AK Gençliğin Buluşma Noktası
Sahabiler ve Alimler Sahabilerimiz ile ilgili tüm konuları burada paylaşıyoruz.



Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 04-26-2008, 18:44   #41
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hz. Cabir İbn Abdullah (r.anh
Cabir b. Abdullah b. Amr, b. Haram, b. Ka'b, b. Ganem, b. Seleme. Künyesi Ebû Abdullah olan Câbir Hazrec kabilesindendir.

Câbir'in babası, ikinci Akabe bey'aitinde müslüman olmuş ve Haramoğulları nakipliğine tayin edilmişti. Kâfirler Uhud gazasında onu, burnunu ve kulaklarını keserek işkence ettikten sonra şehit ettiler. Dokuz kızı vardı, bunlara Câbir baktı. Hz. Câbir babasının şehadetini şöyle anlatır: "Babam Uhud'da şehit oldu. Kız kardeşlerim bana bir deve vererek git babamızın cenazesini bu deveye yükle getir ve onu Selemeoğulları kabristanına göm dediler. Deveyi alarak gittim. Yanımda birkaç adam da vardı. Rasûl-i Ekrem babamı cihat meydanından taşıyarak aile kabristanına götürmek istediğimi haber aldılar. O, Uhud'da oturuyordu. Beni huzurlarına çağırarak dedi ki: Nefsimi elinde tutan Cenâb-ı Allah'a yemin ederim ki; Abdullah arkadaşları ile birlikte gömülecektir. Rasûl-i Ekrem'in bu sözü üzerine ben de babamı taşımaktan vazgeçtim ve onu Uhud şehitleri ile birlikte gömdüm." (Buhârî, II, 584). Rasûlullah Câbir'e, "Sana bir müjde vereyim mi? Allah babanı diriltti. Ve kendisine perdesiz doğrudan doğruya hitap etti. Halbuki şimdiye kadar hiçbir kimseye böyle hicabsız söylediği olmamıştır" buyurdu.

Babası şehit olunca ardında bıraktığı borçlarını Câbir ödeyemedi ve Rasûlullah'a giderek, "Ya Rasûlallah! Babam Uhud günü şehit olduğunda bana borç bıraktı. Alacaklılar beni sıkıştırıyorlar. Bana Yardım ediniz de borcumun bir miktarını gelecek yıla ertelesinler." dedi. Rasûlullah "Hay hay, öğleye doğru size gelir, alacaklıları görürüm" dedi. Rasûlullah Câbir'in evine gitti. O istirahat ederken Câbir onun için bir koyun kestirdi. Rasûlullah uyanınca Câbir'e "Bana Ebû Bekir'i çağır" dedi. Rasûlullah ve yanındaki ashabı yemek yediler. Yemekten sonra Rasûlullah gitmek üzere ayağa kalkınca Câbir'in zevcesi ona "Ya Rasûlallah, bana ve kocama dua et" diye yalvardı. Rasûlullah da

"Cenâb-ı Hak seni ve kocanı mağfiretine nail etsin" buyurdu. Rasûlullah daha sonra alacaklıları çağırmış ve onlardan Câbir'e mühlet vermelerini istemiş, onlar mühlet vermeyince Rasûlullah Câbir'e hurmalarını ölçüp onlara vermesini buyurmuştur. Câbir, hurmalarıyla babasının borçlarını ödedikten sonra kendisine de bir miktar hurma kalmıştır. Bunu Rasûlullah'a aktarırken karısına dönüp "Ben sana Rasûlullah'ı rahatsız etmemeni tenbih etmemiş miydim?" deyince karısı "Rasûl-i Ekrem benim evime gelir de, ben ondan bana ve kocama dua etmesini nasıl istemem?" demiştir. Câbir, "Biz, Rasûl-i Ekrem'in himmet ve imdadı ile borçtan kurtulduk" demiştir. Rivayete göre Câbir, Bedir ve Uhud savaşlarından başka bütün Cihat hareketlerine katılmıştır. Câbir, Enmar gazasında Rasûlullah'ın hayvanının üzerinde namaz kıldığını rivayet etmektedir. Hendek savaşında da Rasûlullah ile ashabının tam üç gün aç kaldıklarını, hendek kazan bazı sahabîlerin rastladıkları kayayı yerinden oynatamadıklarını nakleden Cabir şöyle der: "Rasûl-i Ekrem'e bir kaya parçasına tesadüf ettiklerini söylemişler. Hz. Peygamber de onlara "Siz bu kaya parçasının üzerine biraz su serpiniz" buyurdu. Su serpildi, sonra Rasûl-i Ekrem kazmayı eline alarak besmele çektikten sonra kazma ile kayaya üç defa vurunca kaya tuzla buz oldu. Bu sırada dikkat ettim, Rasûl-i Ekrem karnına (açlıktan) bir taş bağlamıştı."

Hz. Câbir, Sıffin vakasında Hz. Ali tarafında yer aldı. Ancak, Hz. Ali'nin şehit edilmesinden sonra Muaviye'ye bey'at etti. Ömrünün sonlarında gözleri görmez oldu. Medine'de doksanüç yaşında öldü.

Câbir, Rasûlullah'tan bin beş yüzden fazla hadis rivayet etmiştir. Etli sekizi Buhârî ve Müslim'de mevcut olup müttefekun aleyhtir. Ashab arasında Câbir İbn Abdullah isminde iki kişi daha vardır: Biri Câbir İbn Abdillah İbn Rebâh; diğeri Câbir İbn Abdillah er-Râbisî'dir. (Tezkiretü'l-Huffaz, I, 37)

Hz. Câbir'in Rasûlullah'tan önemli rivayetleri vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: İstihâre* hadîsi: "Rasûlullah Kur'an'dan bir sure öğretir gibi (büyük küçük) işlerimizin hepsinde bize istihâre (duasını) öğreterek şöyle buyurdu. "Sizin biriniz bir işe kalben azmettiğinde o kimse farz değil (istihare niyetiyle nafile olarak) iki rekat namaz kılsın. (Namazdan) sonra şöyle dua etsin: -Ya Rab hakkımda hayırlısını bildiğin için senin dergâh-ı inâyetinden bana hayırlısını bildirmeni dilerim. Ve hayırlı olana gücün yetiştiğinden lutfundan bana güç vermeni dilerim. Ya Rab, hayırlı olanın bana gösterilmesini ve takdirini senin o büyük fazl ve kereminden dilerim. Allah'ım senin her Şeye gücün yeter, halbuki benim yetmez. Sen her Şeyi bilirsin, halbuki ben bilmem. Muhakkak sen Şuurumuzdan uzak olan her şeyi de pek yakından bilirsin. Ya Rab, bilirsin ki bildiğinde hiç şüphe yoktur Şu azmettiğim iş dinim, dünya ve âhiretim için hayırlı ise, benim için onu kolaylaştır. Sonra işlemeye kudret bahşettiğin ve bana nasip kıldığın bu işi, mübarek eyle. Yine şu azmettiğim iş dinim, dünya ve âhiretim için şer ise, bu işi benden beni de bu işten uzaklaştır. Ve hayır nerede ise o hayrı bana takdir eyle. Sonra nefsimi bu takdir buyurduğun hayır kabul etmeye razı kıl. "

Hz. Câbir "istihare eden müminin duada bu iş diye geçen yerlerde hacetini adıyla anmasını" söylemiştir.

Hz. Câbir'in rivayet ettiği diğer hadislerden bazıları şunlardır: "Sizin biriniz farz namazı mescidinde kıldığında (dönüp evine gelerek sünnet, müstehap, kaza namazlarını evinde kılmak suretiyle) evini de namazın feyz ve bereketinden nasibdar kılsın. Cenâb-ı Hak onun namazından evinde bereket yaratır. "

"Bir kere yanımızdan bir cenaze geçmişti de Rasûlullah (s.a.s.) cenaze geçtiği için kıyam etmişti. Biz de ayağa kalktık. Ve, Ya Rasûlallah, bu bir Yahudi cenazesidir dedik. Rasûlullah, Bir cenaze gördüğünüzde (müslim olsun, kâfir olsun) kıyam ediniz. Çünkü ölüm, korkunç bir şeydir buyurdu.

"Ey Câbir dikkat et. Sana Kur'an'da nazil olan en büyük sureyi bildiriyorum. Bu, Fâtiha-i Şerîfe'dir. Zira onda her derde karşı bir şifa vardır. "

"Rasûlullah (s.a.s) zamanında biz, at eti yerdik."

"Ezan ile beraber ticaret haram olur. Hutbe (cuma hutbesi) esnasında da söz söylemek haramdır. Söz söylemek hutbeden sonra helâl olur. Ticaret de namazdan sonra helâl olur."

"Rasûlullah'ın mescidinde bir hurma kütüğü vardı. Hz. Peygamber, hutbe esnasında ona dayanırdı. Kendisi için minber yapıldığında bu kütükten gebe develerin iniltisine benzer sesler çıktığını işittik. Hz. Peygamber minberden inip de elini üzerine koyunca sustu." O sırada kütük susturulan çocuk gibi hafif hafif inliyordu. Susturduktan sonra "O, yanında edildiğini işittiği zikrullah için ağladıydı" buyurdular."

Bir defa biz Rasûl-i Ekrem (s.a.s) ile birlikte Cuma namazı kılarken Şam tarafından yiyecek yüklü bir kervan geldi. Cemaat birer birer kâfileye doğru yönelip oniki kişi kalıncaya kadar hep dağıldılar. O zaman şu ayet nazil oldu: "Onlar bir ticaret yahut bir eğlence buldular mı hemen oraya koşup dağılıyor ve seni ayakta hutbe irad ederken bırakıp savuşuyorlar. Onlara de ki, namaz ve niyazları mukabili olarak Allah katında saklı duran sevap, eğlenceden de ticaretten de daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır. "

"Benden evvel hiç bir kimseye verilmedik beş şey bana verilmiştir: Bir aylık yola kadar (düşmanlarımın kalbine) korku salmak ile zafere erdim. Yeryüzü bana mescid kılındı. Onun için ümmetimden namaz vakti gelip çatmış her kim olursa olsun namazını kılıversin. Ganimet bana helâl edildi. Halbuki benden evvel kimseye helâl edilmemiştir. Bana şefaat verildi. Bir de her peygamber özellikle kendi kavmine gönderilirken ben bütün insanlara gönderildim. "

"Rasûl-i Ekrem (s.a.s) efendimiz öğleni (zevâlden sonra) gündüzün sıcağında; ikindiyi henüz güneş (beyaz ve) tertemiz iken; akşamı güneş battığında; yatsıyı da gâh erken gâh geç kıldırırdı. Cemaati toplanmış bulduğunda acele eder, gecikmiş bulduğunda tehir ederdi. Sabah namazını ise onlar, yahut Rasûlullah karanlıkta kılarlardı."

"Hz. Peygamber (s.a.s) sarımsağı kastederek Her kim bu yeşillikten yerse mescidlerimize, yanımıza gelmesin buyurdu."

Hz. Câbir Medine'de ölen son sahabidir. Hadis, tefsir ve fıkıh'da önemli bir yeri vardır. Müttaki veya facir, herkesin Cehennem'e gireceğini, fakat ateşin müttakileri yakmayacağını, Allah'ın onları ateşten kurtaracağını bildirerek, Meryem suresinin on yedinci ayetinin tefsirine açıklık getirmiştir. Yine o şu hadîsi bildirmiştir: "İnsanlar Allah'ın dinine fevc fevc girdiler, ondan fevc fevc çıkacaklar. "
dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-26-2008, 18:45   #42
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hz. Ca'fer B. Ebi Talib (r.anh)
Hz. Peygamber'in amcası Ebû Tâlib'in oğlu. Ebû Tâlib'in Tâlib, Akîl, Câ'fer ve en küçükleri Hz. Ali olmak üzere dört oğlu vardı. Hz. Câfer, Rasûlullah (s.a.s) daha Erkam'ın evine girip İslâm'ı yaymaya başlamadan önce müslüman olmuş; ikinci Hicret kâfilesine katılarak hanımı Esma binti Üveys ile birlikte Habeşistan'a hicret etmişti. (İbn Sad, Tabakât, Beyrut, 1376/1957, IV, 34; İbn Abdilber, el-İstiâb, Kahire (t-y), I, 242).

Habeş muhacirlerinin sayısı sekseniki erkek ve on kadına ulaştı. Daha sonra bunlardan otuzdokuz kadarı, bazı Kureyş büyüklerinin İslâm'a girdiği haberi üzerine Mekke'ye geri döndü. Fakat bu haberin asılsızlığı ortaya çıkınca, bazıları gizlice bazıları da Mekkeli müşrik akrabalarının himayesi altında, Mekke'ye girebildiler. (İbn İshak, es-Sîre, Mısır 1355/1936, II, 3-10).

Kureyş müşrikleri, muhacirleri Habeşistan'dan geri çevirmek üzere Abdullah b. Ebi Rabîa ile Amr b. el-Âs'ı değerli hediyelerle Habeşistan'a gönderdiler. Elçiler Habeş Necâşîsi nezdinde müslümanları kötüleyince, Câ'fer b. Ebi Talib müslümanların temsilcisi olarak konuştu ve müşriklere üç soru sorulmasını istedi:

1) Biz Kureyş'in köleleri miyiz? 2) Mekke'de bir cinayet mi işledik ki, zorla iade edilmemizi istiyorlar? 3) Mekke'de mal gasbettik de, üzerimizde başkalarının hakları mı vardır?

Kureyş elçileri bütün bu sorulara olumsuz cevap verdiler. Ancak, puta tapmayı bırakıp İslâm dinine girmelerinin suç olduğunu bildirdiler. Bunun üzerine Necaşî, Câ'fer'e İslâm dini ile ilgili sorular sordu. Hz. Câ'fer, İslâm'ın getirdiği iman, ahlâk ve fazilet esaslarından söz etti. Necaşî'nin isteği üzerine Meryem Suresi'nin* baş tarafından okumaya başladı. Ankebut* ve Rûm* surelerini de okudu. Bu sırada Necaşî'nin gözlerinden yaşlar akıyordu. İstek devam edince, Hz Câfer Kehf* sûresini okudu. Necaşî, kendisini tutamayarak "Vallahi, bu aynı kandilden fışkıran bir nûrdur ki, Mûsa da, İsa da aynı mesajla gelmiştir." dedi. Hz. Muhammed'in bir peygamber olduğuna kanaat getirdi. Bunu açıkladı ve Müslümanları himaye etti (İbn İshak, es-Sîre, I, 356-362; Ahmet b. Hanbel, H. no:1740, 4400; İbnû'l Esir el-Kâmil, Mısır 1301, II, 37-38; İbn Haldun, Tarih, Mısır 1355/1936, II, 178; İbn Kayyim, Zâdü'l Meâd, Mısır (t.y), I, 301 ).

Câ'fer b. Ebi Tâlib ve arkadaşları hicretin yedinci yılında Habeşistan'dan Medine'ye döndüler. Bu sırada Hz. Peygamber Hayber gazvesinde bulunuyordu. Hayber ganimetlerinden Habeşistan'dan gelenlere de pay verildi (Buhârî, Sahîh, İstanbul 1329, V, 80; Müslim, Sahîh, (Nşr. M. F. Abdülbâki), 1375/1956, IV, 1946).

Hz. Câ'fer, Hicret'in sekizinci yılında vuku bulan Mute gazvesine katıldı ve orada şehit düştü. Mûte, Şam'a yakın bir köy olup, halkı Gassanîlerden ve Rumlar'dan oluşuyordu. Hz. Peygamber, Hâris b. Umeyr'i Şam'a, Gassânî hükümdarına elçi olarak göndermişti. Mûte'den geçerken, vali Şurahbil b. Amr tarafından yakalandı ve Hz. Muhammed'in elçisi olduğu anlaşılınca da şehit edildi. Hz. Peygamber olaya çok üzüldü. Düşmana karşı bir ordu hazırlanmasını istedi. Üç bin kişilik bir ordu hazırlandı. Allah Rasûlü öğle namazından sonra, orduya Zeyd b. Hârise'yi komutan tayin ettiğini o şehit olursa yerine Câ'fer b. Ebi Tâlib'in, o da şehit olursa yerine Abdullah b. Revâha'nın geçmesini bildirdi. (İbn Sa'd, Tabakât, II, 128; İbn İshak, es-Sîre, IV, 15) Düşman hristiyan Arap ve Rumlardan oluşan büyük bir ordu toplamıştı. Ebû Hüreyre şöyle der: "Mute savaşında ben de bulundum. Müşrikleri gördüğümüz zaman onların sayı, silâh, at, atlas, ipek, altın vb. bakımından bizimle karşılaştırılamayacak, karşılarında durulamıyacak derecede olduklarını gördük. Gözüm kamaştı. Çarpışma başlayınca, baş kumandan Zeyd b. Hârise, Hz. Peygamber'in sancağını elinde tutarak ilerledi. Vücudu Rumlar'ın mızraklarıyla delik deşik oluncaya kadar çarpıştı ve sonunda şehit oldu." (İbn İshak, es-Sire, IV,19- 20; İbnü'l Esir, el-Kâmil, II, 236).

Zeyd b. Hârise şehit düşünce, Câ'fer b. Ebi Talib sancağı aldı. Zırhını giyerek atına bindi. Düşmanın ortalarına kadar ilerledi. Kurtulamayacağını anlayınca, önce attan inerek, atını düşmanın yararlanamaması için saf dışı etti. O düşmanla çarpışırken, "Cennet de, ona yaklaşmak da ne güzeldir. Onun şerbetleri tatlı ve soğuktur" diye mırıldanıyordu. Bu sırada düşman tarafından vurulup, bir eli kesildi. Sancağı diğer eline aldı. O da vurulup kesilince, sancağı koltuğunun altına kıstırdı. Aldığı yaralarla yere düştü ve şehit oldu." (İbn İshak, es-Sîre, IV, 20; İbn Sa'd, Tabakât, IV, 38; Buhârî, Sahîh, V, 87).

Abdullah b. Ömer der ki: "Câ'fer b. Ebi Tâlib'i şehitler arasında aradık. Bedeninde doksandan fazla mızrak, ok ve kılıç yarası bulduk." (İbn Sa'd Tabakât, IV, 38; Buhârî, Sahih, V, 87) Hz. Cafer'in iki kolunun da kesilmesi üzerine, şehadetinden sonra Rasûlullah ona Cennet'te iki kanat takıldığını haber vererek şöyle buyurmuştur: "Câfer'i, Cennet'te meleklerle birlikte uçarken gördüm." (Tirmizî, Menâkıb, 69) Bundan sonra, kuş gibi kanatlanıp Cennet'te uçtuğu hadisle sabit olan Câ'fer'e "çok uçan Câfer" anlamında "Câfer-i Tayyâr" lâkabı verilmiştir.


dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-26-2008, 18:46   #43
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hz. Cerir İbni Abdullah (r.anh)
Cerir İbni Abdullah el-Becelî radıyallahu anh yüzünde melek nişânesi bulunan, yakışıklı bir yiğit... Cahiliye devrinde "Yemen'in Kâbe'si" diye bilinen Zülhalesa tapınağını yıkan bir kahraman... Yemen aşîretlerinden Becîle kabilesinin reisi...

Ebu Amr künyesiyle anılan Cerir hicretin 10. yılı Ramazan ayında kavminden 200 kişiyle birlikte Medine'ye gelerek islâm'la şereflendi.

O, uzun boylu, nûrâni yüzlü ve son derece yakışıklı bir kimseydi. Hz. Ömer (r.a) onun hakkında: "Cerir İbni Abdullah bu ümmetin Yusuf'udur." derdi. Onun islâm'a gelişini Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashabına önceden haber verdi. Bir gün hutbe okurken: "Size şu taraftan hayırlı bir kimse geliyor. Yüzünde melek nişânesi vardır." buyurdu. Cerir islâm'a girişini şöyle anlatıyor:

"Medine'ye gelince devemi çökerttim. Heybemi açıp yeni elbisemi giydim ve Mescide girdim. O sırada Rasûlullah (s.a) hutbe okuyordu. Kendisine selâm verdim. Cemaat beni göz ucuyla süzüyordu. Sonra Resûl-i Ekrem (s.a) bana: "Ey Cerir! Ne için geldin?" diye sordu. Ben de: "-Ya Rasûlallah! Sana bey'at etmeğe geldim. Şartların nedir?" dedim.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) bana hitaben:

–"Ey Cerir! seni Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de Allah'ın resûlü olduğuma şehadete, âhiret gününe, kadere inanmaya, farz olan namazları kılmaya, farz olan zekâtı vermeye, her müslüman için hayırhah olmaya, iyilik düşünmeye, samimi davranmaya kâfir ve müşriklerden uzak durmaya ve başınızdaki idarecilere itaat etmeye davet ediyorum." buyurdu. Ben de bu şartları kabul ederek Rasûlullah'ın elini tuttum ve bey'at ettim. Yanımdakiler de aynı şartları kabullenerek hep birlikte islâm'la şereflendik.

Cerir (r.a) müslüman olduktan sonra Resûl-i Ekrem (s.a)'in kendisini her gördüğünde gülümsediğini söyler. O, Efendimizle çok az bir zaman beraber olmasına rağmen, tebessümlerine ve iltifatlarına sık sık mazhar oldu. Birgün iki Cihan Güneşi efendimiz mescidde ashabıyla oturuyordu. Cerir İbni Abdullah (r.a) içeri girdi. Ona yer açılmadığını gören Efendimiz Cerir'e ridâsını çıkarıp attı ve: "Ey Ebû Amr, al onu, üzerine otur!" buyurdu. Cerir alıp oturdu ve: "Ey Allah'ın Resûlü! senin bana ikram ettiğin gibi Allah da sana ikram buyursun." diyerek teşekkür etti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) efendimiz çevresindekilere dönerek: "Size bir topluluğun kerem ve şeref sahibi büyüğü geldiği zaman, ona ikramda bulunun ve saygı gösterin." buyurdu.

Cerir-i Becelî (r.a) yine birgün Efendimizin yanında bulunuyordu. Dışardan yalın ayak, abalarını başlarına geçirmiş, çıplak bir takım kimseler geldi. Fahri Kâinat (s.a.) efendimiz onların fakir ve yoksul hallerini görünce yüzünün rengi değişti. İçeri girdi ve Bilal'e ezan okumasını emretti. Namazdan sonra cemaata dönerek şöyle bir hitâbede bulundu:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz! Herkes yarın (âhiret günü) için ne gönderdiğine bir baksın. Allah'tan korkunuz! Çünki, Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır." (Haşr sûresi: 18) ayetini okudu. Sözüne devamla; "İnsan dinarından, dirheminden elbisesinden, buğdayından, kuru hurmasından sadaka vermelidir" buyurdu.

Bu inci tanesi sözleri dinleyen ashabın hepsi bir şeyler getirmeğe başladı. Yiyecek ve giyeceklerden iki küme oluştu. Ensar'dan bir adam da bir kese getirdi. Resûl-i Ekrem (s.a) efendimizin yüzü gümüş gibi parlıyordu. Sevincini şu ifadelerle dile getirdi. "Her kim islâm'dâ güzel bir çığır açarsa, o çığırda gidenlerin sevaplarının aynısı ona da verilir. Her kim de kötü bir çığır açarsa o çığırda gidenlerin vebali de ona aid olur." buyurdu.

Resûl-i Ekrem (s.a) efendimiz Cerir'i gördükçe "Zülhalesa ne oldu?" diye sorardı. Cahiliye döneminde burası "Yemen'in Kâbesi" olarak bilinirdi. Bu tapınağın ayakta durmasına gönlü râzı değildi. Beytullah'a rakip gösterilmesinden daima huzursuzluk duyan iki Cihan Güneşi efendimiz bu tapınağı yıkmak üzere bir seriyye hazırladı. Cerir'i de seriyye kumandanı olarak görevlendirdi. O da kabilesinden 200 kişiyle bu tapınağı tahrip ederek yıktı. Ebû Ertat ve Husayn İbni Rebia'yı Medine'ye müjdeci olarak gönderdi. Daha sonra Cerir İbni Abdullah (r.a) Medine'ye döndü. Sevgili Peygamberimiz onu görünce: "Yıktın mi onu?" dedi. Cerir de: "Seni hak din ile Peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki, onun üzerinde olanları tutup öldürdük. Zülhalesa'yı da ateşe verip yaktık." dedi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat (s.a) efendimiz Ceriri tebrik etti.

Cerir (r.a) vedâ haccında Resûl-i Ekrem (s.a) ile birlikte bulundu. Efendimiz onu Medine'ye döndüklerinde Himyerîlerin emiri Zülkelâ ile yahudi olduğu rivayet edilen Yemen krallarından Zû Amr'ı islâmiyet'e davet etmek üzere gönderdi. Her ikisiyle de görüşen Cerir (r.a) onların islâm'a gelmelerine vesile oldu. Birlikte Medine'ye doğru yola çıktılar. Fakat yarı yolda Sevgili Peygamberimizin dâr-ı bekâ'ya irtihali haberini aldılar. Zülkelâ ile Zû Amr ziyareti gerçekleştiremeden geri döndüler. Cerir (r.a) ise Medine'ye gitti.

O, dört halife devrinde de güzel hizmetlerde bulundu. Hz. Ebû Bekir (r.a) onu Has'am ve Becile kabilelerinden irtidat edenlerin üzerine gönderdi. İsyanları bastıran Cerir (r.a) yeni emir alıncaya kadar Necran bölgesinde bekledi. Irak'ta yapılan çeşitli harplere katıldı. Sonra Hz. Halid İbni Velid'e yardım etmek üzere Yemame'ye gitti. Hz. Ömer (r.a) zamanında Celûla savaşlarına katılan Cerir (r.a) oraya yerleşti. Hz. Osman döneminde Kufe valisi Mugire'ye bağlı olarak bir süre Hemedan valiliği yaptı. Daha sonra Saîd İbni As kumandasında Azerbaycan fetihlerine katıldı. Hz.Osman (r.a) Fırat kenarındaki bir kısım toprakları ona verdi. Karkisiya şehrinde uzlete çekilen ve yüze yakın hadis rivayet ettiği söylenen Cerir İbni Abdullah (r.a) 674 m. tarihinde vefat etti. Cenâb-ı Hak'tan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin

dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-26-2008, 18:52   #44
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hz. Dıhye-i Kelbi (r.anh)
Dıhye-i Kelbî ticâretle meşgul olup, çok zengindi. Kabîlesinin reisiydi. Müslüman olmadan önce de Resûlullah efendimizi severdi. Ticaret için Medîne’den ayrılır, her dönüşünde Resûlullahı ziyâret eder ve hediyeler getirirdi. Fakat Peygamberimiz bunlara kıymet vermez ve;

- Yâ Dıhye, eğer beni memnun etmek istiyorsan îmân et! Cehennem ateşinden kurtul, buyurur, onun îmân etmesini isterdi. Dıhye ise, zamanı olduğunu söylerdi. Peygamberimiz onun hidâyet bulması için duâ ederdi.

Bedir gazâsından sonra bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Dıhye’nin îmân edeceğini Resûlullaha haber vermişti. Îmânla şereflenmek için huzuru saâdetlerine girince, Resûlullah efendimiz üzerindeki hırkasını Dıhye’nin oturması için yere serdi.

Dıhye-i Kelbî, Resûlullah efendimize hürmeten Hırka-i saâdeti kaldırıp, yüzüne gözüne sürdükten sonra, başının üzerine koydu. Resûlullahın duâları bereketiyle kalbinde îmân nûru doğmuş ve öylece Resûlullaha gelmişti.

Cebrâil aleyhisselâm çok defa Resûlullahın huzuruna, onun sûretinde gelirdi. Resûlullah efendimiz, Ümeyyeoğullarından üç kimseyi üç kimseye benzetti ve buyurdu ki:

- Dıhye-i Kelbî Cebrâil’e, Urve bin Mes’ûd-es-Sekâfi Îsâ’ya, Abdülüzzi ise Deccâl’a benzer.

Yine bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Hz. Dıhye sûretinde Mescid-i Nebîye, Resûlullah efendimizin yanına geldi. Bu sırada daha çocuk yaşta olan Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin de mescidde oynuyorlardı. Cebrâil aleyhisselâmı Dıhye zannedip, hemen ona doğru koştular ve ceplerine ellerini sokup, bir şeyler aramaya başladılar. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

- Ey kardeşim Cebrâil! Sen benim bu torunlarımı edebsiz zannetme! Onlar seni Dıhye sandılar. Dıhye ne zaman gelse hediye getirirdi. Bunlar da hediyelerini alırlardı. Bunları öyle alıştırdı.

Cebrâil aleyhisselâm bunu işitince üzüldü. “Dıhye bunların yanına hediyesiz gelmiyor da, ben nasıl gelirim” dedi. Elini uzatıp Cennetten bir salkım üzüm kopardı ve Hz. Hasan’a verdi. Bir daha uzattı, bir nar koparıp, onu da Hz. Hüseyin’e verdi.

Hz. Hasan ve Hüseyin hediyelerini alınca, Dıhye zannettikleri Cebrâil aleyhisselâmın yanından uzaklaştılar ve Mescid-i Nebevî’de oynamaya devam ettiler. Bu sırada mescidin kapısına, ak sakallı, elinde baston, toz-toprak içerisinde, beli bükülmüş ihtiyâr bir kimse gelip dedi ki:

- Yavrularım, günlerdir açım, Allah rızâsı için yiyecek birşeyler verin.

Hz. Hasan ve Hüseyin, biri üzümü, diğeri de narı yiyecekleri sırada, bir ihtiyârı böyle görünce, hemen yemekten vazgeçip ihtiyâra vermek için mescidin kapısına doğru yürüdüler. Tam verecekleri sırada Cebrâil aleyhisselâm gördü:

- Durun, vermeyin o mel’ûna! O şeytandır. Cennet ni’metleri ona harâmdır, buyurarak şeytanı kovdu.

Hicretin beşinci senesinde, Resûlullah Benî Kureyza seferine gitmeden önce Medîne’nin yakınında bir mevki olan Savreyn’de Eshâb-ı kirâmdan bir cemâ’ate rastladı ve onlara sordular:

- Kimseye rastlamadınız mı?

- Yâ Resûlallah, biz, Dıhye-i Kelbî’ye rastladık. Eyerli beyaz bir katır üzerine binmişti. O katırın üzerinde atlastan bir kadife vardı.

Bunu işitince, Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

- O Cebrâil’dir. Kalelerini sarssın ve kalblerine korku versin diye Benî Kureyza’ya gönderildi.

Dıhye-i Kelbî Rumca’yı iyi bilirdi. Resûlullah efendimiz, onu Bizans’a sefîr olarak gönderdi. Resûlullah efendimiz Bizans Kayseri Heraklius’u İslâma da’vet için bir mektup yazdırdı. Bu mektubu yazdırdığı zaman Eshâb-ı kirâmdan ba’zıları dediler ki:

- Yâ Resûlallah! Rum tâifesi mührü olmayan bir mektubu okumazlar.

Bunun üzerine Resûlullah efendimiz emretti; gümüşten bir mühür kazdırıldı. Mührün üzerinde birinci satırda Muhammed, ikincide Resûl, üçüncü satırda Allah yazılı idi. Mektubu bu mühürle mühürledi ve Dıhye’ye verdi.

Hz. Dıhye, mektubu Bizans Kayserine sunması için, Busrâ’daki Gassân emîri Hâris’e başvurdu. Hâris de, Dıhye’yi Heraklius’a götürmesi için Adiy bin Hâtem’i vazîfelendirdi.

Adiy bin Hâtem de Dıhye’yi alıp, Kudüs’e götürdü. Bu sırada Heraklius da Kudüs’te bulunuyordu. Heraklius; eğer İranlılar üzerine galip olurlarsa, Humus’tan Kudüs’e kadar yürüyeceğini adamıştı. Heraklius, İran ordularını yenince adağını yerine getirmek için; Humus’tan yaya olarak yola çıkmış, yoluna halılar serilmiş, kokular serpilmiş ve bu hâl ile Kudüs’e ulaşmış, adağını yerine getirmişti.

Dıhye, Heraklius’tan sonra Kudüs’e vardı ve Heraklius ile görüşmek için temaslarda bulundu. İmparatorun adamları kendisine dediler ki:

- Kayser’in huzuruna çıktığın zaman başını eğip yürüyeceksin ve yaklaşınca da yere kapanıp secde edeceksin. Secdeden kalkmana izin vermedikçe de aslâ başını yerden kaldırmayacaksın.

Bu sözler, Dıhye’ye ağır geldi ve onlara şunları söyledi:

- Biz Müslümanlar, Allahü teâlâdan başka hiçbir kimseye secde etmeyiz. Hem insanın insana secde etmesi, insanın yaratılışına terstir.

Bunun üzerine Kayser’in adamları dediler ki:

- O hâlde Kayser, getirdiğin mektubu hiçbir zaman kabûl etmez ve seni huzurundan kovar.

- Bizim Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm başkasının, kendisine değil secde etmesine; önünde eğilmesine bile müsâade etmez. Kendisiyle görüşmek isteyen, köle bile olsa; ona ilgi gösterir, huzuruna alır, derdini dinler, sıkıntısını giderir, gönlünü alır. Bunun için Ona tâbi olanların hepsi hürdür, şereflidir.

Dıhye-i Kelbî’nin, Rum Kayser’inin huzurunda eğilmeyeceğini belirtmesi üzerine, orada bulunanlardan biri dedi ki:

- Mâdem ki Kayser’e secde etmeyeceksin, o hâlde üzerine aldığın vazîfeyi yerine getirebilmen için sana başka bir yol göstereyim. Kayser’in, sarayının önünde dinlendiği bir yer var. Her gün öğleden sonra bu avluya çıkar, oraları dolaşır. Orada bir minber vardır. Onun üzerinde herhangi bir şikâyet veya yazı varsa, önce onu alır okur, sonra istirâhat eder.

Sen de şimdi git, hemen mektubu o minbere koy ve dışarda bekle. Mektubu görünce, seni çağırtır. O zaman vazîfeni yerine getirirsin.

Bunun üzerine Hz. Dıhye mektubu söylenen yere bıraktı. Heraklius mektubu aldı. Tercüman, Resûlullahın mektubunu okumaya başladı.

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahın Resûlü Muhammed’den Rumların büyüğü Heraklius’a” diye başlandığını görünce, Heraklius’un kardeşinin oğlu Yennak, çok kızdı ve tercümanın göğsüne şiddetli bir yumruk vurdu ve adam yere düştü. Bu sırada Resûlullahın mektubu da tercümanın elinden düştü. Heraklius, kardeşinin oğluna ne yaptığını sordu. O da dedi ki:

- Görmüyor musun? Mektuba hem senin isminden önce kendi ismi ile başlamış, hem de senin hükümdâr olduğunu söylemeyip, “Rumların büyüğü Heraklius’a” demiş. Niçin “Rumların hükümdârı” diye yazmamış ve senin isminle başlamamış? Onun mektubu bugün okunmaz. Bunun üzerine Heraklius şöyle cevap verdi:

- Vallahi sen, ya çok akılsızsın veya koca bir delisin. Senin böyle olduğunu bilmiyordum. Ben daha mektubun içinde ne olduğuna bakmadan, yırtıp atmak mı istiyorsun? Hayatıma yemîn ederim ki, eğer O, söylediği gibi Resûlullah ise, mektubuna benim ismimden önce kendi ismini yazmakta ve beni Rumların büyüğü diye anmakta haklıdır. Ben ancak onların sahibiyim, hükümdârları değilim.

Sonra Yennak’ı dışarı çıkarttı.

Hıristiyan âlimlerinin reisi ve kendisinin müşâviri olan Uskuf isimli kimseyi çağırttı ve mektup okundu. Mektubun devamı şöyleydi:

(Allahü teâlânın hidâyetine tâbi’ olana selâm olsun. Bundan sonra; ben seni İslâma da’vet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın! Allahü teâlâ sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen bütün Hıristiyanların vebâli senin üzerinedir. Ey kitap ehli, sizin ve bizim aramızda bir olan söze gelin; Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allahü teâlâyı bırakıp ba’zılarımız ba’zılarını Rab edinmesinler. Eğer bu sözden yüz çevirirlerse “Şâhid olunuz, biz Müslümanız!” deyiniz.)

Resûlullahın mektubu okunurken Heraklius’un alnından ter taneleri dökülüyordu. Mektup bitince dedi ki:

- Hz. Süleyman’dan sonra ben böyle “Bismillâhirrahmânirrahîm” diye başlıyan bir mektup görmemiştim.

Heraklius, Uskuf’a bu mes’eledeki fikrini sordu. O da dedi ki:

- Vallahi O, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın bize geleceğini müjdelediği Peygamberdir. Zaten biz Onun gelmesini bekliyorduk.

- Sen bu husûsta ne yapmamı tavsiye edersin, neyi uygun görürsün?

- Ona tâbi olmanı uygun görürüm.

- Ben senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum. Fakat Ona tâbi olup, Müslüman olmaya gücüm yetmez. Çünkü hem hükümdârlığım gider, hem de beni öldürürler.

Bundan sonra Dıhye ve Adiy bin Hâtem’i çağırttı. Adiy dedi ki:

- Ey hükümdâr, davar ve develer sahibi Araplardan olan şu yanımdaki zât, memleketinde vuku bulan şaşılacak bir hâdiseden bahsediyor.

- Memleketlerindeki hâdise ne imiş, sor bakalım.

Hz. Dıhye bu soru üzerine dedi ki:

- Aramızda bir zât zuhûr etti. Peygamber olduğunu beyân etti. Halkın bir kısmı Ona tâbi olmaktadır. Bir kısmı da karşı koymaktadır. Aralarında çarpışmalar vuku bulmuştur.

Bundan sonra Heraklius, Peygamber efendimiz hakkında araştırma yapmaya başladı. Şam vâlisine emir verip Peygamber efendimizin soyundan bir kişiyi muhakkak bulmalarını emretti.

Bu arada kendisinin dostu olan ve İbranice bilen Roma’daki bir âlime de mektup yazıp, bu mes’eleyi sordu.

Roma’daki dostundan, bahsettiği zâtın âhır zaman Peygamberi olduğunu bildiren bir mektup geldi. Bu arada Şam vâlisi, ticâret için Şam’a giden bir Kureyş kervanını buldu. Bunların içinde Ebû Süfyân da vardı. Vâli, Ebû Süfyân’la yanındakileri Şam’a götürüp, Heraklius’un yanına çıkardı.

Bu sırada Heraklius Kudüs’te bir kilisede idi. Vezirleriyle beraber oturmuş ve başına tâcını giymişti. Heraklius, Ebû Süfyân ve yanındaki otuz kadar Mekkeliyi burada kabûl etti. Peygamber efendimiz hakkında ba’zı sorular sorup cevabını aldıktan sonra, tekrar sordu:

- O size neyi emrediyor?

Ebû Süfyân hiç gizlemeden şu cevabı verdi:

- Yalnız bir Allaha ibâdet etmeyi, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrediyor, atalarımızın taptığı putlara tapmaktan bizi men ediyor. Namaz kılmayı, doğru olmayı, fakîrlere yardım etmeyi, harâmlardan sakınmayı, ahde vefâyı, emânete hıyânet etmemeyi, akrabâyı ziyâret etmeyi emrediyor.

Heraklius, kilisede Ebû Süfyân’a sorular sormuş ve cevaplarını almıştı. Resûlullahın mübârek mektubu okunmuş, Rum papazları arasında gürültüler çoğalmıştı. Zîrâ Kayser’in İslâmiyete meyletmesinden korkuyorlardı. Kayser, Ebû Süfyân ve yanındaki Kureyşlilerin dışarı çıkarılmasını emretti.

Daha Müslüman olmamış olan Ebû Süfyân, Peygamberimizin da’vâsını başarıyla sonuçlandıracağına inandığını, burada yemînle söylemiştir. Hz. Dıhye, o mübârek güzel yüzü ile Heraklius’un karşısına geçip, tatlı sesi ile dedi ki:

- Ey Kayser beni sana, Humus’tan Hâris adlı bir kimse gönderdi ki, o, senden hayırlıdır. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, beni ona gönderen zât, ya’nî Resûlullah ise, hem ondan, hem de senden daha hayırlıdır.

Sözlerimi alçakgönüllülükle dinleyip, verilen nasîhatleri kabûl et! Çünkü alçakgönüllülük edersen nasîhatları anlarsın. Nasîhatları kabûl etmezsen insaflı olamazsın.

Heraklius dedi ki:

- Devam et!

- Öyle ise ben seni, Mesîh’in kendisine namaz kılmış olduğu Allaha da’vet ediyorum. Seni, önceden Mûsâ’nın, ondan sonra Îsâ’nın geleceğini müjdeleyip haber verdiği şu Ümmî Peygambere îmâna da’vet ediyorum. Eğer bu husûsta bir şey biliyor, dünya ve âhıret saâdetini kazanmak istiyorsan, onları gözlerinin önüne getir. Yoksa âhıret saâdetini elinden kaçırır, dünyada küfür ve şirk içinde kalırsın. Şunu da iyi bil ki, senin Rabbin olan Allah, zâlimleri helâk edici ve ni’metleri değiştiricidir.

Heraklius, Peygamberimizin mektubunu okuyunca, öpüp gözlerine sürdü ve başına koydu. Sonra da şöyle dedi:

- Ben, ne elime geçen bir yazıyı okumadan, ne de yanıma gelen bir âlimden bilmediklerimi sorup öğrenmeden bırakmam. Böylece hayır ve iyilik görürüm. Sen bana hakîkatı düşünüp buluncaya kadar mühlet ver.

Heraklius daha sonra Hz. Dıhye’yi yanına çağırıp başbaşa konuştu. Kalbinde olanı izhâr etti. Dedi ki:

- Ben biliyorum ki seni gönderen Zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve gelmesi beklenen âhır zaman Peygamberidir. Yalnız ben Ona uyarsam; Rumların beni öldürmesinden korkuyorum.

Onların içinde en büyük âlimleri ve benden daha ziyâde itibâr gösterdikleri bir kimse vardır ki, Dağatır derler. Seni ona göndereyim. Bütün Hıristiyanlar ona tâbi’dir. Eğer o îmân ederse, bütün hepsi ona uyup îmân ederler. Ben de o zaman kalbimde olanı ve i’tikâdımı açığa vururum.

Bundan sonra Heraklius bir mektup yazdı ve Hz. Dıhye’ye verip, Dağatır’a gönderdi.

Hz. Dıhye, Heraklius’un mektubu ile beraber Resûlullahın da bir mektubunu Dağatır’a götürdü. Zaten Resûlullah efendimiz Dağatır’a ayrıca mektup yazmıştı. Dağatır, Peygamberimizin mektubunu okuyup, vasıflarını işitince;

- Vallahi senin sahibin, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Biz Onun sıfatlarını tanıyoruz. İsmini de kitaplarımızda yazılı bulduk, dedi ve îmân etti.

Bundan sonra Dağatır evine gitti ve her pazar yaptığı va’zlara üç hafta çıkmadı. Hıristiyanlar bağırıyorlardı:

- Dağatır’a ne oluyor ki, o Arabla görüştüğünden beri dışarı çıkmıyor, onu istiyoruz!

Dağatır üzerindeki siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz bir elbise giydi ve eline âsâsını alıp kiliseye geldi. Hıristiyanları topladı. Ayağa kalkıp dedi ki:

- Ey Hırıstiyanlar! Biliniz ki bize Ahmed’den mektup geldi. Bizi hak dîne da’vet etmiş. Ben açıkça biliyor ve inanıyorum ki, O, Allahü teâlânın hak peygamberidir.

Hıristiyanlar bunu işitince, hepsi Dağatır’ın üzerine hücûm ettiler ve onu döverek şehîd ettiler.

Hz. Dıhye gelip, durumu Heraklius’a haber verdi. Heraklius da bunun üzerine dedi ki:

- Ben sana söylemedim mi? Dağatır, Hırıstiyanlar katında benden daha sevgili ve azîzdir. Eğer duysalar beni de onun gibi katlederler.Heraklius Humus’taki köşkünde, Rumların büyüklerini çağırtıp, kapıların kapatılmasını emretti. Sonra yüksek bir yere çıktı ve onlara dedi ki:

- Ey Rum cemâ’atı! Sizler saâdete, huzura kavuşmayı ve hâkimiyetinizin temelli kalmasını, Hz. Îsâ’nın söylediğine uymak ister misiniz?

- Ey bizim hükümdârımız, bunları elde etmek için ne yapalım?

- Ey Rum cemâ’atı, ben sizleri hayırlı bir iş için topladım. Bana Muhammed’in mektubu geldi. Beni İslâm dînine da’vet ediyor. Vallahi O, gelmesini bekleyip durduğumuz, kitaplarımızda kendisini yazılı bulduğumuz ve alâmetlerini bildiğimiz Peygamberdir. Geliniz Ona tâbi olalım da dünyada ve âhırette selâmet bulalım.

Bunun üzerine herkes kötü sözler söyleyip homurdanarak dışarı çıkmak için kapılara koştular. Fakat kapılar kapalı olduğu için bir yere gidemediler. Heraklius Rumların bu hareketlerini görüp, İslâmiyetten böyle kaçındıklarını anlayınca, öldürülmesinden korktu ve;

- Ey Rum cemâ’ati, benim biraz önce söylediğim sözler, sizlerin, dîninize olan bağlılığınızı ölçmek içindi. Dîninize bağlılığınızı ve beni sevindiren davranışınızı şimdi gözlerimle gördüm, dedi.

Bunun üzerine Rumlar Heraklius’a secde ettiler. Köşkün kapıları açıldı ve çıkıp gittiler. Heraklius, Hz. Dıhye’yi çağırıp olanları anlattı. Bahşişler, hediyeler verdi. Peygamberimize bir mektup yazdı. Mektubu ve hazırlattığı hediyeleri Hz. Dıhye ile Peygamberimize gönderdi.

Heraklius, Müslüman olmak istemişse de, makâm ve ölüm korkusundan îmân etmedi. Peygamberimize yazdığı mektupta şöyle diyordu:

“Hz. Îsâ’nın müjdelediği Allahın Resûlü Muhammed’e Rum hükümdârı Kayser’den, Elçin mektubunla birlikte bana geldi. Ben şehâdet ederim ki sen Allahın hak Resûlüsün. Zaten biz seni İncil’de yazılı bulduk ve Hz. Îsâ seni bize müjdelemiş idi. Rumları sana îmân etmeye da’vet ettim. Fakat îmân etmeye yanaşmadılar.

Onlar beni dinleselerdi muhakkak ki, bu onlar için hayırlı olurdu. Ben senin yanında bulunup, sana hizmet etmeyi ve ayaklarını yıkamayı çok arzû ediyorum.”

Hz. Dıhye, Heraklius’tan ayrılıp Hismâ’ya geldi. Yolda Şenar vâdisinde Huneyd bin Us, oğlu ve adamları Hz. Dıhye’yi soydular. Eski elbiselerinden başka herşeyini aldılar. Bu mevkide Dübey bin Rifâe bin Zeyd ve kavmi, İslâmiyeti kabûl etmişlerdi.

Hz. Dıhye bunlara geldi. Bunlar Hüneyd bin Us ve kabîlesinin üzerine yürüyüp Dıhye’den aldıkları şeylerin hepsini kurtardılar.

Daha sonra Efendimiz Zeyd bin Hâris’i Hüneyd bin Us ve adamlarının üzerine gönderdi. O beldede olanların hepsi îmân etti. Bu mes’ele böylece kapandı.

Hz. Dıhye Medîne’ye gelince, evine uğramadan hemen doğruca Resûlullahın kapısına gitti. İçeri girdi ve bütün olanları anlattı. Peygamberimize Heraklius’un mektubunu okudu.

- Onun için bir müddet daha saltanatta kalmak vardır. Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir, buyurdu.

Heraklius daha sonra da Peygamberimize îmân ettiğini bildiren mektup yazmış ise de Resûlullah efendimiz;

- Yalan söylüyor. Dîninden dönmemiştir, buyurdu.

Heraklius Peygamberimizin mektubunu ipekten bir atlasa sarıp, altından yuvarlak bir kutunun içerisinde muhafaza etti. Heraklius ailesi bu mektubu saklamışlar ve bunu da herkesten gizli tutmuşlardır. Bu mektup ellerinde bulunduğu sürece saltanatlarının devam edeceğini söylerler ve buna inanırlardı. Hakîkaten de öyle olmuştur. İslâm kumandanlarından onu görmek isteyenlere:

(Bize baba ve dedelerimiz, “Bu mektup elinizde kaldıkça saltanat bizden gitmeyecektir” diye tenbîh etmişlerdir) demişlerdir.

Dıhye-i Kelbî Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve simâ olarak en güzellerindendir. İsmi; Dıhye bin Halîfe bin Ferve bin Fedâle bin Zeyd İmrü’l-Kays bin Hazrec olup, Dihyet-ül Kelbî diye meşhûr olmuştur. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir.

Bedir gazâsı dışındaki Resûlullahın bütün gazvelerine iştirak eden Hz. Dıhye, Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında Suriye seferine katıldı. Hz. Ömer zamanında Yermük savaşında bulundu. Şam seferlerine katıldı. Şam’ın fethinden sonra oraya yerleşti ve Muzze’de oturdu. Hz. Muaviye zamanında, Şam’da 672’de vefât etti.

dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-26-2008, 18:55   #45
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hz. Dırar İbni Ezver (r.anh)
Dırar İbni Ezver radıyallahu anh Rumlara esir düştü, türlü işkencelere maruz kaldı. Kılıç darbeleri arasında kan revan içinde baygın olarak yere yıkıldı ama davasından zerre miktar taviz vermedi.

Dırar İbni Ezver radıyallahu anh korkusuz kahramanlardan... Cesaret ve secaatiyle meşhur bir yiğit kumandan... Ünlü atı Muhabber'in sırtında çeşitli savaşlara katılan ve arslanlar gibi düşmana hucum eden bir cengaver... Aynı zamanda her savaş için şiirler söyleyen bir şair...

O, Esedoğullarının zenginlerindendi. Bine yakın devesi ve bunları güden birkaç çobanı vardı. Babası eğri boyunlu" anlamına gelen Ezver lakabıyla tanındığı için o da Dırar İbni Ezver diye şöhret buldu. Asıl adı Dırar İbni Malik İbni Evs el-Esedi'dir.

Dırar İbni Ezver 630 m. senesinde kabilesinden bir heyetle Medine'ye geldi. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizin huzurunda Lamiyye" kasidesini okudu.

Bu kasidesinde o, içki, kumar, eğlence gibi zevkleri bıraktığını, ailesini ve bütün servetini terkederek müşriklere karşı savaşmaya geldiğini ve bu alış-verişte zararlı çıkmayacağını ümit ettiğini ifade etti. Sevgili Peygamberimiz de kasideyi dinledikten sonra ona: Karlı bir alışveriş yaptın Ey Dırar!" dedi. O da kelime-i şehadet getirerek islam'la şereflendi.

Ne güzel teslimiyet ve ne kârlı alışveriş!... Dünya zevklerinden vazgeçip ebedi zevklere ermek... Gönlünü islam'ın nuruyla aydınlatıp o nurla dünyaya veda etmek... Allah'ım bizlere de böylesi teslimiyet ve kârlı alışveriş nasib et!.. O nura sahib olarak huzuruna kabul et!.. Amin.

Sevgili Peygamberimiz Dırar (r.a.)'daki bu samimi teslimiyeti görünce onu çeşitli kabilelere elçi olarak gönderdi. Kendi kabilesi Esedoğullarında çıkan Tuleyha İbni Huveylid diye birinin dinden dönerek peygamberlik iddiasında bulunması üzerine onu, Beni Esed yöneticilerini yakından gözetlemekle görevlendirdi. Dırar bu yoneticilerin Tuleyha'nın gücünden korktuklarını gördü ve Tuleyha'ya karşı harekete geçerek kabiledeki müslümanları bir araya topladı. Fakat bu sırada iki Cihan Güneşi (s.a.) efendimizin dar-ı bekaya irtihalleri haberi geldi. Bunun üzerine o, müslüman yöneticilerle birlikte Medine-i Münevvere'ye döndü.

Dırar (r.a.) çeşitli bölgelerin fethi sırasında Halid İbni Velid (r.a.)'ın emrindeki orduda yer aldı. Temimoğulları üzerine gönderilen birliklerden birine kumandanlık yaptı. Zekat toplanmasına karşı çıkan Malik İbni Nuveyre ve adamlarıyla çarpıştı. Hepsini esir alarak Halid İbni Velid (r.a.)'a teslim etti.

O, Kadisiye, Hire, Yermük, Şam ve Halep'in fethinde bulundu. Yemame'de büyük kahramanlıklar gösterdi. Şam civarında devam eden muharebelerde 100 kişilik keşif kolunda düşman kuvvetlerine yakalanarak esir düştü. Fakat arkadaşlarının şiddetli hücumlarıyla kısa müddette kurtuldu. İkinci defa esir düştü. Bu sefer başından çok acıklı sahneler geçdi. Türlü işkencelere maruz kaldı. Kılıç darbeleri arasında kan revan içinde baygın olarak yere yıkıldı ama davasından zerre miktar taviz vermedi. Onun esaret altında çektiği işkence tüyler ürpertir. Gösterdiği yiğitlik de goğüs kabartır. O Hirakl'in karşısında eğilmedi. Daha gür imanla islam'ı savundu. Bu karşılıklı konuşma şöyle gerçekleşti:

İmparator Hirakl üst üste alınan hezimetlerden dolayı çok üzgündü. Dırar ve arkadaşlarının esir alındığını işitince çok sevindi. Derhal getirilmesini emretti. Karşısına çıkarılınca: Arabların fırka kumandanı Dırar sen misin?" dedi. Dırar (r.a.) da: Evet! Peygamber yolunda sizinle harbeden Dırar benim!" dedi. Hirakl: Kendini askerlerinin yanında mı sanıyorsun da öyle sert konuşuyorsun." dedi. Dırar: Her nerede olsam din düşmanlarına karşı göğsümü gere gere cevab vermekten çekinmem. Sen beni korkar mı zannediyorsun?" dedi. Hirakl: Kime güveniyorsun? Burasının askerlerimin merkezi olduğunu unutuyor musun?" dedi. Dırar: İslamiyet, güneş gibi adaletiyle her tarafı kaplamağa başladı. Hala sen kendine teselli vermek istiyorsun!" diye cevap verdi. Hirakl: Bilmiş ol ki, şu anda vucudunu paramparça yapmak benim için zor değil!" dedi. Dırar (r.a.) da: Huzuru Muhammed'i de bulunmuş bir müslüman yetmiş tane Hirakl olsa hiçe sayar, tehdidine aldırmaz. Senin son yapacağın öldürmek değil mi? Gideceğim yer huzur-u Rasulullah'tır. İslam için terk-i hayat etmek bize her şeyden lezzetlidir." diye karşılık verdi.

Dırar (r.a.)'ın yiğitce verdiği bu cevaplar Hirakl'in umerasını gazablandırdı. Her birisi ellerini kılıçlarına götürdü ve bir ağızdan Hirakl'e: Bu arabı niçin böyle konuşturuyorsunuz? Hayatının luzumu var mı?" dediler. Hirakl de: İcabına bakınız diye emretti. Bir anda otuz-kırk kılıç birden Dırar (r.a.)'ın vucuduna inmeğe başladı. Ağır şekilde yaralanarak kan revan içinde kaldı. Kininden kibrinden küplere binen Hirakl: Sağ bırakmayınız! diye bağırıyordu. Bu dehşetli hal karşısında daha önce islam'ı kabul eden ancak gizli tutan General Mika ne yapacağını şaşırdı. Gönlu kan ağlıyordu. Din karındaşının helak olmasına engel olamıyordu. Ne çare ki sahiblense kendini de telef edeceklerdi. Bir tedbir olarak Hirakl'e: Ey Melik! Bunu burada telef etmek ne faide verecek. Onu tedavi edelim ve herkese ibret olsun diye halkın gözü önünde asalım." dedi. Bu teklif Hirakl'in hoşuna gitti ve: Öyleyse buradan kaldır. Evine götür. İyileşince asalım" dedi.

Bu müsaadeden pek sevinen General Mika, Dırar'ı evine götürdü. Orada gözlerini açan Dırar Mika'ya: Eğer müslümansan bana yardımını esirgeme. Hristiyan isen insani vazifeni yap." dedi. General Mika: Korkma ya Dırar! Muhammed'in aşkına sana her türlü yardımı yaparım. Yeter ki, sen iyileş. Askerinle birlikte firar bile ederiz" dedi.

Mika'nın bu hayat bahşeden sözlerinden pek memnun olan Dırar bir kaç hafta sonra sağlığına kavuştu. Kızkardeşi Havle binti Ezver'e bir mektup yazdı ve Mika vasıtasıyla gönderdi. Bu sırada Antakya müslümanlar tarafından muhasara altına alındı. Allah Teala herşeye kadirdi. General Mika bir fırsatını buldu ve Dırar İbni Ezver ile arkadaşlarını islam ordusu tarafına kaçırdı. Bu kahraman yiğit yeniden zırhını giydi ve rumlara karşı: Ey ehl-i Salib!.. Evvelce esir tuttuğunuz Dırar benim. Hamran'ı Batros'u öldüren benim" diye meydana atıldı. Karşısına çıkan Istafanı şaşırtıp bir kılıçda yere serdi. Oradan Halid İbni Velid (r.a.)'in üzerine yürüyen Vardan'a hucum etti. Onu da yere serdi. Vardan öldürülünce rumlar Şam'a doğru kaçışmaya başladı.

Dırar İbni Ezver (r.a.) hiç bir zaman hayatını tehlikeye atmaktan çekinmedi. Daima din uğruna feday-ı can etti. Bu savaşta onunla birlikte üç bin müslüman şehid oldu. Kabri Ürdün'de Dırar köyünde bir mescidin içinde bulunmaktadır. Cenab-ı Hak'tan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin.


dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-26-2008, 19:12   #46
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hz. Eban B. Said B. El-As (r.anh)
İsmi; Ebân, Nesebi; Ebân b. Said b. el-Âs b. Ümeyye b. Abdişems b. Abdimenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy el-Kuraşî.

İslâm'dan önce Ebân'ın ailesi iki zümreye ayrılmış ve bu iki zümre arasında ihtilâf çıkmıştı. Ailesi İslâm'a karşı aşırı muhalif olanlardandı. Kardeşleri Halid ile Amr İslâm ile müşerref olmuşlardı. Ebân ise bunların müslüman olmalarından dolayı çok hiddetlendi (Üsdü'l-Ğâbe, I, 35). "Keşke Zaribe'de ölmüş olsa idim de, Amr ile Halid'in dine iftira ettiklerini görmeseydim" meâlinde bir şiir de söylemiş ve bu konudaki üzüntü ve kızgınlığını dile getirmişti.

Ebân, Bedir gazvesinde müslümanlara karşı savaşan müşriklerle beraberdi. Kardeşleri Ubeyde ve Âs müslümanlarla savaşırken muhârebede ölmüşlerdi; fakat Ebân ölmemişti (el-İsâbe, I, 10).

Hudeybiye sulhu sırasında Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Osman'ı Kureyş ileri gelenleriyle görüşmek üzere Mekke'ye elçi olarak göndermişti. Hz. Osman, müzâkere için Mekke'ye gittiği zaman Ebân'ın misâfiri oldu. Ebân Osman'ın muhâfazasını üzerine aldı. Gerçekten o, Hz. Osman'ı çok severdi (el-İstilâb, I, s.35).

Ebân, müslüman olmadan önce Rasûlullah (s.a.s.)'a muhâlif olanların başındaydı. Bununla beraber bu yeni din ve Rasûlullah (s.a.s.)'ın peygamberliği hakkında da araştırma yapıyordu. Ebân, Kureyş'in ileri gelen tüccarlarından biri idi. Sık sık o sıralar ticaret ve ilim merkezi olan Şam'a giderdi. Yine bir seferinde Ebân, Şam'da bir rahiple karşılaştı. Onun Kureyş'ten olduğunu anlayan rahip, bu kabileden Cenâb-ı Hak tarafından görevlendirilen şahsın çıkacağını ve Allah yolunda İsa ve Musa'nın yolunu takip edeceğini ona bildirdi. Bunun üzerine Ebân, bu zâtın isminin ne olacağını sordu. Rahip; "Muhammed" dedi. Ayrıca eski eserlerde ve semâvi kitaplarda gönderilecek olan peygamberin bazı özelliklerini okuduğunu ona anlattı.

Ebân bu sözleri dinledikten sonra rahibe; "Saydığın bu hususların hepsi o zatta mevcuttur" dedi. Rahip bu zâtın bütün Arap ülkelerinde iktidarı elde ettikten sonra iktidarının bütün dünyayı saracağını söyledi. Şunu da ilâve etti: "Sen memleketine geri döndüğün zaman bana İslâm hakkında malumat ver. Ona git, benden selam söyle ve hürmetlerimi bildir".

Ebân, Mekke'ye geri döndüğü zaman artık değişmişti. İslâm'a, müslümanlara karşı eski hali kalmamış, muhâlefeti tamamen kalkmıştı (Üsdü'l-Ğâbe, 1, 36).

Bir müddet böyle devam ettiği halde, Ebân hâlâ Atalar dininin hürmetini, rakiplerinin tavrını düşünerek konuştuğu rahibin söylediklerini de bir tarafa bırakmıştı. Fakat bütün bunlara rağmen Ebân, Hakk'ın câzibesine daha fazla dayanamayarak Hayber'den önce İslâmiyet'le müşerref oldu (el-İstiâb, 1, 35). Müslüman olduktan kısa bir müddet sonra da hicret etti.

Rasûlullah (s.a.s.) Ebân'ı müslüman olduktan sonra bir seriyye'nin emirliğine getirerek, Necid tarafına gönderdi. Hz. Ebân bu seriyyeden zaferle döndü, fakat Hayber fethine katılamadı. Hz. Ebû Hureyre bu sırada Habeş muhâcirleriyle Medine'ye varmıştı. Hz. Ebân ve Hz. Ebû Hureyre Hayber ganimetlerinden istifade edememişti. Bunun üzerine her ikisi de bu ganimetlerden faydalanmak için Rasûlullah (s.a.s.)'e maruzatta bulundular. Fakat o sırada orada bulunanlardan bazıları bunların Hayber gazasında bulunmadığını söylediler. Ebân üzüldü. Fakat Rasûl-i Ekrem her ikisine de iltifatta bulundu (Buhârî Kitâbü'l-Meğazî, Cazvetu Hayber). Ebân Necid seriyyesinde muvaffak olduğundan dolayı başka seriyyelerin de emirliğine tâyin edildi.

Hz. Eban, bundan sonra Rasûlullah (s.a.s.)'ın emriyle deniz ve kara işlerinin idaresine ve vergilerinin tahsiline tâyin edildi. Rasûlullah (s.a.s.)'ın vefâtına kadar da bu görevde kaldı. Vefâtıyla birlikte de geri döndü (el-İstiâb, 1, 36).

Rasûlullah (s.a.s.)'ın vefâtından sonra Hz. Ebû Bekir'e genel bir bey'at yapılmıştı. Fakat sayıları sınırlı bazı kimseler bey'at etmedi. Bunların arasında Ebân da vardı. Fakat bütün Hâşimoğulları bey'at edince artık onun bey'at etmesine mazeret kalmamış, o da bey'at etmişti. Hz. Ebû Bekir, hilâfette iken Rasûlullah'ın tâyin ettiği emir ve görevlileri azletmedi. Hz. Ebân'ın da vazifesinin başına dönmesini rica etti. Fakat Hz. Ebân kabul etmeyip şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a.s.)'den sonra başka herhangi bir kimsenin teklifini kabul etmem." Bunun yanında ise bazı rivâyetlerde Hz. Ebû Bekir'in ısrarı üzerine Yemen valiliğini kabul ettiği rivâyet edilmektedir (Üsdü'l-Ğabe, I, 37).

Hz. Ebân'ın vefâtı ihtilâflı olmasına rağmen kuvvetli bir rivâyette Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında Ecnâdin muhâberesinde şehid olduğu söylenmektedir .
dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-26-2008, 19:13   #47
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hz. Ebu Dücane (r.anh)
Hicretten önce İslâm'a giren Ensâr'ın kahramanlarından meşhur sahâbî. Asıl adı Sammak olup, Hazrec'in Saideoğulları kabilesine mensuptur.

Hz. Peygamber hicretin birinci yılında Muhâcirler ile Ensâr arasında "kardeşlik" tesis ettiğinde, Ebû Dücâne de Muhâcirlerden Utbe b. Gazvan ile kardeşlik oluşturmuştur. Ebû Dücâne, Ensâr'ın ve İslâm askerlerinin en cesur savaşçılarındandır. Uhud savaşında Rasûlullah, üzerinde "korkaklıkta utanç, ileri gitmekte şeref var, kişi korkaklıkla kaderden kurtulamaz" yazılı bir kılıcı eline alarak, "bu kılıcın hakkını kim verir?" diye sormuş, Ebû Dücâne de kılıcı alarak savaşmıştır. Başını kırmızı bir sargı ile saran Ebû Dücâne, düşman saflarını yararak Ebû Süfyan'ın karısı Hind'in yanına kadar Ulaşıp, onu yalnız başına yakalamış fakat "Rasûlullah'ın kılıcı ile yalnız bir kadının başını kesmek bana lâyık değildir" diye tekrar geriye dönmüştür. Savaşın kızıştığı ve Rasûlullah'ın öldürüldüğü söylentileri çıkarılarak müslüman ordusunun moralinin bozulduğu sırada Rasûlullah'ın çevresini, Ebû Bekir, Ömer, Ali, Abdurrahman, Sa'd, Zübeyr, Talha, Ebû Ubeyde ve Ebû Dücâne kuşatmışlardı. Ebû Dücâne, Rasûlullah (s.a.s.)'in üzerine kapanarak düşman oklarına ve taşlarına karşı kendisini siper etmiş, yaralanmıştır. Müşriklerden Asım ve Ma'bed'i öldüren odur (Vakidi, Meğazî, s.63).

Uhud gazvesinin büyük kahramanlarından biri olarak, Ebû Dücâne'den bahsedilir. Bu savaşta elinde birkaç tane kılıcın kırıldığı; savaş meydanında mağrur olarak yürüdüğü sırada ashabdan bazılarının onun bu hareketine itiraz etmelerine Rasûlullah'ın, "Allah yolunda cihad eden bir adamın cihadıyla övünmesine karışılmaması''nı söylediği rivâyet edilir (İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, V, 148).

Nadiroğulları seferinden sonra ele geçirilen ganimetlerden Ebû Dücâne de payını almıştır (İbn Sa'd Tabakat, II, 353). Siyer yazarları Rasûlullah'ın gazvelerinde onun seçkin bir yeri bulunduğundan söz etmişlerdir. Bütün savaşlarda korkusuzca öne alıp çarpışmasıyla İslâm ordusuna büyük bir cesaret örneği olmuş, askerleri savaşa teşvik ederek moral kazanmalarını sağlamıştır. İrtidat edenlere karşı girişilen Yemame savaşında da yalancı peygamber Müseylime'nin mağlup edilmesinde onun bu kahramanlığının büyük etkisi olmuş (Üsdü'l-Gâbe, II, 353), nihâyet Ebû Dücâne Ridde savaşlarında şehid düşmüştür.

Ebû Dücâne Rasûlullah'ın yakın ashâbından birisi olmasına rağmen kendisinden hiç hadis rivâyet edilmemiştir. Bunun en önemli sebebi, onun Rasûlullah'tan hemen sonra şehid olmasıdır. Bu sahâbînin (r.a.) Hz. Peygamber'e itâati ve imanının sağlamlığı onu en yüksek mertebelerden birine, şehidliğe götürmüştür. Bu sebeple o İslâm'î hareketin büyük mücâhidleri arasında bir sembol olmuştur. Tarihçiler onun şu mısrasını nakletmişlerdir:

"Ben, sevgili peygamber ile ahde girmiş bir kimseyim,

Hurma korulukları yakınında tepenin eteğinde olduğumuz zaman."

(İbn Hişâm, es-Sîre s.563: Taberî, s.1425-1426).
dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-26-2008, 19:13   #48
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hz. Ebu'd-Derda (r.anh)
Rasûlullah (s.a.s)'in, Kur'ân, fıkıh ve hadis ilimlerinde önde gelen ashâbından biri. Asıl adı Uveymir'dir. Hazrec kabilesine mensuptur. Hicrî ikinci yılda müslüman oldu. Vâkıdî'nin naklettiğine göre, Ebû'd-Derdâ ailesi içinde en son müslüman olandır. Onun örtüyle örttüğü bir putu vardı. Kendisini İslâm'a dâvet eden dostu İbn Revâha bir gün putunu o evde yokken parçaladı ve gitti. Ebû'd-Derdâ eve gelince önce çok kızmış, sonra şöyle demiştir: "Eğer putta bir hüner olsaydı, kendini koruyabilecekti. " Ve sonra Peygamber efendimize giderek müslüman oldu (Hâkim, el-Müstedrek, III, 336).

Ebû'd-Derdâ önceleri ticaretle uğraşırken müslüman olduktan sonra kendini tamamen zühd ve ibâdete vermiştir. Şam fakihi diye meşhurdur. Kendisi bunu anlatırken şöyle der: "Peygamber efendimiz risâletle geldikten sonra hem ticaret, hem ibadet yapmak istedim. Fakat ikisinin bir arada olamayacağını anlayınca, ticareti bırakıp ibadete yöneldim."

İslâm'a girişinden önce meydana gelen Bedir gazasında bulunmayan Ebû'd-Derdâ, Uhud'da büyük fedakârlık ve şecâat gösterdi. Bu gazadan sonra Rasûlullah (s.a.s.)'in bütün gazalarında bulundu. Ebû'd-Derdâ'nın kardeşliği Selmân-ı Fârisî'dir. Ebû'd-Derdâ, Rasûlullah'ın vefâtından sonra Hz. Ömer'in ona ısrarla bir görev vermek istemesine rağmen o "Bana müsaade et, gidip halka Rasûlullah'ın sünnetini öğreteyim, onlara namaz kıldırayım" demiş, Hz. Ömer de ona müsaade etmişti. Hz. Ömer daha sonraları Şam'ı ziyaretinde Şam valisi Yezid b. Ebî Süfyân, Amr b. el-As, Ebû Musa el-Eş'ari'yi teftiş ettiğinde bu zatların kapılarının kilitli olduğunu, odalarının ipekle kaplı bulunduğunu, huzurlarına girenlerin kim olduklarını sorduklarını, müreffeh yaşadıklarını görmüş; Ebû'd-Derdâ'ya gittiğinde ise onun kapısında kilit bulunmadığı, odasında ışık olmadığı, elbisesi hafif, soğuktan muzdarip, gelenin selâmını alan, kim olduğunu sormadan içeri kabul eden, altında bir keçe parçası bulunan bir durumda görmüştü. Hz. Ömer, Ebû'd-Derdâ'ya, "Ben seni Medine'de hoş tutmadım mı?" deyince o, Rasûlullah'tan duyduğu şu hadisi hatırlatmıştır: "Sizin dünyadan metâmız bir yolcunun azığı kadar olsun " (Kenzü'l-Ummâl, I. 78). Kendisine misafirliğe gelen arkadaşları, yatak yerine yerde yatıp da şikâyet ettiklerinde şöyle demiştir: "Bizim bir başka evimiz var ki, hepimiz orada toplanacağız" (Sıfatü's-Safve, I, 263).

Hz. Ömer, Bedir'de bulunmamasına rağmen -çünkü o sırada müslüman olmamıştı- Ebû'd-Derdâ'ya da Bedir gazası tahsisatı bağlamıştır. Hz. Osman -veya Ömer- zamanında Ebû'd-Derdâ Şam kadılığına getirilmiş ve hicretin 32. yılında vefât etmiştir.

Bütün ömrünü takvâ içinde geçiren Ebû'd-Derdâ'nın güzel yüzlü, esmer, sakalını boyayan, başına takke geçirip üzerine sarık saran bir zat olduğu zikredilmiştir.

Ebû'd-Derdâ fıkıh ve hadis ilimlerinde ileri gelenlerden idi. Rasûlullah'tan bütün öğrendiklerini, bütün duyduklarını, anladıklarını müslümanlara öğretmeye çalışmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlemiş ve mescidde her gün Kur'ân dersi vermiştir. Şam'da yüzlerce hâfız yetiştirmiştir. Zevcesi Ümmü'd-Derdâ es-Suğrâ, Kur'ân kırâatinde sözü geçen tâbiîndendir. Ebû'd-Derda'nın, tefsir ilminin gelişmesinde de emeği vardır. Rasûlullah'a bir gün, "Onlar ki, iman ettiler ve takvâ üzere bulundular; onlara bu dünya hayatında müjde vardır'' (Yunus, 10/64) âyet-i kerimesindeki "büşrâ''dan, yani "müjde"den maksat nedir? diye sormuş, Rasûlullah da, "Bundan murad sâlih rüyadır" buyurmuştur (Ebu Davûd ed-Tayâlîsî, Müsned, 131).

Ebû'd-Derdâ, Rasûlullah (s.a.s)'den birçok hadis rivâyet etmiştir. Ondan hadis öğrenenler arasında Enes b. Mâlik, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbâs, Ümmi'd-Derdâ... gibi râviler bulunmaktadır. Tâbiin'in meşhur zatlarından Saîd b. el-Müseyyeb, Alkame, Kays, Cübeyr b. Nadir, Zeyd b. Vehb, Muhammed b. Sırın vb. onun talebeleridir. Ebû'd-Derdâ yetmiş dokuz kadar hadis rivâyet etmiştir. Bunlardan en önemlileri şöyledir:

''Bir insan ilim kazanmak için bir yola girerse, Cenâb-ı Hak ona cennete doğru bir yol açar. Melekler ilim peşinde koşanlardan hoşnut oldukları için kanatlarını onun altına gererler. İlim sahipleri için yerdekiler ve göktekiler mağfiret niyaz ederler... Peygamberlerin vârisleri âlimlerdir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V. 128).

Bir gün Rasûlullah Cuma hutbesinde âyet okurken, Ebû'd-Derdâ yanında bulunan Ubey b. Kâ'b'a, "Bu ayet ne zaman nâzil oldu?" diye sormuş. Übey cevap vermemiş; hutbe bittikten sonra, "Cuma'nı şu boş sözünle iptal ettin" demiştir. Ebû'd-Derdâ, Hz. Peygamber'e giderek onun bu sözünü aktardığında Rasûlullah (s.a.s) şöyle demiştir:

"Übey doğru söyledi. İmam hutbede konuşurken sözünü bitirinceye kadar sus ve onu dinle" (Müsned, V. 190).

"Rasûl-i Ekrem her hadis söyledikçe tebessüm ederdi."

"Kıyâmet günü insanın mizânında en ağır basan şey iyi ahlâktır, yani güzel huydur."

"Size namazdan, oruçtan, sadakadan, faziletçe bir derece yüksek birşey söyleyeyim mi? İnsanların arasını barıştırmak."

Ebû'd-Derdâ fıkıhta reyine başvurulan bir fakihti. Şam'da bulunduğu sırada Kûfe'den ve başka yerlerden gelenler onun görüşlerine başvururlardı. Zikir konusunda da hadisler rivâyet etmiştir:

"Her namazdan sonra otuz üç defa tesbih, otuz üç defa tahmid, otuz üç defa tekbir getir" (Müsned, V, 1 96).

"Ezansız-namazsız köylerde oturma; böyle bir köyde oturmaktansa şehirde kal" (Müsned, VI, 145).

Rasûlullah (s.a.s.)'in ashâbı arasındaki karşılıklı saygı ve yardımlaşmayı İslâm ümmeti için bir örnek olarak ifade eden bir hadisi Ebû'd-Derdâ zikretmiştir. Bu hadiste Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer arasındaki bir münâkaşada Ömer'e haksızlık eden Ebû Bekir'in sonradan pişman olarak Ömer'e gittiği; ancak Ömer'in onu affetmediği ve Ebû Bekir'in Rasûlullah'ın huzuruna çıktığı; arkasından da Ömer'in huzura girdiği; bu esnada Rasûlullah'ın Ebû Bekir'i dinledikten sonra Ömer'e dönüp itab etmesinden korkan Ebû Bekir'in, münâkaşada kendisinin ileri gittiğini öne sürmesi üzerine Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Allah beni size peygamber göndermişti. Bunu size tebliğ ettiğimde hepiniz beni yalanlamıştınız da Ebû Bekir inanmış, uğrumda canını, malını, fedâ etmişti. Şimdi ashâbım, siz dostumu bu nisbetiyle ve bu husûsiyetiyle bana bırakırsınız değil mi?" Ebû'd-Derdâ o günden sonra hiç kimsenin Ebû Bekir'i incitmediğini nakletmektedir (Sahih-i Buhâri Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 333-334)

Ebû'd-Derdâ hastalandığı bir sırada arkadaşları yanına gelerek "Ey Ebû'd-Derdâ, nerenden şikayetçisin?" demişler; Ebû'd-Derdâ, "Günahlarımdan" diye cevap vermiş; "Canın birşey istemiyor mu?" sorusuna, "Canım Cennet istiyor" demiş; "Sana bakmak için bir hekim çağırmayalım mı?" diyen arkadaşlarına şöyle demiştir: "Esasında beni yatağa düşüren hekimdir" (El-Hilye, I, 218; et-Tabakat, VII, 118). Hizâm b. Hakım, Ebû'd-Derdâ'nın şöyle dediğini nakleder:

"Eğer öldükten sonra neler göreceğinizi bilseydiniz, iştahla ne bir yemek yiyebilir, ne bir şey içebilir ve ne de gölgelenmek için bir eve girebilirdiniz. Hep avlularda oturup göğsünüze vurur ve hâliniz için ağlardınız. Vallahi isterdim ki ben kesilen ve meyvesi yenen bir ağaç olaydım" (El-Hilye, I, 216).

"Bir saatlik düşünce ve tefekkür bir gece sabaha kadar ibâdet etmekten iyidir" (et-Tabakat VII, 392) diyen Ebû'd-Derdâ sevinç ve bollukta Allah'ı unutmaz; insanlara, konuşmayı nasıl öğreniyorlarsa, konuşmamayı da öyle öğrenmelerini, gereken yerlerde susmanın büyük bir ilim olduğunu, insanların cennete veya cehenneme dillerinin söylediklerinden götürüldüklerini öğütlerdi.

Ebû Nuaym'dan Heysemî'nin Sâbit el-Bünânı'den naklettiğine göre, Ebû'd-Derdâ Selmân el-Farisi'ye Leysoğulları kabilesinden bir kız istemek üzere gitmiş, Selmân'ın üstünlüğünü anlatmıştı. Kızın babası, kızını Selmân'a veremeyeceğini, fakat Ebu'd-Derdâ isterse ona vereceğini söyleyince, Ebû'd-Derdâ o kızla evlenmiştir. Daha sonra bunu Selmân'a utanarak naklettiğinde Selmân ona, "Senden çok ben utanmalıyım. Zira Allah bu kızı sana nasib etmişken ben ona talib oldum" demiştir. İşte ashâbın birbirlerine karşı olan olgun davranışları böyleydi.

İlim hakkında Ebû'd-Derdâ şöyle demiştir: "İlim ancak arayıp öğrenmekle olur. İlim için sabah çıkıp akşam dönmenin cihad olmadığını sanan kimsenin aklı ek******" (Câmi'ül-Beyani'l-İlim, I, 31, 32, 100).
dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-27-2008, 02:59   #49
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hz. Enes B. Malik (r.anh)
Milâdı 613 yıllarında Medine'de doğan ve milâdı 709 (h.90) yılında Basra'da vefât eden Hz. Enes b. Mâlik'in neseb silsilesi: Enes b. Mâlik b. Nadr b. Bamdam b. Zeyd b. Haram b. Cündüb b. Amir b. Ganm İbn Adiyy b. Neccâr, Ebû Hamzatü'l-Ensan el-Hazrecî'dir. Annesi ise, Ümmi Süleym Sehle binti Milhan b. Halid b. Zeyd b. Haram b. Cündüb'dür. Annesi Ümmi Süleym, ensardan olup isminin Sehle oluşu hakkında çok çeşitli ihtilâflar vardır. Bazı eserlerde ismi Remile, Meyse ve Melike olarak zikredildiği gibi, Zamîsâi (Zümeysâ) veya Remisâi (Rümeysâ) olarak da geçmektedir.

Hz. Ümmi Süleym müslüman olunca, kocası onun İslâm'dan dönmesi için çok baskı yaptı. Fakat bu baskılardan bir sonuç alamayınca kızdı ve Ümmi Süleym'den ayrılarak Şam'a gitti. Orada kısa bir müddet ikamet ettikten sonra vefat etti.

Babasının ölümü üzerine Enes'in annesine Ebû Talha tâlib oldu. O zamanlar Ebû Talha henüz müşrik idi. Ümmi Süleym, onunla evlenmek için İslâm'ı kabul etmesini şart koştu. Ebû Talha bu şartı kabul ederek Hz. Ümmi Süleym ile evlendi. Resul-i Ekrem (s.a.s.)'in Medine'ye hicretlerinde, Enes b. Mâlik henüz on yaşlarında bir çocuk idi. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Medine'ye gelişlerinde Medineli müslümanlar arasında meydana gelen heyecan ve coşkuyu Hz. Enes şöyle anlatmaktadır:

"Medine'nin çocukları hem koşuyorlar ve hem de "Muhammed geldi, Muhammed geldi!" diye bağırıyorlardı. Ben de onlarla birlikte koşmaya ve bağırmaya başladım. Bu şekilde koşup bağırırken etrafıma baktım, bir şey göremedim. Çocuklar ise yine bağırıyorlardı koşuşarak. Ben de koştum ve bağırdım. Fakat etrafıma dikkat edince gelenleri göremedim. Nihayet Resulullah ile Hz. Ebû Bekir geldiler. Biz kendilerini gördükten sonra, adını şu anda hatırlayamayacağım adamın biri bizi şehre gönderdi. Bize "Resulullah'ın geldiğini haber verin" diye tenbih etti. Şehre koştuk ve müslümanlara haber verdik. Ensardan beşyüz kişi onları karşılamaya çıktılar. Ensâr, onları karşılayarak, "Buyurunuz, burada emniyete kavuşacaksınız. İtaat ile karşılanacaksınız" dediler.

Resul-i Ekrem kendisini karşılayanlarla birlikte şehre girdi. O sırada şehrin bütün halkı Resul-i Ekrem'i karşılamak üzere evlerinden ve dükkânlarından dışarı çıkmışlardı. Kadınlar da evlerinin damlarına çıkarak Hz. Peygamber'in gelişini seyrediyorlardı. Resul-i Ekrem ile birlikte gelen Hz. Ebû Bekir'i de görüyorlar ve fakat ikisinden hangisinin Resulullah olduğunu etraflarına soruyorlardı. Ben hayatımda o güne benzeyen bir gün görmemiştim.!

Hz. Peygamber, Medine'ye geldikten sonra bütün ensâr kendisine hizmet etmek hususunda yarışıyorlardı. Hz. Enes b. Mâlik'in annesinin, hizmet yarışında yapabilecek veya verebilecek hiçbir şeyi yoktu. Bundan dolayı hemen Enes b. Mâlik'i çağırıp elinden tutarak Resul-i Ekrem'in huzuruna çıktı: "Ya Resulullah, ben fakir bir kimseyim. Sizlere yardım edecek bir şeyimiz yok. Bu oğlumdur, yardım etmek ve hizmetinizde bulunmak üzere sizlere bırakıyorum. Onu kabul ediniz" dedi. Resûl-i Ekrem, bu içten gelen arzuyu kırmadı. Enes b. Mâlik'i yanına aldı. Bütün zamanlarında onu yanında bulundurdu.

Enes b. Mâlik, Resulullah'ın hizmetine girdikten sonra O'nun bütün emirlerini büyük bir dikkat ve itina ile yerine getirmeye çalıştı. Resul-i Ekrem ile aralarında sır olarak kalmasını arzu ettikleri şeyleri büyük bir dikkatle muhâfaza eder ve onları annesine bile söylemezdi. Nitekim kendisinden rivâyet edilen bir hadis-i şerifte Enes şu olayı anlatır:

"Çocuklarla birlikte oynuyordum. Resulullah (s.a.s.) olduğumuz yere teşrif buyurdu. Bize selâm verdi. Sonra benim elimden tuttu. Ve beni bir işe gönderdi. Kendisi de bir duvarın gölgesinde oturarak benim geri dönmemi bekledi. Ben, O'nun emrini yerine getirmek için gittim, emirlerini ifa ettim ve sonra dönüp gelerek neticeyi kendilerine bildirdim. Sonra dâ evime döndüm. Annem Ümmi Süleym neden geciktiğimi sordu. Ben de, 'Rasûlullah, beni bir işe gönderdi' dedim Validem, 'Ne işi?' dedi. Ben de, 'sırdır' diyerek söylemedim. Annem benim bu tavrımı çok beğenmiş olacak ki bana, 'Oğlum, Resul-i Ekrem'in sırlarını iyi sakla!' dedi!"

Hz. Enes b. Mâlik, her sabah, sabah namazında Resul-i Ekrem'in yanında bulunarak O'nunla birlikte sabah namazını kıldıktan sonra Resul-i Ekrem'e oruca niyet edip etmediğini sorardı. Eğer oruca niyet ettiğini öğrenirse hemen iftar yemeğini hazırlardı.

Hz. Enes b. Mâlik, Resul-i Ekrem'e o kadar sokulurdu ki, adeta ikisinin dizleri birbirine değerdi. Nitekim Hayber gazvesinde, Resul-i Ekrem, Hz. Enes b. Mâlik ile birlikte giderken dizleri birbirlerine dokunuyordu. Hz. Enes, Resul-i Ekrem'e çok yakın olduğu gibi ailesi de çok yakındı. Nitekim Ümmi Süleym Hayber'den sonra Hz. Safiye ile evlenen Resulullah'ın evlenme işlerinde O'na yardım etmiştir. Yine Resul-i Ekrem, Hz. Zeyneb ile evlendiği zaman, Hz. Ümmü Süleym, O'na yemek yaparak hizmet etmiştir. Bu arada Hz. Enes davet olunacak şahısları çağırmakla görevlendirilmişti. Hz. Enes b. Mâlik, Bedir gazvesinde henüz oniki yaşında olmasına rağmen savaş alanına gitmiş ve savaş esnasında mücâhidlere hizmet etmiş bu arada Resulullah'ın hizmetini de aksatmamıştır. Hz. Enes'e yaşının küçük olduğu hatırlatılarak Bedir'e iştirak edip etmediği sorulduğunda, "Bedir'den kim geri kaldı ki ben geride kalayım?" cevabını vermiştir.

Uhud ve Hendek gazvelerinde Enes b. Mâlik yine Resulullah ile beraberdi. Hudeybiye barışı sırasında henüz delikanlılık çağına gelmek üzere idi. Umretü'l-Kaza'da ise Resul-i Ekrem'e refâkat ederek Mekke'ye gitti. Daha sonra Hayber gazvesine ve Mekke fethine katıldı. Daha sonra Huneyn gazvesinde de bulundu. Ayrıca Resul-i Ekrem ile birlikte Tâif muhâsarasına katıldı. Veda Haccı'nda da bulunan Enes b. Mâlik, Resul-i Ekrem'in irtihalinde Medine'de idi.

Enes b. Mâlik, Hz. Ebû Bekir devrinde Bahreyn çevresindeki kabilelere âmil olarak zekâtları toplamaya memur tayin edildi. Hz. Ebû Bekir'in vefâtında Bahreyn'de idi. Sonrâ Medine'ye geldi. Hz. Ömer, Enes b. Mâlik'i savaş meydanlarına göndermeyerek yanında alıkoydu ve istişâre meclisine dahil etti. Hz. Ömer, Enes b. Mâlik'in akıl ve ileri görüşlülüğünden daima istifâde etmiştir.

Hz. Ömer devrinde Medine'de kalan Hz. Enes b. Mâlik, zamanlarının çoğunu fıkıh öğretmekle geçirdi. Bu duruma õmrünün sonuna kadar devam etti. Bu arada Hz. Ömer zamanında Basra'ya göçerek orada yerleşti. Orada da müslümanlara aynı şekilde fıkıh öğretmeye devam etti. Bir defa da İran bölgesindeki cihad birliklerine katıldı. Tuster şehrinin alındığı savaşa katılan Enes b. Mâlik şehir teslim alındıktan sonra ganimet mallarının Medine'ye getirilmesi işini üstlendi. Tekrar Basra'ya dönüp şehre vardığında Hz. Ömer'in şehâdet haberini öğrendi. Enes b. Mâlik Hz. Osman zamanında Basra'da kalarak fıkıh öğretimine devam etti. Hz. Osman'ın son devirlerinde fitne ve fesad olaylarına katılmamak için her imkânını kullandı. Medine'nin âsiler tarafından tehdit altında olduğunu öğrendiği zaman. yanına Umran b. Husayn'ı alarak ashâbın çoğu gibi Halifenin yanına hareket etti. Ertesi günü yolda iken Hz. Osman'ın şehâdet haberini aldı. Hz. Osman'dan sonra hilâfet makamına Hz. Ali geçti. Fitnenin en büyük merkezlerinden biri Basra şehriydi. Enes b. Mâlik, Basra'da ikamet etmesine rağmen fitne ve fesad olaylarına hiç karışmadı. Kendisine müsbet veya menfi açıdan yapılan fikir alışverişlerine de itibar etmeyerek hepsini reddetti. Hz. Enes b. Mâlik, fitne ve fesad olaylarına karışmamakla birlikte zulme ve haksızlığa karşı sessiz de kalmamış ve cephe almıştır. Nitekim Haccâc b. Yûsuf'un valiliği sırasında yapmış olduğu zulmü gördüğünde, onu hemen Abdülmelik'e şikâyet etmekte tereddüt göstermedi. Buna rağmen Haccâc-ı Zâlim, Enes'in derslerine devam etmiş ve onu hoşnut etmeye gayret sarfederek dâima hâl ve hatırını sormuştur.

Emeviler zamanında, ashâb-ı kirâmın sayıları gittikçe azaldı. Kalanların ise değeri her gün daha da çok artmaya başladı Halk, bu gibi zevâtı arıyor, buluyor ve onları dinliyordu. Hz. Enes b. Mâlik de ashâb-ı kirâm içinde en uzun ömürlü olanlarından biriydi. Bu itibarla halkın iltifâtına ve muhabbetine dâima mazhar olmuştur.

Hicretten sonra seksen seneyi geçen bir ömür süren Hz. Enes b. Mâlik artık yaşlanmıştı. Hulefâ-i Râşidîn devrinde yaşadığı gibi Emevilerin de pekçok hükümdarı devrinde yaşadı. Basra şehrinde hastalandığı etrafa yayılınca, halk dalgalar halinde evine gelerek kendisini ziyaret etti ve gece gündüz onu yalnız bırakmadı. Nihâyet milâdı 709 yılında Basra'da Rahmeti Rahmana kavuştu. Vasiyyeti gereği Rasûl-i Ekrem'in saçlarından bir kısmı kabrine kondu. Techiz ve tekfin işleri de yine vasiyyeti üzere yapıldı.

Hz. Enes b. Malik, güzel huylu idi. Kendisi son derece nazik, lâtif ve yumuşak huylu güzel yüzlü, hoş sohbet bir sahâbî idi. Resulullah'a olan sevgisini her zaman ve her yerde açığa vuruyordu. Hz. Peygamber'in hizmetinde bulunmak onun için son derece sevindirici, zevk verici ve neşeli bir işti. Resulullah da onun halini her zaman takdir edip fırsat buldukça onu hayır ile yâd eder ve hizmetini dua ile karşılardı. Resul-i Ekrem'in vefâtından sonra Enes b. Mâlik, ders vermeye başladığı zaman Resulullah devrini büyük bir zevk ve şevk içinde anlatır ve onun sünnetinden ve yaşayışından söz ederken vecd içinde adeta kendinden geçerdi. Hz. Enes b. Mâlik, her davranışını Resulullah'ın sünnetine uydurmaya çalışırdı. Resulullah'ın bütün hal ve hareketini kendisine rehber yapmıştı. O'nu aynen taklid eder:ti. Herhangi bir sahâbîye namaz hakkında soru sorulduğu zaman onlar hemen Enes b. Mâlik'i örnek olarak gösterirdi.

Hz. Enes'in en önemli vasıflarından biri de haksever olması idi. Halkı zulüm ve şiddet hareketleri ile yıldıran emirlere şiddetle çatardı. Bu durumda kalan emirler, onu kırmamak için sözlerini küçük bir çocuk gibi dinlerlerdi. Nitekim Hz. Hüseyin'in başı Ubeydullah b. Ziyad'a getirildiğinde Ubeydullah Hz. Hüseyin'e karşı çirkin sözler söylemeye başlayınca, orada bulunan Hz. Enes hemen müdâhale ederek, "Bu baş, Rasûl-i Ekrem'in başına benziyor" diyerek onu susturmuştu.

Enes b. Mâlik, çoluk çocuğunun kalabalıklığı ile tanınır. Bütün ensârdan daha fazla çocuk sahibi idi. Bu da Resulullah'ın bir duası eseriydi. Hz. Enes'in annesi Ümmü Süleym, oğlunu Resulullah'a getirdiği vakit, Ondan oğlu için dua etmesini istemişti. Resul-i Ekrem de Ümmü Süleym'i kırmayarak ellerini kaldırıp: "Ya Rabbi, onun malını, evlâdını çoğalt ve onu cennete sok" buyurarak dua etmişti. Bu dua' kabul olunmuş ve Hz. Enes b. Malik'in hem malı çoğalmış ve hem de evlâtları çok olmuştu. Hz. Enes b. Mâlik'in çocukları arasında Abdullah, Ubeydullah, Zeyd, Yahya, Halid, Musa, Nasr, Ebû Bekir, Ömer,Alâ, Berra, Reme, Ümeyme ve Ümmü Haram'ı sayabiliriz. Bu evlâtlarının hemen hepsi tarih'te meşhur olmuşlardır.

