır” buyurmak istiyor. Yoksa: “O sizin gibi, siz de O’nun gibisiniz, aranızda hiçbir fark yok” buyurmak istemiyor. Zâten peşi sıra: “Bana vahiy geliyor” sıfatını ekletmesi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in diğer insanlardan ne kadar farklı olduğunu ortaya koyuyor. Cebrâîl’in kendisine vahiy getirdiği bir zât ile, şeytanların vesveselerinden kurtulamayan sâir insanlar arasında bir fark olmadığını söylemek de şeytanların telkînâtından biri olsa gerektir. “Parmağının işâretiyle ay yarılan” (Buhârî, no:4864, Müslim, no:2800), “Parmaklarının arasından yüz bin kişilik orduya yetecek kadar su çıkan” (Buhârî, no:4152), “İki kişilik yemeği bin kişiye yedirip hepsini doyuran” (Buhârî, no:4102, Müslim, no:2039), “Ağaçlar bile dile gelip kendisinin peygamberliğine şâhitlik yapan” (Bezzâr, no:2411, Dârimî, no:16, Ebû Yâ’lâ, no:5662), “Ayrılığına dayanamayarak hurma kütüğü inleyen” (Buhârî, no:3583, İbni Mâce, no:1414), “Kendisine ağaçlar bile selâm veren” (Müslim, no:2277, Tirmizî, no:3626), “Elinde çakıl taşları tesbih eden” (Bezzâr, no:2413), “Kurt kendisiyle konuşan” (Buhârî, no:3690, Müslim, no:2388), “Pişmiş koyun kendisine zehirli olduğunu haber veren” (Buhârî, no.3169, Ebû Dâvûd, no:4512) ve “Kendisi hürmetine Allâh’a duâ eden bir âmânın ânında gözlerine kavuşmasına vesîle olan” (Tirmizî, no:3578, İbni Mâce, no:1385) bir zâtın, bizim gibi bir beşer olduğunu, her birimizin de bir peygamber gibi olduğunu nakleden bir adamın görüşleri reddedilmeye bile değmezken ne yapalım ki, içinde bulunduğumuz zamânın getirdiği câhillik ve yağcılık şartları bizi buna mecbur bırakmıştır. Bu sözün sonunu şâirin şu beytiyle bitirelim: “Muhammed beşerdir ama değildir beşer gibi, Doğrusu O yâkuttur, insanlar taşlar gibi.” İSLAMOĞLU KARAR VERSİN, TABERÎ ONA GÖRE MÛTEBER MİDİR, DEĞİL MİDİR? İslamoğlu bizi kastederek açıkladığı sözlü bir cevapta: “Bir insanın Ehl-i Sünnet olduğunu nasıl anlayacağız? Şimdi Taberî, Ehl-i Sünnet mi, değil mi? Oysa Taberî çıplak ayağa meshedilebileceğini söylüyor” demişti. Ehl-i Sünnet’ten hiç biri çıplak ayağa meshedilebileceğini söylememişken, sâdece Taberî’nin sözünü yanlış anlayıp ona dayanarak Ehl-i Sünnet ulemâsının bir kısmının da bu fetvâyı verdiğini iddiâ eden İslamoğlu, konu Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hicrette Sevr mağarasında vukû bulan yılan hikâyesine yâni Ebû Bekr’(Radıyallâhu Anh)ın ayağını yılan sokunca Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in tükürüğüyle ağrısının geçtiğine gelince bakın ne diyor: “Ben bu hikâyenin aslını aramaya koyuldum, sadece sahih değil, zayıf haberler içeren hadis derlemelerine de göz gezdirdim. 400.000 hadisi barındıran bini aşkın sünnet-hadis kaynağını içeren CD’lerde yaptığım tüm taramalara rağmen rastlayamadım. Hikâye farklı biçimlerde ve kısmen Taberî Tarihi, el-Mevahibu’l-ledunniyye vs. gibi muahhar tarih ve sîret kitaplarına girebilmişti ....... Vurguladığımız gibi bu rivayet hiçbir muteber kaynakta yer almamaktadır.” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:21-23) Şimdi çelişkiye bir göz atacak olursak; İslamoğlu işine geldiği yerde Taberî’yi Ehl-i Sünnet âlimlerinin bir bölümü adına görüş açıklayabilen bir huccet kabûl ederken, işine gelmediği yerde ise onun naklettiği bir rivâyet hakkında: “Bu rivâyet hiçbir muteber kaynakta yer almamaktadır” diyebiliyor. Nitekim Taberî (Rahimehullâh) Mâide Sûresi’nin altıncı âyet-i kerîmesinde “Çıplak ayağa meshedilebilir” dememiş, ancak “Sâde yıkamakla yetinmeyip, aynı zamanda el sürmek sûretiyle mesh yapmak da gerekir” demiştir. Ama İslamoğlu bu noktada yanlış anladığı veyâ kasten yanlış anlattığı Taberî’nin görüşünü makbûl saymış, fakat Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in tükürüğüyle Ebû Bekr (Radıyallâhu Anh)ın şifâ bulduğuna dâir yaptığı rivâyetinde onu makbûl saymamış, Taberî Târihi’nin de mûteber bir kaynak olmadığını ileri sürmüştür. Bir de üstüne üstlük Taberî Târihi gibi muhtevâ yönünden hemen hemen İslâm tarihi adına yazılan ilk kaynaklardan kabûl edilen bir kaynak eser için, son dönem kaynağı anlamına gelen “muahhar kaynak” tabirini kullanmıştır. Bu vesîleyle kendisine bir de şunu hatırlatmış olayım ki, âlim, CD’lerde kaynak arayana değil, mazinnesinde araştırma yapıp aradığını bulana derler. Yoksa o araştırma yapılan CD’lerde aranan konu hakkındaki rivâyette geçen bir harf ya da bir nokta yanlış yazılmış veya ileri geri oynamış olsa, kıyâmete kadar aradığını bulamazsın. Oysa biz bu rivâyeti Razîn ibni Muâviye gibi, İbni Beşküvâl’in deyimiyle sâlih, fâzıl ve hadis âlimi bir zâtın rivâyet ettiğini bâzı eserlerde bulduk. (Kastalânî el-Mevâhibu’l-ledûniyye 1/295-296, Münâvî, el-Feyzu’l-kadîr, no:7787) RASÛLÜLLÂH (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) İN HIRKASIYLA TEBERRÜK ETMEK MÜNÂFIK İŞİ DEĞİLDİR İslamoğlu münâfıkların reîsi olan Übeyy ibni Selûl’ün oğlunun Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e gelerek: “Babam senin gömleğinle kefenlenmeyi vasiyet etti” sözünü naklettikten sonra bakın ne diyor: “Burada dikkatimizi çeken şey, münafıkların çete başı Abdullah b. Ubeyy b. Selûl’ün Rasûlüllah’ın hırkasına yüklediği anlam ve Rasûlüllah’ın şahsında sergilediği “peygamber tasavvuru”dur...... Bu tasavvur, münafıkların ele başında, eşyaya taşımadığı anlamları yüklemek........şeklinde tezahur etmiştir.” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:25) İslamoğlu burada: “Hayatı peygamber düşmanlığıyla geçmiş böyle bir münâfığa peygamber hırkası fayda vermez” diyecek olsaydı, buna bir diyeceğimiz yoktu. Fakat: “Eşyaya taşımadığı anlamı yüklemek münâfık işidir” deyince, buna çok diyeceğimiz var. Çünkü o böylece Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hırka-i şerîfinde vesâir kutsal emânetlerinde hiçbir fayda ve bereket bulunmadığını söylemekten öte aynı zamanda: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in eşyalarından bir bereket umanların bu düşüncesi bir münâfık tasavvurudur” demiş oluyor. O zaman biz kendisine soruyoruz: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Hazreti Ali’nin annesi olan çok değer verdiği yengesini bolluk dönemi olan Medîne’de defnederken, kefen bulamadığı için mi sırtındaki hırkasını çıkarıp ona kefen yapmıştır, yoksa onun bereketini kendisine ulaştırmak için mi böyle yapmıştır? Eğer bu maksatla yapmışsa Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bu düşüncesi de bir münâfık tasavvuru mudur? Nitekim Enes ibni Mâlik (Radıyallâhu Anh)ın şöyle anlattığı rivâyet edilmiştir: “Esed kızı Fâtıma (Radıyallâhu Anhâ) vefât edince, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onun yanına girip başının yanında oturarak: “Ey annem! Allâh sana rahmet etsin. Sen annemden sonra annemdin. Sen aç kalır beni doyururdun. Kendin çıplak kalır beni giydirirdin, bununla Allâh’ın cemâlini ve âhiret yurdunu arzulardın” buyurmuş, sonra Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) gömleğini çıkararak ona giydirmiş ve kendi üstündeki bir hırkayla onu kefenlemiştir.