|
12-31-2012, 12:22 | #1 |
Farkında değiliz, ama fena halde yalnızız! / Yavuz Bahadıroğlu - Yeni Akit
Eskiden “cemaat” hayatı yaşardık.
Azınlıklar kendi içinde, Müslümanlar kendi içinde (tarikatlar vasıtasıyla) cemaatleşmişti. Kimi cemaatler kilisede, havrada, kimileri camide, tekkede, zaviyede buluşur, “ibadet” ekseninde görüşüp halleşirlerdi. Yine eskiden “mahalle”lerimiz vardı: Mahalle kadınları müstakil bir evin iç avlusunda buluşur, bir yandan çalışıp (imece), bir yandan dertleşirlerdi… Mahallenin erkekleri ise mescitlerin, dergahların “muhabbethane”lerinde, mahalle kahvesinde, terzide, berberde, bakkalda bir araya gelir, “sohbet”in tadına varırlardı. Eski İstanbul'da hayat derin yaşanır, gelenekler bölge bölge yaşatılırdı. Hangi ırkın nerede oturduğu da belliydi: Buna göre Balat'ın iç tarafında nüfusun büyük çoğunluğunu Yahudiler oluşturur, Türkler Edirnekapı ve Draman'a doğru uzanan bölgede otururlardı. Hasköy, Ortaköy, Eminönü ve Karaköy (Karaim Yahudileri) de, Yahudilerin yoğun biçimde yaşadığı semtlerdi. Fener'in büyük bölümünde Rumlar, iki kilisenin arasında kalan bölgede ise Ermeniler yaşardı. Az sayıda da Acem, Arnavut ve Bulgar ailelere de rastlanırdı. Ermenilerin bir bölümü de Samatya ve Kumkapı civarında ikamet ederdi. Bugün “Beyoğlu” olarak bilinen “Pera”, varlıklı Rumların, Ermenilerin ve Levantenlerin mekanıydı. Zaman içinde Yahudiler de Pera'ya yerleştiler. Şimdi her şey karışık: Herkes her yerde… Herkes semtine yabancı, çevresine yabancı, komşusuna yabancı, hatta kendine bile yabancı!.. “Cemaat” hayatı yaşamanın önemli getirilerinden biri, iç denetimdi. Cemaatin yaşlı-başlı üyeleri gençleri denetler, bu yüzden gençler kendilerine başıboş hissetmez, yalnızlaşmaz, bireyselleşmezdi. Mahalle hayatı da öyleydi: Mahallelinin kendi içinde ürettiği denetim ve dayanışma ruhu “komşuluk” kavramını pekiştirir, tüm mahalleyi geniş bir “aile”ye dönüştürür, kendi içinde gelişen bir “kontrol mekanizması” tıkır tıkır işleyip gençleri kötü alışkanlıklardan korurdu. Çoktandır kimse kimseyi denetlemiyor. Herkes kendine kalmış durumda. “Bireysel özgürlükler” deyip geçiyoruz, ama uyuşturucu başta olmak üzere envai çeşit uygunsuzluk git gide gençleri kıskacına alıyor. Çünkü mahallelerimiz yıkıldı. Yerlerine yüksek apartmanlar (bu arada İstanbul'da ilk apartmanları Karaim Yahudilerinin inşa ettiğini de hatırlatalım) dikildi. Her biri bir aileye ait bağımsız “ev”lerden, giren çıkanın denetlenemediği apartman “daire”lerine taşındık. Her “bağımsız bölüm”, yani her “daire”, kendi iç yalnızlığına gömüldü. “Bağımsız bölüm”lerde oturanlar kendi “bağımsız bölüm”lerini (odalar) oluşturdular: Mahalle denetiminden sonra aile denetimi de ortadan kalktı. Bu da yetmedi, sokak içine ektiğimiz “apartman”lardan, daha güvenli olduğunu sandığımız “site”lere (etrafı yüksek duvarlarla çevrili yerleşim birimleri) geçtik. Mahalleler arası irtibat böylece koparken, insanlar arası irtibat da koptu. Sonuç: Yine yalnızlık! Derken, “Rezidans”lar (Residence) çıktı başımıza: “Beş yıldızlı otel hayatı” diye özendirip sattılar bize… Aslında “beş yıldızlı yalnızlık” satın aldık! Bunlar “bireyselleşme”nin sonucu: Bireyselleştikçe yalnızlaşıyoruz! Oysa 19. Yüzyılın ortalarında, tüm insanlara “bireyselleşme”yi öneren Kapitalizm, “bireyselleşme” ölçüsünde özgürleşeceğimizi savunmuştu. Özgürleştikçe daha fazla bağımsızlaşacaktık. “Özgürleştirme” adı altında “yalnızlaştırma” projesi uygulandığını yeni yeni fark ediyoruz (en asından fark edenler artıyor). Meğer bütün bunlar, tüketimi azdırmaya dayalı sinsi bir projenin ürünüymüş: Ne de olsa çeşitli teşviklerle (reklam dediğimiz özendirme) “birey”i etkilemek kolay, ama kendi içinde cemaatleşmiş toplulukları etkilemek zordu. Önce “cemaat”leri dağıtmak gerekiyordu! Meşhur, “böl ve yönet” politikası… Şimdi şunu düşünüyorum: Acaba tarikatları kapatmak (çünkü tarikatlar örgütlü toplumun en dinamik, en bilinçli ve etkili boyutuydu) da bu projenin bir parçası mıydı?
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|