04-16-2023, 20:42 | #1 |
DERİ MUCİZESİ
DERİ MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER Elbette canlı olan her şeyin dışarıda ne var ne yok olup bitenden bir şekilde haberdar edilmesi gerekir, ama nasıl? Şöyle ki; yaratılan her canlı ışık, basınç, ses, ısı gibi uyarıcılar karşısında birçok reseptörlere (alıcılara) ihtiyaç duyar. Öyle ki hafif ve hassas dokunma hissi meisser cisimciğiyle aracılığıyla algılanırken, son derece derunu diyebileceğimiz daha güçlü basınç hissi pacinian cisimciği aracılığıyla, sıcaklık ruffini cisimciği aracılığıyla, soğuk krause cisimciği aracılığıyla, ağrı hissi ise serbest sinir uçları aracılığıyla algılanmakta. Dolayısıyla reseptör hücreler hakkında canlıların imdadına yetişen Hızır elemanlarıdır dersek yeridir. İşte vücut iklimimizde yer alan Hızır addettiğimiz bu söz konusu cisimcikler kendilerine gelen mesaj yüklü uyarıları derhal elektrik akımına dönüştürüp sinir lifleri güzergâhı boyunca merkezi sinir sistemine aktarırlar. Böylece aktarılan mesaj yüklü bilgiler merkezde değerlendirmenin akabinde dış dünyadan haberdar edilmiş oluruz. Nitekim derimiz dış dünyaya ait dokunma, ısı, titreşim ve ağrı gibi uyarıcı faktörleri ilk elden alıcı konumunda zırhımız olup alt ve üst deri olmak üzere iki katlı tabakadan meydana gelmiştir. Ayrıca her iki katman birçok tabakadan oluşup en dıştakine epidermis, içtekine dermis denmektedir. Üstelik bu söz konusu tabakalar içerisinde birçok fonksiyon üstlenmiş hücreleri de bağrında taşıyıp bilhassa bunlar arasından kıl, saç, ter ve yağ bezleri gibi birçok elemanlar üst deri hücrelerinden kök salmışlardır. Hakeza dermiş (alt deri) tabakasında yer alan ince kan damarlar ve ağ gibi yayılmış sinir hücreleri de öyledir. Tırnaklara gelince, bunlar da malum olduğu üzere üst deri hücrelerinden teşekkül etmişlerdir. İlginçtir, kıl ve tüylerin bulunmadığı tek alan avuç içi ve ayaklarımızın taban kısımlarıdır. Bu iki kısım hariç iç derimizde filizlenen kıllar vücudun değişik yerlerinde saç, sakal, kaş, bıyık gibi dekoratif çeşitlenmelere bürünebiliyor. Bundan daha da ilginç olan vücudumuzda yer alan kılların bulundukları bölgeler itibariyle kendileri için tayin edilmiş belli bir hız limiti ve uzama miktarınca kendini dekore etmekte. Nitekim bıyık, sakal, kaş ve saç aynı keratin dokusundan kök salmasına rağmen bir bakıyorsun kaşlar belli bir uzunluktan öteye geçememekte, belli bir dekoratif uzunlukta kala kalmakta. Ayrıca Yüce Allah (c.c) sınırı tayin edilmiş her bir kıl için ayrı kılcal damar ve sinir uçları da halk eylemiştir. İyi ki de halk eylemiş bu sayede herhangi bir uyarıcı etki karşısında dokunmayla ilgili mekanoreseptörler çoğalaraktan tüylerimizin diken diken olması sağlanıp böylece olayın vuku buluş şekline göre refleksimizi ortaya koymuş oluruz. Hakeza saçlarda bu noktada hem başımıza estetik bir görünüm sağlamakta hem de soğuğu önleyici ve vücut sıcaklığını dengede tutmaya yönelik koruyucu zırhımız olmakta. Nitekim saçların arasında muhafaza edilen hava sirkülâsyonu vücudu sıcak tutmaya yaradığı gibi bilhassa bir takım hayvanlar için elbise görevi de yapmakta. Göz bebeğimiz ise malum tozdan topraktan korunsun diye kirpiklerle donatılmıştır. Alt deride yer alan ve aynı zamanda üst deri hücreleri tarafından imal edilen ter bezleri gözenekli kanallar eşliğinde dışarı açılıp, daha çok deri solunumu ve boşaltım işlemi gerçekleştirirler. Bu arada ter bezlerinin dışında ayrıca birde yağ tabakası vardır ki, hem alt deriyi hem de üst deriyi besler konumdadırlar. Derken lipitler yağ doku hücrelerinin içerisinde nötral yağlar olarak depo edilirler. Şurası muhakkak üst derinin en dış tabakası ölü hücrelerden meydana gelmiştir. Hatta keselendiğimiz zaman vücudumuzdan çıkan kir diye tanımladığımız kalıntılar aslında kirlenmiş ölü hücrelerinden başkası değildir. Deri hücrelerimiz aynı zamanda dış dünya ile bağlantımızı kuran elçilerimizdir. Her doğan ölür yerine başkaları gelir ya, aynen öyle de cildimizin tamamını oluşturan hücrelerin ömrü de 19 günlüktür. Varsın 19 günlük bir ömür sürsünler, sonuçta ardından yenileri geliyor ya, bu bizim için çok büyük yenilenmemizi sağlayan bir nimet olmakta zaten. Öyle ya, madem zaman zaman elbiselerimizi yenileme ihtiyacı hissederiz, o halde cildimizin de böylesine kısa bir ömür zaman diliminde yenilenmesi son derece gayet tabii bir durumdur. Bu demektir ki yenileme ihtiyacı sadece bize has bir durum değil, derimizin de yenilenmeye muhtaçlığı söz konusudur. Keza üst derinin de kendine has yenileme kabiliyeti olup, her insanın sekiz günde bir dış derisi yenilenir de. Anlaşılan tamircilik mesleği sadece ayakkabı tamircilerine has bir sanat değilmiş, hatta ayakkabı tamircisinden daha da maharetli iğne ve ipliksiz olarak bu işi daha iyi yapan usta hücrelerin varlığı da söz konusudur. Düşünsenize parmak izlerimiz bir şekilde yaralandığında derhal tamirci rejeenerasyon misyonu üstlenmiş hücreler harekete geçip yara bere halinde derimiz yenilenip eski haline dönüşebiliyor. Hem nasıl yenilenmesin ki. Besbelli ki derinin yaratılış kodları kendi kendini yenileyecek (rejenerasyon) donanımlarla donatılmıştır. Peki deri sadece kendi kendini yenilemek için mi vardır, hiç kuşkusuz daha birçok görevleri ifa etmek içinde var olup genel itibariyle derinin daha başka icra ettiği görevlere baktığımızda; -Vücudu dış tesirlerden korumak, -Dokunma, ısı, ağrı ve basınç tesirlerini almak, -Vücut sıcaklığını korumak, -Bir ölçüde solunum ve boşaltım gibi görevleri üstlendiğini görürüz. Cilt derimiz iç organlarımızın elbisesidir adeta. Nitekim cilt elbisesi sayesinde hem iç organların ulu orta görünmesi önlenmiş olunur, hem de iç organların dış etkenlerden korunması sağlanır. Zaten deri tabakası olmasaydı ister istemez insan dış görünüş itibariyle ortaya ürpertici bir durum çıkacaktı. Düşünebiliyor musunuz böyle bir durumda ortada ne sinir sistemi, ne sindirim sistemi, ne dolaşım sistemi ne de boşaltım sistemi kalırdı, hemen her şey darmadağın olacaktı. Şu bir gerçek dünyada her canlının vücudunu sıkmayacak şekilde en rahat giyinilebilecek tek mükemmel donanımlı elbise deri olsa gerektir. Hem kaldı ki deri canlı varlıklara elbise olmanın ötesinde savunma zırhıdır da. Öyle bir savunma zırhıdır ki, gerektiğinde tıpkı bukalemun canlısında olduğu gibi bulunduğu ortamın rengine ve