08-18-2008, 17:54 | #1 |
D Ü Ş Ü N C E Ö Z G Ü R L Ü Ğ Ü VE İ S L Â M
D Ü Ş Ü N C E Ö Z G Ü R L Ü Ğ Ü VE
İ S L Â M ALPEREN GÜRBÜZER DEĞİŞMEYEN HAKİKAT: VAHYE TESLİMİYET Batının filozları, akıldan hareketle ilginç sonuçlara varmışlardır. Bakın J.J. Rousse: “Tefekkür hali, tabiata aykırı olup, insan soysuzlaşmış hayvandır” der. Montaigne ise insanı hasta hayvan, Marks insanı, kol ve kas gücünden ibaret görerek adeta hepsi koro halinde insanı hayvan olarak ilan ederler. Akıldan hareket eden batı mütefekkirleri kendi aralarında anlaşmışcasına insanı; hayvanın seviyesine indirmekte yarışıyorlar. Bunun yanısıra, Avrupa’da Henry Linck, Alex Carrel gibi müsbet düşünen aydınlar da var. Henry Linck “dine dönüş cağrısı” yapar adeta. Dr. A. Carrel ise insanlara “uyanın çağrısı” yaparak hürriyete davet eder. İslâm, zaten ta baştan insanı “Eşref-i mahlûkat” olarak ilan etmiştir. Vahiy, böylece insanı hürriyete kavuşturur. Filozoflar beşeriyeti hayvan olarak nitelemekle hümanist olduklarını sanıyorlar. Üstelik ahlâksızlık, özgürlük olarak takdim ediliyor. Oysa bu hürriyet değil, düpedüz nefsin hürriyetidir. Bazı aklıevveller toplumca kabül görmüş kaide ve kuralların tarih boyunca değişmeden yoluna devam ettiğini bilmedikleri için özgürlüğün sınırsız olduğundan dem vuruyorlar. Bu arada neymiş o değişmeyen normlar diye sual edebilirler. O halde buna verilecek cevap; değişmeyen bazı normlar sadece toplumun temel direği denilebilecek nitelikte ki iffet, namus, ahlak, inanç vs. gibi kavramlar olsa gerektir. En az sınırsız özgürlüğü savunmak kadar, bu kavramların içini boşaltmakta cinayettir. Batı aklın egemenliğini kurdu ama, inanç daha fazla aklın kölesi olmaya dayanamadığından dolayı, batı insanı geçte olsa ruhunda birşeylerin eksik olduğunu hissetmeye başlayarak düşünce köleliğinin madde köleliğinden daha tehlikeli olduğunun farkına vardılar nihayet. Gerçekten de düşüncesini ve ruhunu esir eden her kim olursa olsun şahsiyetinden eser kalmayacağı muhakkak. İslâmiyet’te insan Allah’a “abd” olmakla şahsiyet kazandığı gibi, gerektiğinde kâinata meydan bile okuyabilir. Nasıl mı? İman insanı sultan eder çünkü. İmandan yoksun akli donanım ise insanı köle yapar. Demek ki; tek hakikat, Vahye teslimiyettir. Vahy, insanı kayıtsız şartsız denilen “Mutlak Hürriyet”e yelken açtırır bir kelebek misali. Şu fani dünyada her şey değişir, ama değişmeyen ve eskimeyen tek olgu ise hakikat güneşidir. Derler ki; İslâm toplumunda felsefe yoktur, doğrudur. Felsefenin olmaması bir eksiklik değil ki. İlla da felsefeden söz edilecekse müslümanın felsefesi ancak vahiydir deriz. Vahiy her şeyi kuşatır gerçeği varken aşağılarda oyalanarak boşuna ömrü heba etmeye ne gerek var ki. Tabular ve düşünceyi mahkûm etmek devri gerilerde kaldı artık. Tabuların düşünce hürriyetinin önünde en büyük engel olduğu anlaşılmalıydı oysa. Bugünümüzü ve yarınımızı tabular üzerine kuramayız çünkü. Herşeye angaje olmamız, ya da tabuların esiri olduğumuz için hür olamadık malesef. Cemil Meriç; ‘’Tabular, tabular, tabular her adımda şuura dur emrini veren jandarma neferleri...’’ derken ne kadar haklıymış meğer. Tarih hem tabu dikme hem de tabu yıkma serüveni yaşıyor. Bilge insan Sokrat, tabucu zihniyetlerin kurbanı oldu ama, bugün o düşüncesiyle yaşıyor. Maalesef Sokrat düşüncesinden dolayı ölüme mahkûm edilmiştir. Tabular birer birer yıkıldıkça insanoğlu çok daha hür hissedecektir kendini. Şahıslar ya da kurumları her ne varsa tabulaştırma girişimleri özgürlükleri yok ettiği gibi, bu arada toplumun inançlarına da büyük bir darbe vuruluyor. O halde gerek resmi tarihi gerekse resmi ideolojiyi tabulaştırmamalı veyahut ta tek hakikatmiş gibi dayatmamalı. Önemli olan ön görülen fikrin halkın kabülünü kazanıp kazanmamasıdır. İşte bu noktada diyoruz ki; gerçek demokratikleşme özgürlüklere kota koymamaktan geçer. Demek ki fikirlerin konuşulmasından korkulması, ya da düşünceye karşı yasak kurallar konulması hürriyetsizlik doğuruyor. Tek tip düşünce mekanizmaları oluşturmak çoğulcu demokrasiye darbedir, aynızamanda geleceğimizi karartmaktır. Artık güçlü