|
![]() |
#1 |
![]() AKL (Akıl):
İdrâk kuvveti, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırmaya yarayan kuvvet. ... Akıl, sâhibini iyiliğe götürür, kötülükten alıkor. Aklı olgunlaşmadıkça kişinin dîni doğru ve îmânı kâmil (olgun) olmaz. (Hadîs-i şerîf-İhyâ) Sizin akılca en üstününüz, Allah'tan en çok korkanınızdır. En güzeliniz, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edeninizdir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ) Kişi güzel ahlâk ile gündüz oruç tutup gece ibâdet edenler derecesine ulaşır. Fakat akılca kâmil (olgun) olmadıkça, ahlâkı kâmil olmaz. Aklı olgunlaşınca, îmânı da olgunlaşır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ) Akıllı kimsenin, dünyâ ile ilgili bir menfaati kaçırdığı zaman, bunu kendine gam ve üzüntü yapması uygun değildir. Çünkü üzülmekle ele bir şey geçmez. Fazla üzülmek akla zarar verir. (İbn-i Hibbân) Akıl göz gibidir, din bilgileri ışık gibidir. Akıl yalnız başına din bilgilerini, faydalı ve zararlı şeyleri anlayamaz. Bunun için Allahü teâlâ, peygamberleri ile râzı olduğu, beğendiği yol olan İslâmiyet'i bildirdi. Aklın eksikliği peygamberlerin gönderilmesiyle tamamlandı. (İmâm-ı Rabbânî) Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yâni his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlıyamayacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çâresi yoktur. (İmâm-ı Gazâli)
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() Akl-ı Feâl:
İşrâkiyye (Yeni Eflâtunculuk) felsefesinde ukûl-ı aşerenin (on akılın) sonuncusu olup, yaşadığımız âlemle alâkalı akla verilen ad. Öldürme ve yaratma işlerine bakan mertebe. Felsefecilerin akl-ı feâl dedikleri yalnız onların hayâllerinde bulunup, kısa akılları ile ortaya attıkları bir şeydir. İslâm bilgilerine uymamaktadır. Bunların bozuk inanışlarına göre, insan sıkışınca Akl-ı feâle yalvarır, Allahü teâlâdan bir şey istemez. Allahü teâlânın dünyâda olup bitenlerle hiç ilgisi yoktur derler. Bunlar sapık fırkaların hepsinden daha aşağıdırlar. (İmâm-ı Rabbânî) |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
![]() Akl-ı Meâd:
Ebedî rahata kavuşmak, Cennet'te ebedî kalmak ve Cehennem azâbından kurtulmak için hâlini ıslâh etmeyi, düzeltmeyi düşünen, uzak görüşlü, dünyâya değil, âhirete değer veren akıl. Akl-ı meâd, peygamberlerde (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) ve evliyâda bulunur. Akl-ı meâdı kuvvetlendiren şeyler, ölümü ve âhireti düşünen kimselerle bulunmaktır. (İmâm-ı Rabbânî) Bir kimsenin nefsi mutmainne olunca yâni bütün varlığı ile Rabbine dönüp İslâmiyet'in emirlerine baş kaldıramaz hâle gelince, aklı da, akl-ı meâd olur. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî) (Bkz. Akl-ı Selîm) Dâimâ Allah adamları ile berâber olmak, akl-ı meâdın artmasına sebeb olur. (Behâeddîn-i Buhârî) |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
![]() Akl-ı Meâş:
Yemek, içmek, evlenmek, helâl, haram demeden kazanmak ve eğlenmek gibi hep bedenin râhatını ve nefsin menfaatini düşünüp, âhireti düşünmeyen akıl; akl-ı meâdın zıddı. Akl-ı meâş, dünyânın geçici lezzetlerine bakarak, (büyüklenmek, kıskanmak, kendini beğenmek, kin ve düşmanlık gibi) hâlleri kalb hastalığı saymaz. Akl-ı meâş kısa görüşlüdür. Akl-ı meâşı, mala düşkün ve dünyâya bağlı olanlar beğenir. (İmâm-ı Rabbânî) Akl-ı Sakîm: Kısa görüşlü akıl. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılan ve çok kere pişmanlığa sebeb olan akıl. Akl-ı sakîm bâzan doğruyu bulur, bâzan yanılır. Yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, mütehassıs (uzman) olduğu dünyâ işlerinde bile çok hatâ eder. Bu sebeble din ve sonsuz olan âhiret işlerinde akl-ı sakîme güvenilmez. Düşündükleri şeylerde ve yaptıları işlerde yanılır. Hepsi üzüntüye ve pişmanlığa, zarâra, sıkıntıya sebeb olur. (Abdülhakîm Arvâsî) Herşeyi akl-ı sakîmle çözmek isteyen kişi, Tahta ayak takmış kimselere benzer. Kısa aklına uydurmak ister her işi, Dün yaptığını, bugün bozmak ister. (İmâm-ı Rabbânî) |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
![]() Akl-ı Selîm:
Selîm akıl, hiç yanılmayan, hatâ etmeyen akıl. Selîm akıl, peygamberlerde aleyhimüsselâm bulunur. Onlar her başladıkları işte muvaffak (başarılı) olmuşlardır. Pişman olacak, zarar görecek bir şey yapmamışlardır. Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşları). Tâbiînin (Eshâb-ı kirâmı gören büyükler), Tebe-i tâbiînin (Tâbiîni görenler) ve din imâmlarının rıdvânullahi aleyhim ecmaîn akılları, derece bakımından peygamberlerin akıllarından sonra gelir. Bunların akılları, din bilgilerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür. Bu bilgileri bunlara isbât etmeğe, açıklamağa lüzûm olmadığı gibi, tenbih etmeğe, haber vermeğe de lüzum yoktur. (Abdülhakîm Arvâsî) İslâmiyet'i işitmeyen çok kimse vardır ki, akl-ı selîmleri olduğu için, bozulmuş, uydurulmuş dinlerin mensuplarına aldanmamışlar, astronomide, fen bilgilerinde ve bilhassa tıb ilminde gördükleri nizamlı (düzenli) hâdiselerin (olayların) birbirlerine bağlantılarını düşünerek hilkatin (yaratılışın) sırlarını, bu hesâblı düzenin hakîkatini anlamak istemişlerdir. Bunlar yine akl-ı selîmleri sâyesinde İslâmiyet'in bildirdiği güzel ahlâkın bir çoğunu bulup, müslüman gibi yaşamış, kendilerine ve başkalarına faydalı olmuşlardır. Allahü teâlâ bunları îmân etmelerine sebeb olacak rehberlere ve kitablara kavuşturacağını Ankebût sûresinde vâdetmektedir. (Abdülhakîm Arvâsî) |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
![]() AKLÎ VE NAKLÎ İLİMLER:
Fen ve din bilgileri. (Bkz. Ulûm-u Akliyye ve Ulûm-u Nakliyye) |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#7 |
![]() AKRABÂ:
Aralarında neseb (soy), süt ve evlilik bakımından yakınlık bulunanlar. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Akrabâna (onları gözetmek, ziyâret etmek ve yardım etmek), fakîre ve yolcuya (durumlarına göre zekât ve yiyecek vermek sûretiyle) hakkını ver! Elindekini isrâf etme. (İsrâ sûresi: 26) Ey ümmetim! Beni Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, fakîr akrabâsı varken, başkalarına verilen zekâtı Allahü teâlâ kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb) Akrabânıza yardım ve iyilik ediniz. Hâllerini, hatırlarını sorunuz. Muhtâç iseler ellerinden tutunuz. Onları incitmekten çok sakınınız. Babanızın emrinden sakın çıkmayınız. Amcanızın derdiyle dertleniniz. Dayınızın hâlinden gâfil olmayınız. Diğer akrabânızı akrabâlık derecesine göre arayınız ve onlara yardımcı olunuz. Böyle yaparsanız Allahü teâlânın ikrâm ve ihsânlarına kavuşursunuz. (Muhammed Rebhâmî) |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#8 |
![]() AKTÂB:
Kutublar. Tasavvufta yüksek derecelere ulaşmış mübârek, kıymetli zâtlar Kutb'un çokluk şeklidir. (Bkz. Kutub) ÂL: Âile, akrabâ, tâbî. (Bkz. Ehl-i Beyt) Duâ olsun âline dahî eshâbına Tâbiîn, ensâr ve hem ahbâbına. (Süleymân Çelebi) |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#9 |
![]() A'LÂ SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen yedinci sûresi. A'lâ sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). On dokuz âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmedeki (en yüce) mânâsına gelen "A'lâ" kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede, Allahü teâlânın her türlü noksanlıklardan tenzîh edilmesi, uzak tutulması, Resûllulah'ın nasîhatlarından kimlerin faydalanıp kurtulacağı, kimlerin de istifâde edemeyip, azâba uğrayacağı, insanların dünyâ hayâtını tercih ettikleri halbuki âhiretin dünyâdan daha hayırlı olduğu, çünkü dünyânın geçici, âhiretin ise devamlı olduğu ve daha başka hususlar bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Kurtubî) A'lâ sûresi birinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu: Rabbinin o yüce ismini tesbîh et (O'nun; zâtında, sıfatlarında ve isimlerinde O'na lâyık olmayan her şeyden münezzeh (uzak, temiz) olduğuna inan. O'nun adını başkasına verme). Dokuzuncu ve onuncu âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu: (Habîbim) artık sen (fayda versin vermesin) insanlara nasîhat et, öğüt ver. Allahü teâlâdan korkan kimse, nasîhati, öğüdü dinleyecektir (ondan faydalanacaktır). Çok fâsık ve bedbaht olan o nasîhatlardan kaçınacak. O Cehennem ateşine girecek. (Âyet: 10-11) Belki siz dünyâ hayâtını, (âhirete) tercih edersiniz. Halbuki âhiret daha hayırlı ve devamlıdır. (Âyet: 16-17) |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#10 |
![]() ALAK SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin doksan altıncı sûresi. Alak sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil olmuştur (inmiştir). On dokuz âyet-i kerîmedir. "İnsanı kan pıhtısından yarattı" meâlindeki ikinci âyet-i kerîmede (kan pıhtısı) mânâsına gelen "alak" kelimesi bu sûreye isim olmuştur. Sûre, ikra' (oku) diye başladığı için İkra' sûresi de denir. İlk beş âyet-i kerîmesi Kur'ân-ı kerîmin ilk inen âyetleridir. Sûrede çeşitli hususlar bildirilmekte ve bu arada Peygamber efendimize cephe alanlar, kavuştukları nîmete karşılık nankörlükte bulunanlar, gurûra kapılanlar tehdit edilmekte, Resûlullah efendimize, bu gibi kimselere iltifat etmemesi, secdeye (namaza) ve sâlih (iyi) işlere devam ederek Allahü teâlâya mânevî yakınlığa kavuşmaya çalışması emrolunmaktadır. (İbn-i Abbâs, Kurtubî, Taberî) Alak sûresinde meâlen buyruldu ki: İnsan, ihtiyâçsız olunca, elbette azar. (Âyet: 6) |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|