şekline bürünebiliyor. Böylece bu kamuflaj olma özelliği sayesinde dış tesirlere karşı korunaklı kılınmış olunur. Örnek mi? Mesela Tırtıl kelebeğin kanatlarının zehirli yılanın gözlerine benzemesi düşmanına ürperti ve gözdağı vermesi bakımdan bunun tipik bir örneğini teşkil eder. Keza tırtıl türlerin bir kısmı da vücudundan nahoş kokular salarak kendini korumuş olur. Dış Deri- İç deri İnsanoğlu renk bakımdan genellikle siyah ve beyaz ırk olarak kategorize edilir hep. Ancak evrimciler bu kategorik ayırımından kendilerine hemen bir vazife çıkarıp güya zencilerin tropik iklim ortamında yoğun ultraviyole ışınlarına maruz kaldıkları için siyahlaştıklarını ileri sürerler. Oysaki güney ve kuzey Amerika'da aynı dozda ışınlara maruz kalan insanların siyahlaşmadığı görülmüştür. Bikere deri üstü rengi belirleyen etken unsur melanin pigmentidir. Deri üstü melanin pigmenti aynı zamanda endogen özellik içerip kahverengi, siyah granüller halinde bulundukları hücrelerde melanosit olarak addedilirler. Malum olduğu üzere bir takım insanların derisinde aşırı derecede çillenmenin nüksetmesi melanin birikmesinden kaynaklanan bir durumdur. Ancak açık tenli insanlarda melanin pigment birikmesi daha az iken zencilerde ise daha fazladır. Bu demektir ki deri elbisesinin rengi yaratılışta belirlenmiş bir program dâhilinde tayin edilmiş ten rengidir. Aynı zamanda melanin hücreleri korunma sisteminin de en önemli dinamo taşlarından olup bu hücreleri öyle kolay kolay etkisiz hale getirecek normal dalga boyunda herhangi bir ışın yoktur diyebiliriz. Her neyse öyle anlaşılıyor ki balığa pullu elbise modeli takdir eyleyen Yüce Allah (c.c), bir bakıyorsun keçiye yünlü elbise, kuşa tüylü elbise, ayıya kıllı elbise, meyveye kabuksu elbise modeli takdir eylemiştir. Hakeza insana da 36,5 Cº ila 37 Cº aralığına ayarlı termostatlı incecik bir elbise takdir kılmıştır. Allah’a çok şükürler olsun ki sıcak ve soğukta nasıl hareket edeceğimizi anında algılayabilen bir incecik deri bir elbisemiz var. Deri elbisemizin terlemesi bile başlı başına vücut ısısının belli bir ayarda olması gerektiğini bildiren bir işaret fişeği özelliği taşımakta. İyi ki de zaman zaman ter dökmekteyiz, bu sayede ısı dengemiz sağlanıp serinlemiş olmaktayız, Bir diğer korunma zırhımız ise deri altında bulunan retiküloendotelyal sistemdir. Bu sistem sayesinde bir takım hastalık yapan mikroplar ilk etapta vücudun savunma koridoru diyebileceğimiz immün bağışıklık duvarına toslayıp deri altında çökertilmesi hedeflenir. Öyle ki bu amaç doğrultusunda deri içerisinde konumlanmış fagositoz, pinositoz olayında olduğu gibi niteliklere kendine has bir takım savunma hücreleri mikropları yutacak şekilde mevzi almış olurlar. Derken mikroplarla kıyasıya yapılan çetin mücadelelerin neticesinde bir bakıyorsun mesela çiçek ve kızamık geçirenlerde benek benek deride döküntüler nüksedebiliyor. Dolayısıyla bu demektir ki deri üstüne ne kadar çok döküntü oluşumu gerçekleşirse o kadar çok döküntüden halas olup hastalıktan halas olunacak demektir. Parmak izi mucizesi Dokunma hissi bilhassa ellerimizin parmak uçlarında çok daha kuvvetlice hissettirir. Bu durum sıcaklık, soğukluk