12-05-2009, 17:39 | #1 |
Fahrettin paşanın ışık süvarileri.
Kış, bütün tepelerde zaferini ilan etmeye hazırlanmaktadır. Bir Mehmetçiğin yanık sesi can verir, Bilal-Habeşi’nin minaresine. Öğle Namazı vecd içinde kılınır, herkes, tarihi bir gün yaşandığının farkındadır. Paşa, ağır ağır kalkar, yerinden. Büyük bir al bayrağı sarar göğsüne. Kendisine çevrilen gözlerin aydınlığında çıkar minbere. Nefesler tutulmuştur. Yiğit yüzlü Paşa’nın gök gürlemesini andıran sesi düşer sessizliğin ortasına. “Ey Nas..! Aha şurada, kabrinde diri olan Peygamber(sav)’in huzurunda söz veriyorum ki, son nefer, Medine’nin enkazında ve nihayet yeşil türbenin altında kan ve ateşten dokunmuş kefeniyle gömülmedikçe, al bayrağı, Yeşil Kubbe’nin üzerinden hiçbir güç indiremeyecektir. Kardeşlerim, evlatlarım! Söz verelim Allah’a, söz verelim huzurunda bulunduğumuz Rasulllah (sav)’a, Ya Rasulallah biz seni bırakamayız!” Gökler gürlemiş, yer yerinden oynamıştır. “Biz seni bırakmayız” sesleri kubbelerde çınlar. Herkes sevinç ve göz yaşları ile birbirine sarılır. Sanki “Süleymaniye’de bir bayram sabahı”dır. Paşa son sözleriyle birlikte kendinden geçer ve ayıldığında kendisini Mehmetçiklerinin kucağında bulur. Artık, Rasulullah(sav)’ın huzurunda er de kumandan da birdir,herkes Muhammed ümmetidir. *** 1918′in hicran dolu günleri… Vefasızlığın ve vahşetin bu kadarından milletçe ürperdiğimiz, hayret ve dehşetten donakaldığımız günler. Dünkü bahçelerimizdeki çiçeklerin zehir saçtığı, “dostların düşmanlarla barışıp” gittiği, umutların bir bir söndüğü günler… Mondros Mütarekesi’yle İtilaf Devletlerinin komutanlarına, bütün cephelerde yokluk, yoksulluk içerisindeyken bile kahramanca savaşan, muhafız kıtalardaki askerlerimizi hasta ve yaralılar da dahil olmak üzere kendi ellerimizle sayarak teslim ettiğimiz o hicranlı yıllar… Filistin, Lübnan, Suriye, hatta Irak ve bütün Arabistan’ daki muhafız kıtalar teslim olmuş, bir Medine Muhafızları direniyordu. O kadar… Uzaklarda, çok uzaklarda özgürce dalgalanan tek bir bayrak kalmıştı. Yeşil Türbe’nin üstündeki al bayrak… Cihan harbinin sonunda, bütün bir milletin; “Eyvah bunca şehide bunca acıya rağmen artık her şey bitti” feryadıyla umutsuzluğun koyu karanlığına gömüldüğü günlerde, Peygamber Şehri’nin semasında, bir fecir yıldızı gibi doğan; “ Hayır! Allah’ına güvenen bir milletin şan ve şerefi bitmez” sadasıyla sayhalaşan bir ses vardır. Bu ses, Medine Müdafii Fahreddin Paşa’nın sesidir: “Ya Rasulallah (sav) ben seni bırakmam” Bütün cepheler bozulmuş, Fransız ve İngiliz gemileri İstanbul önlerine kadar gelmiştir. Yolcuların sağdan soldan topladıkları odunlarla güç bela yol alabilen Hicaz Trenleri, yer yer bombalanmış olan demir yolundaki hasarlar yüzünden Anadolu’nun yardımlarını taşıyamıyordu. Trenler yorgundu… Askerler yorgundu… Anadolu’nun yüreği yorgundu. Açlık susuzluk ve salgın hastalıklar Medine’yi savunan Mehmetçikleri perişan ediyordu. Açlıktan çekirge yemeye başlayan asker her geçen gün kırılıyordu. Susuzluktan dilleri sarkmış develerin alev gibi kızgın kumlara yatarak çıkardıkları homurtulara can dayanmıyordu. Bir katre su için mataraların ağzına yapışan dudaklarda son umutlar da sönüyordu. Fahreddin Paşa, her gün kefenine bürünüp, başına beyaz bir sarık sararak Ravza-yı Tahire’yi kendi eliyle temizliyor, al bayrağa baktıkça bir gün indirileceği ihtimalinden dehşet duyuyordu. Koskoca imparatorluk bakiyesi olarak Anadolu dışında sadece Peygamberimiz (s.a.v)’in gölgesindeki son Türkler vardı. Fahredin Paşa, İstanbul Hükümeti’nden gelen üst üste emirlere ve İngilizlerin yoğun baskısına rağmen, 700 kadar subay ve 6000 kadar da kahraman askeriyle Medine müdafaasına devam ediyordu. Ne hicrandır ki artık Osmanlı Güneşi, yavaş yavaş vadilerden, dere yataklarından, bağlardan, bahçelerden çekilmekte, ufuklar, koyu kızıl bir siyaha boyanmaktadır. Bütün ikmal yolları kesilmiş, açlık, susuzluk ve salgın hastalıklar