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, no:871, el-Evsât, no:191, Heysemî, Mecma’u’z-zevâîd, no:15399, Ebû Nu’aym, Hilyetü’l-evliyâ, 3/121) Şimdi İslamoğlu gibi en sahih kaynakları bile ceffel kalem inkâr edebilen birinin, bu rivâyete zayıf diyeceğini bildiğim için daha tavlı bâzı rivâyetleri burada zikredeceğim. Ebû Bekr’in kızı Esmâ (Radıyallâhu Anhümâ) bir cübbe gösterip: “İşte bu, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in cübbesidir, bu cübbe vefâtına kadar Âişe (Radıyallâhu Anhâ)nın yanında idi. O vefât edince ben aldım. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onu giyerdi, biz de onu hastalar için yıkıyoruz (ve suyunu onlara içiriyoruz) ki onunla şifâ talebediliyor” demiştir. (Müslim, No2069) İbni Ömer (Radıyallâhu Anhumâ)nın, elini Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in minberde oturduğu yere koyup, sonra yüzüne sürdüğü görülmüştür. Mescid-i Nebevî tenhâlaştığında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ashâbı, minberin kabr-i şerîf tarafında bulunan topuza sağ elleriyle dokunup teberrükte bulunurlar, sonra kıbleye yönelip bu vesîle ile Allâh-u Te’âlâ’ya yalvarırlardı. (Kâzî‘Iyâz, Eş-Şifâ bi ta’rîfi hukuki’l-Mustafa, 2/86, İbni Sa’d, Tabakât, 1/254) Abdurrahmân ibni Ebî Amre (Radıyallâhu Anh)ın rivâyetine göre: “Kebşetü’l-Ensariyye adındaki ninesi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in mübârek ağzının dokunduğu tulumun ağzının bereketini umarak onu kesip saklamıştır.” (İbni Mâce, no:2/1132, Tirmizî, no:1892, Humeydî, Müsned, no:354, Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, no:8) Hâlid ibni Velîd (Radıyallâhu Anh), Yermük günü kaybolan takkesini çok aratmış sonra bulununca: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ihramdan çıkarken başını tıraş edince insanlar saçının yan taraflarını kapmaya koşuştular, ben ise mübârek perçemini almakta önce davrandım ve onu bu takkenin içerisine koydum. Bu takke benim yanımdayken hangi savaşa katıldıysam bunun bereketiyle mutlaka yardım olundum” demiştir. (Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebir, no:3804, Ebû Yâ’la, no:7183, Hâkim, el-Müstedrek, no: 5299, İbni Hacer el-Metâlib, no: 4044) Bu rivâyetleri çoğaltmaya kalksam müstakil büyük bir kitap dolusu nakil toplayabilirim. Bu gibi teberrüklere şirk diye karşı çıkan Vehhâbi fırkasının en büyük dayanağı olan İbni Teymiye bile bir çok sapıklıklarına rağmen, bu hususta doğru bir nakil yaparak, “İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel (Rahimehullâh), Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in minberine el sürmeye ruhsat verdi, İbni Ömer, Sa’îd ibni Müseyyeb ve Yahyâ ibni Sa’îd (Radıyallâhu Anhum) gibi Medîne-i Münevvere’nin en büyük fakihleri böyle yaparlardı” demiştir. (İbni Teymiye, İktizâu’s-sırâti’l-müstakîm, sh:367) Ama İslamoğlu işine geldiği yerde İbni Teymiye’yi savunurken, İbni Teymiye Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânını muhâfaza sadedinde bir şey söyleyecek olsa, onu da aşırı yüceltmeci olarak suçlamaktan geri durmamıştır. (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:92-93) Şimdi bunca sahâbe ve müctehid Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in eşyâsına değer verirlerken, o eşyaya taşımadığı bir bereket anlamı yükleyerek münâfık düşüncesine mi kapılmış oldular? Hadi bunlar bir yana şunu soralım: Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ihramdan çıkarken kestirdiği saçlarını Ebû Talha’ya vererek: “Bunu insanlar arasında taksim et” (Müslim, no:1305, Tirmizî, no:912, Ebû Dâvud, no:1981, Humeydî, no:1220, Ahmed ibni Hanbel, no:12093) buyururken, eşyaya taşımadığı bir mânâ mı yüklemiştir, O’nun bu düşüncesi de bir münâfık tasavvuru mudur?.. Artık kararı siz okurlarıma bırakıyor ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, bunca sahâbenin ve on dört asır boyunca O’nun mukaddes eşyasına bereket anlamı yükleyen ve sâhibinin şefâatine ulaşmak niyetiyle onları ziyâret eden bütün Müslümanların bu mâsum îtikatlarını bir münâfık tasavvuru olarak niteleyen bu kişiyi Allâh’a ve Rasûlüne havâle ediyorum. Bir sonraki yazımda bu kişinin hezeyanları ve benim ona mesnedli cevaplarım hakkında gündeme getireceğim başlıklar inşâallâh şöyle sıralanacaktır: “Ümmet-i Muhammed Peygambere saygı gösterirken vahye sırt dönmüş değildir”,“‘Rasûlüllâh örnektir’ buyrulmayıp, ‘Rasûlüllâh’da örnek var’ buyrulması, Rasûlüllâh’a seçici yaklaşmamız gerektiğini ifâde etmez”, “Rasûlüllâh Allâh’ın bildirmesiyle gayıpları bilmiştir yoksa kendisine karizma kazandırmak için kimse hadis uydurmamıştır”, “Ka’bu’l-Ahbâr, Rasûlüllâh’ın nûr oluşunu, Yahudi Kabbalizmine dayanarak îcad etmemiştir, bilakis O’nun nûr olduğunu Kur’ân söylemiştir”, “Sahâbenin Rasûlüllâh’in teri, tükrüğü ve kanı gibi bedenî atıklarına verdikleri değer O’na karizma katmak için değildir”, “Rasûlüllâh’ın cinsel gücünün sahâbe tarafından konuşulması bir gerçeği açıklamak içindir yoksa Rasûlüllâh’ın diğer peygamberlerden geri kalmaması için uydurulmuş bir şey değildir.” Sizlerden ricâmız Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yüce haysiyetini muhâfaza niyetiyle kaleme alınmış olan bu yazıya, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânına yakışır bir değerle tâzim etmeniz ve ona göre okuyup okutmanızdır. Bu vesîleyle Rebî’u’l-evvel ayınızı ve Mevlid Kandilinizi tebrik eder, cümlenizi Allâh-u Te’âlâ’nın hıfzına emânet ederim ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in himmetine havâle ederim. Ahmet Mahmut Ünlü (Cübbeli Ahmet) Hocaefendi www.arifandergisi.com |
|
04-16-2009, 00:58 | #119 |
Mustafa İslamoğlu Yecüc ve Mecüc'ü de İnkar Ediyor
Bu yazılarımızdan etkilenerek yanlış inançlardan tevbe edenler ve yanlış insanlardan uzak duranlar olabilir ümidiyle bu reddiyelerimizi inşâallâh sürdüreceğiz. Sizden beklentimiz dikkatle ve insafla muhakeme etmeniz, bu yazımızın okunması hususunda iyiliği emretmeniz ve bu ilmî reddiyeleri yaymak dışında hiçbir şahsa hakaret ve nefretle dilinizi ve kalbinizi meşgul etmemenizdir.
Bizleri Kur’ân-ı Kerîm’e inanan ve buyurduklarını tahrife yeltenmeyen Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’ten kılan Allâh-u Te‘âlâ’ya sonsuz hamd-ü senâlardan ve: “Benim ve ashâbımın sahip bulunduğumuz Cemaat inancından bir karış ayrılan kişi, muhakkak İslâm ipini boynundan çıkarmış olur” (Tirmizî, no:2641, 2863,) buyuran Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e ve Cemaati temsil eden ashâbına sınırsız salât-ü selâmdan sonra! Bu ayki yazımız yine Ehli Sünnet müdâfaası ve Ehli Bidat reddiyesi kapsamında Mustafa İslamoğlu’nun Kur’an mealine ve tefsirine soktuğu bir bidati, bir tahrifi ve bir inkârı eleştirmek üzerine olacaktır. Tabi şunu sizlerle paylaşmak isterim ki; bizim, kişilerin şahsiyetine hakaret ve bazı kimselerden nefret gibi bir seciyemiz bulunmamaktadır. Zaten dînimiz de bize bu tür ahlâkı yasaklamaktadır. Biz ancak kişilerin yanlış bulduğumuz fikirlerini ilmî cevaplarla reddetmeye ve insanların bu yanlışlara inanarak îmandan çıkmamalarına gayret etmeye yönelik faaliyetler içerisinde olabiliriz. Zaten bundan başka bir şey düşünmeye bile vaktimiz yoktur. İnkârın îmanla, dalâletin de hidâyetle yer değiştirmesi neticesinde İslâm’a giren bir kâfire ve yola gelen bir dalâlet sahibine karşı fikrimizi ve tavrımızı değiştirmemiz bize emrolunduğuna göre, bidatten sünnete ve firak-ı dâlleden Ehl-i Sünnete dönen bir kimseye de aynı muameleyi revâ görürüz ki, bu da bizim kimseye karşı şahsî ve nefsî bir nefret ve adâvet taşımadığımızın en büyük göstergesidir. Fakat şunu insafla düşünerek bize hak vermeniz gerekir ki, itikadımıza göre Ehl-i Sünnet dışı bulduğumuz bir kişinin, insanı dinden çıkaracağına kanaat getirdiğimiz görüşlerinin Ehl-i Sünnet mensupları arasında, bilgisizlik ve seçici olmamak nedeniyle kabul gördüğünü müşahede etmemize rağmen, bu kardeşlerimizi bu yanlış inançlara uymamaları hususunda uyarmamamız, inançlarını bizden duydukları ilimlere emânet eden sevenlerimize karşı büyük bir hıyânet olmaz mı ve bu kıyamet gününde büyük bir vebâli mûcib olmaz mı? Bir çukura doğru gittiğini gördüğümüz görme engelli bir kişiyi uyarmamaktan ve elinden tutup selâmet yoluna iletmemekten daha büyük bir vicdansızlık olabilir mi? İşte biz arz-ı ekber günü: “Yâ Rabbi! Biz doğru bildiklerimizi bildirdik ve kötülükten nehyettik, ama herkes bizi dinlemedi. Elimizde olmayan şeyler sebebiyle bizi muâhaze etme” diyebilmemiz için, bir de bu yazılarımızdan etkilenerek yanlış inançlardan tevbe edenler ve yanlış insanlardan uzak duranlar olabilir ümidiyle bu reddiyelerimizi inşâallâh sürdüreceğiz. Sizden beklentimiz dikkatle ve insafla muhakeme etmeniz, bu yazımızın okunması hususunda iyiliği emretmeniz ve bu ilmî reddiyeleri yaymak dışında hiçbir şahsa hakaret ve nefretle dilinizi ve kalbinizi meşgul etmemenizdir. Bugünkü reddiye konumuz, İslamoğlu’nun Ye’cûc ve Me’cûc mevzuundaki bâtıl fikirleri Kur’ân-ı Kerîm meâline dahil etmiş olmasıdır. Şöyle ki: İslamoğlu, “Hayat Kitabı Kur’an-Gerekçeli Meal-Tefsir” namındaki kitabının birinci cildinin 575. sayfasına denk gelen Kehf Sûresinin 94. âyet-i kerîmesinin notunda şu ifadelere yer vermiştir: “Ye’cûc ve Me’cûc’e helâki hak eden tüm toplumlardan söz edilen bir pasajda daha değinilir (21:95-96). İkisi birlikte düşünüldüğünde, Ye’cuc ve Me’cuc’un belli bir zaman ve mekana has mahdut ve belirli bir topluluk olmadığı, her zaman ve mekânda ortaya çıkan yıkıcı ve tahripkar güçleri temsil ettiği anlaşılır. Ye’cûc ve me’cûc isimlerinin manaları ve ayrıntılı bir tahlil için 21:96’nın notuna bkz.” Kendisinin bu konudaki görüşlerini imla hatalarına ve yazım çelişkilerine dahi riayet ederek hiçbir noktasını bile değiştirmeden naklettikten sonra, şimdi de havale ettiği notu yani Enbiyâ Sûresinin 96. âyet-i kerîmesinin dipnotunun bir bölümünü zikredelim: “Musa Carullah’ın dediği gibi Ye’cûc-Me’cûc yeryüzünün her tarafında, her millette, her çağda bulunabilir. Kur’an’da, bunların cinsiyetleri, zaman ve mekânı sınırlanmamıştır. Günümüz itibarıyla askeri ve ekonomik gücüyle bütün yeryüzünü işgal etmiş olan egemen küresel güçler en dehşetli anlamıyla Ye’cûc ve Me’cûc’turlar.” Evvelâ İslâmoğlu’nun, görüşünü benimseyerek kendisinden nakil yaptığı bu kişiyi tanıyalım: Mûsâ Cârullah, (1875-1949) yılları arasında yaşamış, bir çok yanlış fikirleri olan bir şahıstır. Onun, insanı dinden çıkaracak tek fikri bu değildir. Nitekim kendisi dinler tarihi araştırmalarının önemine temas sadedinde, dinlerden söz ederken birine hak, diğerine bâtıl demekten sakınmanın ve her dine saygı göstermenin gereğine inanmıştır. “Rahmet-i İlâhiyye Burhanları” adlı eserinde, âhirette daimi azabın İlâhî rahmete uygun olmayacağını ve İlâhî rahmetin herkesi kapsadığını söyler. (Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, 31/215) Onun bu görüşlerinden anlaşıldığına göre; İslâm için hak, Yahudilik ve Hristiyanlık gibi bâtıl dinler için bâtıl demekten sakınılması gerekiyormuş. Allâh-u Te‘âlâ nezdinde hak olan tek dînin İslâm olduğu Kur’ân-ı Kerîm’in sarih ifadesiyken, bize Allâh’ın hak dediği şeye hak demekten sakınmamız gerektiğini öğütleyen ve Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok yerinde kâfirlerin azabından bahsedilirken sadece “Sonsuz azapta kalacakları” mânâsını ifade eden “Hâlidîne” tabiriyle yetinilmeyip, tekid için peşisıra “Ebedâ” lafzı zikredildiği halde, Allâh-u Te‘âlâ’nın kendisine yakıştırdığı gazap ve azap sıfatlarını Allâh’a yakıştıramayarak sonsuz azabı inkâr etmek suretiyle, kâfir olan bir adamın görüşünü bir Kur’ân meâlinde nakletmek bile büyük bir cinayetken, üstelik bu kişinin bir çok âyetin müfâdını inkâra götüren bir dalâlet ifadesini, muhakemeye bile tâbî tutmaksızın kabule şâyân tek bir görüşmüş gibi hikâye etmek, elbette ki İslâm toplumuna yapılacak en büyük hainlik olmuştur. Oysa Ye’cûc ve Me’cûc kavimlerinin, Zülkarneyn’in yolculuğu sırasında uğradığı belli bir mıntıkada bulunan iki dağın arasına demir parçaları ile kurşun kullanarak yaptığı muhkem bir seddin arkasında bulunan iki ümmet oldukları, kıyamete yakın vaat edilen zaman gelinceye kadar o seddi delemeyecekleri ve insanlara zarar veremeyecekleri Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça belirtilmiştir. Nitekim Allâh-u Te‘âlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Sonra yine o (Zülkarneyn doğuyla batı arasında, doğudan kuzeye doğru üçüncü bir yola girerek maksadına ulaştıracak) başka bir sebep izledi. Nihâyet (aralarına sed yapacağı) o iki dağın arasına ulaştığı zaman onların önünde öyle bir toplum buldu ki, onlar (dillerinin garipliği ve akıllarının kıtlığı yüzünden) hiçbir söz anlamaya yanaşmıyorlardı. (Oranın halkı) dediler ki: “Ey Zülkarneyn! Gerçekten Ye’cûc ve Me’cûc (isimli iki kabilenin mensupları) bu toprakta (katliâm, tahribât