algılaması şeklinde vuku bulur. Öyle ki derimiz sıcaklık ya da soğukluk uyarısını reseptörler aracılığıyla hissettiği anda derhal durum vaziyeti beyine bildirir, gereği yapılır da. Parmak uçlarımızın marifeti bunla sınırlı değil elbet. Mesela yeryüzünde hiçbir insanın parmak izi diğerinkiyle aynı değildir. Hem kaldı ki parmak uçlarına öylesine mükemmel dairesel nakışlar işlenmiş ki bu durum Yüce Yaratıcı Allah’ın her bir kuluna mühür lütfettiğinin bir delilini göstermektedir. O halde deri deyip es geçmemeli, görüyorsunuz parmak izleri yaratılan her bir kulun kimliğini de ortaya koymakta, değim yerindeyse dünyaya gelen her bir bebek kendi fıtri imzasıyla adım atmış olmakta. Nitekim Yüce Allah (c.c) bu hususta; “İnsan zannetmesin ki biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getiremeyiz. Doğrusu biz onun parmak uçlarını bile tesviye etmeye hazırız.. Dönüp dolaşıp varılacak, durulacak yer Rabbinedir…” (Kıyame 1-15) diye beyan buyurmak suretiyle bu gerçeğe işaret eder. Gerçekten de dünyaya yeni adım atan her bir insanın kimlik edinmesi açısından parmak izlerinin birbiriyle örtüşmemesi son derece gayet tabii bir durumdur. Bu demektir ki ilk insan Hz. Adem (a.s) ve Havva anamızın zürriyetinden kıyamete kadar dünyaya ne kadar insan teşrif edecekse, biliniz ki bir o kadar da insan sayısınca birbirinden farklı parmak izi modelleri var olacak demektir. İşte bu mucizevî ayeti celile, günümüzde çağımızın bilgi teknolojik gelişmelerin doruk noktaya çıkmasıyla birlikte daha da açığa kavuşup netlik kazanmış durumda. Zira Edward Henry'in yaptığı kimlik analiz çalışmaları neticesinde İngiltere’de 1884 yılı itibariyle parmak izi resmen delil olarak kabul görmüştür. Böylece tüm dünya güvenlik teşkilatlarında suçluları teşhis etmek için kullanılan parmak izi metodu uygulamaya girmiş olur. Bu uygulanan metot milyarlarca insanın parmak çizgilerini birbirinden farklı desenlerle donatıldığının bir göstergesi olarak bizi hayretler içerisinde bırakmaya ziyadesiyle yetiyor. Nitekim bu harikulade birbirinden farklı desenler sayesinde faili meçhul cinayetlerin failleri ortaya çıkarılabiliyor. Burada kelimenin tam anlamıyla otomobil lastiklerine işlenen kıvrımsı işlenen modellerden amaç ne ise, Yüce Allah tarafından parmak uçlarına işlenen her bir kıvrımsı çizgilerden amaçta hiç şüphesiz kişinin kimliğini ortaya koyan nişanelerdir. Anlaşılan parmaklar mühür görevi yapmakta, hatta ıslak imza tartışmalarına son verecek nihai karar mekanizması da olmakta. Karar mekanizmasının koruyucu şemsiyeleri ise tırnaklarımızdır. Malum tırnaklar gelişi güzel dokunmalara karşı koruyuculuk görevi üstlenebiliyor. Tırnaklarımız ne kemik gibi sert ne de deri gibi yumuşak bir maddedir, ikisi arası bir yapıdır. Yani ikisi arası bir kıvamda yaratılmasının hikmeti zaman zaman insana musallat olan kaşıntıları gidermek ya da daha nice bilmediğimiz fonksiyonları icra etmekte olabilir. Bizler bu noktada şimdilik tırnaklarımızı hem koruyucu bir kalkanımız hem de parmak uçlarını cazibeli kılan nakkaşımız bilmemiz kâfidir. Keza yüz simalarımızda öyledir, Hani yüzler kalbin aynası derler ya, tam da yerinde söylenilmiş bir sözdür. Zira dünyada tıpatıp birbirine benzemeyecek derecede yüz simalarıyla yüzleşiyor olmamız bize “Amenna ve saddakna” dedirttirir de. Hem nasıl dedirttirmesin ki baksanıza ikiz kardeşlerin kendi aralarında bile fiziki bakımdan mutlaka birbirlerinden ayırt edici özelliklerin varlığı söz konusudur. Ayrıca her yaratılan insanın yüz simalarının farklı nakkaşlarla işlenmiş oluşu seccadeye değecek olan her bir alnın kıymetini de ortaya koyacak bir nişane olacaktır. Vücut termometrelerimiz Malumunuz deri tabakası sayesinde vücut sıcaklık dengemiz sağlanıp bilhassa cildimiz bu iş için adeta termometre görevi yapmakta dersek yeridir. Hatta normal vücut ısı dengemiz doğuştan 36,5 Cº ye (ortalama sıcaklık 37 Cº) ayarlanmış durumdadır. Dolayısıyla normal sıcaklığın üzerindeki bir sıcaklık eğrisi ateşlendiğimizin bir göstergesi olup, aynı zamanda olası herhangi bir hastalıkla karşı karşıya kaldığımızın bir habercisidir de. Allah korusun ateşimiz 42 derecenin üstüne çıkması demek beyin fonksiyonlarının işlemez hale gelip en nihayetinde beyin hücrelerinin ölmesi demektir. Nitekim cildimiz bu noktada ateşli bir hastalığın ilk elden habercisi olabildiği gibi serinleyeceğimizin de habercisidir. Her ne kadar cildimiz solunum işlevi görmese de sonuçta deri içi gözenekleriyle oksijen geçişi görevi üstlendiği gibi terleyerekten de vücuttaki birikmiş toksinlerin dışarı atılmasında görev üstleniyor ya bu tür fonksiyonlar bize ziyadesiyle can suyu olmaya yeter artar da. Nitekim soğuk bir havada koştuğumuzda bile nefesimizin sıcak bir nemle yoğunlaştığını fark etmenin yanı sıra koşuşumuza paralel soluk soluğa kalıp terlediğimizi hissederiz. Neyse ki kalbimiz vücudun aşırı sıcaklığa bağlı olarak bunaldığından haberdar olmuşçasına hemen alelacele bedenimizi saran kılcal damarlarımızın en uçlarına kadar kan pompalamak suretiyle bedenimizin bir anda kıpkırmızı kesilmesine vesile olmakta. Niye kıpkırmızı kesiliyoruz derseniz? Elbette ki kılcal damarlar aracılığıyla deriye her halükarda kan gönderilmeli ki deri altı bezleri açılaraktan deri üstü gözeneklerin üzerindeki ter bezleri buharlaşıp serinlemiş olalım diyedir. Hem kaldı ki bu sayede vücut termostatımız aşırı sıcak ortamlarda da ter bezleri sayesinde 37 Cº lik sıcaklıkta muhafaza edilmeye çalışılır da. Belli ki hemen her şey ta yaratılış başlangıcımızda bu iş için bedenin yüzeyine 2.000.000 adet ter bezleri konuşlandırılmıştır. Ta ki sıcaklık derecesi normalin üstüne çıkar işte o zaman bu ter bezleri faaliyete geçerek serinlenmemiz sağlanmış olacaktır. Madem öyle, siz siz olun ter deyip işi hafife almayın, çünkü bu işin birde derin manevi yönü vardır. Hani yeri geldiğinde ikide bir alın terinden söz ederiz ya, işte sözü edilen o terleme hadisesi bize aynı zamanda helal lokma yemenin önemini de hatırlatır hep. Hele bilhassa ağır işlerde bedenen çalışanlar günde ortalama 20 litre ter çıkarmaktalar ki helal lokmanın önemine binaen buna buna değer de. Nitekim alın teri hem dinimizce hem de insanlık vicdanında kutsidir. Terlemenin zıddı ise hiç kuşkusuz üşümedir. Malumunuz vücudumuz ısınınca oturmak isteği ağır basar, üşüyünce de hareket etmemiz