dayanılmaz bir hal almıştır. Hiç kimse de dayanacak takat kalmamıştır. Yavaş yavaş ordunun içinde de bozulma başlamıştır. En yakın silah arkadaşları, Paşa’nın gözlerinin içine bakarak, teslim olunması gerektiğini söylemektedir. Yolun sonu görünmüştür. Fahreddin Paşa; “O halde hazırlanıp yola çıkmak zamanı gelmiştir’ diyerek, kahraman mehmetciklerine ve silah arkadaşlarına gözleri yaşartacak pek hazin bir “Allaha ısmarladık, hakkınızı helal edin” mesajı yayınlar. Eşyalarını toplamak için girdiği makam odasındaki her bir eşyaya dokundukça yüreği kopar. Ayrıldıktan aylar sonra bile Arapların; “İşte şu kapıdan girermiş, bak bak şu odada otururmuş, dışarı çıktı mı kimse yanına yaklaşamazmış, boyu da herkesten uzunmuş, atına bir bindi mi kimse yetişemezmiş, hecine de binermiş, yalnız Harem-i Şerif’e mutlak yayan gidermiş, imamlık ettiği de olurmuş, sesi de çok güzelmiş, bir Kur’an okurmuş ki ya selam, Arapça da bilirmiş, bilmediği bir dil yokmuş…’diyerek efsaneleştirdikleri, kahraman Paşa’nın teslim kararıyla, Cihan Harbi’nin, Osmanlılık namına en şanlı bir sahifesi daha kapanmaktadır. Makam arabası en son ve en zor görevini ifa etmeyi bekleyen düşünceli bir küheylan gibi kapının önünde öylece durmaktadır. Odasındaki masasından kalkar, dışarı çıkar. Uyur gezer gibi bir hali vardır. O efsanevi Paşa gitmiş yerine bambaşka bir insan gelmiştir. Yorgun ve bitkindir. Karşısında renkleri atmış, boyunları bükülmüş, nefesleri kesilmiş vaziyette selam duran her rütbeden silah arkadaşlarıyla sarsıla sarsıla ağlayarak kucaklaşır. Manzara cidden pek hazindir. Daha fazla dayanamaz ve emektar şöförüne, Ravza-yı Tahireye sürmesini emreder. Ravza’nın gümüş parmaklığının önüne gelince kendinden geçercesine duaya dalar. Ardındaki yaverine döner ve ‘Burada kalıyoruz’ der. “Ya Rasulallah(sav)! Ben, seni korumaya gelmiştim; ama beni korumak da sana düştü” diyerek Rasulullah(sav)ın komşuluk ve sıyanetine sığınır. Durumu öğrenen komutanlar şaşırırlar. İngilizler anlaşmanın yürürlüğe girmesi için Paşanın teslimini şart koşmaktadır.. Hep birlikte Ravza-yı Tahire’ye gelirler. Paşa bu çok sevdiği silah arkadaşlarını Ravza’da ayakta karşılar. Dil dökerler, ‘Kader paşam, siz elinizden geleni yaptınız, kimseye nasip olmayacak bir kahramanlık ve fedakarlık gösterdiniz’ derler. Paşa granitten bir kaya gibi sessizdir. Sanki söylenenlerin hiçbirisini duymuyor, yalvaran gözleri görmüyordu. Ve Peygamber’in huzurunda Medine müdafaasının en hazin sahnesi yaşanır. Komutanlar, birbirlerine bakışırlar. Önceden karalaştırdıkları gibi hep birlikte Paşa’nın üzerine atlayıp kıskıvrak yakalarlar ve Paşa’nın sıkıca tutunduğu ellerini gümüş parmaklıklardan koparırlar. Paşa da komutanları da göz yaşlarına boğulur.. Ne hazindir ki Peygamber’ini korumak için Medine’ye gelen bu kahraman Paşamız kendi emrindeki komutanlar tarafından İngilizlere teslim edilir. Anadolu dışındaki son bayrağımız da böylece iner ve son umut ışığımız da söner. Alem-i İslam’in üzerine koyu bir karanlık çöker ve bütün sesler kesilir: “Geçerken ağladım geçtim, dururken ağladım durdum Duyan yok ses veren yok, bin perişan yurda baş vurdum” Ufkun yüzünde akşam güneşi bir volkan gibi tutuşurken, iri yeşil kertenkelelerle, dağ kedilerinin av gözledikleri kızgın kayaların üstünde böceklerin kulakları sağır eden, ağıt gibi açık hava konseri başlar. Son kutsal karakolun efsane komutanı karanlıkları yırtan “ya leyl” sesleri arasında ayrılır Medine’den. “Ya leyl” sesleri hiç bu kadar yakışmamıştır yanık çöl gecelerine. Esir bir komutan olarak ardına baka baka, gözlerinden kanlı yaşlar aka aka Medine’den ayrılırken şu sözler dökülür dudaklarından. “Ya Rasullah(sav) biz seni bırakamayız” “Ben senin davanı bırakamam” diyerek yollara düşen, yüreği peygamber sevgisiyle dolu günümüzün ışık süvarileri, Fahreddin Paşaların kabul olmuş dualarıdır. harun tokak
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|