ve ekinleri telef etmek suretiyle) fesat çıkaran kimselerdir. Bizimle onlar arasında (bize saldırmalarını engelleyecek) bir sed yapmana karşılık sana bir vergi versek nasıl olur?” (Zülkarneyn (Aleyhisselâm) onlara cevâben) dedi ki: Rabbimin beni içerisinde yerleştirmiş bulunduğu (mallar, mülkler, sebepler ve alet-edevât gibi gerekli) şeyler (sizin bana teklif ettiğiniz ücretten) daha iyidir. Öyleyse siz bana (parayla değil de,) bir kuvvetle (; insan gücü ve güzel sanat becerisiyle) yardım edin de sizinle onlar arasında (istediğinizden daha) sağlam bir sed yapayım! (Hadi) bana büyük demir parçaları getirin!” (Onlar da dediğini yaptılar. Böylece o yavaş yavaş demir kütlelerini dizmeye başladı.) Nihâyet (dağların) karşılıklı iki kenarın arasını düzlediğinde: “ (Körüklerle demir parçalarına) üfleyin!” dedi. (Onların üflemesi) netice(sin)de onu (kızgın) bir ateş hâline çevirince (ilgililere): “Getirin bana da, onun üzerine erimiş bir bakır dökeyim!” dedi. (Onlar söylenenleri harfiyyen yapınca, o sed iyice lehimlenerek sert bir dağ haline geliverdi. Derken Ye’cûc ve Me’cûc gelip, onu delmek ve üstüne tırmanmak istedilerse de) artık onlar onun üstüne çıkmaya da güç bulamadılar, onu azıcık delmeye de en ufak bir imkân bulamadılar. (Bunun üzerine Zülkarneyn (Aleyhisselâm)) dedi ki: “İşte bu (seddi yapmaya muvaffak olmam), Rabbimden (kullarına karşı) büyük bir rahmet (eseri)dir. Ama (kıyamete yakın o sed ardında kalan Ye’cûc ve Me’cûc’un insanlara musallat edilmesi hakkında) Rabbimin vaadi(nin gerçekleşme zamanı) gelince O onu yerle bir edecektir. Zaten Rabbimin vaadi dâima (yerini bulacak) bir hak olmuştur. İşte o (seddin arkasından çıkacakları) gün (aralarında vukû bulacak izdiham nedeniyle) Biz onların bir kısmını diğer bir kısmın içerisinde deniz dalgası gibi çarpışmakta olduğu halde bırakmışızdır. Derken sûr içerisine üfürüldü de, artık Biz onları (hesap ve ceza için) tam bir toplayışla cem ettik!” (Kehf Sûresi:92-99) Diğer bir âyet-i kerîmesinde de onların şu anda dünya halkı içerisinde fesat çıkaramadıklarını, ama vakti gelip sedleri delinince süratlice her tarafa yayılacaklarını beyan sadedinde şöyle buyurmuştur: “(Hakkı bildikleri halde onda birleşmeyen kâfir milletlerin helâkleri böylece sürüp gidecek,) nihâyet Ye’cûc ve Me’cûc (seddi) açılınca ki, onlar (dağ ve tepe gibi) her yüksek yerden (inerek, ekinlere ve canlılara saldırmak üzere) süratlice koşacaklar!” (Enbiyâ Sûresi:96) Ye’cûc ve Me’cûc hakkındaki hadîs-i şerîfleri konu edecek olursak bunlar ciltler dolusu kitaplara mevzu olacak kadar fazladır. Ama bunları özetleyerek konumuzu aydınlatmaya yeterli olacak bir kısmını zikredecek olursak: “Ye’cûc ve Me’cûc Âdemoğullarından iki kabilenin ismidir. Kıyâmete yakın Îsâ (Aleyhisselâm) inerek Deccal’ı helâk ettikten sonra Zülkarneyn’in bina ettiği sed açılarak, Ye’cûc ve Me’cûc kavimleri dağ ve tepe gibi yüksek yerlerden akın ederek insanlara karışacak ve her şeyi yiyip içmeleri üzerine göller dahî kuruyacak, neticede büyük bir kıtlık baş gösterecektir. Sonra Îsâ (Aleyhisselâm)ın duasıyla boyunlarına musallat olan deve kurduyla top yekûn helâk olacaklardır, leşleri dünyâyı doldurunca Îsâ (Aleyhisselâm)ın duasıyla Allâh-u Te‘âlâ, uzun boyunlu develere benzeyen birtakım kuşları göndererek o leşleri dilediği yerlere attıracaktır. Daha sonra Allâh-u Te‘âlâ’nın göndereceği yağmurlarla yeryüzü onların pisliklerinden yıkanacaktır. Sonunda Allâh-u Te‘âlâ yeryüzünü cennet gibi yeşertecek ve Îsâ (Aleyhisselâm)ın beraberinde olan tüm müminlerin durumları düzelecektir. (İbni Mâce, Fiten: 33, no: 4075-4077, 2/1358; Tirmizî, Fiten: 59, no: 2240, 4/510) Ebû Hureyre (Radıyallâhu Anh)dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) sed hakkında şöyle buyurmuştur: “Ye’cûc ve Me’cûc her gün onu kazarlar, tam delmeye yaklaştıklarında başlarındaki yetkili: ‘Dönün, yarın onu delersiniz’ der. Ama Allâh-u Te‘âlâ onu eskisi gibi sağlam şekle döndürür. Nihayet müddetlerinin sonuna ulaşıp Allâh onları insanlara musallat etmek istediğinde görevlileri: ‘Dönün, yarın inşâallâh onu delersiniz’ der. Döndüklerinde onu, bıraktıkları hâli üzere bulurlar ve onu delerek insanlara saldırırlar, bütün suları içerler, insanlar onlardan kaçmaya başlar. Bunun üzerine oklarını göğe doğru atarlar, onlar kana bulanmış halde kendilerine geri dönünce kibir ve kasvetlerinden dolayı: ‘Yer ehline galip geldik, göktekileri de mağlup ettik’ derler. O zaman Allâh-u Te‘âlâ onların üzerine, enselerine yapışan bir kurt musallat eder de böylece onları helâk eder.” (Ebû Ya‘lâ, no:6436; Hâkim, el-Müstedrek: 4/488; Abdürrezzâk, el-Musannef, 2/28,29; Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned, no:10632, 16/369; Tirmizî, no:3153; İbni Mâce, no:4080; İbni Hibbân, no:6829) Ebu’z-Zâhiriyye (Radıyallâhu Anh)dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Müslümanların kıyamete yakın çıkacak fitnelerden sığınağı Dimeşk’tir, Deccal’dan sığınakları Beyt-i Makdis’dir, Ye’cûc ve Me’cûc’den sığınakları ise Tûr Mescidi’dir.” (İbni Ebî Şeybe, el-Musannef, 5/324, 325, 12/191) Zeyneb binti Cahş (Radıyallâhu Anhâ) şöyle anlatmıştır: Bir gün Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yüzü kızarmış vaziyette uykusundan uyandı. Bir yandan da şöyle diyordu: “Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur, çok yaklaşan bir şerden dolayı vay Arapların başına gelecek olanlara! Bu gün Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddinden şu kadar (az bir miktar) açılmıştır.” (Buhârî, no:3346, 3598, 7059, 7135; Müslim, no:2880) Ebû Sa‘îd el-Hudrî (Radıyallâhu Anh) dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Ye’cûc ve Me’cûc açılacak, onlar Allâh-u Te‘âlâ’nın: ‘Her yüksek yerden boşalıyorlar’ buyurduğu gibi, insanlara musallat olacaklar, Müslümanlar onlardan kaçarak şehirlerine ve kalelerine çekilecekler, hayvanlarını bile yanlarına toplayacaklar. Ye’cûc ve Me’cûc yeryüzünün sularını içecekler, bir nehre uğradıklarında onu kupkuru bırakacaklar, arkalarından gelenler: ‘Bir zamanlar burada su vardı’ diyecekler. İnsanlardan özel sığınaklara girmeyen kimse kalmayınca onların sözcüsü: ‘İşte yer halkından kurtulduk, şimdi gök ehli kaldı’ diyecek…” (Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned, no:11731, 18/256; İbni Mâce, 4079; Ebû Ya‘lâ, 1144, 1351; Taberî, 15/399; İbni Hibbân, no:6830; Hâkim, el-Müstedrek: 2/245, 4/489) Kıymetli okuyucularımız! Takdiri size bırakıyoruz. Bu iki kavmin kimlikleri, Zülkarneyn’in seddi arkasında yaşadıkları, kıyamete yakın Allâh-u Te‘âlâ’nın parçalamasıyla sed açılarak insanlara musallat olacakları, onlardan kaçanların Tur dağına sığınacakları ve Îsâ (Aleyhisselâm) indikten sonra onun duâsıyla helâk edilecekleri bunca âyet-i kerîme ve mânen mütevâtir olan sahih hadîs-i şerîflerde şüpheye mahal bırakmayacak sarih ifadelerle anlatılmışken, bu iki kavmin belli bir cinsiyetle, zaman ve mekânla kayıtlı olmadığı ve hâli hâzırda dünya üzerindeki tüm teröristlerin ve tahakküm gücünü elinde bulunduran siyâsi ve ekonomik güçlerin Ye’cûc ve Me’cûc olduğunu söylemek, Kehf Sûresinin âyetlerinde zamanı ve mekânı, yapım tarihi ve yapı malzemeleri zikredilen böyle bir seddin ve arkasında kalan iki kavmin mevcûdiyetinin inkârı anlamına gelmez mi? Bu tür milletlerin her zamanda ve her mekanda bulunduğunu söylemek, Kehf ve Enbiyâ Sûrelerinin âyetlerinde açıkça ifade edilmiş olan: “Vakti gelince seddin parçalanacağı” gerçeğini reddetmek mânâsı taşımaz mı? Bunca hadîs-i şerîf ve rivâyetlerde bu toplumların suları kurutacakları ve her türlü ifsadı yapacakları açıklanmışken, bu gün bir testi suyu bile birden içemeyen müfsitleri bunlar yerine ikame etmek, bu hadîs-i şerîf ve rivayetleri tanımamak olmaz mı? İslamoğlu’nun Ye’cûc ve Me’cûc hakkında kabule şâyan bularak naklettiği bu görüş, bunca âyet-i kerîmeyi ve mütevâtir hadîs-i şerîfleri inkâr etmek demek değilse, artık bu âyetleri ve hadîs-i şerîfleri inkâr etmek daha başka nasıl düşünülebilir? Bunca tahrif ve tevil, küfür ve inkâr sayılmayacaksa artık dinde adına inkâr denecek hiçbir şey kalmamış demektir. Çünkü bunların iki kavim olarak adlandırılmaları, onların her milletten olabileceği görüşünü çürütmüştür. Zülkarneyn’in yaptığı seddin arkasında bulunmaları ve âhir zamana kadar oradan çıkamayacak olmaları, onları belli bir bölgede sınırlamıştır. Başka bir noktadan düşünecek olursak, kıyamete yakın sed parçalanmadan yerlerinden ayrılamayacak olmalarının bildirilmesi, şu anda dünyanın herhangi bir yerinde kesinlikle bulunamayacaklarını ifade etmektedir. Bu meseleler, biri varsa diğeri yok olacak kadar açık konularken, Allâh-u Te‘âlâ’nın: “Onlar seddin arkasındadır ve Benim vâdem gelinceye kadar oradan çıkamayacaklardır” buyurduğu bir mevzuda: “Yok onlar belli bir yerde sınırlı değildirler, her yerde ifsat yapanlar onlardır” demek, “Allâh-u Te‘âlâ’nın buyurduğu gibi değil, benim dediğim gibidir” demekten başka ne mânâ ifade eder. Artık Allâh-u Te‘âlâ’dan niyazımız, bizi de, siz okurlarımızı da, tüm sevdiklerimizi de Allâh-u Te‘âlâ’yı ve Rasûlünü yalancı çıkaran kişileri dinlemekten, kitaplarını okumaktan ve görüşlerine kapılmaktan muhafaza etmesidir. Bu konuda tek güvencemiz Allâh-u Te‘âlâ’nın fazl-u keremidir. Allâh-u Te‘âlâ’nın âyetleri, Meâl ve Tefsir adı altında yazılan hurafelerde açıkça inkâr edilirken: “Bu adam bilgili ve kültürlü biridir, elbet bir bildiği vardır” diyenlere ve aklını kullanmayıp kiraya verenlere çokça rastladığımız şu ortamda, akıllarımızı ve îmanlarımızı Allâh’a emanet ederiz. Şüphesiz ki O, emanetleri zayi etmez ve vâdine hulfetmez. Ahmet Mahmut Ünlü (Cübbeli Ahmet) Hocaefendi www.arifandergisi.com |
|
04-30-2009, 21:29 | #120 |
MUSTAFA İSLAMOĞLU ‘KÂİNATIN EFENDİSİ’NİN ŞEREFİNİ DÜŞÜRMEYE UĞRAŞIRKEN O SEVGİLİYİ...
MUSTAFA İSLAMOĞLU ‘KÂİNATIN EFENDİSİ’NİN ŞEREFİNİ DÜŞÜRMEYE UĞRAŞIRKEN O SEVGİLİYİ SAVUNMAYANLARIN KABİRDE VE MAHŞERDE O’NUN YÜZÜNE BAKACAK YÜZLERİ OLMAZ
Benim ve mensubu bulunmakla iftihâr ettiğim cemaatin, kimsenin şahsına hakaret ve iftirâ ile veya herhangi bir kimseye yapılan bir iftirâyı nakletmekle işimiz olmaz. Zaten bu tür davranışlar İslâmiyetin yasak ettiği hareketlerdir. Bizim tek derdimiz Ehl-i Sünnet akîdesini muhâfaza etmek ve bunu bozmaya çalışanlara karşı ilmî reddiyelerde bulunmaktır. Üzüntüler içinde uğurladığımız Rebî’u’l-evvel ayında bizlere Rahmeten li’l-âlemîn olan Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in sonsuz himmetlerini ulaştıran Allâh-u Te’âlâ’ya nihâyetsiz hamd-ü senâlardan, kendisi hakkında: “Ben bir kişiye anasından babasından, çoluk çocuğundan ve bütün insanlardan hattâ canından daha sevgili gelmediğim sürece o kişi (kâmil mânâda) îman etmiş olamaz” buyuran Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e ve âl-i ashâbına sınırsız salât-ü selâmlardan sonra! Geçen yazımızda sizlere söz verdiğimiz başlıkları tâkib etmek suretiyle, bu yazımızda Mustafa İslamoğlu’nun, “Üç Muhammed” kitabında Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in şânını tenkıs ve Kâinatın Efendisinin şânına tâzim edenleri tahkîr içeren bâtıl fikirlerini reddederek Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in dünyada himmetlerini, âhirette şefaatlerini taleb etmeye devam edeceğiz. Ancak şunu tekrar tekrar belirtmekte yarar görüyorum ki; benim ve mensubu bulunmakla iftihâr ettiğim cemaatin, kimsenin şahsına hakaret ve iftirâ ile veya herhangi bir kimseye yapılan bir iftirâyı nakletmekle işimiz olmaz. Zaten bu tür davranışlar İslâmiyetin yasak ettiği hareketlerdir. Bizim tek derdimiz Ehl-i Sünnet akîdesini muhâfaza etmek ve bunu bozmaya çalışanlara karşı ilmî reddiyelerde bulunmaktır. Nitekim aylardır Ârifân Dergisi’ndeki yazılarımızı tâkib edenler ve toplantılarımıza iştirâk ederek ya da internetten bizi izleyerek sohbetlerimizi dinleyenler, bunun böyle olduğunu bilmektedirler. Bu konuda şüphesi olanlar da yayınlarımızı tâkib etme imkânına her dâim sahiptirler. Dolayısıyla geçen ay bâzı haber ajanslarında kasıtlı bir iftirâ olarak yazılıp çizilen: “Cübbeli Ahmet Hoca’yla Mustafa İslamoğlu belden aşağı kapıştılar, Cübbeli Ahmet Hoca’nın konuşmasından sonra İslamoğlu’nun hapis yatmasına neden olan mahkeme kararı dağıtıldı” şeklindeki haberler tamamen asılsızdır, bunun hiçbir isbâtı ve şâhidi olamaz. Benim hiçbir konuşmamın peşinden İslamoğlu hakkında belge dağıtılmamıştır. Hele benim gibi iftirâya mâruz kalarak haksız yere iki sene yedi ay üç gün hüküm giymiş birinin, başka biri hakkında verilen karâra dayanarak yorum yapmam veya bu konuda yorum yapanlara katılmam ya da menşei belli olmayan böyle bir yazının dağıtılmasına seyirci kalmam asla düşünülecek bir şey değildir. Bu tür sokak hareketlerinden hiçbir şekilde haberdar edilmediğim halde, bâzı haber ajanslarının sitelerinde ve yeni çıkardıkları gazetelerinde hemen ilk hafta reyting kaygısıyla düzdükleri bu iftirâları okumam beni son derece üzmüştür. Siz okurlarıma vasiyetim odur ki, fasıklar yoluyla gelen hiçbir habere îtibar etmeyesiniz, Müslümanlar arasında müstehcen haberlerin yayılmasını gönülden bile geçirmeyesiniz. Çünkü Allâh-u Te’âlâ: “Îman edenler içerisinde fuhşî konuların yayılmasını sevenler için dünyada da âhirette de çok acı verici büyük bir azab vardır” (Nûr Sûresi, 19) kavl-i şerîfiyle, aslı olan konuların yayılmasını arzulayanları bile büyük bir azabla tehdit etmişken, ya aslı astarı olmayan bu gibi iftirâları yayanları nasıl cezalandıracaktır?! Bu vesîleyle sizleri tekrar bu yalanlara inanmamanız husûsunda uyardıktan sonra reddiyelerime devam edebilirim. Sizlerden ricam, canınızdan çok sevmeniz gereken, gece gündüz sizlerin affı için göz yaşı döken ve doğarken de yaşarken de, mahşerde de sizleri kurtarma derdine düşen Muhammed Mustafa (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) gibi Yüce bir Peygamberin şânını takdire çalışan Kâdı Iyâz, Suyûtî ve Nebhânî gibi büyüklere cephe açan, üstelik İmam-ı Buhârî ve Ahmed ibni Hanbel gibi muhaddis ve müctehidlere: “Peygamberin karizmasını artırmak için hadis uydurdular” diye iftirâ atma cesâretini gösteren bu İslamoğlu’nun fikirlerinden, hiç değilse tuttuğunuz takımın aleyhine konuşanlardan yâhut hayranı olduğunuz bir sanatçı hakkında ileri geri sözler sarfedenlerden rahatsız olduğunuz kadar rahatsız olmanız ve bu reddiyelerimizi insafla okuyup herkese ulaştırmanızdır. Rabbim, Habîbinin müdâfaasını ihtiva eden bu reddiyeleri O’nun ümmetine ulaştıranları, O’nun şefaatine nâil eylesin. Âmîn! ÜMMET-İ MUHAMMED PEYGAMBERE SAYGI GÖSTERİRKEN VAHYE SIRT DÖNMÜŞ DEĞİLDİR İslamoğlu: “Bugün, Ümmet-i Muhammed, kendinden önceki Nuh, Ad, Semud ve Firavun toplumları gibi bir melek peygamber isteme imkanından ‘mahrum’dur. Fakat bu mahrumiyetin açığını, kendilerine örnek insan olarak gönderilen bir peygamberi melekleştirerek kapatmaya çalışmakla, aslında Kur’an’da geçen vahye sırt dönmüş toplumların suçuna ortak olmaktadır” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:33) derken, Kur’ân’ın nassıyla en hayırlı ümmet olan bu ümmetin fertleri arasında hiçbir ayırım yapmaksızın tümünü, kendilerine melek bir peygamber gönderilmesini isteyen müşrik toplumlara nasıl kıyas edebilmiş ve bu ümmeti, vahye sırt dönmüş toplumların şirk suçuna nasıl ortak edebilmiştir? Oysa bugün bu ümmet içerisinde “Keşke Peygamberimiz melek olsaydı” diyen yâhut “Peygamber beşer olması hasebiyle yiyip-içtiği ve evlendiği için meleklerden aşağıdır” diye düşünen veyâ Peygamberin çarşılarda alışveriş için gezip dolaşmasını yadırgayarak O’nu hayattan dışlamak isteyen bir fert bile bulunmazken, İslamoğlu’nun, âyet ve hadislerde bildirilen fazîletlerle Peygamberlerini methetmekten başka bir suçları bulunmayan bu şerefli ümmeti müşriklerle suç ortağı olarak îlan etmesi, bir bakıma: “Siz en hayırlı ümmetsiniz” (Âl-i İmrân Sûresi, 110) buyuran Allâh’ı yalancı çıkarmak, diğer taraftan: “Ümmetim sapıklıkta birleşmez” (Tirmizî, no:2166, Hâkim, el-Müstedrek, no:391) buyuran Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)i tekzib etmek, öte yandan da bütün bir ümmete iftirâda bulunmak değilse, dinde inkar ve iftirâ sayılacak hiçbir şey kalmamış demektir. “RASÛLÜLLÂH ÖRNEKTİR” BUYRULMAYIP, “RASÛLÜLLÂH’DA ÖRNEK VAR” BUYRULMASI, RASÛLÜLLÂH’A SEÇİCİ YAKLAŞMAMIZ GEREKTİĞİNİ İFÂDE ETMEZ İslamoğlu: “Yine “Doğrusu Allah’ın Elçisi’nde sizin için güzel örneklik vardır” (33.21) âyeti........ peygamber’in örnekliğini makul ve mümkinle sınırlandırmış; ‘Allah’ın Elçisi örnektir’ demek yerine seçici yaklaşımla ‘Allah’ın Elçisi’ nde’ demiştir. Bu da bir seçiciliktir.”........ “Kur’an toptancılık ve tazime dayalı bu aklı şiddetle eleştirdi. Onun yerine seçicilik ve tebyine dayalı bir akıl önerdi. Kur’an’ın davet ettiği İslâm aklı, toptancı değil seçmeci bir akıldı” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:47-48) hezeyanlarıyla neyi kastetmektedir? Zâten dörtten fazla kadınla evlenebilmesi ve uykusunun abdestini bozmaması gibi, kendisine has bâzı konularda Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)i örnek alamayacağımız yine kendisi tarafından bize açıklanmışken, biz O’nu örnek alacağımız konularda nasıl seçici olabiliriz ki? Yâni O’nun ‘helâldir’ veya ‘haramdır’ dediği her hangi bir mesele hakkında: “Acaba?! Bunu bir Allâh’a soralım mı?” diyeceğiz, yoksa “Aklımıza uyanı alırız, uymayanı atarız” gibi bir akılsızlık mı yapacağız, değilse biz bu seçiciliği neye göre yapacağız? Oysa Allâh-u Te’âlâ Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok âyetinde Kendisine itaattan sonra O’na kayıtsız şartsız itâatı bize emretmiştir (Nur Sûresi, 54), bir âyet-i kermesinde de: “Rasûle itâat eden muhakkak Allâh’a itâat etmiştir” (Nisâ Sûresi, 80) buyurarak, Peygambere itâatı, Kendisine itâatın ta kendisi olarak değerlendirmiştir. Bu durumda biz Allâh’a itâat husûsunda da mı seçici olmak durumundayız. Ayrıca Allâh-u Te’âlâ: “O’na uyun ki, hidâyet bulasınız” (Âraf Sûresi, 158) buyurarak, doğru yola erişmeyi mutlak mânâda O’na uymaya bağlamıştır ama aslâ “O’na uyarken seçici olun” buyurmamıştır. Yine böylece: “O Rasûl size neyi verdiyse onu alın, sizi hangi şeyden nehyettiyse ondan vazgeçin” (Haşr Sûresi, 7) buyururken de, “O’nun verdiği ve engellediği şeyler husûsunda toptancı olmayın, seçici olun” gibi bir kayıt getirmemiş, tam tersine bu konuda seçici davranarak, umûmî mânâ ifâde etmeye vaz edilmiş olan ‘Mâ’ lafzını tercih etmek suretiyle genelleme yapmıştır. Burada benim anlayamadığım husus şudur; Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e uymamamız gereken birkaç özel konu Kitab ve Sünnet’te bize bildirilmişken, artık bizim seçici olmamız gereken ne kalmıştır? Böyle bir mânâyı ortaya atan kişinin kastı olsa olsa “Allâh ve Rasûlü’nün hükümleri size ulaştığında onları toptan bir kabülle karşılamayın bilakis mantığınıza vurun” şeklinde olur ki, bunun îman şartlarından olan gayba îmanla bağdaşmayacağı âşikardır. Nitekim Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bâzı şeyleri emrederken veyâ yasaklarken hikmetini açıklamış, bâzı konularda da mücerred bir beyân ile yetinmiştir. Burada bize düşen seçici olmak değil, teslim olmaktır. Her vesîleyle Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Selem)in üstünlüklerinden bir kısmını kısıtlamaya özen gösteren İslamoğlu’na karşı, uğurladığımız Mevlid ayı münâsebetiyle başlatmış olduğum reddiyeler yer darlığı nedeniyle maalesef geçen sayıda eksik kaldığından, bu konudaki diğer reddiyelerim Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in medediyle ve bu reddiyeleri hazırlamam için özel teşvikleri bulunan Sevgili Efendi Hazretlerimizin himmetiyle bu ayda da, gelecek aylarda da inşâallâh devam edecektir. Özellikle Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in diğer peygamberlerden üstün olduğunu sahîh hadislerde vârid olan bâzı fazîletlerle ispat etmeye çalışanlar hakkında İslamoğlu’nun: “Peygamberler arasında üstünlük yarışı çıkarmak Yahudi işidir” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:78-79) diyerek Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in diğer peygamberlerden üstün oluşunu reddeden sapık görüşüne bir reddiye olmak üzere, müstakil kısa bir risâle yazmak niyetindeyim. Ama beni en çok müteessir eden şey, bu kişinin, Buhârî, Müslim, Ahmed ibni Hanbel, Kâdı Iyâz ve Suyûtî gibi en büyük muhaddis ve müctehidler hakkında bile pervâsızca: “Peygamberin karizmasını artırmak için hadisler uydurdular” demiş olmasıdır. Çünkü onun bu babta örnek olarak açıklayıp reddettiği hadisler, bu büyüklerin kitaplarında mevcuttur. RASÛLÜLLÂH ALLÂH’IN BİLDİRMESİYLE GAYIPLARI BİLMİŞTİR YOKSA KENDİSİNE KARİZMA KAZANDIRMAK İÇİN KİMSE HADİS UYDURMAMIŞTIR İlk önce şunu ifâde edelim ki Allâh-u Te’âlâ: “O bütün gayıpları bilendir, râzı olduğu rasuller dışında gaybına kimseyi vâkıf etmez....” (Cin Sûresi, 26) buyurarak, peygamberlerine dilediği gayb ilimlerini bildirdiğini haber vermiştir. Sahâbe-i Kirâm da Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in kendilerine kıyâmete kadar olacakları, tüm fitneci önderleri ve bütün ilimleri bildirdiğini söylemişlerdir. Nitekim Huzeyfe (Radıyallâhu Anh): “Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) kıyâmete kadar olacak her şeyi bize anlattı” (Buhârî, no:6604, Müslim, no:2891, Ebû Dâvud, no:4240) buyurmuştur. Gel gör ki; İslamoğlu Hz. Âişe (Radıyallâhu Anhâ)’nın: “Kim Muhammed yarın ne olacağını bilir sanıyorsa, şüphesiz o, Allâh’a büyük bir iftirâda bulunmuş olur” sözünü delil göstererek, Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in kendisinden sonra kıyâmete kadar meydana gelecek olan hâdiselerle ilgili on binleri aşkın Hadîs-i Şerîf’ini inkâr etmiştir. Oysa Âişe (Radıyallâhu Anhâ)nın bu sözü: “Allâh bildirmeden bilir sanıyorsa” kaydıyla mukayyeddir. Zira Âişe (Radıyallâhu Anhâ) gibi ilim sahibi birinin, Cin Sûresi’nin âyetini yâni Allâh-u Te’âlâ’nın, rasullerine gayp ilmini öğrettiğini bilmemesi düşünülemez. Ama İslamoğlu bu mânâyı bildiği halde hükmü genelleştirmiş, bununla da kalmayıp, Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in gaybî konuları bildiğini rivâyet eden tüm sahabe ve tâbiini, müctehid ve muhaddisleri karalamak için: “Hz.Peygamber’in yüceliğini yeterli bulmayıp ona bir parça daha karizma kazandırmak isteyen yüceltmeci gelenek, hiçbir tevile sığmayan bir yığın haber üretmekten de geri kalmamıştır. Mesela Suyuti’nin el-Hasaisu’l-kübra’sına bakılırsa, Hz. Peygamber, Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın öldürüleceklerini haber vermiştir” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:81) diyerek Buhârî, Tirmizî, Nesâî, Darekutnî, İbni Ebî Âsım, Ahmed ibni Hanbel, Taberanî ve Heysemî gibi saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok sayıda muhaddisi, ayrıca onların Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e varıncaya kadar bu hadisleri birbirinden rivâyet ettikleri tüm râvileri ve bu hadisleri bizzat Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)den duymuş olan Ebû Hureyre, Enes ibni Mâlik, Ammar bin Yâsir, Suheyb ve Cabir ibni Semure (Radıyallâhu Anhüm) gibi sahabeyi, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e karizma kazandırmak için haber üreten kimseler olarak nitelemiştir. Zîra Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in, Ömer ve Osman (Radıyallâhu Anhümâ)nın şehid olacağını haber verdiğini, adını verdiğim tüm kaynaklar nakletmiştir. Nitekim bu kaynaklarda zikredilen rivâyetlere göre; Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bir kere, yanında Ebû Bekr, Ömer ve Osman (Radıyallâhu Anhüm) bulunduğu halde Uhud Dağı’na çıktığında dağ sallanmaya başlamış, o zaman Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Uhud yerinde dur! Zîra senin üzerinde bir Nebî, bir Sıddık, iki de şehid bulunmaktadır” buyurmuştur. (Buhârî, no:3675, Tirmizî, no:3696, Nesâî, no:3608, Ahmed ibni Hanbel, no:12127) Ayrıca Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem): “Bu ümmetin en kötüsü Ali’nin sakalını kana boyayacak olandır” buyurmuştur. (Taberânî, Heysemî, Mecma’u’z-zevâid, 9/137) Yine İslamoğlu: “Hz.Peygamber hepsi de vefatından yıllarca sonra ortaya çıkacak olan Hariciler’i, Rafiziler’i, Kaderiyye’yi, Mürcie’yi, Zenadika’yı haber vermiştir. Tabi ki mezhep ve fırkalarla ilgili bu tür sahih olmayan rivayetler de, fırkalar arası mücadelede kullanılmak üzere üretilmiş birer lojistik destek unsuruydu.” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:82) diyerek, bu konuda hadîs-i şerîf rivâyet eden binlerce sahâbe, tâbi’in, müctehid ve muhaddisten oluşan zevât-ı kirâmı, kendi mezheplerine lojistik destek sağlamak için paket tasarlamak gibi bayağı ve aşağı bir ifâdeyle karalamaktan hiç çekinmemiştir. Oysa bu konudaki hadîs-i şerifler “Kütüb-ü sitte” gibi sahih kaynaklarda mezkurdur. Nitekim İbni Ebî Evfâ (Radıyallâhu Anh)dan rivâyete göre Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Hazreti Ali’yi kafir sayarak ona karşı çıkacak olan Hâricîler hakkında: “Hâricîler cehennem köpekleridir” buyurmuştur. (İbni Mâce, no:173, Tirmizî, no:3000) Ali ve İbni Abbas (Radıyallâhu Anhümâ)dan rivâyet edilen hadîs-i şeriflerinde: “Âhir zamanda Ehl-i Beyti sevdiğini iddia ederek Ali’yi kendisinde bulunmayan (ilahlık yâhut peygamberlik veya Ebû Bekr ile Ömer’den üstünlük gibi) vasıflarla metheden Râfizîler olacak, onlar Ebû Bekr ve Ömer’e sövecekler” diye haber vermiştir. (Ahmed ibni Hanbel, no:1377, Ebû Nu’aym, 4/95-96). Huzeyfe ve İbni Abbas (Radıyallâhu Anhümâ)nın rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerde ise: “Her ümmetin bir mecûsîsi vardır, bu ümmetin mecûsîleri de kaderi inkâr edenlerdir, ümmetimin iki sınıfı için İslâm’da hiçbir nasip yoktur, onlar da (“Îman sâde bir sözdür, amele lüzum yoktur” diyen) Mürcie ve (“Alın yazısı yoktur” diyen) Kaderiye fırkalarıdır” buyurmuştur. (Ebû Dâvud, no:4692, Ahmed ibni Hanbel, no:5588, Tirmizî, no:2149) İbni Ömer (Radıyallâhu Anhümâ)nın rivâyet ettiği hadîs-i şerifte ise: “Kaderiye bu ümmetin mecusîleridir, hasta olurlarsa ziyaretlerine gitmeyin, ölürlerse de cenazelerinde bulunmayın” buyurmuştur. (Ebû Dâvud, no:4691) Ebû Ümame (Radıyallâhu Anh)dan rivâyete göre ise Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem): “Mürcie fırkası yetmiş peygamberin diliyle lânetlendi” buyurmuştur. (Hâkim, et-Târîh, Rûyânî, no:1180, Suyûtî, el-Câmi’u’l-kebîr, no:265, Taberî, Tehzîbu’l-âsâr, no:1970) Bu konudaki râvileri ve rivâyetleri müstakil bir kitap halinde toplayacak olsak, İslamoğlu’nun mezhep taassubuyla karaladığı kimselerin sayısının binleri aşkın olduğu görülür. Şimdi insafla düşünecek olursak, bunca sahâbenin, müctehid ve muhaddislerin kendi mezheplerine lojistik destek sağlamak için bu hadisleri uydurdukları, kabullenilebilecek bir şey midir? Farz-ı muhal böyle bir şeyi aklımızdan geçirecek olsak, o zaman helal, haram, emir ve yasak konularında bütün müctehidlerin kendilerinden hadis rivâyet ettiği bu zatların ve onların rivâyetleriyle hüküm tesbit eden bütün müctehidlerin fetvaları, töhmet altında kalmış olmaz mı? Bu durumda ortada din namına bir şey kalır mı? Ama babasının da isâbetli tesbitine göre kendisi de “Kaderiye”den olan İslamoğlu’nun, bu fırkanın aleyhinde vârid olan hadîs-i şerifleri inkâra kalkışması yadırganacak bir şey değildir. İslamoğlu hezeyanlarına devam ederken sarf ettiği: “Biz, Hz.Peygamber’in daha Mekke’deyken, müminlerin fetih ufkunu Bizans ve Pers imparatorluklarını içine alacak kadar genişlettiğini biliyoruz.....Fakat, bu insanlara bu perspektifin kazandırılması Hz.Peygamber’in büyüklüğü için kafi gelmezmiş gibi, yine mevzu olanın zayıfa, zayıfın da sahihe karıştığı bir paket tasarlanır. Bu paket içinde, Hire’nin fethinden Şam ve Irak’ın fethine, Kudüs’ün fethinden Mısır’ın....fethine varana dek haberler yer alır.” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:82) sözleriyle Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in haber verdiği bazı fütühâtı kabul etmiş gibi görünüp, diğerlerini inkâr ederken bu tercihi neye göre yapmaktadır? Oysa onun, muhaddisleri paket tasarlamakla suçladığı bütün fetihler sahih kaynaklarda zikredilmiştir. Hire’nin fethini Buhârî (no:3595), Şam ve Irak’ın fethini Buhârî ve Müslim (no:1875, no:1388), Kudüs’ün fethini Buhârî (no:3176) rivâyet etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en mûteber kaynak sayılan “Sahîhayn”de geçen bu haberler hakkında “mevzû, zayıf ve sahihin birbirine karıştığı bir paket” diyebilmek ve bu yüce muhaddisleri böyle bir paketi tasarlamakla suçlamak, cehaletten kaynaklanan bir cesâret eseri değilse, mutlaka sû-i niyete mebnî bir hıyânet olsa gerektir. Bütün bu ithamların altında yatan tek gerçek, Cin Sûresi’nin âyetine ve birçok sahih hadîs-i şerîfe rağmen İslamoğlu’nun, hâlâ Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e gayıpların bildirildiği hakîkatini kabullenememiş olmasıdır. Halbuki İslamoğlu Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in Allâh’ın bildirdiğini bileceğeni mecbûren itirâf etmektedir. Peki biz Allâh-u Te’âlâ’nın Rasûlüne neleri bildirdiğini nasıl bilebiliriz? Allâh-u Te’âlâ’nın kendisiyle görüşemeyeceğimize göre, elbette ki bunu Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bildirmesiyle bilebiliriz. Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in hadîs-i şeriflerini ise bize sahâbe, tâbi’în ve muhaddisler nakletmişlerdir. Bu nakillere göre Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) “Medîne’nin muhâsara edileceği” (Buhârî, no:1874, Müslim, no:1389), “Hayber’in Hazreti Ali’nin eliyle fethedileceği” (Buhârî, no:3701, Müslim, no:2406), “Bu ümmete dünyanın bollaştırılacağı” (Buhârî, no:1465, Müslim, no:1052), “Kisrâ ve Kayser’in hazînelerinin İslâm hazînesine intikal edeceği” (Buhârî, no:3121, Müslim, no:2919), “Bu ümmetin arasında bidat fırkalarının, fitne ve ihtilafların baş göstereceği” (bu konuda kütübü sittede geçen tüm hadisleri İbnü’l-Esir Câmiu’l-usûl’de cem etmiştir, 10/3), “Bu ümmetin bir kısmının Yahudi ve Hristiyanların yoluna gireceği” (Buhârî, no:3456, Müslim no:2669), “Bu ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağı ve bir tek Ehl-i Sünnet’in kurtulacağı” (Ahmed ibni Hanbel, no:2/332, Ebû Dâvud, no:4596, Tirmizî, no:2640, İbni Mâce, no:3991), “Bu ümmetin Moğollarla ve Rumlarla savaşacağı” (Buhârî, no:2928, 3590, Müslim, no:2912), “Acem ve Rum imparatorluklarının ortadan kalkmasından sonra bu imparatorlukların bir daha kurulamayacağı” (Buhârî, no:3120, Müslim no:2018), “Bu ümmetin mülkünün meşrik ve mağribe yani doğunun en uzak memleketi olan Hindistan’dan, batının bittiği yer olan Tanca Denizi’ne kadar ulaşacağı” (Müslim, no:2889), “Emevîlerin yönetimi ele alacağı ve lâkin adâletli olamayacağı” (Hâkim, Tirmizî, Beyhakî, Ebû Ya’lâ, no:7380, 6523), “Kızı Fâtıme’nin âilesi içerisinden ilk önce kendisine kavuşan olacağı” (Buhârî, no:3626, Müslim no:2450), “Kendisinden sonra kâmil halifeliğin otuz sene süreceği” (Ebû Dâvud, no:4646, Tirmizî no:2226), “Üveys el-Karanî adındaki zâtın fazîletli hâli” (Müslim, no:2542), “Her gelen zamanın geçenden şerli olacağı” (Buhârî 7068), “Koyun çobanlarının şehre inip büyük binalar yaparak birbirlerine hava atacağı” (Buhârî, no:50, Müslim, no:9) ve “İstanbul’un fethedileceği” (Ahmed ibni Hanbel, no:18478, Ebû Dâvud, no:4294) gibi, değil bu birkaç sayfalık yazımın, cildler dolusu kitapların dahi ihâta edemeyeceği kadar fazlaca gaybî konuyu bize bildirmiştir. Artık kararı siz okurlarımın îman ve insâfına havâle ediyorum. Siz müminler: “Bugün bana ne sorarsanız, mutlaka onu size açıklarım” (Buhârî, no:6001) hadisiyle, hiçbir peygamberin söyleyemeyeceği bir sözü hiç çekinmeden sarfedebilen ve: “Ben göklerde ve yerde olan herşeyi bildim” (Tirmizî, no:3233) hadîs-i şerifiyle, gaybî konular dahil bütün ilimleri bildiğini beyân eden Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e ve Huzeyfe (Radıyallâhu Anh) gibi “Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) kıyâmete kadar olacak her şeyi bize anlattı” (Buhârî, no:6604, Müslim, no:2891, Ebû Dâvud, no:4240) diyen sahâbîlere mi inanacaksınız yoksa bu konudaki binlerce hadîs-i şerîfi bize ulaştıran on binlerce sahâbe, tâbi’în, tebe’i tâbi’în, etbâ’i tebe’i’t-tâbi’în ve muhaddisîn hakkında: “Hz.Peygamber’in yüceliğini yeterli bulmayıp ona bir parça daha karizma kazandırmak isteyen yüceltmeci gelenek, hiçbir tevile sığmayan bir yığın haber üretmekten de geri kalmamıştır” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:81) diyen bir şahsa mı inanacaksınız?! Bugün tercih sizin, ama yarın âhirette Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in sancağı altında mı, yoksa O’nun havzından kovulanlar arasında mı bulunma tercihi sizin elinizde değil. Elbette ki Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)i müdâfaa edenler O’nun ikrâmına mazhar olacak, ama O’na “Sen de kendini methettiğin kadar büyük değilsin, seni methedenler de amma abartmış” diyenler ve böyle diyenleri dinlemeye hâlâ devam edenler ise, hiç şüphesiz ki O’nun havzından kovulacaklardır. Gerçi O yine onlara acıyarak: “Ey Rabbim! Onlar da benim arkadaşlarım, (müsâade buyur da kendilerine havzımdan içireyim)” diyecekse de, Allâh-u Te’âlâ: “Ama onlar senin ardından din adına neler uydurdular” buyurarak yabancı develerin havuz başından kovulması gibi onları kovacaktır. (Buhârî, no:6205) Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in ümmetinden olma şerefine eriştirildikten sonra, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâ’at inancından bir karış bile ayrılarak İslam ipini boynumuzdan çıkarmaktan Allah’a sığınır ve cümlenizi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in faziletlerini inkâr ederek, bu ipi boynundan çıkaranların şerrinden Rabbime sığındırırım. Ahmet Mahmut Ünlü (Cübbeli Ahmet Hoca) |
|
Konuyu Toplam 6 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 6 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|