gerektiğinin duygusu tüm bedenimizi sarmasıyla birlikte hemen oturduğumuz yerden kalkıveririz de. Bizi ayağa kaldıran hissiyat vücut ısımızın 36,5 Cº’nin altına düştüğünün hissiyatıdır. Bu derecenin daha da altlarına düştüğünde artık belli noktadan sonra ne yaparsak yapalım hissiyatımız yenik düşüp iş işten geçmiş olacaktır. Örnek mi? İşte kışın donarak can veren insanlar bunun en bariz örneğini teşkil eder zaten. Bu durumun tam zıddı örneği ise bir bakıyorsun güney kutbunda yaşayan balıkların donmaması şeklinde karşımıza çıkar. Merak bu ya, bu noktada merakımızı giderecek olan bilim adamı Kaliforniya Oşinografi Enstitüsünden Deniz biyologu Dr. Arthur Vries olacaktır. Nitekim onun bizatihi yerinde kutuplarda yaşanan bu gerçeği balıkların vücutlarında var olan antifriz özelliğine sahip bir proteini keşfetmesiyle birlikte merak edilen konu bir anda aydınlığa kavuşmuş olur. İşte balıkların donmamasında ki sır meğer kanın donma noktasını otomatik olarak düşüren bu proteinmiş. Hiç şüphe yoktur ki kutupları soğuk kılan Yüce Allah (c.c), elbette ki orada yaşayan balıkları da bumbuz olmaktan koruyacak donanımda halk eylemesi yaratılış mucizesinin bir göstergesidir. Abdest mucizesi ve temizlik Sıcaklık deri tabakasında genleşme, soğukluk ise büzüşme yapar. Bundan dolayı su ile temas eden derimiz vasıtasıyla vücut dinamizm kazanır. Nasıl mı? Bilindiği üzere sıcak su damarları genişletir, soğuk su ise daraltır. Bundan daha da öte genel dolaşımımıza adeta jimnastik etki yapan su, özellikle kalbimizden uzak damarlara direnç kazandırıp vücudumuzun statik enerjisini de alır. Ki, statik enerji vücudumuzda ki kasları gererek zaman içerisinde aktivitesini yitirmesine neden olduğu gibi derimizin kırışmasına da yol açmakta. Bu yüzden insanlar akupunktur ya da fizik tedavileri ile istenmeyen kırışlılıkları gidermek için adeta birbirleriyle yarışırcasına seferber olmaktalar. Oysaki Yüce Allah’ın kullarına öğütleyip bahşettiği abdest olayı sayesinde her vakit diliminde vücudumuza soğuk ve sıcak etkileşim yaptırılarak istenmeyen kırışıklıkların önüne doğal olarak geçilmenin yanı sıra nur yüzlü olmamız da sağlanır. Mademki Yüce Allah (c.c) bize abdest almayı lütfetmiş o halde vücudumuzu temiz tutmakta hem fiziki hem de manevi sayısız faydaları vardır elbet. Aksi takdirde fiziken düşündüğümüzde mesela sivilce oluşumların nüksetmesi an meselesidir diyebiliriz. Aslında en güzel cilt kremi vücudumuzca temin edilir. Nasıl mı? Şöyle ki deri altındaki yağ bezleri bu iş için seferber olması sayesinde sebum denen bir koruyucu madde memur edilmiştir. Ancak nasıl olsa vücudumuzda koruyucu sebum maddesi var diye sakın ola ki bakım yapmaya gerek yoktur dememeli, tam aksine cildimizi kirlerden arındırmakla destek vermiş oluruz. Çünkü kir zamanla derimizde tabakalaşıp yağ bezlerin dışarı çıkmasını önleyip tıkayacaktır. Bu durumda deri gözeneklerinde arıza teşekkül edecektir. Kaldı ki Peygamberimiz (s.a.v); “Temizlik imandandır” diye beyan buyurmakta. Hatta bu hadisi şerifin kapsamına dağların, taşların, havanın yani kısaca çevrenin temiz kılınması da dâhildir. Zira dünyamız çarpık sanayileşmeyle birlikte adeta pislik