fikirlerin serbest ortamda gelişebileceğini anlamamız gerekiyor. Gerçek hürriyet bu noktada düğümlüdür. Şöyle ki; Rasûlullah (S.A.V.) Medine sözleşmesiyle, farklı düşüncede ve farklı kimliklere sahip topluluklarla beraber nasıl yaşanabileceğinin formülünü vermiştir insanlığa. Peygamberimiz (S.A.V.) Medine’de gayri müslimlerle bir arada yaşama ahdini gerçekleştirdiği zaman, müslümanlar, sayıca yüzde 10’a tekabül ediyordu. Müslümanlar bu durumda, diğer zümrelere nazaran azınlıkta idi. Bu nokta da Resûlüllah’ın (S.A.V.) azınlık durumunda iken nasıl yaşanılır, nasıl ilişkiler kurulabilmenin metodlarını “Medine Vesikası” ile kayıt altına almıştır. Mekke’nin fethi ile ise yüzde yüz müslümanların hâkim olduğu belde haline gelince bu durumda Peygamberimiz (S.A.V.) inananların kendi aralarında kardeşce nasıl hayatlarını idare edilebileceklerinin metodlarını ve uygulamalarını vahiy ışığında göstermiştir. Demek ki temsil noktasında Mekke yüzde yüz müslümanların, Medine ise yüzde doksan farklı kimliklere sahip topluluklarla birarada bulunmanın ve onlarla nasıl yaşanabileceğinin örneğini teşkil eder. Şu halde bu gerçeklerden hareketle günümüzde de var olan çeşitliliklerimizi hayata ve siyasete yansıtmaktan ve farklı eğilimlerin varlığından korkmamak gerekiyor. Burada dikkat edilmesi gereken bütünü karşıt hale getirmeden bir arada karşılıklı saygı çerçevesinde yaşayabilme ortamını hazırlamayı başarabilmektir. Maalesef dünyaya tek pencereden bakıp tekelci görüşlerin etkisiyle kendi kendimizi “sevr”e mahkûm ediyoruz adeta. Üstelik tek tip düşüncelerle geleceğimizi aydınlatamadığımız gibi, habire totaliter anlayışların türemesine bilerek veya bilmeyerek de olsa yardımcı oluyoruz. Öteden beri totaliter rejimlerde çoğulcu fikirlere özgürlük tanınmadığı bir sır değil, onların genlerinde mevcut kazınamaz da, bari onların değirmenine su taşımaktan uzak kalalım, o bile faydalı olur sanırım. Allah (C.C.) Kur’an-ı Kerim’de, “Renklerinizin birbirine uymaması Allah’ın ayetlerindendir” (Er-Rum 12) buyuruyor. Bütün bu gerçekler ışığından hareketle farklılıkları tabii karşılamalı. Özgürlük insan şahsiyetinin güçlenmesini sağlayan en etkili unsur olup, tek hakikat benimkidir duygusundan sıyrılarak kendi dışındaki insanları da anlamaya çalışmasını sağlar. İslâmiyet’in özgürlükle problemi yok, bilakis fikir hürriyetini irşâd vasıtası olarak görür dinimiz. Birlik ve bütünlük güzel bir olgudur. Aynı zamanda birlikte olmak farklılıkların bir bütünüdür. Sosyal hayatta farklı düşünceler, farklı fikirlerin olması tabiidir, mavcutta olacaktır her daim. Çoğunluğa dayanan fikirler azınlıklara karşı tahakküm ve dayatma kurmaya kalkıştığında, orada ne fikir özgürlüğünden ne de demokrasiden bahsedilebilir. O halde hürriyet ortamını oluşturmalı ve özgürlük uygulamalarına bir an evvel geçilmeli ki; aklı hür, vicdanı hür nesil doğabilsin. Aslında problem özgürlükte değil, tüm mesele devletin birey karşısında kendisini güvence altına alıp, ama bireyin devlet karşısında özgürlüğünü tam anlamıyla elde edeceği yasaların çıkmamasında, ya da çıkan yasaların tatbikata konulamamasında kilitli.. Yukarıda izah etmeye çalıştığımız “Medine Vesikası”ndaki mesajı iyi anlamak gerekiyor. Osmanlı, Resûlüllah’ın (S.A.V.) özgürlük uygulamalarını kavrayabilmiş ve farklı kimlikteki toplulukları 600 sene idare edebilmiştir bu sayede. ABD’de de Osmanlı’yı örnek almıştır. Amerika’da 167 din, bir o kadar da dil’i olan insanı bağrında taşımaktadır. Etnik farklılıklar bölücülük olarak telakki edilmemeli bu yüzden. Azınlıklar bir bütünün parçaları olarak algılanmalıdır. Elbette alt birimler tek başına millet olamaz, ama azınlıkların da varlığından gereksiz yere endişe ve kaygıya kapılmamalı. Yasak kurallarla bir yere varılamayacağını ve dayatmacı yöntemlerin kitleler üzerinde tahrik edici etki yaptığını idrak etmeliyiz artık. Fikirlere pranga vurmakla düşman etkisiz duruma gelmez, aksine yeraltına çekilmelerini ve örgütlenmelerini sağlamış olursunuz. Nasıl ki Anadolu da dokunan her bir kilimin ayrı ayrı desenleri varsa, her ülkeninde farklı kimliklere sahip topluluklarının da olması tabiidir. Madem kilim üzerindeki farklı desenleri normal karşılıyoruz, o halde bir milletin bağrında yaşayan farklı kimliklere ve farklı kültürlere sahip topluluklara da aynı gözle bakmak mecburiyetindeyiz, hepimiz insanız çünkü. Farklılıkların, bölücülük olmadığı ya da ayrı-gayrı nitelenmediği ortamlar, sağlıklı ve daha çoğulcu demokratik ortamlar olduğu gerçeğini yaşamak bugün değilse, şu halde ne zaman? Başkalarını cennetlik görmedikçe, kendimizi cehennemlik endişesi kaplayacak, hakeza başkalarını cehennemlik görmekte, kinimizin ve öfkemizin dışa yansıması anlamına gelecektir. Bu yüzden İslâm tasavvufunda, “her geceyi Kadir bil, her gördüğünü Hızır bil” düsturu esasdır. Başkalarını cehennemlik görmek düşüncesi kararmış ruhun bir yansıması olarak meydana gelen bir hürriyetsizliktir. İnsanları Hızır olarak algılamakla insan şahsiyetinden değer kaybetmez, bilakis yücelir, kelebek misali ötelere uçarız. Hatta Hızır algıladığımız kişilerden biri Hızır çıkarsa, çok da faydasını görürüz. Nasıl mı? Arifler der ki: Veliyi görende Velidir.” Bu güzel veciz söz, müjde niteliğinde olup, etrafımıza, çevreye ve Allah dostlarına hüsnü bakışımızın velayete sebep teşkil edilebileceğinin ifadesidir. Batının sözde hümanistlerinin bizim engin tükenmez sevgi dolu kaynaklarımızdan birçok alması gereken insanlık dersleri var. Hala Batı klasiklerinde geçen başkaları cehennemlikdir düşüncesi hâkimdir. Nitekim Marksizm batı klasiklerinin daha da ilerisine giderek, başkasının ölmesinde hayat buluyor ideolojisini. Başkaları da bu öğretilerden yola çıkarak ister istemez düşüncelerini silah namlularının üzerine kuruyor. Bu yüzden Devrim kanla yazılır sloganına sarılmışlardır. Vahyin ışığında müslümanların bakışı böyle değil, Onlar en son rahmet Peygamberinden aldıkları feyizle “başkalarını cennetlik görmedikçe, kendilerini cennetlik görememek” düşüncesini ilke edindiler. Onun için diyoruz ki, bütün insanlığın İslâm’a ihtiyacı vardır. İnsan yanlız İslâmiyet’te eşrefi mahlûkattır, yani yaratılmışların en üstünüdür. Mevlana’nın Kur’an ışığında insanlığa; Ne olursan ol Yine gel çağrısı yapması manidardır. Gerçek manada Hümanizm de budur zaten. HÜMANİZM Batı, kaybettiği dinlerin yerine bir put icad etmiş, o da hümanizmdir. Çirkinliklerini, işledikleri sayısız cinayetleri ve zulümleri örtbas etmek için ileri sürdükleri bir kavram oysa. Kavramdan çok bir kılıf, istediği ortama göre renk ve şekil alan kelime sanki. İslâmiyet’te insan Allah’ın bir mukaddes emaneti olup, balçıkla ilahi ruhun birleşiminden meydana gelmiştir. Allah (C.C.) meleklere, ‘’Yeryüzünde kendime bir vekil yaratacağım’’ beyan buyurarak insanın görevini belirlemiş böylece. Bu ilahi hitab karşısında insan bir cihetiyle zirveye (ruha), bir yönüyle de aşağılığa (çamura) giden yol ayırımında, o halde tercihini ve tavrını ortaya koymak zorundadır. Allah’a kul olmanın idrakinde olan bir insan yüceliğe, maddeye tapınma durumda olan insan ise çürümeye ve durgunluğa meyleder. O halde ne yapmalı? Elbetteki insanın biricik yapması gereken ‘’Emribi’l maruf’’tur. Allah insanı iki kutuplu yaratıp sonra ona isimlerini öğretmiştir. Artık insan, bu isimler sayesinde eşrefi mahlûkat olabilmiştir. İşte ateşten yaratılan meleklere üstünlüğü bu noktada düğümlüdür. Bu noktada insana üstünlük kazandıran sırrın isim sahibi olmasından dolayıdır. İsim, aynı zamanda bilgi demektir. İnsan iyi analiz edildiğinde Allah’ın isimlerinin tecellisini insanda görmek mümkündür. Kul mümin olunca gerçek kimliğine kavuşur çünkü. Beşeri münasebetlerde tek başına mevki ve makam belirleyici üstünlük değildir. İnsana üstünlük veren sadece takvadır. Dilenciyi halifeye eşit kılan güzellik, insanın mü’min olmasında gizli. Yani Mü’mini mü’mine eşit kılan müslüman olma şerefidir. İnsan eşref-i mahlûkattır diyor zaten İslâmiyet. İnsanlaşmak ırk ve kan kanunlarından sıyrılmak demektir. Allah Rasûlü (S.A.V.), Veda Hutbesinde; ne Arap’ın Acem’e ne de Acem’in Arab’a üstün olamayacağını bildirmiş ve tek değerin ‘’Takva’’ olduğunu vurgulamıştır. Humanizm biyolojinin hegomanyasından kurtulduğu takdirde bir değer ifade eder. Hâlâ insanları ırkı, dini ve kültürel farklılıklarından dolayı kınanıp bu uğurda kan dökülüyorsa, hümanizm kavramı bir maske olmaktan öteye geçemez. Oysa kan ve ırk daha çok biyolojik mefhum. Kardeşliğin ölçüsünü kan ve ırk belirleyemez, yığını millet yapan kan değil, inançtır bu böyle biline. Şeytan yüksek bir tepeden Âdemoğluna bütün ihtişamını göstererek şöyle çağrıda bulundu; ‘’Bana secde et, bu nimetlerin hepsi senin olsun’’ diye. Hele şükür Hz. Âdem (A.S.) bu çağrıya boyun eğmedi, ama günümüz insanı Adem (a.s)’ın karşı tavrından ziyade şeytanın sesine kulak veriyor sanki. Gerek İzm’lerin türemesi gerekse maddeye bağımlı insanların çoğalması, şeytanı rehber almalarına neden oluyor. Marksizm, kapitalizm ve faşizm gibi ideolojiler fikir kulübü olmaktan öte, herbiri şeytanın çağrısını kabul etmiş ürünler olarak misyonlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Bu yüzden ekonomik buhranların ve maddi ihtirasların çocuğu olan ideolojiler, insanlığa kan, zulüm ve gözyaşı getirmekten başka bir şey katamıyorlar. Kapitalizm burjuva sömürüsünü örtbas için, komünizm köleciliğini saklamak için, faşizm de lidere tapınmayı gizlemek için hep bir ağızdan koro eşliğinde ‘’Hümanist’’ olduklarını beyan etselerde inandırcı gelmiyor kitlelere. Kimileri ‘’yenidünya düzeni’’, kimileri de ‘’glasnot-perestroika’’ sloganlarıyla hümanist tavır sergiliyorlar. Nitekim Kapitalistler kitlelerin ‘’özgürlük’’ ihtiyaçlarını, sosyalistler de ‘’sosyal adalet’’ isteklerini istismar ederek bugüne kadar bu işi yürütmeyi kısmende olsa başarabildiler. Şimdiler de ise yeni istismar kaynakları bulmuşlar olacaklar ki kan ve revan içinde yüzen insanlığın huzur ihtiyacını gidermek adına ‘’hümanizm’’ kılıfı ile kitleleler yönlendirilmeye çalışıyorlar. İslâm insanı komünizm gibi cemiyete kurban etmemekle beraber, burjuva patronlarına da esir bırakmaz. ‘’Allah’ın eli topluluk üzerine’’ diyerek toplumculuğu, ‘’Mü’minler omuz omuza yaslanmış binalar gibi’’ buyurarak da fertçiliği esas almıştır. İslâmiyet ne sırf toplumcu, ne de fertçidir. Her ikisinin de birlikte, bir arada işlerlik kazanması İslâm’ın tasvibidir. İnsanlar kabiliyetleri çerçevesinde değere hak kazanmalı. Sosyalistlerin, liyakatları gözardı ederek tam eşitliği savunmaları abesle iştigaldir. Zira realite eşitlik kabul etmez, fırsat eşitliğinden söz edilebilir ancak. Faşizmde ‘’führer’’ kabul ettiği lideri tabulaştırarak insanların insanlarla ilgisini kesmeye çalışmıştır. Çağımızda Faşizm ve Nazizm özentilerine benzer hareketler yeniden ‘’şefe tapınma’’ duygusunu doğurabileceğe benziyor. Tarih tekerrür ediyor, bir yandan put dikme bir yandan da put yıkma şeklinde tezahür ediyor. Lider sultacılığının hüküm sürmesi, geleceğimizi karartıyor. Eskiden insanların kendi eliyle yaptıkları heykellere tapınma duygusu, şimdilerde lidere tapınma şekline dönüşmüş gibi. Batı, rönesansla aklın hâkimiyetini kurdu. Fakat inanç aklın egemenliğine dayanamadığından sonunda batı hümünizm putuna sarıldı. Hümanizm kuru kavram görevi ifa ettiği için insanlığın susuzluğunu gideremiyor hala. Batı inançtan boşalan yeri hümanizm ve politika gibi kavramlarla doldurmaya çalışıyor habire. Bir türlü ‘’vahy’’e yönelemiyorlar. Aklın esaretinden çıkıp da akıl üstü hakikatı göremiyorlar birtürlü. Yine de birtakım sinyaller, insanlığın yeniden “din”e döneceklerini gösteriyor. Resûlüllah (S.A.V.); ‘’Bir gün gelecek bütün insanlar müslüman olacaktır’’ buyuruyor. Bernad Shaw ise ‘’Müstakbel Avrupa’nın dini İslâm’dır’’ diyor. Bernad Shaw’ın aksine ‘’biz hayvanız korosu’’ çalan aydınlar da var. Nitekim J.J. Rousseu, tefekkür halinin tabiata aykırı olduğunu, insanı soysuzlaşmış hayvan olarak niteler. Montaigne de; ‘’insan hasta hayvan’’ der, V. Freud ise insanın yüce değerlere doğru meylini patolojik olarak değerlendirir. Psikoloji dalında ün yapmış İvan Pavlov ise ruh, şuur, düşünme gibi kavramların yerine şartlanmayı oturtmuş, Marksistler de insanı kol ve bilek gücünden ibaret görmüşlerdir. Bütün bu olumsuz beyanlara rağmen Hunry Zinck gibi ‘’Dine dönüş çağrısı’’ yapan düşünen aydınlar ile Dr. Alex Carrel gibi ‘’Ey İnsanlar uyanın’’ çığlığıyla seslenen bilge dahiler de var. Düşünen insana hürmetimiz sonsuz. Ama şartlanmış ve programlanmış insana asla. Resûlüllah (S.A.V.), bütün sahte mabudlardan insanlığı kurtararak yüzümüzü Allah’a döndürmüştür. İnsanların gönlüne hâkim olamayan sahte ‘’hümanist’’ler insanın bedenini hayvanla eş değer muameleye tabii tutmaktadırlar. Oysa insan tek başına fuar gibi, hem nur hem de nardır. Şeytanların hepsi isyankâr, insanlar ise hem asi hem de itaatkârdır. İnsan bir isim değil pekçok isimlerin muhatabı. Onun için melekler hep masum ve günahsızdırlar. Yani insanı melekden ve şeytandan ayıran nokta hem celal hem de cemal sıfatlarına sahip olmasıdır. Şeytan yanlız celal sıfatına haiz, melekler ise cemaldırlar. İnsan dünyaya teşrif eder etmez cemal Habil’de, celal ise Kabil’de zuhur etmiş. Hz. Mevlâna bu konuyu şu güzel sözleriyle açıklıyor: ‘’İnsanın ruhunu iki emdiren unsur var; biri melektir, biri de şeytandır.” Gerçekten, insanı sırf hayvan olarak görmek isteyen bir kısım maddeci batı aydınlarıyla, insanı bütün yönüyle eşrefi-i mahlûkat olduğunu açıklayan Mevlâna çok farklı. Yine Mevlâna; ‘’Hayvan hayvanlığı ile melek melekliği ile kurtuldu. İnsan ise ikisi arasında yalpalayıp duruyor.’’ beyanıyla meseleyi vuzuha kavuşturuyor. Bugünün insanını imandan alıkoymak için önüne konulan her türlü tuzaklara rağmen, inanan insanı yok edemediler. Müslüman sonsuzluğa vurgundur, tabiki yok edemezler. Kutsala dönüş olacak mı sorusuna, Daniel Bell; ‘’Hiç şüphem yoktur.’’ cevabını vermiştir. İşte bizim hümanizmden anladığımız bu sözlerde gizli. Kutsala dönüş elbet olacak ve Allah (C.C.) nurunu tamamlayacağını vaad ediyor çünkü.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
08-18-2008, 17:57 | #2 |
D Ü Ş Ü N C E Ö Z G Ü R L Ü Ğ Ü VE İ S L Â M
D Ü Ş Ü N C E Ö Z G Ü R L Ü Ğ Ü VE İ S L Â M-2
alperen GÜRBÜZER BUHRANLARIN VE TEZATLARIN ÇOCUĞU BATI DÜŞÜNCESİ Hz. Mevlâna mesnevide özetle şöyle der: ‘’Düşünce kınanmaz” (muafaze edilmez). İnsan içi hürriyet âlemidir. Düşünceler latiftir, onlar hüküm olunamaz: ‘’Biz görünene hükmederiz, sırları ancak Allah bilir’’ (hadis) buyrulmuştur. Düşünceler, içimizde oldukça adları sanları ve alametleri yoktur. Bu yüzden de onların ne kâfirlikleri ne de müslümanlıkları hakkında hüküm verilmez. Hiçbir kadı var mıdır ki? —Sen içinden böyle geçirdin (yahud) gel, içinden böyle düşünmediğine yemin et desin. Diyemez. Çünkü kimsenin içine hükmedilemez. Düşünceler havadaki kuşlar gibidir. Cümle, ibare ve söz haline geldiği andan itibaren iyiliğine ve kötülüğüne hükm olunabilir. Allah (C.C.) ise bütün âlemlerin fevkiindedir ve ne içte ne de dıştadır. Hindli, Kıpçak, Anadolu ve Habeş hepsi de mezarlarında bir halde ve aynı renktedirler. “En güzel şekil olan insan şekli arştan da üstündür, düşünceye de sığmaz. ‘’(Mesnevi, C.1) Mevlâna, ne güzel ifade ediyor. Mesnevi okuyucuya, insanlığa hürriyet dersi veriyor ve insanın iç dünyasını hürriyet âlemi olarak ilan ediyor. Adeta düşünce dersi veriyor, düşüncenin kınanmayacağını vurguluyor. Ancak, düşüncelerin söz cümle, kelime, yazı haline geldiğinde hakkında yorum yapılabileceğini belirtiyor. Ayrıca bütün etnik farklılıkların toprakla aynı renge bürüneceğini ve insanın düşüncenin de ötesinde olduğunu bildirerek, gerçek ‘’Hümanizm’’i ortaya koyar. Batıda hümanizm sözde insanlık olarak ileri sürülür. Kelimeden çok bir oyun sanki. Belkide tarih boyunca işledikleri cinayetleri örtbas için uydurulmuş yeni bir put. Batı, ilk önce aklın kuyruğuna takıldı. Sonra aklın hâkimiyeti altında köle olunca kaybettiği ruhun yerini dolduracak bir meta aradı. Güya aradığını buldu; Hümanizm! Vahye inanmayanlar ister istemez bir din peşinde koşacaklardır, bu kaçınılmazdı. Bu gidişle ilahi dinlerden uzaklaşan insanoğlu suni dinler icad etmeye devam edeceğe benziyor, Komünizm, faşizm, hümanizm vs. gibi. Şu bir gerçek ki; ‘’islamiyet’’ sönmeyen ışık olarak kıyamete kadar devam edecektir. Kur’an düşüncedir, ışıktır, musikidir. Ondan bütün insanlığın alacağı ışık vardır her daim. Ruhunun susuzluğunu gidermek için Kur’an’ın kelamına ihtiyaç var. Kur’an kelamı önce Hira’da ‘’oku’’ emri ile yankılandı, Mekke’de kıvılcımlandı ve oradan da bütün Asya’yı aydınlatmış, şimdi de bütün dünyayı aydınlatıyor. Kur’an, bütün âlemi susuzluktan kurtaran, milyonlarca insanı kurtaran engin kaynak. İslâm, ırklar arasında, inançlar arasında birarada nasıl yaşanabileceğinin formüllerini asırlar öncesinden ilan etmiş ve böylece yetiştirdiği ulemaların hemen hepsi insanlığın gönül sultanı olmuşlardır. Bizdeki insan sevgisi şuuru ile batıdaki hümanizm (sözde insaniyetci) anlayışı çok farklı. Batı hümanizmi; kaba, yapmacık olup, düşünceleri dünyanın dörtte üçünü kirlettiği kölelik sistemi üzerine kuruludur. Vahy’in soluğu, sevgilinin bakışlarındaki pırıltı, gönüllerdeki heyecan ve karşılıksız sevgidir. İşte gerçek hümanizm budur. Doğu’yu batıdan ayıran bariz fark sevgidir. Yani, sevgi yüksüz akıldan mahrumiyet batının içine düştüğü çıkamadığı bir kuyudur. Oysa sevgisiz akıl neye yarar ki? Hatta bizde Cebir’in, batı da ise Geometrinin neşvünema ve filiz vermesi bunun ispatıdır. Anlaşılan biz şekilden ziyade öze önem vermişiz. Osmanlı tefekkürde ‘’tek’’di. Dolayısıyla düşünceye ihtiyacı yoktu, Kur’an ve sünnet Ona fazlasıyla yetiyordu. Osmanlı yaptığını kaleme, yazıya dökmemiş, ama teşkilatıyla, icraatıyla, fiiliyatıyla, yaptıklarıyla ‘’düşüncesini’’ ortaya koymuştur. Bir nevi düşünce uygulaması göstermiştir tüm dünyaya. Osmanlı da sadece düşünce adamına sıkıntılı dönemlerde yani çöküş sürecinde ihtiyaç duyulmuştur. Osmanlı gevezeliği vakarına yakıştırmaz, daha çok ‘ayinesidir iştir, lafa bakılmaz ’’ düsturunu esas almıştır kendine. Kelimenin tam anlamıyla Osmanlı, düşünce kalıbına da sığmaz, düşüncenin üstüne de çıkmayı bilmiştir. O bir ahlâk ve icraat dersi verir insanlığa adeta. Onun için Osmanlı’nın düşünceye mahkûm değildir. Hatta kullandığı argümanların hiçbiri düşünce taşımıyordu, sadece fikir ihtiva ediyordu. Fikri de zikrinin gülü olarak değerlendirip irşâd vasıtası olarak görüyorlardı. Cemil Meriç; ‘’Düşünce, buhranların ve tezatların çocuğudur’’ derken bu gerçeğe işaret eder. Avrupa, buhranlı ve tezatlı dönemlerin girdabında yaşadığı için sürekli bir yandan filozof, diğer yandan da felsefe ürettiler. Ürettikçe de şüphe girdabından çıkamadılar. Doğu’da ise şüphecilikten pek eser görülmez, Peygamber nefesi ve kokusu doğu insanına yetiyor, artıyor bile. Onun için bir tarihçi; ‘’Peygamberler Asya’nın, yorumcular Avrupa’nındır’’ der. Avrupa kesretten vahdete ulaşamadığından huzursuzdur hep. Doğu gönlünde vahdeti yaşamıştır hep. Nitekim Osmanlı’nın yükselişinde vahdet sırrı söz konusudur. Batı’da ki filozofların birçoğunun hayatı incelendiğinde herbirinin zıtlıklarla dolu ortamın ürettiği çocuklar olduğu görülecektir. Onların kurdukları sistemlerde zaten çelişkiler üzerine kurulu olduğu için insanlık ellerinde oyuncak misali huzura kavuşamadığı gibi har vurulup harman savruluyor. Felsefeleri adeta yalanlar zinciri ağı ile örülü. Her icad edilen felsefe bir öncekini yalanlayarak kuruluyor çünkü. Böylece yalan ve uyduruk reçetelerle oyalatılıyor insanlık. Felsefe, belki aklı fethetti, ama gönlü fethedemedi. Zaten isteseler de fethedemezler, kalpler katılaşmış çünkü. Bu yüzden akıl gönlü idrak edemez, vahiy değil ki. Vahiy her şeyi kuşatır, akıl bütün değil parça(cüz)dır. Kur’an aklı, düşünceyi fethettiği gibi, gönlülleri de ihata eder. Dolayısıyla gerçek bilgeliğin marifet, vuslat ve aşk olduğunu Kur’an sayesinde ögrendik. Demek ki; kurtuluş kesretten vahdete geçişle mümkün olabiliyor. Hasılı; Huzur Vahdette. İslâm düşüncesinin en büyük zaferi, değişmeyeni kavramasıdır. Batıda felsefeler sürekli değişmiştir. Denemedikleri bir şey kalmadı, bir türlü ideale kavuşamadılar. İslâm ise tek değişmeyen hakikat olmuştur. Bütün çağlara hitap eden ve çağlar üstü şemsi bir güneşdir. İnsan, İslâmiyet sayesinde ahsen-i takvime (yaradılmışların üstünü) yükselip, batının felsefesiyle de esfel-i safiline (hayvandan da aşağı) inmiştir. Hayvan