Hz. Enes b. Mâlik son derece yakışıklı ve nurânî yüzlü bir kimse idi. Zaman zaman sakalını boyardı. Bütün hayatı boyunca son derece sade ve basit bir hayat sürmüştür. Fakir-fukara gördüğü zaman hemen yanına giderek tasaddukta bulunur, talebelerine harçlıklar vererek onlara yardımcı olurdu. Kendisi son derece gayretli ve cesur idi. Hiçbir şeyden korkmaz ve çekinmezdi. En çok korkulan vali ve hükümdarlar karşısında her sözünü açıkça ve çekinmeden söyleyerek onların kötülüklerine engel olurdu. Cihada katıldığı zaman, sanki bir ordu imiş gibi gayet fütursuzca düşman üzerine saldırarak gözlerini yıldırır ve onları korkuturdu. Talebelerinin sayısı oldukça fazladır. Bunlar arasında tanınmış pekçok tâbiîn vardır. Hasan-ı Basrî, Süleyman Temri, Katâde, Muhammed b. Sîrin el-Ensârı, Saîd b. Cübeyr bunlardandır. Rivâyet etmiş olduğu hadis-i şeriflerin sayısı oldukça fazla olup bunların pek çoğu ittifak halinde hadis kitaplarında zikredilmiştir.

Hz. Enes (r.a.)'in rivâyet ettiği meşhur bazı hadis-i şerifler:

"Zâlime yardım, onu zulmünden alıkoymaktır. "

"İnsan sevdikleri ile beraberdir"

"Ey nas, takvânıza dikkat ediniz. Şeytan sizi aldatmasın"

"İçinizden bir kimse, bir felâkete uğraması yüzünden, ölümü temenni etmesin; ölümü dileyecek hale gelenler; 'Ya Rabbi, hayat hakkımda hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, hayat hakkımda hayırlı olmadığı zaman ruhumu kabzet' desin"

"Resul'i Ekrem efendimize dokuz yıl hizmet ettim, onun bana bir kez bile, "şu işi yapmasaydın-da böyle yapsaydın" dediğini yahut onun benim bir işimi ayıpladığını görmedim. "
dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-27-2008, 03:00   #50
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hz. Es'ad B. Zurare (r.anh)
Sahâbe-i Kirâm'dan, Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Akabe denilen yerde karşılaşıp müslüman olan ilk Medinelilerden.

Tam adı Ebû Umâme Es'ad b. Zürâre b. Udes b. Übeyd b. Sa'lebe b. Ganm b. Mâlik b. Neccâr'dır. Ensâr ve Hazrec'in ileri gelenlerindendir. İslâm'ın Medine'de yayılmasında en büyük rolü oynadı. Hicret'ten bir süre sonra hastalanarak Bedir savaşından önce Şevvâl ayında vefât etti (H . I /M. 623).

Medineli Araplar iç-içe yaşadıkları yahudilerden dolayı vahiy peygamberlik gibi konular hakkında az çok bilgi sahibiydiler. Yahudilerin yakın bir zamanda bir peygamber geleceği konusundaki beklentilerini de biliyorlardı. Çünkü yahudiler sık sık, "Bir peygamber gönderilmek üzeredir. Onun geleceği zamanın gölgesi düştü. O peygamber gelince biz ona tâbi olacağız. Onunla birlik olup Âd ve İrem kavminin öldürüldükleri gibi biz de sizi öldüreceğiz" diyerek Arapları tehdit ediyorlardı. Bu nedenle Es'ad b. Zürâre müslüman olmadan önce yeni bir peygamber için hazırlıklıydı. Ayrıca Es'ad az sayıda da olsa varlığını sürdüren Haniflerdendi. İbn Sa'd'ın bildirdiğine göre Allah'ın bir olduğunu söyler, dostlarından Ebu'l-Heysem Mâlik b. Teyyehân ile tevhid inancı hakkında konuşur, tartışırlardı (İbn Sa'd, Tabakât, l, 218; lll, 448).

Es'ad b. Zürâre Hz. Peygamber'le ilk kez nübüvvetin 11. yılı Hac mevsiminde tanıştı. Yanındaki beş Hazreçli ile birlikte Akabe'de Hz. Peygamber'le karşılaştı. Hz. Peygamber kim olduklarını öğrenince kendileriyle biraz konuşmak istediğini söyledi. Razı olarak oturdular. Hz. Peygamber onlara kendisini tanıttı; Kur'an'dan bir bölüm (İbrahim, 14/35, 52) okudu. Hemen onun beklenen peygamber olduğunu anladılar. Birbirlerine, "Biliniz ki, vâllâhi bu yahudilerin sizi kendisiyle korkuttukları peygamber olmalıdır. Sakın yahudiler ona inanmak ve tâbi olmakta sizi geçmesinler" diyerek müslümanlığı kabul ettiler. Es'âd b. Zürâre ile birlikte ilk müslüman olanlar Râfi b. Mâlik b. Aclân, Avf b. Hâris b. Rıfâ'a, Kutbe b. Âmir b. Hadide, Ukbe b. Âmir b. Nâbi ve Câbir b. Abdullâh b. Ri'âb idi ve bunlar İslâm'ın Medineliler için öneminin de bilincindeydiler. Bunu Hz. Peygâmber'e "Biz kavmimizi hem birbirlerine karşı hem de kavmimizden olmayan bir kavme (yahudilere) karşı aralarında düşmanlık ve kötülük olduğu halde geride bırakmış bulunuyoruz. Umulur ki Allah onları da senin sayende bir araya toplar" diyerek belirttiler. Hz. Peygamber ile bir yıl sonra yeniden buluşmak ve bu süre içinde İslâm'ı Medine'de yaymaya çalışma sözü vererek ayrıldılar.

Es'ad b. Zürâre ve diğer müslümanlar Medine'ye dönünce, en yakınlarından başlayarak İslâm'ı tebliğ ettiler. Kısa bir zaman içinde Medine'deki bütün evlerde Hz. Peygamber ve İslâm konuşulmaya başlandı. Es'âd'ın ilk davet ettiği kişilerden birisi dostu Ebu'l-Heysem Mâlik b. Teyyehân idi ve Ebu'l-Heysem, İslâm'ı hiç tereddüt etmeden kabul etti. Bir yıl süren davet çalışmalarında hem Hazreç'ten hem de Evs'ten birçok kişi müslüman oldu.

Es'ad b. Zürâre ve onunla birlikte müslüman olan Hazrecliler sözleştikleri gibi bir yıl sonra Akabe'de Hz. Peygamber'le buluştular. Ancak yanlarında İslâm'ı kabul etmiş altı Medineli daha bulunuyordu. Bu altı müslüman Muaz b. Hâris b. Rıfâ'a, Ubâde b. Sâmit, Yezid b. Sa'lebe, Abbâs b. Ubâde, Ebû'l-Heysem Mâlik Teyyehân, Uveym b. Sa'ide idi. Gece gerçekleşen buluşmada Es'ad ve diğer müslümanlar Hz. Peygamber'e, "Darlıkta ve varlıkta isteklilikte ve isteksizlikte dinlemek ve boyun eğmek, emirlik işinde ehil olanla çekişmemek, her nerede olursa olsun hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeksizin hakkı söylemek" üzere bey'at ettiler. Bu bey'at tarihe I. Akabe Bey'atı* olarak geçti.

Es'ad b. Zürâre ve müslümanlar Medine'ye dönünce davet çalışmalarını yeni bir hız ve güçle sürdürdüler. Fakat İslâm'ı anlatmakta özellikle Kur'an'ı öğretmekte büyük zorluklarla karşılaşıyorlardı. Hz. Peygamber'e mektup yazarak bir öğretmen istediler. Hz. Peygamber Mus'ab b. Ümeyr'i Medine'ye öğretmen olarak gönderdi. Mus'ab ile onu evinde misafir eden Es'ad b. Zürâre tebliğ ve dâvet çalışmalarını birlikte yürüttüler. Ev ev dolaşıyor İslâm'ı anlatıyorlardı. Bu çalışmaları sonunda başta Sa'd b. Mu'az ve Useyd b. Hudayr gibi kabilelerinin güçlü kişileri olmak üzere çok sayıda Medineli müslüman oldu.

Medine'de İslâm'ın yayılması konusunda en çok çaba harcayan ve fedakârlıkta bulunan kişi şüphesiz Es'ad b. Zürâre idi. Bu çaba ve fedakârlıkları nedeniyle tabii olarak temayüz etmiş önder durumuna gelmişti. Yalnız İslâm'ı tebliğ etmekle yetinmiyor, zaman zaman müslümanları da biraraya getirerek bilgilendirmeye, ümmet bilincine ulaşmalarını sağlamaya çalışıyordu. Bu nedenle müslümanları namaz için biraraya getiriyor, yemekler vererek birbirleriyle görüşmeleri, tanışmaları imkânını hazırlıyordu. Bir rivâyete göre müslümanlar toplanarak yahudi ve hristiyanlar gibi haftada belli bir gün biraraya gelmeyi kararlaştırdılar. O zaman Arube denilen günde Es'ad b. Zürâre'nin çevresinde toplandılar. Es'ad, müslümanlara iki rekât namaz kıldırdı, vaaz etti. Beraberlikleri akşama kadar sürdü. Es'ad onlara öğle ve akşam yemeği verdi. Bu olaydan sonra Arube'ye toplantı günü anlamında Cuma denildi (Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ahkâm Tefsiri, II, 463).

Bir yıl sonraki Hac mevsiminde Es'ad b. Zürâre ve Medineli müslümanlar Hz. Peygamber'le Akabe'de yeniden buluştular. Bu kez sayıları yetmişin üzerinde (ikisinin kadın olduğunda ittifak vardır, erkeklerin yarısı hakkında rivâyetler yetmiş, yetmişbir, yetmişiki ve yetmişüç rakamlarını verir) idi. Yine geceleyin ve gizli yapılan görüşmede Hz. Peygamber'in ve Mekkeli müslümanların Medine'ye hicretleri konusu görüşülerek karara bağlandı. Hz. Peygamber Medineli müslümanlardan; kendisini, ashâbını barındırmaları, yardımcı olmaları, kendi nefislerini savundukları ve korudukları her şeye karşı Hz. peygamber ve ashâbını savunup korumaları üzerine bey'at * aldı. Bey'attan önce Hz. Peygamber'in amcası Abbâs bir konuşma yaparak Ensâr'ı uyardı. Bu konuşmayı Es'ad b. Zürare cevaplandırdı ve bu bey'atın anlamını bir kere daha dile getirdi. Hz. Peygamber ensardan, oniki nakib (temsilci) seçmelerini istedi. İçlerinde Es'ad b. Zürâre'nin de bulunduğu oniki temsilci seçildi. Bunların her birisi kendi kabilelerini temsil edeceklerdi. Hz. Peygamber Es'ad b. Zürâre'yi nakiblerin de temsilcisi atadı. Böylece Es'ad bütün Medineli müslümanların temsilcisi oldu. Bey'ata geçildiğinde yine ilk bey'at eden Es'ad idi. Bey'atını, "Ben Allah'a bey'at ediyorum. Resulullah aleyhisselâma da bey'at ediyorum. Ahdimi yerine getirerek tamamlamak, sana yardım konusundaki sözümü işimle gerçekleştirmek üzere" diyerek yaptı. Sonra kadınlar hariç bütün müslümanlar teker teker Hz. Peygamber'in elini tutarak bey'at ettiler. II. Akabe bey'atı olarak anılan bu bey'at İslâm tarihinin en önemli olaylarından birisi olan Hicret'in kapısını ve İslam'ın zafer yolunu açtı.

Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden sonra Es'ad b. Zürâre uzun yaşamadı. Ama bu süre içinde de İslam'a olan yüksek bağlılığın ve fedakârlığın örneklerini verdi. Mescid-i Nebî'nin yapılması için seçilen arsa Es'ad b. Zürâre'nin gözetimindeki Sehl ve Süheyl adlı iki yetim gencin malı idi. Bunlar arsayı Hz. Peygamber'e hediye etmek istedilerse de Hz. Peygamber bedeli olan on miskal (48 gram) altını ödemeden kabul etmedi. Es'ad b. Zürâre ayrıca gençlere geçimlerini temin etmeleri için bir tarla bağışladı. Hicretten dokuz ay sonra Mescid-i Nebî'nin inşası sırasında vefât etti. Es'ad b. Zürâre ilk olma özelliğini vefâtında da korudu ve Bakî kabristanına defnedilen ilk Ensar*, bir rivâyete göre de ilk müslüman oldu (İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Ğâbe,I, 86-87).

Medine'de ilk cuma namazını Es'ad b. Zürâre kıldırmıştır (Ali el-Mütteki, Kenzü'l-Ummâl, V, 136-137). Medine'de onun evi İslâm tebliğcilerinin bir merkezi durumunda idi. O zamanlar müslümanlar kırk kişi idi. Medine'de inşa edilen Mescidi Nebevi, iki yetimin arsası üzerinde kurulmuş, onlar arsalarını Hz. Peygamber'e bağışlamak istemelerine rağmen, Hz. Peygamber arsayı satın almış ve Es'ad b. Zürâre de onlara Beyâdoğulları tarafında bir arazi temin etmiştir. Es'ad b. Zürâre'nin menenjitten öldüğü nakledilmiş, öldüğü zaman yahudiler Hz. Peygamber hakkında, "Bir kudreti olsaydı arkadaşını kurtarırdı" diye fitne çıkarmaya çalışmışlardır. Hz. Peygamber de onlara kendisinin bir tabib olmadığını, görevinin ris'alet olduğunu söylemiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 138; İbnü'l-Esir, Üsdül-Ğâbe, II, 7). Es'ad b. Zürâre öldükten sonra Hz. Peygamber'e gelen Neccâroğulları, nakiblerinin öldüğünü ve yerine birisini atamasını istemişler ve Hz. Peygamber de ''Sizin nakibiniz benim" demiştir (İbnü'l-Esir, a.e.g., I, 72).

Es'ad b. Zürâre arkasında Kebşe, Habibe ve Faria adlarında üç kız çocuğu bırakmıştır.
dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 12 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 12 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi