AK Gençliğin Buluşma Noktası
Forum Köşe Yazarlığı Ak Parti Forum Köşe Yazarları buraya.



Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 05-12-2012, 21:56   #1
Kullanıcı Adı
alperen
Standart DÜNYAMIZ BAŞIBOŞ DEĞİL
DÜNYAMIZ BAŞIBOŞ DEĞİL

ALPERENGÜRBÜZER


Dünyamız kara ve denizlerin insanoğlunun yaşayabileceği şekilde programlanıp yaratılmış olmasından dolayı şanslı sayılırız. Nitekim hiçbir gezegene lütfedilmeyen atmosfer tabakası sadece dünyamızın hizmetine sunulmuş. Malumunuz atmosfer gaz kütlesinden ibarettir. Dolayısıyla atmosfer ne sıradan ince bir örtü, ne de sıradan fazlaca kalın bir yorgandır. Zaten mevcut pozisyonundan daha kalın olsaydı güneş ışınlarından yararlanmak mümkün olmayacaktı. O aynı zamanda uzayda iğ şeklinde görünümünün yanı sıra ekvatoral ekseni 6,63 yeryüzü çapı uzunluğunda, polar ekseni ise 398 yeryüzü yarıçapı büyüklüğünde bir tabakadır. Yani atmosferin kütlesi ayınkinden 81 kat daha büyük olup, gök kubbemizi ipek gibi saran bir yumuşak tül örtüsü görünümündedir. Her şeyden öte o ilahi güç tarafından yeryüzünün su kapasitesini ve ihtiyacını giderecek şekilde yaratılmış narin yapılı bir ruh şemsiyemizdir. Bilakis atmosfer, havanın yere bakan alt yüzeyinden yukarıya doğru sırasıyla Troposfer (ilk tabaka), Stratosfer (son derece narin incecik bulutların görüldüğü ikinci tabaka), Mezosfer (orta tabaka), Termosfer (güneş etkisinin belirgin olduğu uzaya üst komşu sınır tabakası) diye adlandırılan birbiri ardı sıra dizili tabakaların oluşturduğu bir âlem. Belli ki bu âlem belli standart kalıba uygun bir şekilde ölçülenmiş veya bir nizamı âlem çerçevesinde konuşlandırılmış halde her tür canlının hayat bulabileceği mükemmel bir sistem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yüzden Rabbül âlemin; “Gökyüzünü korunmuş tavan yaptık” (Enbiya, 32) buyurmakta. Baksanıza dünyamız cehennem sıcaklarına sahne olmuyorsa, tüm yeryüzü sathı kışın tamamını Sibirya soğuklarıyla geçirmiyorsa, gök kubbeden her salise mikro ve makro düzeyde akmakta olan milyonlarca göktaşı tepemize inmiyorsa, üzerimize doğan güneşin o zararlı mor ötesi ışınlarına maruz kalmıyorsak, daha nice tehlikelere muhatap kalmıyorsak, biliniz ki bu tek koruyucu şemsiyemiz atmosfer sayesindedir. Zira meteor denen göktaşlarının büyük çoğunluğu havada iken yanıp yeryüzüne toz olarak inmekteler. Böylece gökten başımıza taş yağacak sözü atmosfer sayesinde boşa çıkartılmış oluyor. Hepimiz mutlaka ömrümüzde bir kez olsun gökyüzüne başımızı kaldırıp havai fişekleri andıran ışıklı kaymaları izlediğimizde işte “felekten bir yıldız daha kaydı” demişizdir. Oysa yıldız kayması sandığımız havai fişekler aslında astronotların meteor dedikleri (göktaşı) cisimlerin atmosfere inmesiyle birlikte sürtünme kuvvetinden doğan alev parlamasından (yanma feryatlarından) başkası değildir. Hatta onların bile tıpkı gezegenlerde olduğu gibi kendilerine özgü çapta yörüngeleri var. Allah korusun meteorların bir anlık yörüngelerinde şaşması küçük kıyamet demektir. Bazen meteorlar normal seyri dışında irice çapta atmosfere girdiğinde alevlenip, aşınmaya uğramadan dünyamıza inip göktaşı çukuru oluşturabiliyor. Demek ki her ne ararsan atmosferde var.