içerisinde yüzmektedir. Dolayısıyla temizliğe önce kendi iç âlemimizde başlatıp, sonra bizim dışımızdaki canlıları da düşünerek çevremizde büyük bir temizlik seferberliğine koyulmalı. Şayet kullandığımız su sıcaksa derimize genleşme etkisi yapacaktır, soğuksa daralma etkisi yapıp uyuşuk olan vücut uyarılmış olacaktır. Derken derimiz sıcak soğuk etkileşimleriyle birlikte refleksimizin zinde tutulması sağlanacaktır. Buna bedavadan kendi kendimize fizik tedavi rehabilitasyonu uygulaması dersek yeridir. Keza yine soğuktan titrediğimizde derimizin hemen altında sıcakkan taşıyan kılcal damarlar kapanışa geçerek kanı vücudun iç kısımlarına sevk ederler. Böylece kalp, karaciğer ve diğer önemli organların ısınması sağlanır. Her ne kadar görünürde derimizin titremesi (üşümesi) pek arzu edilmeyen bir durum gibi gözükse de hiç olmazsa içimiz ısınmaktadır. Dolayısıyla bu noktada titreme için de büyük bir nimettir dersek yeridir. Bazen kazaen maruz kaldığımız sıyrıklarda renksiz sıvının varlığını gözlemleriz. O gördüğümüz renksiz sıvı aslında lenf dediğimiz sıvıdan başkası değildir elbet. Kaldı ki basit gibi görünen bu sıvı mikroplara karşı savunma mekanizmamızın en önemli öğesini oluşturmaktadır. Şöyle ki; insan üşütünce lenf damarlarımız ister istemez büzüşme pozisyonuna geçmektedir. Dolayısıyla büzüşen damarlar mikroplara karşı mücadele edebilecek türden hücrelerini gönderememe durumu söz konusu olabiliyor. İşte bu noktada abdestin soğuk sıcak etkileşimi sonucu ortaya çıkan ısı farklılıkların uyarımları sayesinde, mikropların istilasını önleyici etki yaptığı gerçeği ile yüzleşiyoruz. Değim yerindeyse bu uygulama bir nevi mikropların hevesini kursağında bırakmaktadır. Kuran da: “Ey inananlar! Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Eğer cünup iseniz yıkanıp temizlenin..” ( Maide suresi ayet 6) emri ile abdest gerçeğinin sadece namaz için ön hazırlığın yanı sıra bedenimiz üzerinde yaptığı esneklik ve zindelik açısından da düşünmekte fayda var. Sadece abdest mi, şüphesiz teyemmüm de vücudumuzdaki statik elektriği alan işlev üstlenmektedir. Kim bilir abdestin daha nice faydaları var, biz bilmiyoruz. Fakat şurası muhakkak estetik için bunca harcanan masraflara gerek kalmadan pratik çözüm abdest sırrında gizli. Yeryüzünde değişik renklerde insanlar var, kimi beyaz kimi de siyah vesairedir. Belli ki koyu renk insanı sıcaktan koruyor, o halde ekvatora yakın insanlar için koyu tenlilik bulunmaz bir nimet olsa gerektir. Peki, ekvatordan uzak olanlar ne yapacaklar derseniz onlar için de Yüce Allah güneşin D vitaminini absorbe edebilecek genetik karakterde beyaz tenlilik koduyla yaratılmak vardır. Irkların oluşumu Peki ya ırkların oluşumu nasıl vuku buldu derseniz, bakın bu konuda aynı zamanda benim Erzurum da Atatürk Üniversitesinde okurken 1982–1986 yıllarında Botanik Hocam Prof. Dr. Adem Tatlı’nın bize evrim derslerinde öğretip kaleme aldığı aşağıda detayını sunduğum tespitine bakmanız meseleyi açıklığa kavuşturmaya yeter artar da. Bakın Adem Hocam bu hususta ne diyor: Tek atadan, farklı renk ve ırkların ortaya çıkmasına engel nedir? Hem tek atadan gelinir, hem de farklı renk ve ırklar