ruhu, hayvani aşkla, insan ruhu ilahi aşkla dirilir. Allah aşkı varoluş sebebidir. İnsan kendi ‘’ego’’sunda boğulmak için yaratılmamıştır. Allah’a ‘’abd’’ olmak var oluşdur aynı zamanda, gerçek hürriyette budur zaten. Felsefeciler bugüne kadar bol bol ideoloji ürettiler de ne oldu? Her üretilen ideoloji barış ve huzur getiremedi insanlığa. Onların savaşının yemişi kan’dır. Bizim savaşımız ise Nizam-ı âlem’dir, barış ve huzurdur. Batıda inançtan boşalan yeri felsefe ve ideoloji ile telafi edilmeye çalışıldığından dolayı kanayan yara devam edeceğe benziyor. İdeolojileri bir vasıtalar bütünü olması gerekirken, günümüzde fikirleri, ülkeleri maşa ve alet olarak kullanılan bir silah adeta. Belki de insanlığın kultuluşu ideolojilerden ve ‘’izm’’ illetlerinden kurtulmakla sağlanacaktır. Bütün ‘’izm’’lerin korkusu İslâm’ın yeniden medeniyet olarak doğma endişesi galiba, İdeolojilerin bütün telaşı bu. Çünkü izm’ler özden mahrum oldukları için insanlığa huzur veremiyorlar. Nasıl versin ki, metafiziği yok, üstelik ufkuda kilitleyen bir sürü ellerine tutuşturulmuş bir sürü broşürleri var. İdeolojiler her zaman hakikatin söylenmesine izin vermezler de. Çünkü düşünceleri yalan üzerine kurulu. Kurdukları sistemlerle dünyayı gözyaşına, kan gölüne vs. çevirdiler. İzm’ler yönetiyor insanları, namlular tek konuşan rehberleri. Aydın hep ezberlediği nakaratları durmadan tekrarlıyor. Oysa evren çok sesli senfoni: Aydının tek bildiği şey, kendi çalıp kendi dinlediği çalgısı, Vahiyden bihaberler! Düşünce tek tip olamaz, alemşümüldür. Düşünce yerli olamaz, hem alınır hem verilir. Bizim düşüncemiz; Vahiy, batı düşüncesinin ise felsefe üzerine kurulu olduğunu belirtmiştik. Batıda felsefe, doğuda aşk, sevgi, müzik ve ruha ait herşey. İşte batı ile doğuyu ayıran iki çizgi; biri fıtri olanı, diğeri sonradan icad edileni ölçü alması. İlla da felsefe deniliyorsa, yukarda da belirttiğimiz gibi, bizim felsefemiz Vahiy’dir. Batıda felsefe vardı da neyi halletti ki? Grek medeniyetinde düşünce gelişmiş, ama adalet gelişemedi, insanlık kan ağlıyor hala. Adalet ancak İslâmiyet’le mümkün, cahiliye dönemi katı kalpli Ömeri adalet timsali yapan ruh İslamın tılsımıdır. GELECEK İLİM VE TEFEKKÜRDEDİR Düşünce bütünü kucaklayabilirse bir anlam ifade eder. Bütünü kucaklayamayan fikirler düşünce olmaktan çıkar zıvane rol oynarlar. Tek tip düşüncenin tek meşalesi gevezelik olur sadece. Düşünce, dünü yarına bağlayabiliyorsa İslâmiyetin kabulüdür. Bütünlükten mahrum düşünce sistemleri birbirini yalanlayarak ideoloji üretmişler sürekli. Karalama yoluyla hiçbir yere varılamaz. Batının nassları akıl, ideoloji, felsefe vs. İslâm’ın nassları ise Kur’an ve hadistir. Aslında her ikisi de nass (prensip) sahibi, ama Kur’an ve hadis bütünlük arz eder, yani dünü yarına bağlar, diğeri ise bütünden bihaber! Her devirde batı düşünce sisteminin her biri ayrı bir ekol, köksüz ve gelenekten uzak nass’lardır. Oysa yaşayan toplum ‘’kökü mazide olan ati’’dir. Toplum bile herzaman bütünlük arz eder. Öyleyse, bütüncül fikirler topluma nakşedilmeli. İnsanı hiçe sayan ideolojilerin varacağı tek yer, insafsız avcıya hizmet olacaktır elbet. Batı, Hümanistleri tarif ederken Yunan metinlerini tercüme eden arayıcılar olarak tanımlar. Hatta Rönesansın, Hümanistler sayesinde gerçekleştirildiğinden bahsedilir. Doğruluk payı var olmasına var ama, bir şey eksik Hümanistlerin sözkonusu metinleri kimden aldıkları gerçeği.. Bilindiği gibi Roma Yunan’ı mahvetmiş, barbarlar da Roma’yı yıkmış. Dolayısıyla Hümanistler bu iki yıkılan Roma ve Yunan medeniyete ulaştırıcı vesikaları Araplardan alarak ülkelerine taşıdılar, şayet o kaynakları kendi ülkelerine taşımasalardı Rönesans gerçekleşemeyecek dal budak salamayacaktı. Oysa Rönesans bizim eserimiz olmalıydı. Avrupa, ortaçağında Rönesansını gerçekleştirirken, biz gelişme çağlarında ortaçağımızı hazırlayarak inişe geçmişiz. Batı, bizim klasiklerimizi tercüme ederek dirilişini gerçekleştirirken biz ise medeniyet bilincimizin kaynakları olan klasiklerimizi kütüphanenin tozlu raflarına kendi ellerimizle itiverdik. Avrupa’yı yeni fetihlere kanatlandıran El-Bruni gibi Harzemşahların tercüme eserleridir oysa. Batı bu klasikleri büyük aşkla okudu, okudukça da ufukları açıldı ve gelişmenin merkezi oldular. Malum olduğu üzere Rönesans ortaçağ zihniyetine tepki idi. Esasen batı medeniyeti Grek-Romen-Hıristiyanlık üçgeniyle üçlü bir sentezdi. Bizim yapımızda ise Avrupa özü yok, fakat dokumuzla batıya yapışığız hala. Bakın Japonlar, hiyeroglif alfabesini ve şintoizm olan dinlerini değiştirmediler, ama bugün gelinen noktada adından süper devlet olarak sözettiriyorlar. Bizim yarı aydınlarımız batıyı tek örnek, tek rehber olarak görmeye devam ediyorlar hâlâ. Onlar Margaret Thatcher’in şu sözlerinden bile uyanmazlar birtürlü. Bakın Thatcher; ‘’Güttüğüm ekonomik politika tamamı ile Hıristiyan ilkelerine uygundur’’ diyor. Bu sözlerden de anlaşıldığı üzere her medeniyet dine dayanarak ayakta duruyor. O halde yeniden, kendine dönmeye ve gelişmeye Rönesans (yeniden doğuş) diyoruz. O halde tekrardan Türk-İslâm Ülküsünü hayata geçirmeli ve çaba sarfetmelidir. Nasıl ki, batı kendi greko-latin kültüründen güç alıp Rönesansını kurdu iseler, pekâlâ bizde kendi Nizam-ı Âlem kültürümüzden kuvvet bulup yeniden doğuşumuzu gerçekleştirebiliriz. Neden olmasın ki? O halde tarihi genlerimizde mevcut olan gerçek hürriyetin ne olduğunu cümle âleme göstermeliyiz. Türkiye’yi hangi hür fikir kurtarır? Soruları hep soruldu durdu, bu soruların karşılığını bulması açısından denemediğimiz reçete kalmadı. Her görüş kendi dar dünyasını tek hakikatmış gibi ileri sürüp karşıt fikirleri yok saydılar hep. Hatta zorla tepeden inmeci yöntemlerle fikir dayatmalarına tevessül edilip jakobence uygulamalar servis edildi topluma. Jakobenvari tavırlarla hürriyeti zindana attılar, düşünceye de kement vurdular. Bir yandan da hem insan kafası ile düşünür, kalbi ile inanır derler, hem de ardından da düşüneni bir kaşık suda boğarlar. Sonra da bizde ilim adımı yetişmiyor serzenişinden bulunurlar. Bu kafayla tabii ki düşünce adamı yetişmez bizde, fikir özgürlüğü verilmezse olacağı buydu. Bir rejim sadece polis kuvvetiyle ayakta kalamaz. Güveni sağlayacak özgürlüğe de ihtiyaç vardır. Ne yapıp edip yeniden özgür dünyanın hür düşünce merkezi olmalıyız. Nasıl ki dünyaya bir zamanlar ‘’Nizam- âlem ülküsü’’ gereği adalet götürmüşsek, bugün de hür tefekkürün ve Mutlak Hürriyetin metodlarını insanlığa sunabiliriz pekâlâ. İslâm gelişme içinde hürriyeti telkin eder sürekli çünkü. ‘’Mutlak Hürriyet’’ bizim zengin kaynaklarımızda mevcut zaten. Asr-ı Saadet’te düşünce adamı yoktu. Niye olsun ki? Gerekte yoktu. Çünkü Kur’an ve Allah Rasulü onlara yetiyordu. Herşeyi birinci kaynaktan kana kana içiyorlardı. Bu yüzden Ashabın hayatında bunalım görülmez. Bu örnekden dolayı düşünceye karşı tavır gibi anlaşılmasın. Zaten istesek de düşünmeden edemeyiz. Çünkü zaten dünyanın bugünkü şartları ‘’Asr-ı Saadet’’ gibi değil ister istemez düşünmek ve fikir üretmek zorundayız. Bu şartlarda geleceğimizi sloganda değil ilim ve tefekkürde aramalı! İslâm’ın buyruğudur ilim. Kur’an-ı Mu’ciz’ül Beyan da Allah (C.C.); ‘’İnananlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, daima Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaradılışı hakkında inceden inceye düşünürler’’ (Al-i İmran/191) beyan buyuruyor çünkü. Düşünce hürriyeti ile mevzumuzu Kâfirun Suresini meâlan zikrederek bağlayalım: “Ey Muhammed! Sana bir yıl bizim putlarımıza ibadet et. Biz de senin ilahına bir yıl ibadet edelim, diyen kâfirlere de ki; ey inkâr eden kâfirler! Ben sizin tapmakta olduğunuz putlara tapmam. Siz de benim ibadet etmekte olduğum (Allah)a ibadet edicilerden değilsiniz. Zaten ben, sizin tapmış olduklarınıza tapan değilim. Siz de (hiç bir zaman) benim ibadet etmekte olduğuma ibadet edicilerden değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de bana.” |
|
08-19-2008, 16:25 | #3 |
D Ü Ş Ü N C E Ö Z G Ü R L Ü Ğ Ü VE İ S L Â M
ben teşekkür ederim. Allah razı olsun.
|
|
09-09-2009, 12:16 | #4 |
düşünce fikrimizin gülüdür aynı zamanda.
|
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|