İşte görüyorsunuz atmosfer hem üzerimize sağanak sağanak yağan yağmur eşliğinde yeraltı sularına kaynak olup ab-ı hayat su olmakta, hem oksijen olup (hava alıp) nefes olmakta. Dahası bünyesinde taşıdığı ozon gazı marifetiyle güneşten gelen 0,29 milimikrondan daha kısa dalga boylu ışınların yanı sıra toplam sekiz adet öldürücü nitelikte zararlı ışınları süzüp aydınlanmakta var. Nitekim görünmez denilen mor ötesi ışınlar (X ve gama ışınlar) emilip süzüldükten sonra, tüm canlı âlemi üzerine yararlı ışık olarak doğarlar. Keza seste öyledir. Zira atmosferin iyonosfer tabakasının ayırt edici ve filtre özelliği sayesinde ses işitebiliyoruz. Belli ki atmosfer olmasa ne ses, ne de ışık bir anlam içermeyecekti, belki – 3 santigrat derecelik bir ölü bir ortama mahkûm kalıp yaşama imkânımız kalmayacaktı. Hâsılı kelam atmosferin kendi iç bünyesinde tuttuğu % 78 azot, % 21 oksijen tüm dertlerimize derde deva dersek yeğdir. Meğer atmosfersiz dünya virane demekmiş. Dahası bu koruyucu şemsiye sayesinde ne başımıza gökten bir taş, ne de tehlike arz eden kozmik ışın bombardımanı yağmakta.
Daha düne kadar, yani 1831 yılında bilim dünyası; dünya hareket halinde güneş sabit diyordu. Acaba öyle mi? Bakın Yüce Allah (c.c); “Arzı yayıp düzenledik, oraya sabit dağlar yerleştirdik. Orada her şeyi ahenkli bir ölçüye göre bitirdik” (Hicr suresi ayet19) ve “Göğü kudretimizle biz kurduk, onu genişleten de Biziz” diye ( Zariyat, 47) , “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur. Her biri kendi yörüngesinde seyreder” (Enbiya, 33) mealen beyan buyurmanın yanı sıra Rahman suresinin 5. ayetinde ise güneşin, dünyanın ve ayın belli bir hesaba göre hareket ettiğini müjdeliyor. Ne yazık ki insanlık uzun bir süre dünyanın batıdan doğuya doğru dönmesinden hareketle güneşin yerinde sabit kaldığını sanmış, meğer hareketliymiş. Oysa asıl gerçek Kur’an ayetlerinde mevcutmuş. Artık gelinen nokta itibariyle güneşin Samanyolu galaksisinin merkezine yakın bir konumda yer aldığının belirlenmesiyle birlikte dünyamızın her saniyede bir -250 kilometrelik bir hızla evrensel çekim kanunlarına uygun bir şekilde döndüğü konusu açıklığa kavuşmuştur. Öyle ki yerin güneşe ve ay’a olan mesafesi çok ince hesaba dayandığından dünya güneş etrafında dönerken uzaklaşmak istemekte, fakat ikisi arasındaki çekim gücü dengesi buna geçit vermemektir. Nitekim çekim kuvvetinin normalin dışına kaydığında dünyamızın güneşle teması sonucunda alev alacağı muhakkak. Neyse ki o meşhur çekim kanunundan çıkan matematiksel Güneş Sabite'si değeri G= 6,67x10–8 buna izin vermemektedir. Bu değeri elbette güneşin akıl edip kendisinin bulduğu söylenemez. Maddenin zaten böyle bir değer üretmeye gücü yetmez. Zira o ne ile programlanmışsa onun gereğini yapar.