ortaya çıkamaz mı? Aslında bu tip sorular, daha ziyade biyolojiyle alâkası olmayanlardan gelmektedir. Çünkü bir biyolog bilir ki; her anne, baba, büyük anne ve büyük babaların karakterleri, belli oranlarda yavrularına geçer. Bu oranlar, "Mendel Kanunları" adı altında meşhurdur. Cenâb-ı Hakk'ın koyduğu bu kanunlara göre; meselâ bir fert, soy bakımından yüzde 50 ihtimalle annesine, yüzde 50 ihtimalle de babasına benzeyecektir. Ferdin hemen hemen bütün özelliklerinde bu veya buna yakın oranları görmek mümkündür. Fakat bazı karakterler vardır ki, ortaya çıkmaları, yani bir fertte tesir göstermeleri, bazı şartlara bağlıdır. Nasıl ki, yıldızların görünmesi, gecenin gelmesine bağlıdır. Güneş onların görünmelerine mâni olur. Bazı çekinik (resesif) karakterlerde, baskın (dominant) karakterlerin tesiri altındadır. Çekinik karakterler ancak bu tesirlerden kurtulduğu zaman, ağırlığını hissettirecektir. Fakat bu, belki de nesiller sonra mümkün olur. Günümüzdeki ırkların hepsi ortak bir atadan gelir. Saf ırk mevcut değildir. Meselâ beyaz ırkın bir ferdinden, bir zenci gibi koyu deri rengine sahip fert hâsıl olabilir. Ya da bir Çinli'den, bir Kafkaslı kadar beyaz deriye sahip yavru meydana gelebilir. Günümüzdeki ırkların hepsi, ortak bir atadan gelir. Saf ırk mevcut değildir. Meselâ beyaz ırkın bir ferdinden, bir zenci gibi koyu deri rengine sahip fert hâsıl olabilir. Veya bir Çinli'den, bir Kafkaslı kadar beyaz deriye sahip yavru meydana gelebilir. Bazıları, zenci ırkın tropik bölgelerdeki yoğun ültraviyole ışınlarına uyum sağlayarak meydana geldiğini iddia ederler. Hâlbuki bu görüş, Kuzey ve Güney Amerika'da aynı ışınlara maruz kalanların niçin siyahlaşmadıkları sorusunu izah edememektedir. Son yapılan çalışmalar, deri rengindeki bu farklılığın irsî olduğunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla, ırkların teşekkülüyle ortaya çıkan siyahlar, kendileri için zararlı olmayan ışınların bulunduğu sahaya göç etmiştir. Diğer taraftan açık renkli ve mavi gözlü İskandinav ırkı ise, ekvator yakınındaki yoğun ültraviyole ışığından kurtulmak için kuzeye gitmiştir. Dışarıya kapalı bir kabile düşünün. Çevredeki diğer kabilelerle hiçbir irtibatı olmayan bir grup. Buradaki genetik özellikler, kabile fertlerinin sahip olduğu irsî karakterlerin toplamına eşittir. Belli sınırlar içinde yer alan böyle bir bölge "gen havuzu" olarak da adlandırılabilir. Bu gen havuzundaki çekinik karakterler, zamanla melezleme sonucu birbiriyle karışarak yeni ve değişik karakterler hâsıl eder. Değişik renk ve ırk karakterlerine bu açıdan bakmak gerekir. İşte ilk insan Hz. Adem (a.s.)'ın genetik yapısında da çok farklı renk ve ırk özellikleri vardır. Tıpkı bu gen havuzu gibi, muhtelif karakterleri ihtiva ediyordu. Bütün bu karakterlerin bir anda ortaya çıkması elbette mümkün değildi. Zamanla bazı genetik açılmalar sonucu, değişik karakterler meydana geldi. Neticede, günümüzdeki farklı fertler hâsıl oldu. (Bkz. Prof. Dr. Adem Tatlı, Gerçeğe Doğru Serisi, Cilt 2, Sayı:17, İstanbul, 2000, ss. 22–24.)” Vesselam, https://www.kitapyurdu.com/kitap/olu...selim+gurbuzer
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|