04-27-2008, 04:42 | #101 |
Hz. Muaz B. Cebel (r.anh)
Muaz (r.a), Sahabe'den Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer vs.'den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden hadis rivayet edenler arasında Enes b. Malik, Mesruk, Ebu't-Tufeyl, Esved b: Hilâl, Ebu Müslim el-Havlânî, Abdullah b. Kays ve Abdullah b. Ganem gibi zevât gelmektedir. Rivayet ettiği hadislerin toplamı ise sâdece yüz elli yedidir (ez-Zehebî, Tezkiratü'l-Huffâz, I,19-22; Nevzat Âşık, Sahabe ve Hadis Rivayeti, s. 117).
Hz. Muâz, aynı zamanda sahabenin fakihlerinden olup dinde vukuf (ince anlayış) sahibiydi. Daha Rasülullah'ın sağlığında fetva vermeye başlamıştı. Hz. Peygamber onun hakkında: "Ümmetim içerisinde helâl ve haramı en iyi bilen Muâz b. Cebel'dir" demiştir (Tecrid Tercemesi, I, 84). Peygamber Efendimiz onu, islâmı anlatıp öğretmek ve Kur'an-ı Kerim'i ezberletmek üzere, Hicretin dokuzuncu yılında Yemen'e göndermişti. Yolculuk öncesi Hz. Peygamber'le aralarında geçen konusmayı Muâz (r.a) şöyle anlatır: "Allah Rasûlü beni Yemen'e gönderirken şöyle dedi: "Sana bir mesele sorulduğunda ne ile hükmedeceksin?" Ben: "Allah'ın kitabındakilerle" diye cevap verdim. "Eğer Allah'ın kitabında bulamazsan ne ile hükmedeceksin?" dedi." "Allah Rasûlü'nün hükmettiği ile, dedim. Eğer onda da bulamazsan?" dediğinde: "Kendi reyimle içtihad ederim, diye cevap verdim. "Bunun üzerine Allah Rasûlü: "Nebisini, râzı olduğu şeyde başarılı kılan Allah'a hamdolsun" dedi. Ve Yemenlilere, size ashâbımdan ilmi ve dini en iyi bilen hayırlı bir kimseyi gönderiyorum diye bir de mektup yazdı (İbn Sâ'd, a.g.e., III, 583-590). Ona şu tavsiyelerde bulundu: "Ey Muâz! Ehl-i kitap olan bir topluma gidiyorsun. Cennet'in anahtarı nedir? diye sorarlarsa: "Lâ ilâhe illallah'tır" de. Yâ Muâz, dâima alçak gönüllü ol, hilimle (yumuşaklıkla, akla uygun olarak) hükmet. Cenab-ı Hak, sende samimiyet görürse yardımını ihsan eder, muvaffakiyet verir. Eğer içtihâddan âciz kalırsan meseleyi tahkik edinceye kadar hüküm verebilmek için bekle, yahut meseleyi bana bildir. Nefsinin arzularına uymaktan çekin. Nefsin arzuları insanı Cehennem'e götürür. Halka merhamet ve şefkatle muamele et. "Yâ Muâz! Onları Allah'tan başka İlah olmadığına ve benim Allah'ın Rasulü olduğuma şehadete çağır. Eğer bunu kabul ederlerse, Allah'ın kendilerine bir günde beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu da kabul ederlerse, zenginlerden alınıp fakirlere verilmek üzere, kendilerine zekâtın farz kılındığını bildir" (Buhari, Zekât,1). Ve şu mübarek sözleriyle vedâlaştı: Ey Muâz! Belki bu son görüşmemiz olabilir. Allah seni dinde başarılı kılsın ve sana hidâyet nasib etsin; önünden, arkandan, sağından, solundan, yukarıdan veya aşağı tarafından gelebilecek her türlü belâ ve musibetlerden korusun. Senden, insanların ve cinlerin kötülüklerini uzaklaştırsın. Ey Muâz, belki mescidimi ve kabrimi ziyaret edersin" Bunun üzerine Muâz (r.a), üzüntüsünden ağlayarak ayrıldı. Netice Allah Rasülü'nün tahmin ettiği gibi oldu. Muâz, Hz. Ebu Bekr'in halifeliği döneminde Yemen'den döndü. Kalan ömrünü Şam'da geçirdi ve Ürdün'de Tâûn hastalığından, henüz genç sayılabilecek bir yaşta otuz sekiz yaşında vefat etti (Mahmud Esad, İslam Tarihi, Trc. A. Lütfi Kazancı-Osman Kazancı, İstanbul 1983, s. 833), (Ayrıca bk. İbn Hacer, el-isâbe, III, 426-427; Suphi es-Sâlih, Hadis ilimleri ve Hadis İstilahları, Trc. M. Yaşar Kandemir, s. 322). |
|
04-27-2008, 04:44 | #102 |
Hz. Mugire-Tebni Su'be (r.anh)
Meşhûr Arap dâhilerinden Mugîre der ki:
Biz Araplar içinde, dînine son derecede bağlı ve Lât putunun hizmetçisi bir kavimdik. Kavmimizin Müslüman olduğunu görecek olsam bile, onlara tâbi olmayacağımı sanırdım. Mâlikoğullarından bir heyet, Mısır meliki Mukavkıs’a gitmek ve hediye sunmak üzere hazırlanmışlardı. Onlarla birlikte ben de, gitmek üzere hazırlanmıştım. Amcam Urve bin Mes’ûd’a danıştım. Gitmekten men etti ve dedi ki: - Kardeşlerinden hiç kimse senin yanında değil! Ben, onun sözünü dinlemedim. “Mutlaka gideceğim!” dedim. Onlarla birlikte yola çıktım. Nihâyet, İskenderiye şehrine vardık. Mukavkis, bana baktı ve birisine, kim olduğumu ve ne istediğimi öğrenmesini emretti. O kimse, benden sordu. Kim olduğumu ve kendisini görmeye geldiğimi haber verdim. Bunun üzerine Mukavkis, kiliseye indirilmemizi ve orada ağırlanmamızı emretti. Ağırlandık. Sonra, Mukavkis bizi çağırdı. Mukavkis, Mâlikoğullarının liderine baktı. Onu, yakınına getirtti. Birlikte oturdular. Sonra, ona sordu: - Bütün bunlar, Mâlikoğullarından mıdırlar? - Evet! Ancak, bir tek kişi müttefiklerdendir. Sonra beni gösterdi. Oradaki cemaatten, Mukavkis’a en önemsiz olanı ben idim. Sonra aralarında su konuşmalar geçti: - Sizinle benim aramda bulunan Muhammed ve Eshâbının, sizi takiplerinden nasıl kurtulabildiniz? - Onlardan korkumuzdan ötürü, deniz yolunu tercih ettik! - Onun, sizi kabûle dâvet ettiği şey hakkında ne yaptınız? - Bizden hiçbir kimse Ona tâbi olmadı! - Niçin tâbi olmadı? - O, şimdiye kadar ne atalarımızın, ne de hükümdarların tutmamış olduğu, sonradan çıkma bir din getirdi bize! Biz, atalarımızın tuttukları dîne bağlıyız! - Onun dâvetini, kavmi nasıl karşıladı? - Ona, kavim'in gençleri tâbi oldular ve Onu, kavminden ve başka Araplardan olan muhâliflerine karşı korudular. Aralarındaki çarpışmada bir kere kavmi, bir kere de O yenildi! - Siz, Onun kabûle dâvet ettiği şeyleri, bana dosdoğru haber verir misiniz? - O, atalarımızın yapa geldikleri ibâdeti bırakmaya ve kendisine hiçbir şeyi şerik koşmadan bir Allaha ibâdet etmeye, bizi dâvet ediyor. Namaz kılmaya ve zekât vermeye dâvet ediyor! - Namaza ve zekâta mı dediniz? Bunlar için vakit ve adet belli edilmiş midir? - Geceli gündüzlü her gün, sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde olmak üzere, beş kere namaz kılarlar. Her yirmi miskal doldukça, altından kırktabirini, beş deveyi buldukça bir koyun zekât verirler! Bütün malların zekât nisâblarını bildirdiler. |
|
04-27-2008, 04:44 | #103 |
Hz. Mugire-Tebni Su'be (r.anh)
Mukavkis, Mâlikoğullarının namaz vakitleri ve zekât nisâbı hakkında verdikleri bilgiler üzerine, sorularına şöyle devam etti:
- Onun, almış olduğu zekâtı, nereye koyduğunu, nerelere harcadığını biliyor musunuz? - Yoksullara veriyor. Hısım ve akrabâyı görüp gözetmeyi, verilen sözde durmayı emrediyor. Fâizi, zinâyı, içkiyi ve Allahtan başkası adına kesilen kurbanın etinden yemeyi yasaklıyor! Onların bu cevapları üzerine Mukavkis dedi ki: - O hâlde, O, bütün insanlara gönderilmiş bir Peygamberdir! Eğer O, Kiptîlere ve Rumlara gelmiş, erişmiş olsaydı, onlar, Ona tâbi olurlardı. Çünkü, Îsâ bin Meryem, onlara bu hususta emir vermişti. Kendisinden önce gönderilmiş olan Peygamberler de, Onu târif etmişler ve sıfatlarını bildirmişlerdir. Neticede zafer Onun olacak, kendisine kimse karşı koyamayacak, dînini, ayakların bastığı her yere eriştirecek, kavmi Onu, mızrakları ile koruyacaktır! Mâlikoğulları dediler ki: - Bütün halk, Onun dînine girmiş, Onun yanına toplanmış olsalar da, biz, Onun dînine girmeyiz, yanına varmayız! Mukavkis hayretinden başını salladı ve aralarında şu konuşma geçti: - Siz boştasınız ve oyalanıyorsunuz. Peki, Onun, kavmi arasındaki soyu sopu nasıldır? - O, kavminin soy sop yönünden en üstünü ve seçkinidir. - Mesîh yânî Hz. Îsâ ve bütün Peygamberler de, böyle, mensup bulundukları kavimlerin soy sop yönünden üstün ve seçkinleri arasından seçilip gönderilmişlerdir. Onun, sözlerindeki doğruluğu nasıldır? - Doğru sözlülüğünden dolayı Ona Emîn adı takılmıştır. - Bakınız şu işinize! Aranızdaki işlerde doğru ve doğru sözlü olan bir kimsenin, Allaha karşı yalan söyleyebileceğini mi sanıyorsunuz? Ona tâbi olan kimlerdir? - Gençlerdir! - Mesîh ve daha önceki Peygamberlere ilk tâbi olan, bağlananlar da, gençlerdi! Tevrat sâhibi olan Medîne Yahûdîleri, Ona karşı ne yaptılar, nasıl davrandılar? - Ona aykırı davrandılar. O da, üzerlerine yürüyüp onları öldürdü ve esir etti. Her tarafa dağıldılar. - Onlar kıskançlık yapıyorlar, Onu kıskanıyorlardır. Mâlikoğulları, hediyelerini Mukavkis’in önüne koydular. Mukavkis, sevindi ve adamlarına, onların alınmasını, kendilerine bahşişler verilmesini emretti. Bahşiş verilirken onların bâzısını bâzısına üstün tuttu. Bana gelince, kıstılar. Söylemeye değmez az ve ehemmiyetsiz bir şey verdiler. Sonra Mukavkis’in huzurundan çıktık. Hz. Mugîre diyor ki: Mukavkis’tan işittiğimiz sözlerden, Muhammed aleyhisselâma karşı rezil rüsva ve süklüm püklüm olduk. Kendi kendimize, “Yabancı hükümdarlar bile Onu tasdik ediyorlar da, bizler, Onun akrabâsı ve komşuları olduğumuz ve dâvetçisi evlerimize kadar geldiği hâlde, Onun yanına uğramıyoruz!” dedik. Yerlerimize döndük. İskenderiye’de oturduğum müddetçe, girmedik kilise bırakmadım. Karşılastığım bütün Kibtî, yâni Mısır halkından ve Rum din adamlarından Muhammed aleyhisselâmın sıfatını sordum. Bunlardan biri de, Ebû Guseym kilisesi reisi Kibtî papazı idi. Kibtîler onun rızâsını ve duâsını almak için yanına gelirlerdi. Ben, ibâdete ondan daha düşkün bir kimse görmemiştim. Kendisine dedim ki: - Peygamberlerden, gelmeyen kim kalmıştır? Bana haber ver! - Olur! O, Peygamberlerin sonuncusudur. Onunla, Îsâ bin Meryem arasında, Peygamberlerden hiç kimse yoktur. Îsâ Peygamberin, kendisine uymayı bize emretmiş olduğu Peygamber, Odur! O Peygamber, ümmîdir ve Araptır. Onun ismi, Ahmed’dir. Kendisi, ne uzun, ne de kısa boyludur. Onun gözlerinde biraz kırmızılık vardır. Kendisi, ne çok beyaz, ne de esmerdir. Saçını uzatır, elbisenin kalınca olanından giyer, yemeklerden bulduğu ile iktifa eder, kılıcını boynunda taşır, kendisiyle çarpışmaya kalkmadıkça, kendiliğinden, kimse ile çarpışmaz. Onun yanında, kendilerini Ona fedâ eden, Onu, kendi evlâtlarından ve babalarından daha çok seven Eshâbı bulunacaktır. O, Selem ağaçlarının yetiştiği yerden, Harem’den çıkacak, bir Harem’e gelecek, çorak ve hurmalık bir yere hicret edecektir. İbrahim aleyhisselâmın dîninde bulunacaktır! - Bana, Onun sıfatını biraz daha açıklasan olur mu? - O, kendisinden önceki Peygamberlerde bulunmayan birtakım haslet ve imtiyazlarla, kendisi mümtaz kılınmıştır. Her Peygamber, yalnız kendi kavmine gönderildiği hâlde, O, bütün insanlara gönderilecektir! Bütün yeryüzü Ona mescid ve temiz kılınacaktır. O, namaz vaktini nerede idrâk ederse, orada namazını kılacaktır. Hâlbuki kendisinden önceki Peygamberler, namazlarını, kiliseler ve havralardan başka yerlerde kılamazlardı! |
|
04-27-2008, 04:45 | #104 |
Hz. Mugire-Tebni Su'be (r.anh)
Hz. Mugîre diyor ki:
Onun ve başkalarının bütün bu söylediklerini aklımda tuttum. Mâlikoğulları, ailelerine hediyeler satın aldılar. Sevinçli idiler. Onlardan hiç kimse de, bana hiçbir fedâkârlıkta bulunmadılar. Yola çıktılar ve yanlarına da, içki aldılar. İçki içiyorlardı. Her türlü rezâleti yapıyorlardı. Tâif’e dönünce, kavmime, Mukavkis’in beni hor, hakîr gördüğünü haber verecekler diye, Mâlikoğullarını öldürmeyi tasarladım. Irak’ta Bassak nehri yanında bulunduğumuz sırada, yalandan hastalandım ve başımı bağladım. Bana, “Neyin var?” diye sordular. Ben de, “Başım ağrıyor!” dedim. Şaraplarını ortaya koydular ve beni çağırdılar. Onlara dedim ki: - Başım ağrıyor, ben, içemeyeceğim. Fakat, sizinle oturur, size içirebilirim. Hiç itiraz etmediler. Oturdum, onlara içirdim. İçtikçe iştahlandılar ve daha çok içtiler. En sonunda sarhoş bir hâlde sızıp kaldılar. Ben de, onların üzerlerine çöküp, hepsini öldürdüm. Yanlarında bulunan bütün malları alıp, Medîne’ye geldim. Peygamberimizi, mescidde Eshâb-ı kirâmla birlikte otururken buldum. Üzerimde yolcu elbisesi vardı. Kendisine, İslâm selâmı ile selâm verdim. Hz. Ebû Bekir bakınca, beni tanıdı. Bana dedi ki: - Urve’nin kardeşinin oğlusun galiba? Ben de, “Evet! Allahtan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Resûlullah olduğuna şehâdet ediyorum!” dedim. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: - Allaha hamdolsun ki, seni hidâyete kavuşturdu, İslâmiyete ulaştırdı. Hz. Ebû Bekir sordu: - İskenderiye şehrine emniyet ve selâmetle vardınız mı? - Evet! - Seninle birlikte bulunan Mâlikoğulları ne yapıyorlar, nasıllar? - Onlarla bizim aramızda olan, bâzı Araplar arasında olan şeydir. Biz, şirk dînindeydik. Onları, öldürdüm. Elbiselerini soyup Resûlullah efendimize getirdim. Beşte birini çıkarsın, yahut onlar hakkında ne yapmayı uygun görürse, öyle yapsın. O, müşriklerden bir ganîmettir. Ben, artık Muhammed aleyhisselâmı tasdik eden bir Müslümanım! Resûlullah efendimiz buyurdu ki: - Senin Müslümanlığını kabûl ettim. Fakat, onların mallarından ne bir şey, ne de beşte bir alırım. Çünkü, o, bir gadrdır, yâni zulümle, hîleyle alınmıştır. Gadrde ise, hayır yoktur! Peygamber efendimiz böyle buyurunca, dedim ki: - Yâ Resûlallah! Ben, ancak kavmimin dîninde bulunduğum sırada onları öldürmüş, sonra da, Müslüman olup, şimdi huzurunuza gelmiş bulunuyorum! Resûlullah efendimiz tekrar buyurdu ki: - İslâmiyet, kendisinden önce olup bitenleri düşürür, siler! Mukavkis’in söylediklerini, Kibtî, yâni Mısırlı ve Rum din adamlarına sorduğum soruları ve onlardan işittiklerimi Peygamber efendimize haber verdim. Resûlullah efendimiz çok memnun oldu ve bunları, Eshâbının da işitmelerini istedi. İki, üç gün de, onlara anlattım. Hz. Mugîre, Müslüman olduktan sonra, Peygamberimizin yanında bulunup, Ona hizmet etti. Seriyyelerde kumandanlık ve mücâhitlik yaptı. Bî’at-i Ridvânda bulundu. Hudeybiye antlaşmasında Peygamberimizin yanında olup, hizmetindeydi. Mekke’nin fethine, Huneyn gazâsına ve Tebük seferine katıldı. Tâif’te, kabîlesi İslâmiyet ile şereflenince, amcası Urve şehîd edilip, Sakîfliler de zulüm, işkence ve tecâvüze uğradı. Sakîfliler durumu Resûlullaha arz ettiler. Sakîf temsilcileri, Medîne’den ayrıldıktan iki veya üç gün sonra Peygamberimiz, Ebû Süfyân bin Harb ile Hz. Mugîre’yi, Rabbe (Lât) putunu yıkmak için gönderdi. Tâif’e yaklaştıkları zaman Ebû Süfyân, Mugîre’ye dedi ki: - Kavminin yanına, önce sen var! Ebû Süfyân’in kendisi ise, Zilherem’de kaldı. Bunun üzerine Hz. Mugîre, yanında ondokuz kadar kişi olduğu hâlde, yatsı vaktı, Rabbe’yi yıkmak üzere Tâif’e girdi. Geceyi orada geçirdiler. Sabahleyin, Rabbe’nin üzerine çıkacaklar, onu yıkacaklardı. Hz. Mugîre, eline, bir balta aldı. Rabbe’nin üzerine çıktı. Kendi kavim ve kabîlesi olan Muattiboğulları, Urve bin Mes’ûd gibi vurulur, öldürülür korkusuyla silahlanarak Hz. Mugîre’nin yakınında, dikilmiş duruyorlardı. |
|
04-27-2008, 04:45 | #105 |
Hz. Mugire-Tebni Su'be (r.anh)
O sırada, Ebû Süfyân da oraya geldi. Müşrik kadınları gelip başlarını açmışlar, erkeklerinin, kılıçla çarpışmaksızın, Rabbe’yi, Müslümanlara teslim ettiklerine yanıyorlar, ağlıyorlardı. Köleler, çocuklar, erkekler, genç kızlar gelmişlerdi. Herkes, Lât’in yıkımından dolayı endişeli bulunuyordu.
Hz. Mugîre, elindeki balta ile, Lât’a bir darbe indirdi. Ebû Süfyân dedi ki: - Vah vah sana! Eyvahlar olsun sana! Hz. Mugîre titrer gibi yaparak arkasının üzerıne yıkıldı. Tâif halkı, birden çığlık kopardılar. Dediler ki: - Allah, Mugîre’yi rahmetinden uzak etsin! Rabbe, onu öldürdü! Hz. Mugîre’nin yıkılıp düştüğünü görmelerine çok sevindiler. Dediler ki: - Sizlerden, ona yaklaşmayı, onu yıkmaya kalkışmayı göze alabilecek kim var? Vallahi, ona güç yetirilemez! Hayır! Siz, Rabbe’nin, kendisini koruyamayacağını, savunamayacağını sanıyordunuz! İşte o, kendisini korumuş ve savunmuştur! Mugîre, bir müddet o hâl üzere kaldıktan sonra, silkinip oturdu. Sonra Tâif halkına seslendi: - Ey Tâifliler! Araplar, "Arap kabîleleri içinde sizlerden daha akıllı bir kabîle yoktur” derlerdi. Meğer, Arap kabîleleri içinde sizden daha ahmak bir kabîle yokmuş! Yazıklar olsun size! Lât ve Uzzâ dediğiniz nedir ki? Şu taşlar gibi birer taştırlar! Taştan, ker***ten ibârettirler! Onlar, kendilerine kim tapıyor, kim tapmıyor bilemezler! Yazıklar olsun size! Lât, hiç işitir mi? Hiç görür mü? Hiçbir yarar veya zarar verir mi? Geliniz, Allahın affına ve lütfuna sığınınız! Ona ibâdet ediniz! Hz. Mugîre, Tâiflilere, putların hiçbir şey yapamadıklarını belirttikten sonra, yanındakilerle birlikte Rabbe’yi yıkmaya, taşları, birer birer yere indirmeye devam etti. En sonunda, onu yerle bir edince, Tâifliler şaşırıp kaldılar. Lât’in kapıcısı ve bakıcısı olan Aclân bin Attâb, Mâlikoğullarındandı. Ondan sonra bu hizmeti, oğulları görmekte idi. Lât’in bakıcısı diyordu ki: - Göreceksiniz ki, temeline inilince, temel öyle bir kızacaktır ki, o kızgınlıkla, onları yerin dibine batıracaktır! Hz. Mugîre bunu işitince, temelini de kazmaya başlayıp, adam boyunun yarısına kadar kazdı. Temeline kadar indi. Orada bulunan, altın ve gümüşleri çıkardı. Putun bulunduğu yerdeki mallar, bir araya toplanınca, Hz. Mugîre, Ebû Süfyân’a dedi ki: - Resûlullah efendimiz, bu maldan, Urve ile Esved’in borçlarını ödemeyi sana emretmişti. Bunun üzerine, onların borçlarını ödediler. Hz. Mugîre, Tâif’i küfür karanlığından nûra kavuşturup, Mekke’ye, Resûlullahın yanına döndü. Vedâ haccına katıldı. Resûlullahın âhirete teşriflerinde techiz ve tekfinde vazife aldı. Peygamberimiz kabre indirildikten sonra, üzerine toprak atılırken yüzüğünü düşürdü. Hz. Ali’ye durumu arz edip, kabirden yüzüğünü almak istedi. Müsaade verilince, kabre inip, yüzüğünü alırken, Peygamberimizin ayaklarını sıvazladı. Böylece Resûlullahın mübârek bedenine son defa elini süren kişi oldu. Bundan dolayı, “Resûlullahtan son ayrılan insan benim” derdi. Kureyşli müşrikler, Benî Sakîf kabîlesi reisi olan amcası Urve bin Mes’ûd’u elçi olarak gönderdi. Urve, konuşma esnasında cahiliyye âdetinde olduğu gibi, Peygamberimizin sakalını tutup, okşamak istedi. Hz. Mugîre, amcası Urve’ye kılıcının ucuyla müdâhale ederek, Resûlullahın mübârek sakalına dokunmaktan menetti. Amcası, onun Resûlullaha olan sevgisi, muhabbeti ve bağlılığı karşışında hayrete düştü. Hz. Mugîre, Hz. Ebû Bekir’in hilâfetinde, yalancı peygamberlik iddiasında bulunan Müseylemet-ül-Kezzâb ve dinden dönen mürtedler üzerine gönderilen orduda vazife aldı. Yemâme harbinde mürtedlere, Şam ve Yermük’de de Rumlara karşı savaştı. Yermük’de bir gözü yaralandı. Hz. Ömer’in hilâfetinde Irak’ta yapılan fetihlere de katıldı. İran’daki Sâsânî İmparatorluğunun sonunu getiren Kadisiye Meydan Muharebesi öncesinde, Müslümanların sefirliğini yaptı. Zulüm üzerine kurulan İran Sâsânî kumandanlık sarayının şaşaası ve kumanda heyetinin süslü elbiselerine karşı, Mugîre’nin sâde kıyâfeti ve vakarlı hâlini gören İran kumandanları şaşırdılar. Hz. Mugîre, Sa’d bin Ebî Vakkâs tarafindan sefir olarak gönderilmişti. İranlılar, sert konuşup, Müslümanları korkutacaklarını zannettiler. Söz sırası Mugîre’ye gelince, o, büyük bir cesaretle konuşmaya başladı ve şöyle dedi: - İslâmiyetin esaslarına göre, herkes Allahü teâlâ indinde bir kul olarak eşittir. Hiç kimsenin diğerine karşı bu hususta bir imtiyazi yoktur. Mugîre hazretlerinin bu sözlerini dinleyen İran heyeti, şaşkın bir vaziyette birbirlerine bakıp, ne söyleyeceklerini ve ne yapacaklarını şaşırdılar ve telâşa düştüler. Telâşı ve şaşkınlığı daha çok artan İran Başkumandanı Rüstem, yakut, inci ve elmaslarla süslü olan kılıcını Hz. Mugîre’ye göstererek dedi ki: - Sefir hazretleri, bu kılıç çok insanlar tarafindan birçok kere öpülmüştür. Bu söz karşısında büyük bir dâhî olan Hz Mugîre şöyle cevap verdi: - Senin kılıcını öpenler, yaltakçılık yaparak kılıcını değil, onun kınını öpmüşlerdir. Sonra kendi kılıcını göstererek dedi ki: - Bu kılıç ondan daha keskin ve daha çok bilenmiştir. Bu görüşmelerden sonra anlaşmaya varılamadı ve yapılan Kadısiye Meydan Muharebesinde, Müslümanlar galip geldi. Bu savaşta, Hz. Mugîre büyük bir kahramanlık göstermiştir. Mugîre hazretleri bir kadınla evlenmek istemişti. Peygamber efendimiz Mugîre’ye buyurdu ki: - Onu gördün mü? - Hayır yâ Resûlallah. - Onu gör! Zîrâ birbirinizi görmeniz, aranızdaki muhabbeti artırır. Hz. Mugîre buyurdu ki: - Bir kimse evine girdiği zaman selâm verirse, şeytan, “Artık, benim burada duracak bir yerim kalmadı” der. Sofraya oturup yemek yemeye başladığı zaman, Allahü teâlânın adını anarsa, yâni Besmele-i serîfeyi söylerse, şeytan bu sefer de, “Benim burada ne duracak yerim, ne de yiyecek bir şeyim kaldı” der. Su içeceği zaman, Allahü teâlânın adını anarsa, şeytan bu sefer de şöyle der: “Artık burada benim için ne durak, ne yemek, ne de içmek kaldı.” Şeytan, bundan sonra eli boş olarak çıkar gider. Hz. Mugîre, dâhi olup, teşkilâtçı bir Sahâbiydi. Zekâ ve aklını, meşhur dâhilerden Halîfe Hz. Muâviye de takdir ederdi. Büyük meseleleri üstün görüşüyle hemen hâlledip, en şıkışık durumlarda bile bir çıkar yol bulurdu. Dînî ilimlere vâkif, tedbir sahibiydi. Pek çok talebe yetiştirip, bunlara dînî ilimleri öğretip, hadis-i şerif rivâyet etti. Yüzotuzüç hadis-i şerif rivâyet etti. Vefâtına kadar Kûfe vâlisi kaldı. Kûfe’de 670 senesinin Saban ayında, yetmiş yaşında taundan vefât etti. |
|
04-27-2008, 04:46 | #106 |
Hz. Muhammed Bin Mesleme (r.anh)
Bedir savaşından sonra Mekkeli müşriklerin ölüleri hakkında ağıtlar, şiirler söyleyerek müşrikleri kışkırtan, Peygamberimize ve Müslümanlara dil uzatarak fitne çıkartan, hattâ Peygamberimize suikast tertiplemeye kalkışan Kâ’b bin Eşref adlı bir Yahûdî zengini vardı. Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâma buyurdu ki:
- Kâ’b bin Eşref’i kim öldürür? Çünkü o, Allah ve Resûlüne ezâ etmiştir. Muhammed bin Mesleme dedi ki: - Yâ Resûlallah! Ben onu senin için öldürür, onun sesini kısarım. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz şöyle buyurdu: - Gücün yeterse bu işi yap! Bunun üzerine Muhammed bin Mesleme, evine döndü. Sonra Ebû Nâile, Abbâd bin Bişr, Hâris bin Evs, Ebû Abs ve İbni Cerîr’in yanına gidip, mes’eleyi onlara açtı. Hepsi uygun görerek, “Beraber öldürürüz” dediler. Bundan sonra, birlikte Peygamber efendimize gelerek dediler ki: - Yâ Resûlallah! İzin buyurursanız, biz Kâ’b ile konuşurken, sizinle ilgili olarak onun hoşuna gidecek ba’zı sözler söylemeliyiz. Peygamber efendimiz, onlara buyurdu ki: - Bu husûsta istediğinizi söylemeniz size helâldir. Muhammed bin Mesleme ve arkadaşları, aralarında istişâre yapıp bir plân hazırladılar. Bundan sonra Muhammed bin Mesleme, Kâ’b bin Eşref’in yanına giderek dedi ki: - Şu Muhammed, bizden sadaka istedi. Bize çok vergi yükledi. Onun için senden ödünç bir şey almak için geldim. - O sizi daha da bıktıracak. - İşte ona bir defa uymuş bulunduk. Ona tâbi olmakta devam edeceğiz. Bakalım sonu ne olacak? Şimdi sen bize biraz ödünç hurma ver. - Evet vereyim, fakat bana bir şeyi rehin vermelisiniz. Muhammed bin Mesleme ile yanındakiler sordu: - Ne istersin? - Kadınlarınızı rehin isterim! - Kadınlarımızı sana nasıl rehin verebiliriz? Sen yakışıklı birisin. Kadın gönlü, meyledebilir. - O zaman oğullarınızı rehin verin! - Onları da rehin veremeyiz. Onlardan birine, bir iki deve yükü hurmaya karşılık rehin olundu diye sövülür ki, bu bizim hiç unutamıyacağımız bir leke olur. Fakat sana silâhımızı ve zırhımızı rehin verebiliriz. Kâ’b bu teklifi kabûl etti. Onlara, ne zaman geleceklerini de bildirdi. Muhammed bin Mesleme, belirtilen gece Kâ’b’ın kalesinin yanına gitti. Beraberinde, Kâ’b’ın süt kardeşi Ebû Nâile de vardı. Kâ’b onları kaleye çağırmıştı. Kâ’b gelenleri karşılamak için aşağı inerken Kâ’b’ın karısı dedi ki: - Bu saatte nereye gidiyorsun? - Gelenleri karşılamaya iniyorum. - Bu durum bana pek iyi gelmiyor. Sanki bana kan dökülecek gibi geliyor. - Yok yok zannettiğin gibi değil, onlar Muhammed bin Mesleme ile süt kardeşim Ebû Nâile’dir. O iyi bir gençtir. Geceleyin, kılınç vuruşmasına bile çağırılsa, hiç tereddüt etmeden gelir. Böyle birisidir. - Yine de sen aşağı inme! Onlarla konağın damından konuş! - Yiğite yaraşan, çarpışmaya, süngülenmeye da’vet edilse bile icâbet etmektir. Kâ’b böyle söyledikten sonra aşağı indi. Muhammed bin Mesleme, bu arada üç kişiyi kaleye soktu. Bunlar Ebû Abs, Hâris bin Evs, Abbâd bin Bişr idi. Muhammed bin Mesleme arkadaşlarına dedi ki: - Kâ’b gelince, ona saçını koklayacağımı söyler, başını tutup koklarım. Siz, benim, Kâ’b’ın başını iyice yakaladığımı gördüğünüz zaman, kılıçlarınızla, Kâ’b’a vurunuz. Böylece (Harb hiledir) hadîs-i şerîfine uygun hareket etmiş oluruz. Kâ’b bin Eşref, güzel giyinmiş bir şekilde güzel koku saçarak, onların yanına gelmişti. Muhammed bin Mesleme, “Şimdiye kadar böyle güzel koku koklamadım” diyerek Kâ’b’ın yanına vardı. Kâ’b gururlanarak cevap verdi: - Dünyanın en güzel kokularını kullanırım. Muhammed bin Mesleme dedi ki: - Güzel kokulu saçını koklamama izin verir misiniz? Kâ’b, müsâade ettiğini söyledi. Muhammed bin Mesleme, onun başını yakalayıp, arkadaşlarına seslendi: - Allah ve Resûlullah düşmanına vurunuz! İlk kılıç vurulduğunda, Kâ’b şiddetle bağırdı, ancak ölmedi. Bunu gören Muhammed bin Mesleme hançeriyle Kâ’b’ın karnını göbeğinden kasığına kadar yırttı. Kâ’b, öyle bir çığlık kopardı ki, çevrelerindeki evlerden bu feryâdı duymayan kalmadı. Kâ’b yere yıkılıp öldü. Fedâîler bundan sonra oradan sür’atle uzaklaştılar. Yahûdîler kaleden inip bir müddet onları ta’kip ettilerse de, yolu şaşırarak bulamadılar. Mücâhidler, Medîne’ye girdiklerinde, Resûlullah efendimiz namaz kılmıştı. Mücâhidlerin tekbîr seslerini işitince, kendileri de, tekbîr getirdiler. Muhammed bin Mesleme, Resûlullah efendimize, Kâ’b’ın öldürüldüğünü haber verdi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: - Murâdınıza erdiniz. Fedâîler de; - Evet yâ Resûlallah! Allahın ve Resûlullahın bir düşmanı daha hak ettiği cezâyı buldu, dediler. Kâ’b’ın öldürülmesi, hicretin üçüncü yılının Ramazan ayında oldu. Bedir savaşından sonra Benî Nâdir Yahûdîleri, Peygamberimizi yurtlarına da’vet edip, suikast yapmak istemişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz onların bu tutumunu öğrendi. Muhammed bin Mesleme’yi çağırarak buyurdu ki: - Nâdiroğulları Yahûdîlerine git! Onlara, (Resûlullah beni size; “Yurdumdan çıkıp gidiniz! Burada benimle birlikte oturmayınız! Siz bana bir suikast plânı kurdunuz! Size on gün süre tanıyorum. Bu müddetten sonra, buralarda sizden kim görülürse, boynu vurulacaktır” emrini bildirmek üzere gönderdi) de! Bu emir üzerine Muhammed bin Mesleme, Nâdiroğulları Yahûdîlerinin yurduna varınca, onlara dedi ki: - Mûsâ aleyhisselâma Tevrat’ı indirmiş olan, Allah aşkına doğru söyleyiniz: Muhammed aleyhisselâm Peygamber olarak gönderilmeden önce, Tevrat önünüzde iken, size geldiğim ve şu meclisinizde bana Yahûdîliği teklif ettiğiniz zaman ben size, “Vallahi ben aslâ Yahûdî olmam” demiştim. O zaman siz de bana cevâben, “Senin dîninden başka din yoktur. Senin anladığın, istediğin, duyup işittiğin Hanîf dîninin aynısıdır! Size gelecek olan Peygamber, hem şerî’at sahibidir, hem savaşçıdır. Gözlerinde biraz kırmızılık vardır. Kendisi Yemen tarafından gelecek, deveye binecek, ihrâma bürünecek, bedeni yumuşak ve kuvvetli, kılıcı boynunda asılı bulunacak, konuştuğu zaman hikmet konuşacaktır” dememiş miydiniz? Yahûdiler bunu itiraf etmelerine rağmen İslâmiyeti kabûl etmemişlerdi. Muhammed bin Mesleme ayrıca Resûlullahın emrini onlara bildirdi. Bunun üzerine Nâdiroğulları yüklerini toplayıp, topraklarını terkederek yurtlarından oldular ve ihânetlerinin cezâsını gördüler. Hayber gazvesinde, Hayber kalelerine yapılan hücumlarda en önde bulunuyordu. Henüz Hayber fethedilmemişti. Muhammed bin Mesleme dedi ki: - Yâ Resûlallah! Bugün çok üzgünüm. Yahûdîler kardeşim Mahmûd bin Mesleme’yi şehîd etti. Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki: - Düşmanlarla karşılaşmayı istemeyiniz. Allahtan sağlık ve âfiyet dileyiniz. Çünkü siz, onlardan başınıza neler geleceğini bilemezsiniz. Düşmanla karşılaştığınız zaman, “Allahım! Bizim de Rabbimiz, onların da Rabbi sensin. Hepimiz senin kudretin altındayız. Onları öldürecek, ancak sensin” diye duâ ediniz, ondan sonra oturunuz. Sizi sardıkları zaman tekbîr getiriniz. Ey Muhammed bin Mesleme! Sana müjde! Yarın, inşâallah, kardeşini öldüren öldürülecek ve Yahûdî savaşçıları, kaçacaklardır. Hayatı muharebe meydanlarında geçti. Hz. Osman ve Hz. Ali’nin halîfelikleri sırasında artık ihtiyarlamış olduğundan, Medîne’de sakin bir hayat yaşadı. Hz. Mu’âviye’nin halîfeliği sırasında yetmişyedi yaşında iken, 664 yılında Medîne’de vefât etti, Bakî’ kabristanına defnedildi. |
|
04-27-2008, 22:40 | #107 |
Hz. Mus'ab İbni Umeyr (r.anh)
Ashab-ı kirâm'ın ileri gelenlerinden Künyesi Ebâ Muhammed'tir. Mekke'nin zengin ailelerinden olup, yakışıklı ve güzel giyinen bir gençti. Anne ve babası onun üzerine titrerdi. Özellikle, Mekke'nin en zenginlerinden sayılan annesi, oğluna güzel elbiseler giydirir ve güzel kokular sürerdi. Mekkeliler de onu hayranlıkla seyrederlerdi. Bir defasında Hz. Peygamber de onun hakkında şöyle buyurmuştu: "Mekke'de Mus'ab b. Umeyr'den daha güzel giyinen, daha yakışıklı ve nimetler içinde yüzen başka bir genç görmedim" (İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, Beyrut 1960, III, 116).
Mus'ab, Mekke'de o günün şartlarına göre zenginlik ve ihtişam içinde yaşarken, Hz. Peygamber(s.a.s)'in insanları islâm'a davet ettiğini öğrendi. Fazla vakit kaybetmeden Hz. Peygamber'e giderek iman edip müslüman oldu. O sırada Mekkeliler, müslümanlara yoğun bir baskı uyguladığından, Hz. Mus'ab müslüman olduğunu ailesinden gizlemek zorunda kalmıştı. Ama o, Peygamberimizi gizlice ziyaret etmeyi de ihmal etmezdi. Ne var ki Osman b. Talha, Mus'ab'ın namaz kıldığını görüp durumu annesi ile akrabalarına bildirmişti. Bunun üzerine akrabaları yakalayıp hapsettiler. Mekke'nin bu nazlı ve zengin genci için artık çile dolu zor günler başlamıştı. Habeşistan'a hicret eden ilk kafileye katılıncaya kadar hapiste tutulan Hz. Mus'ab, hicret imkanı çıkınca, dinini daha rahat bir şekilde yaşayabilmek için Habeşistan'a hicret etti. Habeşistan dönüsünde Hz. Mus'ab'ın durumu tamamen değişmiş ve bu nazlı delikanlının yerini, kalbi islam ve imanla dopdolu iradesi güçlü kuvvetli, metin bir genç almıştı. Annesi ondaki bu kararlılık ve metaneti görünce, üzerindeki baskısını biraz hafifletmek zorunda kaldı. Bu sırada Birinci Akabe Beyati olmuş ve Medinelilerden bir grup islâm'ı kabullenmişti. Kendilerine islâm'ı anlatmak ve diğerlerine de tebliğ yapmak için Rasulullah'tan bir öğretici istediler. Hz. Peygamber de bu önemli görev için Hz. Mus'ab b. Umeyr'i görevlendirdi. Hz. Mus'ab onlara hem namaz kıldıracak, hem Kur'an öğretecek, hem de diğer insanlara islâm'ı anlatacaktı ve yeni kimseleri islâm'a davet edecekti. Böylece Medine'ye ilk hicret eden sahabi Mus'ab b. Umeyr oluyordu. Medine'de ilk cuma namazını da Mus'ab b. Umeyr kıldırdığı kaynaklarda ifade edilir (İbn Sa'd, a.g.e., III, 118). Bir yıl sonra Mekke'ye, hac mevsiminde yanında yetmiş kişi ile gelen Mus'ab b. Umeyr, Hz. Peygamber (s.a.s)'e islâm'ın Medine'deki hızlı yayılışının müjdesini verirken şöyle demişti: "İslâm'ın girmediği ve konuşulmadığı ev kalmadı." Başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün müslümanlar bu habere çok sevindiler. Oğlunun Mekke'ye döndüğünü haber alan annesi onu tekrar hapsetmek istedi. Ancak Mus'ab bütün bunlara karşı olgun bir müslüman tavrını takınarak imanında direndi ve annesini bundan vazgeçirdi. Onun annesini islâm'a daveti bir sonuç vermediği gibi annesi de Mus'ab'ı yolundan döndürememişti. Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında iki ay kadar kalan Mus'ab b. Umeyr, Hicretten on iki gün önce Medine'ye vardı. Hz. Peygamber (s.a.s) onu Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a) ve Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a) ile kardeş ilan etmişti (İbn Sa'd a.g.e., III, 120). |
|
04-27-2008, 22:40 | #108 |
Hz. Mus'ab İbni Umeyr (r.anh)
Bedir savaşında muhacirlerin sancağı onun elindeydi. "Rasûlullah'ın bayraktarı" olarak ün yapmıştı. Uhud savaşında da sancak yine onun elindeydi. Savaş esnasında müslümanların gerilediğini gören Mus'ab b. Umeyr, atını sağa sola doğru sürüyor ve yüksek sesle şu ayeti okuyordu: "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce birçok peygamberler gelip geçmiştir" (Ali imrân, 3/144). Bu ayetin Uhud gününe kadar nazil olmadığı ve o gün giderildiği rivayeti, Hz. Mus'ab'ın Allah katındaki değerini ifade eder (İbn Sa'd, a.g.e., III,120,121). Uhud Gazvesinde islâm ordusunun sancağını taşıyan Mus'ab b. Umeyr'in önce sağ kolu kesildi. Hemen sancağı sol eline alarak savaşa devam etti. Fakat ardından sol eli de kesildi. Bu defa vücuduyla sancağa sımsıkı sarıldı ve yukarıdaki ayeti okumaya devam etti. Sonunda müşriklerin bir mızrak darbesiyle şehid oldu. Sancağı hemen Suveybit b. Sa'd ve Ebû'r-Rûm b. Umeyr adlı sahabiler aldılar.
Hz. Mus'ab şehid olarak yerde yatarken, günün sonlarına doğru, Hz. Peygamber (s.a.s) Mus'ab'ı elinde sancakla gördü ve "ileriye git ey Mus'ab!" diye emretti. Fakat o kişi geri dönerek "Ben Mus'ab değilim" deyince Hz. Peygamber onun Mus'ab kılığında savaşan Allah'ın meleklerinden biri olduğunu anladı (İbn Sa'd, a.g.e., II, 121). Uhud savaşında Ashab-ı kiram'ın ileri gelenlerinden birçok kimse şehid oldu. Hz. Mus'ab b. Umeyr de şehidler arasındaydı. Hz. Peygamber (s.a.s)'in ne kadar üzüntülü olduğu yüzünden okunuyordu. Mus'ab'ın mübarek na'şının başucunda oturarak, Uhud şehidleri hakkında nazil olduğu bildirilen şu ayeti okudu: "Mü'minlerden öyle er kişiler vardır ki, Allah'a verdikleri sözde sadakat ettiler. Kimi adağını ödedi şehid oldu. Kimi de (şehid olmayı) bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler" (el-Ahzab 33/23). Sonra Hz. Peygamber diğer sahabilere, şehidlere yaklaşıp selam vermelerini söyledi ve verilen selamların şehidler tarafından alınacağını ifade etti (İbn Sa'd, a.g.e., III, 121). Hz. Mus'ab şehid edildiğinde kırk yaşlarında idi. Bir zamanlar zenginlik ve refah içinde yaşayan bu değerli insanı kefenleyecek bir örtü dahi bulunamamıştı. Hz. Peygamber, yanına geldiğinde Mus'ab b. Umeyr eski bir hırkanın içinde saçları dağılmış, vücudu ise kılıç ve mızrak darbeleriyle parçalanmış bir durumda yatıyordu. Hz. Peygamber üzüntülü bir halde şunları söyledi: "Seni Mekke'de gördüğümde, senden daha güzel giyinen, senden daha yakışıklı kimse yoktu. Şimdi ise, kefen olarak sarılmış hırkadan başın dışarıda kalıyor." Sonra onun için de bir kabir açtılar ve o mübarek sahabiyi de Uhud şehidleri arasına defnettiler. Allah yolunda canını feda eden bu aziz şehid sahabı için Ashab-ı Kiram'dan Habbab (r.a) şunları anlatıyor: "Biz Hz. Peygamberle birlikte Medine'ye yalnız Allah rızası için hicret ettik. Artık mükâfatını Allah'tan bekleriz. Arkadaşlarımız arasında bu nimetlerden tatmadan âhirete gidenler vardır ki Mus'ab b. Umeyr bunlardan biridir. O Uhud günü şehid olmuştu da, kendisini saracak bir kefen dahi bulamamıştık. Yalnız şehidin bir kaftanını bulmuş ve bu aziz şehidi ona sarmaya çalışmıştık. Ancak başını örterken ayakları açılıyor, ayaklarını kapatırken de başı açığa çıkıyordu. Bu yoksulluk karşısında Hz. Peygamber bize şehidin başını örtmemizi ve ayaklarının üstüne de ızhîr denilen kokulu ottan koymamızı emretti" (Buharî, Cenâiz 27; İbn Sa'd, a.g.e., III, 121). |
|
04-27-2008, 22:41 | #109 |
Hz. Nevfel Bin Haris (r.anh)
Nevfel bin Hâris, Kureyş kervanını kurtarmak ve Müslümanlarla savaşmak için hazırlanan müşrik ordusuna katılmak istemiyordu. Resûlullah İslâmiyeti bütün insanlara duyurmaya, anlatmaya başladığı zamanlarda, daha müslüman olmamıştı. Ancak karşı da çıkmak istememişti. İlk senelerde O'na muhalefet etmesine rağmen bunu isteyerek yapmıyordu.
Fakat diğer müşriklerin zorlamaları ile Bedir savaşına katılmaya mecbur oldu. Savaş sonunda müşrikler mağlup olup birçok esir verdiler. Bunların arasında Hz. Nevfel de bulunuyordu. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: - Yâ Nevfel fidye verip kendini kurtar. Cevap verdi: - Yâ Resûlallah! Kendimi esirlikten kurtarmak için verecek bir şeyim yok! Resûlullah efendimiz tebessümle buyurdu: - Cidde'deki mızraklarını versene! Bunu duyan Nevfel şaşkınlık içinde: - Allaha yemin ederim ki, Cidde'de mızraklarımın bulunduğunu benden ve Allahtan başka kimse bilmiyordu. Ben, şehâdet ederim ki, sen Resûlullahsın! diyerek Müslüman oldu. Hz. Nevfel, mızraklarını verip kendini esirlikten kurtardı. Bunların sayısı bin tane kadar vardı. O zamanlar mızrak en kıymetli savaş âleti idi. Bunun için iyi para ediyordu. Kendisi Peygamber efendimizin amcası Hâris'in oğlu olup, Hâşimoğulları'ndan Müslüman olanların en yaşlısı, hattâ Hz. Hamza ve Hz. Abbas'dan daha yaşlı idi. Yine Haşimoğulları'ndan kardeşleri Rebia ve Abdüşşems'den de büyük idi. Bundan sonra Hz. Nevfel, Mekke'ye geri döndü. Bir müddet orada kaldıktan sonra Hz. Abdullah bin Abbâs ile beraber Hendek savaşı sırasında Medîne'ye, Resûlullahın yanına hicret etti. Peygamber efendimiz onunla Abbâs bin Abdülmuttalib'i kardeş yaptı. Câhiliyet devrinde malları ortaktı. Birbirlerini severlerdi. Resûlullah ikisi için Mescid-i Nebevi'nin bitişiğinde bir ev verdi. Bu ev bir duvar ile ikiye ayrılmıştı. Hz. Nevfel Medîne'de iken ilk önce Mekke'nin fethine katıldı. Tâif ve Huneyn seferlerinde büyük yardımlar ve mahâretler gösterdi. Bilhassa Huneyn savaşında Resûlullaha üçbin mızrak ile yardım etti. Peygamberimiz ona buyurdu ki: - Sanki ben senin bu mızraklarının müşriklerin sırt kemiklerini kırdığını görüyorum. O Huneyn savaşında Resûlullahın sağ tarafında en önde bulunuyordu. İslâm ordusunun ön safları dağıldığı zaman büyük kahramanlık göstererek kendisi gibi birkaç yiğit mücahid ile düşmana hücum etti. Müşrikler kaçmaya başlayınca Müslümanlar toparlandılar. Netîcede savaş İslâm ordusunun zaferi ile bitti. Peygamber efendimiz Hz. Nevfel'i hatırladıkları zaman hayırla anarlardı. Kendisi Resûlullaha büyük bir muhabbet ile bağlı, son derece kuvvetli îmâna ve cesârete sahip idi. Çok cömert idi. Hz. Nevfel Hz. Ömer'in halîfeliği sırasında Medîne'de 636 da vefât etti. Namazını Hz. Ömer kıldırarak Cennetül Bakî kabristanına defnedildi. |
|
04-27-2008, 22:42 | #110 |
Hz. Nuaym İbni Mes'ud (r.anh)
Nuaym İbni Mes'ûd radıyallahu anh uyanık, zeki bir genç... Olaylar karşısında güçlük çekmeyen, harbin hile olduğunu bilen bir kahraman... Hâdiseleri kavrayışta ve çözümlemede becerikli bir yiğit...
O , Hendek harbi esnasında islâm'la şereflendi. İsmi Nuaym olup Gatafan kabilesindendir. Müslüman olmadan önce para ve eğlenceye düşkün bir kimseydi. Arzu ve isteklerini tatmin için Necid çöllerinden kalkar Yesrib'e gelirdi. Benî Kureyza yahudileriyle sıkı ilişki içindeydi. Mekke vâdileri islâm nuruyla aydınlandığı sıralarda o, gününü gün ediyordu. Zevk ve eğlencelerine engel olmasından korktuğu için yeni din islâm'dan şiddetle uzak durmağa çalışıyordu. Fakat Allah Tealâ onun gönlünü Ahzab günü islâm'ın nuruna hazırladı. O , Hendek gazvesinde kendine yeni bir sayfa açtı. "Harb hiledir" düstûrunun şaheser bir hikâye kahramanı oldu. İslâm'a girişi şöyle gerçekleşti: Hicretin beşinci senesiydi. Medine'li müslümanları, dışardan Kureyş ve Gatafan kabileleri, içerden Benî Nâdir ve Benî Kureyza yahudileri kuşatıp yeni dinin kökünü kazımak istediler. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz de o günlerde Medine'de Benî Kureyzâ yahudileriyle bir barış antlaşması imzalamıştı. Benî Nadir'in ileri gelenleri Benî Kureyza'yı kışkırtmaya başladılar. Bu defa felâketin Müslümanların başına geleceğini söylediler. Yaptıkları anlaşmayı bozmalarını israr ettiler. Onlar da Mekke ve Necidden iki ordunun geldiğini görünce antlaşmayı bozdular. Bu haber Müslümanların arasına yıldırım gibi düştü. Kureyş ile Gatafan kabileleri Medine'yi kuşatmış halka gelen erzak yolunu kesmişlerdi. Benî Kureyza da içerden Müslümanların arkasında hazırlık yapıyordu. Fitne ortalığı kaplamıştı. Münâfıklar boş durmuyordu. İçlerinde gizlediklerini açığa vurup şöyle diyorlardi: "Muhammed bize, Kisrâ ve Kayser'in hazinelerine sahip olacağımızı vadediyor. İşte bugünkü durumumuz. Bizler ihtiyaç için tuvalete gitmekten bile korkar hale geldik... " Kalplerinde hastalık olanlar ortalığı bu şekilde fitneye verdiler. Beni Kureyzâ'nın yapacağı baskında kadınlarına, çocuklarına ve evlerine zarar geleceğini düşünerek guruplar halinde ayrılmaya başladılar. Bu kuşatma yirmi gün kadar sürdü. Her iki tarafta da açlık, sefalet başgösterdi. Atları, develeri ölmeye başladı. Soğuktan askerler dahi kırılmaya yüz tuttu. Rasûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz devamlı Rabbine sığınarak:"Allah'ım! Senden bana vadettiğin yardımı istiyorum!... Allah'ım! Senden bana vadettiğin yardımı istiyorum..."diye duâ ediyordu. Bu duâyı gece gündüz tekrar edip duruyorken bir gece yarısı Gatafan kabilesinden Nuaym'ın gönlüne bir kıvılcım düştü. Sabaha kadar onu uyku tutmadı. İçinden bir ses ona : " Yazıklar olsun sana Nuaym !.. Seni Necid gibi uzak yerden getiren sebep nedir? Senin gibi akıllı birisine sebepsiz yere harb etmek yakışır mı? Sen onunla ne gasbedilmiş bir hakkı geri almak için ne de tecavüze uğramış bir ırzı korumak için savaşıyorsun. Sen bilinmeyen bir sebeble onunla harb etmeye geldin!..." diyerek sesleniyordu. Kendi kendine bir iç muhasebesi yapan Nuaym gece karanlığında kalkıp Rasûlullah (s.a.) efendimizin yanına gitti. Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz ona: " Nuaym İbni Mes'ud sen misin?" dedi. O da: "Evet benim." dedi. "Bu saatte gelmene sebeb nedir ? " dedi. Bunun üzerine Nuaym, Kelime-i Şehadet getirdi ve şunları söyledi: "Ya Rasûlallah ! Ben Müslüman oldum. Yalnız kavmimin bundan haberi yok. Şimdi bana dilediğini emret !..." dedi. İki Cihan Güneşi Efendimiz de ona: "Kavmine git ve düşmanımızın gayret ve gücünü zayıflat. Çünkü harp hiledir." buyurdu. |
|
Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir) | |
|
|