Şimdiye kadar anlatılanlardan sanki sadece dünya ile güneş arasında mesafe dengesi varmış gibi bir izlenim vermiş olabiliriz. Elbette bu olay tüm 18 bin âlemi kapsayan bir durum. Malum ay dünyamızın uydusu. Dolayısıyla mesafe olayı onun içinde geçerli bir kural. Mesela ay dünyadan biraz daha büyük veya biraz daha yakınında olsaydı med-cezir olaylarından her an başımızı alamayıp kim bilir belki de her gün tsunami felaketleri yaşıyor olacaktık. Allah'a şükürler olsun med-cezir hadisesi yılda iki defa meydana gelmekte. Ki; bunun iki kez cereyan etmesi hem ayın varlığını hatırlatmakta, hem de ay çekim gücünün etkisiyle ara sıra yer kabuğunu esnetmesiyle birlikte yer kabuğu içerisinde birikmiş enerjinin boşaltılması sağlanmaktadır. Böylece dünyamıza bir tür denge ayarı yapılmaktadır. Bu yüzden Yaratıcı ve yaratılan ilişkisini göz ardı edemeyiz. Keza dünyamız ve diğer gezegenler yaratılıştan bu güne dek hala sabit bir yörüngede seyrediyorsa bu önceden biçilmiş planın gereğidir. Dolayısıyla dünyanın güneşe en fazla yaklaştığı noktaya “Perihlion”, en uzak olduğu kısma ise “Apelon” denip, bu iki nokta sayesinde güneşe yaklaştıkça hızlanırız, uzaklaştıkça yavaşlarız. Derken yanmaktan kurtuluveririz.
Albert Eınstein başlangıçta durgun bir dünyadan söz etmiş, ama geçte olsa hatasını anlayabilmiştir. Sonradan anlaşıldı ki tabiatta cereyan eden hadiseler geriye döndürülemeyecek şekilde bir akış içerisinde seyretmekte. Bu gerçekler ışığında Alexander Freidman genişleyen evrenden bahseden ilk bilim adamı olarak gündeme girmiştir. Dahası Hubble ise genişleyen modeli formüle edip kanunlaştırmayı başaracaktır. İşte bu tip çalışmalar sonucu sürekli büyüyen ve genişleyen kâinat karşısında olduğumuzu fark ettik. Üstelik birbirlerinden yaklaşık 60 bin kilometre hızla uzaklaşan galaksiler bu genişlemeye rağmen zerre miskal hacimlerinde değişikliğe uğramamaktalar. Dahası parçalanan yıldızlar, meteoritler, kuyruklu yıldızlar başlangıçtaki mükemmel nizamın bozulacağına dair işaretler olup kalıcı olanın (baki olan) ancak Allah olduğunu haykırmaktalar. Hatta dünyamızın koruyucu şemsiyesi diye ilan ettiğimiz atmosfer bile bir miktar gazın merkezkaç ve diğer gök cisimlerinin çekim etkisine girerek uzaya kaçış temayülü gösterdiği artık bir sır değil. En son gelinen nokta itibarı ile teleskopların hüneri ile kâinatın sonsuz olamayacağı hakkında tüm şüpheler ortadan kalkmıştır.
Allah-ü Teala; “Yemin olsun döndürücü semaya” (Tarık,11) buyurmakta. Evet, gökyüzünü kaplayan atmosfer koruyucu örtümüzdür adeta. Bu örtünün yere bakan ilk katmanı troposferdir. Bilhassa kar, yağmur, kasırga gibi tüm meteorolojik olaylar bu katmanın yere yakın kısmında cereyan eder. Hatta Troposferden yeryüzüne indirilen yağmurlar buharlaşıp geriye dönen su bu katmanda tekrar çeşitli işlemlerden geçirilerek yağış döngüsü zaman zaman tekrarlanır. Belli ki atmosferle yeryüzü karşılıklı kutuplarda yerlerini alarak aralarında iletişim kuruyorlar. İletişim olması da gerekiyor. Aksi takdirde azot, oksijen ve karbondioksit gibi yoğunlukça büyük temel gazlar kaçış hızına ulaşıp uzaya firar edeceklerdi. Demek oluyor ki yerkürenin kütlesine bağlı dev bir mıknatıs özelliğinden olsa gerek atmosferdeki gazları kendine cezp edebiliyormuş. Bu arada aydınlık lambamız güneşte boş durmayıp bağrından çıkan elektrik yüklü enerjik parçacıklarla üst atmosferi bombardımana tutarak hem üst atmosferi hem de ekvatoru ısıtırlar. Böylece ısınan hava troposfere yükseldikten sonra alize rüzgârları vasıtasıyla kutuplara doğru soğuyarak havanın dengesi sağlanır. Sadece dengemi, elbette hayır, bunun yanı sıra atmosferdeki gazlar tabiatı gereği kaçış istidadı gösterdiklerinden yer çekim ivmesi maharetiyle uzaya kaçmalarının önüne geçilir. Anlaşılan hava uçmak için iyi bir ortam, yer ise iç bünyesine emip sindirme için iyi bir fırsat. Derken denge âlemi uçma ve çekme kuvvetlerinin birbirlerini karşılıklı kontrol etmesiyle gerçekleşir. Baksanıza Isaac Newton belirlilik (determinizm) prensibinden hareketle bir ağaçtan yere düşen elmanın zihninde oluşturduğu şokla bütün kâinatın bir çekim gücü kanunuyla devran olduğu kanaatine varması, onu Hıristiyanlığın ortaya koyduğu teslis inancından uzaklaşmasına yeterli sebep olabilmiş. Öyle ya madem bir kanun var o halde yaratıcı üçlü kombinezon (baba-oğul-ruhban) olamaz diye düşünmek gerekiyor. Çünkü Allah kanun koyucu olarak tektir, ortak kabul etmez. Kaldı ki bugün bilim dünyası geldiği nokta itibariyle Newton’u da aşarak kâinatta cereyan hadiselerin birçoğu Allah’ın belirlediği hudutlar dâhilinde nizam bulduğu fikri hâkim olmaya başlamıştır. Nasıl ki bir derin dondurucu (buzdolabı) mühendisin belirlediği plan dâhilinde soğudukça ısınan, ısındıkça soğuyan bir termostatik ayara kavuşuyorsa, elbet kâinatta yer alan canlı cansız her şey külli iradenin cüzi iradesi doğrultusunda hayat dengesi içerisinde kendini bulacaktır. Nitekim Yüce Yaratan: “Sonra duman (gaz) halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yer küreye ister istemez gelin dedi. İkisi de isteyerek geldik dediler” (Fussilet, 11) beyan buyurmaktadır.
Rabbül Âlemin; “Gece gündüzü, gündüzde geceyi takip eder” (A’raf 54) beyanıyla dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğüne işaret etmektedir. Bilindiği üzere dünyamız kendi eksen doğrultusunda güneş etrafındaki yörüngesi 23,5 derece ve 27 dakikalık bir eğimde konumlanmıştır. İşte bu konum gereği dünyamız kendi ekseni üzerinde yirmi dört saat turlamasıyla bir günlük zaman dilimi oluşmuş oluyor. Bu arada güneş yazın kuzey kutbunda, kışın ise güney kutbunda yer alarak dünya üzerinde değişik iklim kuşlarına sahip dört mevsimlik şartlar oluşur. Yani 23 derecelik eksen dönmesi mevsimlerin oluşumu için bulunmaz büyük bir nimet olarak karşımıza çıkmakta. Bu arada dünya kendi ekseni etrafında dönerken saatte bin millik bir hızla dönmektedir. Bu sayı yüz mil olmuş olsaydı vay halimize. Bu durumda ister istemez gündüz ve geceler daha da uzayarak tüm canlılar gündüz