09-25-2009, 16:55 | #1 |
Eser KARAKAŞ "Bu yargıyla açılım olur mu?"
Bu yargıyla Türkiye’nin çağdaş dünyada mesafe almasının mümkün olmadığını yaklaşık on senedir söylüyorum.
Yargı sadece AK Parti’ye değil, her türlü dönüşüme karşı. Yargının bu kadar tutucu olduğu başka ülkeler de var ama bu ülkeler de küresel ekonomi içinde bir mesafe alamıyorlar. ABD Federal Mahkemesi gibi yüksek yargı organları olan ülkeler de ABD gibi oluyorlar. Ne kadar çağdaş, put kıran yargı, o kadar ekmek yani büyüme ve zenginlik; bu basit denklemi herkes kafasına sokmalı. Türkiye, o kara, kayıp, bizi 2001 krizine götüren 90’lı senelerden hemen sonra biraz başka çaresi kalmadığı için, biraz küresel dengeler öyle istediği için, biraz yeni Anadolu burjuvazisi kıpırdanmaya başladığı için 2000’li yıllarda yavaş yavaş eski yapıyı dağiştirmeye soyundu ve hemen tüm yüksek yargı bu değişime cephe almaya başladı. Yüksek yargı organları başkanları bu dönüşümü köstekleme işine sadece kararlarıyla değil demeçleri, eylemleriyle de katılmaya başladılar. Danıştay cinayeti sonrası taziye sunmaya Danıştay’a gelen Başbakan’ı kapıda karşılamayan bir bayan Danıştay başkanı vardı; acaba Ergenekon davası gelişmeleri sonrası o günü hatırladığında yüzü erguvan gibi kızarıyor mu? İlk engellemeler özelleştirme konularından gelmeye başlamış idi; süreç Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun son kararına kadar geldi dayandı. Hülya Avşar’a açılan soruşturma da bu sürecin üzerine tüy dikti. Kürt açılımı çok ciddi, kökleri çok eskilere dayanan bir konuya çözüm arayışı. Bu çözümde hem toplum, hem de devlet olabildiğince ellerini taşın altına koymak zorundalar. Devlet dediğiniz ise de yasama, yargı, yürütme demek. Bizim ülkede toplum bu tür arayışlara daha sıcak bakıyor, geniş kitleler son analizde vicdanlarıyla davranıyorlar ama devletin bazı organları için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. Bu işte de yargı başı çekiyor. Bir askeri araca bir gösteri sırasında taş atan gençlere bir uzman çavuş (hep de uzman çavuşlar çıkıyor karşımıza) kurşun sıkıyor ve bir kişi, üstelik kenarda duran bir kişi ölüyor. Yargı süreci işliyor, dava Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na kadar gidiyor. Ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu yine çok tartışılacak bir kararın altına daha imza atıyor. Kararda Siirt’in özelliklerine göndermeler var, Siirt’in bölgedeki yerine göndermeler var, uzman çavuşun orantılı güç kullanmadığının özrü var, “mazur görülen bir yetki/sınır aşımı” kavramı var. OHAL hala yürürlükte imiş gibi davranma içgüdüsü var. “Kutsal devleti” koruma uğruna bireyin yaşam hakkının ihlalinin kabulü, yasal gösterilmesi var. Yakında TBMM’de görüşülecek “açılım politikalarının” öngördüğü, özen gösterilmesini istediği ne varsa yargı bunların tümünün aksini yapıyor, anti-çağdaş, partileşmemiş ama çok etkin bir devletçi siyasal parti gibi davranıyor. Yargıda çok ama çok ciddi başka problemler de var. Konu asla bir bağımsızlık konusu değil; ortada, belirli bir ideoloji çerçevesinde şekillenmiş bir misyoner ruh var. 28 Şubat günlerinde askerden brifing almaktan başlayan (çok daha öncesi de var), işletmelerde kamu mülkiyetini kutsayan kararlarlardan, Hrant Dink kararından, gayri müslim vatandaşlarımıza yabancı demekten, 367’den, AİHM’de yüksek yargı kararları en çok mahkum olan ülke olmaktan geçen, son karara uzanan bir dizi hukuki/siyasal pozisyon alış var önümüzde. Meseleye iyi teşhis koymak gerekiyor. star
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|