03-10-2009, 21:42 | #1 |
Endoktrinasyon (3): Milgram Deneyi'nin Hayata Uygulanması
Stanley Milgram, 1963 yılında Journal of Abnormal and Social Psychology adlı akademik dergide deneyiyle ilgili bulguları ele alan bir makale yayınladı. 1974 yılında yazdığı 'Otoriteye İtaat: Deneysel Bir Bakış' adlı kitabında ise, insanların otorite karşısındaki zayıflıklarını daha derinlemesine analiz etti. Milgram Deneyi, müteakip yıllarda giderek daha da çok ilgi uyandırdı ve sahasında temel referans niteliği kazandı. Giderek artan bu ilginin nedeni, Milgram Deneyi'nin bütün sosyal araştırmalarda çıkış noktası durumunda olan 'insan tanımı'na (human definition) yeni bir boyut getirmiş olmasıydı.
Milgram Deneyi, kendilerinden en temel insani ölçülere aykırı şeyler yapmaları istendiğinde insanların çok azının otoriteye karşı gelebildiğini ortaya koymuştu. İnsanların belli bir otoriteden emir almış olmaları durumunda normal şartlar altında yapmayacakları şeyleri yapabiliyor olmaları, herhangi bir otoritenin, elinde bulundurduğu yaptırım gücüne ve kendi normlarını kullanmak istediği kişilere endoktrine etmekteki becerisine bağlı olarak insanları canavarlaştırabileceği anlamına geliyordu. Bu da, sosyal ve politik alanda güç ve kontrol ilişkileri adına cevaplandırılması gereken yeni sorular ortaya çıkarıyordu. Milgram, deneklerin davranışlarını açıklama adına deney esnasında gözlemlenen pek çok davranışı analiz etti. Ancak Milgram'ın tespitlerinden dört tanesi, dünyanın çeşitli yerlerindeki otoriteler tarafından korkunç şeyler yapmaları emredilen insanların neden oldukları vahşetin ne şekillerde akla uydurulduğu konusunda özellikle dikkat çekiciydi:
Milgram Deneyi'nin Vahşet İçeren Olaylara Uygulanması Stanley Milgram'ı böyle bir deney yapmaya yönelten olay, II. Dünya Savaşı esnasında Nazi Almanyasında yaşanan korkunç katliamlardı. Ancak farklı derecelerde tahrip, acı, vahşet ve ölüm içermekle birlikte, hemen her savaşta çok da farklı olmayan korkunç öğelere rastlandığı söylenebilir. Dahası, barış zamanlarında gerçekleştirilen kimi uygulamalarda da insanın insana (fiziksel olan ya da olmayan) eziyetlerde bulunması da sıklıkla rastlanan bir durum. Ancak 'insanların üzerinde' olduğu varsayılan bir otoritenin katliam emri hangi koşullarda ve şekillerde gerçekleştirilmiş olursa olsun, Milgram'ın tespitleri arasından yukarıda alıntılanan dört tanesi, bu türden olayların gerçekleştirilmesinde kullanılan kişilerin harekete geçirdikleri savunma mekanizmalarını açıklayabilmesi adına fazlasıyla önemli. Bu dört tespit (sırasıyla) yine dört başlık altında incelenebilir: 1. Kişiliklerin Yok Edilmesi: Hiçbir otorite, kullandığı insanların davranışlarını bir anda tesir altına alamaz. Böyle bir kontrolün gerçekleşebilmesi için, bireylere belli kollektivist değer yargılarının aşılanmış olması gerekir. Devletin manevi şahsının, temsil ettiği değer ve sembollerin ya da devleti temsil eden şahısların yüceltilmesi ile oluşturan bir kült, hayatın her alanına yansıyan belli önkabul ve normlarla yaygın bir töre oluşturur. Gerçekte varolmayıp insanlar tarafından ortaya çıkarılmış olan ve sadece genel kabule dayanıyor olması nedeniyle de objektif değil, fiktif bir değere sahip olan böyle bir konseptin kullanılmasıyla vatandaşlara boyun eğme eğilimi kazandırılması, sonraki yıllarda gelecek olan 'fedakarlık talebi' için zemin hazırlar. Bu felsefe doğrultusunda üretilen bir insanın, belli konularda özgür düşünebilmesi, kendi kendine ya da kendisi adına karar alıp uygulayabilmesi mümkün değildir. Daha da kötüsü, bu duruma düşmüş olan bir kişi, içinde bulunduğu duruma yönelik zaman zaman kimi özeleştiriler getirse dahi, söz konusu gerçeklik hakkında nasıl bir itirafta bulunduğunun tam olarak, kuşatıcı bir şekilde farkına varamaz. Çünkü bu şartlar altında, kişi, varolan insanlardan çok, insanlar tarafından var edilen kurgusal varlıklar bazında düşünmektedir. Böyle bir kişi, örneğin, 9 Ağustos 1945 tarihinde ABD'nin Nagasaki'ye atom bombası attığını düşünür. Gerçekte, o bombayı Nagasaki üzerine bırakan kişinin Massachusetts eyaletinin Lowell şehrinde doğmuş olan Charles Sweeney adlı biri olduğunu belki bilir. Ama bu bilgi, onu düşüncesinden vazgeçirmez. Çünkü kişi, Sweeney'nin yüksek bir otorite tarafından kendisine verilen görevi yerine getirdiğine inanmaktadır. Halbuki Japonya'da ölen yüzbinlerce insandan dönemin ABD hükümeti de sorumlu olsa dahi, onları doğrudan Sweeney öldürmüştür ve bu katliamın suçlusu herkesten önce odur. Ancak insanlardan ziyade genel kabule dayanan kurgular ekseninde düşünmeye alışkın olan bir kişi, emir alan Sweeney'yi küçük, emri veren otoriteyi ise büyük görerek, Sweeney'nin kendisine verilen emri uygulamasının çok da tuhaf bir şey olmadığını düşünme eğiliminde olacaktır. İnsanların kişiliklerinden soyutlanarak 'kollektif' ya da 'milli' varlıklar haline dönüştürülmesinin sonuçlarına, sadece savaş gibi olağan dışı durumlarda değil, günlük hayatta da rastlanır. Örneğin, belinde copuyla üniversite kapısında dikilen ve başını örten bir genç kızı üniversiteye sokmayan bir güvenlik görevlisi, o insanların eğitim hakkının gasp edilmesinin 'son' değil, 'ilk' sorumlusudur. Bir idam mahkumunun infazını gerçekleştiren bir cellat, (cani olmasa da) katildir ve bu ölümden sorumludur. Otorite sahibi olan bir devlet kavramı, bu tür eylemleri kitlelerin gözünde meşrulaştırma işlevini görür. Bu şekilde mesuliyet duygusundan soyutlanan insanlar, devlet otoritesinin uygun gördüğü şekilde kullanılabilir hale gelirler. Örneğin, içlerinden bazıları, devletinin çıkarları adına başka ülkelerde yaşayan insanları öldürmeyi, yerine getirilmesinden onur duyulacak bir görev olarak görebilirler. Devletin bürokrasisi bünyesinde görev yapanlar ise, yaptıkları işlerin sevimsizliğinin farkında olsalar dahi, bu durumu kişiselleştirmezler. Örneğin, Türkiye söz konusu olduğunda, memurlar kendilerinin 'emir kulu' olduklarını sıklıkla söylerler. Söz konusu memur şayet inançlı bir insan ise, yaptıklarından sorumlu olmadığını, çünkü kendisine söyleneni yaptığını düşünür. Ay sonunda alacağı maaş karşılığında başka insanlara eziyet ediyor olduğu gerçeğini ise aklına getirmemeyi tercih eder.2 2. Kurgunun Yörüngesine Girme: Kişiliğin yok edilmesinin doğal bir sonucu olarak, insanlar kendi dünyalarında (ya da kendi aralarında kurdukları dünyada) değil, başka insanların onlar için kurdukları dünyanın gerçekliği içinde yaşamaya başlarlar. Bu nedenle de, düşünce ve davranışlarını, (farkında dahi olmadan) bu kurgusallık üzerinden manalandırırlar. Sonuçta bu kurgu, insanların kendi zihinlerinde yaratıp büyüttükleri, her daim hizmet edilerek mutlu edilmesi gereken bir tanrı haline gelir. Bu sahte tanrı, aslında insanların gözleri ile gerçeklik arasına inmiş bir perde gibidir. Perdeye hürmetkar olan insanlar, arkadaki gerçeklikten habersiz yaşarlar. 3. Dehümanizasyon: İnsanların kendilerine yalan söyleyebilme amacıyla kullandıkları bir psikolojik savunma mekanizması olan akla uydurma, belli kişilere yapılan (ya da yapılacak olan) kötülüklerin mazur gösterilebilmesi kaygısı söz konusu olduğunda da gözlenir. Buna göre, kendilerine kötülük yapılan kişilerin aslında değersiz, aşağılık kimseler oldukları ve dolayısıyla da kendilerine yapılanları hak ettikleri dile getirilir. Milgram Deneyi örneğinde kişisel bazda gerçekleşen dehümanizasyon,milliyetçi ve militarist endoktrinasyonda da kullanılır. Kitlesel eğitim ya da askerlik eğitimi bünyesinde insanlara kendi ırki, milli, medeni ya da kültürel değerlerinin üstün olduğu ve (dolayısıyla) dünyanın geri kalanının (ya da spesifik olarak belli düşmanların) aşağılık, kötü (ve dolayısıyla kendilerine yapılacak olan şeyleri hak eden) varlıklar oldukları fikri aşılanarak, hem analiz biriminin bireyler değil topluluklar olduğu ima edilir, hem de geçmişte işlenmiş ya da gelecekte işlenmesi muhtemel olan kimi suçlar mazur gösterilir. ABD'de Kristof Kolomb'u yücelten ve kızılderilileri ilkel yaratıklar olarak tasvir eden kimi süpremasist yazarların argümanları bu çerçevede değerlendirilebilir - ki geçmişte Afrikalıların köleleştirilmesinin meşrulaştırılabilmesini de yine aynı dehümanizasyon mekanizması mümkün kılıyordu. Dehümanizasyonun her türlüsünün ciddi bir empati yoksunluğu doğuracağı ve kişiyi sağlıklı karar almaktan uzaklaştıracağı söylenebilir. Milgram Deneyi'nde, denekler, denek öğretmen ile denek öğrencinin katılımcılar arasından kura ile belirlendiğini zannediyorlardı. Buna göre, kendilerinin de pekala diğer odada elektrik verilen öğrencinin yerinde olabileceklerini bilgisine sahip olmalarına rağmen, doğru cevabı bilemeyen öğrenciyi dehümanize etmekten geri durmadılar. Bu durumun, başka bir ülkedeki insanların ölmeyi hak ettiklerini düşünen bir kişinin kendisinin de o ülkede doğmuş olabileceğini aklına getirmemesinden hiçbir farkı yok elbette. Rütbesiz olduğu için türlü eziyetlere maruz kalan bir erin, onbaşı ya da çavuş olduktan hemen sonra, kendi geçmişinin aynası konumunda olan insanlara aynı işkenceleri çektirebilmesi, fakat içinde bulunduğu ve farkında olmadan yörüngesine girdiği sistemin bütün bunlara neden olan niteliğini sorgulamaması da bu çerçevede değerlendirilebilir. 4. Eylemsizliğin Akla Uydurulması: Amaçlarına ulaşabilmek için insanları sindirmek zorunda olan otoriter rejimlerde, sindirilmişliğin korkaklık, korkaklığın da eylemsizlik doğurması doğaldır. Hemen her koşulda onurunu muhafaza etme eğiliminde olan insanın, bu eylemsizliği de olduğu gibi içselleştirmeyip çeşitli şekillerde akla uydurması da elbette anlaşılır bir tepki. Düşündüklerini söyleyemeyen, etraflarında yanlış buldukları olaylar cereyan etse de seslerini çıkarıp itiraz etme cesaretini gösteremeyen ve hepsinden önemlisi, kendi doğru bildiklerini dile getirip konumlarını riske atmaktansa, yanlış olduğunun farkında oldukları şeyleri yapmaya devam eden ve bunu yaparken de başkalarının canlarını yakan insanların, bunca ezikliklerine rağmen yenilgiyi kabul etmeyip durumlarını mazur göstermeye çalışmaları, insanın kendi kendisini kandırmaya fazlasıyla müsait bir yapıya sahip olduğu düşüncesini kuvvetlendiriyor. Varlığıyla insanın içindeki cesaret ve onur hissini kıran otoritenin, hakimiyetini ancak bu durumu sürdürülebilir kıldığı ölçüde devam ettirebileceği de söylenebilir. Bu noktada otoritenin kölesi (emir kulu) olarak kullanılan kimi memurlar hatırlanacak olursa, farkındalık hissinin yanı sıra cesaretini ve onurunu da yitirmiş olan bu türden kitlelerin özelliklerini içselleştirmiş olan insanların sayıca çokluğunun, söz konusu rejimin özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olduğu da söylenebilir. Bir başka deyişle, otorite tarafından kullanılmayı reddeden ve böylelikle otoriteyi 'kuklasız' bırakan insanların çokluğu, özgürleşmenin gerek şartlarındandır. Çünkü uzuvları olmayan bir bedende, beynin düşünceleri eyleme dökülemez. (Bu durum, uzuvları olan, ancak beynini kullanamaz hale getirilmiş olan kişiliksiz rejim nesnelerinin içinde bulundukları halin tersine karşılık gelir.) Serdar Kaya 1 Winn, Denise. [1983] 2000. The Manipulated Mind: Brainwashing, Conditioning and Indoctrination. Cambridge, Massachusetts: Malor Books. 104-105. 2 Stephen King'in 1996 yılında yayınlanan ve ardından sinemaya da uyarlanan seri romanı Yeşil Yol'da, masum bir insanı infaz etmek durumunda kalan gardiyan Paul Edgecomb'un şu sözleri, bu durumun aksi yönünde bir tavrı, bir farkındalığı ifade eder: "Hesap gününde Tanrı'nın huzuruna çıktığımda bana neden kendisinin gerçek mucizelerinden birini öldürdüğümü sorduğunda ne diyeceğim? Bu benim mesleğimdi mi diyeceğim?"
Konu Duygu'Seli~ tarafından (03-10-2009 Saat 22:23 ) değiştirilmiştir.. |
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|