sıcaklardan kavrulacaktı, gece soğuktan mahvolacaklardı. Belli ki yerküreyi oluşturan katmanların farklı yoğunlukta yaratılması dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi esnasında bir dinamo sisteminin devreye girmesi içinmiş. Böylece fiziki dinamonun oluşturduğu manyetik alanlar eşliğinde eksen kaymasının önüne geçilip dünya denge kazanmaktadır. Şayet dünyanın eğimi 25 derece olsaydı kutuplardaki buzullar birkaç yüzyılda erimesini tamamlayarak tüm denizleri buz kaplayacaktı. Ya da dünyamızın eğimi 22 derece olsa idi bu sefer kutuplardaki buzullar, ekvatora yakın kısımlar hariç Avrupa kıtasını bütünüyle istila edecekti. Yine dünyamız kendi ekseni etrafında dönmesini 24 saatte değil de 30 saatte tamamlasaydı dünyamız fırtınalar ve kasırgalardan geçilmeyecekti. Peki, dünyamız 20 saatte dönmesini tamamlasa ne olurdu? Olacak olan malum; dünyamız kuraklıktan kırılıp, bitkisel kuraklık içinde kıvranacaktık. Belki de hayattan söz edemeyecektik. Mesela dünyamız sırf okyanus alanlarından ibaret kalsaydı dünya sıcaklığı 4 santigrat derecede kalacaktı, ya da tam tersi dünyamız tamamen buzullarla kaplansaydı bu sefer sıcaklık – 8 santigrat derecede olacaktı. Anlaşılan buzullarla kaplı Antartika kıtası bile boşuna yaratılmamış. Söz konusu bölgenin meteorolojik konumu sanki ılık bölgelerden rüzgârlar eşliğinde gelen havayı yutan etüv vazifesi yapmak için tasarlanmış. Her şeyden öte dünyamızın fiziki şartları canlıların yaşamasına yönelik hava basıncı, nem, sıcaklık, içerisindeki gaz yoğunluğu ve kalınlığını göz önünde bulundurduğumuzda ortalama 15 santigrat dereceye ayarlanmış bir yapı söz konusudur. Aynı zamanda atmosferin bize sunduğu gazların firar etmelerini önleyecek kaçış hız değerleri ayarlanmış durumdadır. Böylece hem atmosfer tabakası kalınlığı sabit kalmakta, hem de bu takdir edilen değerler sayesinde tüm canlılar yaşama standartları garantiye alınmıştır. Allah korusun atmosfer tabakası incelmiş olsa her an ültraviyole ışınlarıyla kavrulmamız an meselesidir diyebiliriz.
Anlaşılan dünyamız fezadan gelen zararlı ışınlara karşı manyetik zırhımız var. Sadece manyetik korumamı, elbette hayır, ozon tabakası ne güne duruyor, o da zararlı ışınları absorbe ediyor. Bu da yetmez atmosferin bizatihi sahip olduğu kalın ısı geçirmez atomlardan oluşan tabaka da bu iş için vardır. Anlaşılan dünyamıza has üçlü zırh sistemiyle korunmaya alınmışız.
Malum olduğu üzere farklı ısı merkezlerinden gelen adına ister poyraz, ister meltem rüzgârları deyin bir şekilde çepeçevre hava akımlarıyla kuşatılmış durumdayız. Zira evrende öyle mükemmel bir plan ve öyle bir program söz konusu ki, yılın her günü ayrı ayrı cephe sistemlerinden gelen rüzgârlar adeta insanlığı selamlıyorlar. Rüzgâr selamlamayla kalmayıp bitkilerin döllenmesine yardımcı olup polenlerin taşınmasına da aracılık yapıyorlar. Böylece çevremiz oğul veren rengârenk çiçek cümbüşü sayesinde sevgi iklimi ile yeşeriyor. Şurası muhakkak evrende muazzam bir matematiksel hesap var, ama görebilene. Hatta görmek isteyen için Kuran’da rüzgârla ilgili ilginç sırları vurgulayan kelam bile var. Çünkü Allah (c.c); “Rüzgârı (değişik yönlerden) estirmesinde aklını kullanan topluluklar için pek çok ayetler (sırlar) vardır” (Casiye suresi ayet–5) buyuruyor.
Velhasıl; Dünya bir kervansaray, güneş bu kervansarayın ışık kandili, ay takvim, mevsimler insan ömrünün adeta yaprak dönüşümleri, yeryüzü ise cennet ve cehennemin küçük bir kopyası hükmünde.
Vesselam.
https://twitter.com/#!/Alperengurbuzer

 

alperen isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi