05-05-2008, 03:19 | #1 |
Fıkıh Ansiklopedisi (B)
BİR ÇÖLDE VEYA KIRDA BULUNAN KİMSE ELİNDE PUSULA OLMAZSA KIBLEYİ NASIL BULACAKTIR?
Kutup yıldızı, görünüşte sabit olup daima güney istikametine bakmakta olduğundan onunla kıbleyi bulmak mümkündür. Şöyleki: al-Cezire, Bitlis, Siirt, Muş, Urfa, Diyarbakır, Mardın... ve Rakka gibi yerlerde bulunan kimse tam sırtını, Medine'i Münevvere, Kudüs, Gazza, Ba'labak, Adana, Mersin, Antakya ve çervesinde bulunan kimse sol kulağını, Irak, Maveraünnehir ve çervesinde bulunan kimse sağ kulağını kutup yıldızına doğru çevirirse kıbleye yönelmiş olur.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
05-05-2008, 03:19 | #2 |
Fıkıh Ansiklopedisi (B)
BABANIN ERKEK ÇOCUĞUNA BAKMA YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜN ŞARTLARI
a) Erkek çocuk büluğ çağına gelmemiş olmalıdır. Ancak çocuk büluğ çağına geldiği halde sakat, kötürüm, felçli ve müzmin şekilde hasta olur ve kazanmaktan aciz bulunursa yine babanın nafaka yükümlülüğü devam eder. b) Fakir olmalıdır. Çocuğun kendine ait malı varsa, masraflar ondan yapılabilir. c) Baba, çocuklarına bakmaya muktedir olmalıdır. Bu, babanın ya zengin ya da çalışabilecek durumda olmasıyla gerçekleşir. d) Babanın ve çocuğun hür olmaları gerekir. Babanın kız çocuğuna bakma yükümlülüğünün şartları a) Kızda büluğ ve yaş aranmaz. Evleninceye kadar kız çocuklarının geçimi babaya aittir. Evlendikten sonra bu yükümlülük kocasına geçer. Kocası ölür veya boşanırlarsa kadın yine babasının evine döner. Kadın çalışıp kazanmaya zorlanamaz. Fakat Islâmî ölçüler içinde bir iş veya meslekte çalışıp kazanmak isterse bu da câizdir. b) Fakir olmalıdır. Eğer kızın malı varsa, geçimi ondan sağlanır. c) Baba, çalışıp kazanmaya muktedir veya zengin olmalıdır. d) Babanın ve kızın hür olmaları gerekir. Bir kimsenin yakınlarının geçimini sağlarken öncelik vereceği kimseler hadis-i şerifte şöyle belirlenmiştir: Ebû Hûreyre (r.a) nakleder: "Bir adam Resûlullah (s.a.s)'a gelerek şöyle dedi: Ey Allah'ın elçisi! Benim yanımda bir dinar para var, nereye sarfedeyim? Hz. Peygamber; "Kendi ihtiyacın için sarfet" buyurdu. Adam: "Yanımda başka bir dinar daha var" dedi. Hz. Peygamber; Eşine sarfet" buyurdu. Adam dedi: "Başka bir dinar daha var". Hz. Peygamber; "Çocuklarına sarfet" buyurdu. Adam: "Bir dinar daha var" dedi. Hz. Peygamber, onu da hizmetçisine harcamasını söyledi. Son bir dinar daha olduğunu söyleyince de; "Sen onu nereye harcayacağını daha iyi bilirsin" buyurarak, bu konuda onu serbest bıraktı" (Ahmed b. Hanbel, II, 251, 471; Nesâî, Zekât, 54). |
|
05-05-2008, 03:20 | #3 |
Fıkıh Ansiklopedisi (B)
BÂÎN TALAK
Yeniden bir mehir tesbit ederek nikâh kıymadıkça karı ile koca arasındaki evlilik bağını kesip onları biribirinden ayıran ve nikâhtan doğan karşılıklı hak ve görevlere derhal son veren boşama türü. Bâin talâkın üç şekilde meydana geldiğinde İslâm hukukçuları ittifak etmişlerdir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l Müctehid, II, 61): 1- Nikâhtan sonra fakat cinsi münasebette bulunmadan ve sahih halvet olmadan yapılan boşama. 2- Üç talak ile yapılan boşama, 3- Kadının isteği ile bir bedel karşılığında anlaşarak yapılan boşama, Hanefiler, kinayeli veya mübalâğa ve şiddet ifade eden sözlerle yapılan boşamayı da bâin talak sayarak, maddeyi dörde çıkarmışlardır (Hayreddin Karaman, M. İslâm Hukuku, I, 303) Bâin talak, beynûnet-i* suğrâ (küçük ayrılık) ve beynûnet-i kübrâ (büyük ayrılık) olmak üzere iki kısma ayrılır. Buna hürmet-i hafife ve hürmeti galiza da denir. Bir veya iki talak ile meydana gelen bâin talaka beynûnet-i suğrâ; üç talak ile meydana gelen bâin talaka da beynûnet-i kübrâ adı verilir. Eşini ric'î (dönülebilen) talak ile boşamış olan bir kimse, iddet müddeti (üç ay) içerisinde kararından vazgeçip evine dönmezse, bu boşama bâin talaka dönüşür ki, tekrar evlenmek isteseler, mehir ve nikâh gerekir. Beynûnet-i suğrâ ile boşanan eşler, derhal boşanmış olduklarından birbirine mirasçı olamazlar. Koca, karının hakkı olan mehirini henüz vermemiş ise hemen ödemesi gerekir. Bâin (bir veya iki) talakla karısını boşamış olan kimse, karısı başka biriyle evlenmeden, yeni bir mehir ve yeni bir akidle onunla tekrar evlenebilir. Beynûnet-i kübrâ (üç talak) ile boşayan kimse ise, kadın başka biriyle evlenmeden, onunla tekrar evlenme hakkına sahip değildir (Seyyid Sâbık, Fıkhü's-Sünne, II, 277). Bu konuda Kur'an-ı Kerîm'de: "Boşama iki defadır. Ondan sonrası ya iyilikle tutmak veya güzellikle salmak vardır... Bundan sonra kadını tekrar boşarsa, kadın başka biriyle evlenmedikçe kendisine helâl olmaz" (el-Bakara, 2/229-230), buyurulmaktadır. İki veya üç defa yapılan boşanmaların aynı anda veya ayrı ayrı zamanlarda yapılması önemlidir. Normal olarak boşanmaların ayrı ayrı zamanlarda yapılması gerekir. Başka bir deyimle bir iddet müddetinde yani üç ayda bir defa boşama yapılır. Üç ay geçtikten sonra ikinci defa boşar. Bir üç ay geçtikten sonra tekrar üçüncü defa da boşarsa, beynûnet-i kübrâ meydana gelmiş olur. İslâm hukukçuları bu konuda görüş birliğine varmışlardır. Fakat, bir anda iki veya üç talak ile boşama yapılırsa, iki ve üç talak meydana gelir mi yoksa bu, bir talak mı sayılır hususunda görüş ayrılıkları vardır. Bazıları yukarıda geçen ayetin zâhirini delil göstererek, bir anda iki defa boşarsa iki, üç defa boşarsa üç sayılır derken; diğerleri de bir anda iki veya üç defa yapılan boşamalar bir talak hükmündedir demişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Hz. Ebû Bekir devrinde ve Hz. Ömer'in ikinci yılına kadar, aynı anda yapılmış olan iki üç veya daha fazla boşamalar, bir talak kabul edilmiştir (İbn Rüşd, a.g.e., II, 61). Dinde kolaylık esas olduğuna göre, toplumun temelini oluşturan aile yuvasının dağılmasını önlemek için, aynı anda yapılan iki, üç veya daha fazla boşamaların bir talak sayılmasında fayda vardır. Bununla kadının mağduriyeti önleneceği gibi pişmanlık kapısı da kapatılmamış olur. |
|
05-05-2008, 03:21 | #4 |
Fıkıh Ansiklopedisi (B)
BÂTIL DİNLER
Cenâb-ı Hak'ın peygamberlerine indirdiği vahiyle ilgisi olmayan ve insanlar tarafından uydurulan yanlış inançlardan ibaret olan dinler. Bâtıl, Hakk'ın zıddıdır. Sabit olmayan şey anlamına gelir. "Bunun sebebi şudur, muhakkak ki Allah hakkın kendisidir, bundan başka taptığınız şeyler ise bâtıldır." (Lokman, 31/30). Söylenen söz ve icra edilen iş için de bâtıl kelimesi kullanılır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Yapmakta oldukları şeyler de bâtıl olmuştur" (el-A'raf, 7/139), "Niçin hakkıbâtıl ile karıştırıyorsunuz?" (Âli Imrân, 3/71), "De ki: Hak geldi, bâtıl ortadan kalktı. Zaten bâtıl ortadan kalkmaya mahkûmdur. " (Isra, 17/81), "De ki: Hak geldi; artık bâtıl ne yeniden başlar, ne de geri gelir. " (Sebe, 34/49). Ibtal, bir şeyi bozmak -ister hak olsun ister bâtıl- onu ortadan kaldırmaktır. Kur'an-ı Kerîm'de bu anlamda şöyle buyurulur: Allah hakkıhak kılmak ve bâtılı ibtal etmek için... " (el-Enfâl, 8/8). Gerçek olmayan söze de bâtıl denilir. (Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'an, Mısır, 1970, s. 66). Tarihi seyir içerisinde dinlerin çeşitli tasnifleri yapılmıştır. Bazı din tarihçileri dinleri; iptidâî dinler, millî dinler ve dünya (evrensel) dinleri olmak üzere üç grupta ele almışlardır. (Annemarıe Schımmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, s. 3). Bir kısım batılı bilginler de dinleri: "Kurucusu bulunan dinler" ve "geleneksel dinler" diye bölümlere ayırırken, diğer bazıları da "milli dinler" ve "evrensel dinler" şeklinde iki grupta ele almışlardır. (M. Şemseddin, Târîh-i Edyân, Dersaâdet 1338, s. 26-34). Islâm bilginleri ise dinleri; Ilâhi vahye dayanan dinler ya da kısaca "hak dinler" ve "bâtıl dinler" yani ilâhi vahye dayanmayan dinler diye; iki kısma ayırmışlardır. Şehristâni gibi bazı Islâm bilginleri de dinleri; "el-Milel ve'n-Nihal" tarzında sınıflamaya tabi tutmuşlar; "hak dinler" karşılığında "el-milel", "bâtıl dinler" karşılığında da "en-nihal" ifadesini kullanmışlardır. (M. Şemseddin, a.g.e., s. 34-36; Ahmet Hamdi Akseki, Islâm Dini, s. 14; Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Istanbul, 1983, s. 13; Günay Tümer, Çeşitli Yönleriyle Din, A.Ü.I.F. Dergisi, Cilt: XVIII, sh. 213-267). Islâm bilginlerinin din tasnifi Kur'an-ı Kerîm'e dayanmaktadır, çünkü Kur'an-ı Kerîm'de, Islâm dini için: "Allah katındaki din" (Âli Imrân, 3/19), "dosdoğru din" (er-Rum, 30/30), "hak din" (et-Tevbe, 9/33), (el-Fetih, 48/28; es-Saff 61/19) gibi ifadeler kullanılır. Islâm, "bütün dinler üzerine üstün kılınmak" üzere gönderilmiştir. (et-Tevbe, 9/33; el-Fetih, 48/28; es-Saff 61/19). Dolayısıyla "Kim Islâmiyet'ten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O ahirette de kaybedenlerden olacaktır. " (Âli Imrân, 3/85). Bu son iki ayetten de anlaşılacağı gibi, İslam'ın dışındaki dinlere de "din" denilmektedir. Fakat Islâm, hak din olduğuna göre, diğer dinlerden ilâhi vahye dayanmayanlar "bâtıl" dır. Yahudilik ve hristiyanlık gibi ilâhi vahye dayanmakla beraber, aslî şeklini kaybetmiş ve böylece dini esasları bozulmuş olanlar da "muharref" dinlerdir. Bu sınıflamalara göre, ahlâkî fazilet üzerine kurulmuş, kudret ve iradesi bütün kâinata hakim, ilmi her şeyi kuşatmış bir tek "Allah'a ve O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine imanı" esas alan (el-Bakara, 2/285) ve "Yalnız Allah'a ibadeti emreden" (ez-Zâriyât, 51/56) dinler hak; bu özellikleri taşımayan dinler de bâtıl dinler grubuna dâhildir. Islâm'a göre insanlığın ilk dini, tevhîd dinidir. Dinin kurucusu yüce Allah'tır. Allah kâinatı, insanı yaratmış, kitaplar ve peygamberler göndermiştir. Insanlar bir erkek ve bir dişiden yaratılmıştır. Hz. Âdem'e her şeyin ismi öğretilmiş ve kendisi ilk peygamber olarak görevlendirilmiştir. Hz. Âdem de, Allah'dan aldığı vahiy ve ilham ile kendi devrindekileri irşat etmiştir. Sonra insanlar tevhîd esaslarını unutup, Allah'tan başka şeylere, tabiat kuvvetlerine, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapınmaya ve bunları Allah'a ortak koşmaya yöneldikçe, Allah da elçiler gönderip insanları "hak dine", "hak yola" davet etmiştir. Böylece hak din, Allah'ın gönderdiği elçiler ve kitaplar yoluyla akıl ve irade sahibi insanlara bildirilmiştir. Bunun için sapmalar sonradan olmuş, çok tanrıcılık sonradan gelişmiş ve dolayısıyla bâtıl dinler de sonradan ortaya çıkmıştır. Bu gerçek, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle dile getirilmiştir: "Insanlar bir tek ümmetti. Allah peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi. Ancak kitap verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa düştüler. Allah, insanları, ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izni ile eriştirdi... " (el-Bakara, 2/213). "Habibim! Hakk'a yönelerek kendini, Allah'ın insanlara yaratılışta bahşettiği dine ver. Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur. Işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler. " (er-Rûm, 30/30). Buna göre bâtıl dinler tevhîd esasına dayanmaz. Ilâhi vahye dayalı bir kitabı yoktur. Peygamber anlayışına fazlaca yer verilmez. Cennet, Cehennem, melek ve ahiret telâkkişi belirgin bir şekilde gelişmemiştir. Devamlı değişmeye ve tahrife elverişlıdır. Çoğu zaman bazı seçkin şahıslar tarafından uydurulmuş veya herhangi bir toplumda zaman içerisinde kendiliğinden ortaya çıkmıştır. |
|
05-05-2008, 03:21 | #5 |
Fıkıh Ansiklopedisi (B)
BAYRAM, BAYRAM NAMAZLARI
İslâm ümmetinin iki bayramı vardır. Bunlar bütün İslâm âleminde kutlanan bayramlardır. Biri Kurban Bayramı, diğeri de Ramazan Bayramı'dır. Ramazan Bayramı Ramazan ayının bitiminde, Şevvâl'in birinde; Kurban Bayramı da Zilhicce ayının onuncu gününde olur. Ramazan bayramı üç gün, Kurban Bayramı dört gündür. İslâmî kardeşliğin perçinlendiği bu mübarek günler, müslümanların sevinç ve mutluluk günleridir. Nitekim Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye hicret ettiği zaman, Medinelilerin iki bayramı olduğunu öğrendi. Medineliler bu bayramlarında oyun oynar ve eğlenirlerdi. Bu durumu gören Hz. Peygamber Allah Teâlâ size kutladığınız bu iki bayrama bedel olarak daha hayırlısını, Ramazan Bayramı ile Kurban bayramını lûtuf olarak vermiştir. " (Ebû Davûd, Salat 239, Neseî, I'deyn, 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 103, 178) Bu bayramların neşe ve sevinç günleri olduğunu yine bizzat Hz. Peygamber ifade buyurmuşlardır. Buhârî'nin Hz. Âişe'den rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfte Hz. Âişe (r.a.) şöyle anlatmıştır: "Bir defasında, Kurban Bayramı'nın ilk günlerinde Hz. Peygamber yanıma girdi. Yanımda, "Buâs" ezgilerini (def çalarak) okuyan iki kız vardı. Yatağına uzanıp, yüzünü çevirdi. Derken babam Ebû Bekr (r.a.) içeri girdi. "Bu ne! Resulullah'ın (s.a.s.) yanında şeytan çalgıları mı?" diyerek beni azarladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) ona dönerek, "Onlara dokunma" buyurdu. Ben de babam bir şeyle meşgul olunca kızlara işaret ettim, onlar da çıktılar. (Müslim, Salatu'l- îdeyn,16). Yine bir bayram günü Habeşîler kalkan ve mızrak oyunu oynuyorlardı. Bunlara bakmak için ya ben Hz. Peygamber'den izin İstedim veya O "Bakmak istiyor musun?" diye bana sordu (iyice hatırlamıyorum). Ben "Evet" dedim. Bunun üzerine beni arkasında yanağım yanağına değecek şekilde ayak üstü durdurup, oyun oynayanlara "Haydi devam edin Erfideoğulları!" buyurdu. Nihayet ben usanınca Artık yeter mi?" diye sordu. "Evet" dedim. "Öyleyse git!" buyurdular." (Buhârî, îdeyn, 2). Buhârî'nin diğer bir rivayetinde, söz konusu hâdisede, Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekr (r.a.)'e "Ebu Bekr! her ümmetin bir bayramı vardır, bu da bizim bayramımızdır" buyurmakla, bu günlerde yapılacak meşru eğlence ve sevinç izhar etme keyfiyetine cevaz vermişlerdir. Düğünlerde olduğu gibi, bayramlarda da sevinçli olduğunu açıkça göstermek için, İslâm'a aykırı olmayacak şekilde eğlenmeler tertiplemek caizdir. Hatta bayramlarda sevinçli olduğunu açıkça ortaya koymak İslâm'ın prensiplerindendir. (Tecrîdi Sarîh Tercümesi, III, 157). Bayramlarda yapılması mendup (dinimizin güzel gördüğü) hususlar vardır, şöyle ki: Bayram sabahında erken kalkmak, yıkanmak, gusletmek; misvak kullanmak, ağızı temizlemek; güzel koku sürünmek; en güzel elbisesini giyinmek; Allah'ın verdiği nimetlere şükretmek için sevinçli ve neşeli görünmek menduptur. Ayrıca: Ramazan Bayramı'nda sabahleyin camiye gitmeden önce tatlı bir şey yemek. Varsa bunun hurma olması ve bir, üç, beş gibi tek adetli olması; Kurban Bayramı'nda kurban kesecek kimsenin onun etinden yemesi için namazdan önce bir şey yememesi güzel bir davranıştır. Sonra namaza erken davranıp sabah namazını mahalle mescidinde kılarak bayram namazı için, varsa namazgâha ve büyük camiye gitmek; namaza giderken Ramazan Bayramı'nda içinden ve Kurban Bayramı'nda açıktan tekbir getirmek; dönüşte mümkün ise başka yoldan gelmek; müminlere rast geldikçe güler yüzlü olmak ve tatlı söz söylemek; gücü yettiğince çok sadaka vermek menduptur. (Meraku'f-Felah, İstanbul 1327, 158). Bütün bunların dışında çocuklar, bilhassa öksüz ve fakir çocuklar sevindirilir; akraba, eş ve dost ziyaretleri yapılarak, hâl hatır sorulur. En önemlisi, aralarında dargınlık olanlar barıştırılır. Yüce Allah'ın ihsan ve rahmetinin tecellisine de sebep olan bu bayramların diğer yönden sosyal hayatta bu tür faydaları gayet açık görülmektedir. Biteviye akıp giden sosyal hayatın monotonluğu bayram gibi önemli günlerle kesilerek fakirler hatırlanmakta, yetimler sevindirilmektedir. Bu şekilde İslâm'ın emrettiği gerçek kardeşlik sözden fiile geçirilmektedir. Müslümanlar birbirlerinin bayramlarını, ya karşı karşıya gelerek ya da mektup, tebrik veya telefon gibi haberleşme vasıtalarıyla tebrik ederler. Uzun zaman hatırlanmayan dostlar bu vesile ile hatırlanırlar. Bayramlar yine, yenilip yedirildiği, içilip içirildiği ikram günleridir. Akraba ve eş-dost ile beraberce bu günün mutluluğu paylaşılır. Bunun için de bayramlarda oruç tutmak Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır (Buhârî, Savm, 66; Ahmed b. Hanbel III, 34, 35). Fakat bayramlar yukarıda belirtilen hedeflerinden de saptırılmamalıdır. Zira bayramlar sadece yemek, içmek ve tatil yapmaktan ibaret değildir. Bu gerçeği göz ardı edip cemiyet hayatını düzenleyen ve aradaki uçurumları kaldıran böyle bayramlarda, tatil bahanesiyle toplumdan kaçarak bir deniz kenarında vakit öldürmek, her şeyden önce bu bayramların fazîlet ve sevabından mahrum kalmaktır. Diğer taraftan bu bayramlar İslâm'ın vakar ve şahsiyetini, olgunluk ve yüceliğini gösteren müesseselerdir. Bu hakikati görmek için, Güney Amerika karnavalları ile Avrupa'nın faşinglerini ve yılbaşı (Noel) bayramlarını, İslâm'ın bayramları ile karşılaştırmak yeterlidir. İslâmî bayramlar, arkasında tatlı hatıralar, yetim ve kimsesizlerle, fakirlerin mutluluk gözyaşlarını bırakırken; yukarıda saydığımız diğer milletlerin bayramları, arkalarında sadece, sefalet, içki kokusu, yollarda metrelerle ölçülen pislik ve çöp, hepsinden de vahşisi içki ve alkolün sebep olduğu nice ölüler bırakmaktadır. Ramazan Bayramı, Kamerî aylardan Şevval'in ilk üç gününde; kurban bayramı ise Zilhicce'nin 10,11,12,13. günlerinde kutlanır. Bayram namazlarına gelince: Kime cuma namazı farz ise; o kimseye bayram namazı kılmak vaciptir. Bayram namazlarından sonra okunan hutbeler sünnettir, cuma hutbesi gibi farz değildir, cuma hutbesi namazdan önce, bayram hutbesi ise namazdan sonra okunur. Bayram namazları hicretin birinci yılında meşru kılınmıştır. Bayram namazının vakti, güneşin doğup, ufukta bir veya iki mızrak boyu yükselmesinden itibaren başlar ve zevâl vakti denilen güneşin tam tepeye dikilme zamanına kadar devam eder. Bayram namazları ikişer rekattır. Cemaat şartı vardır. İmam okuduğu sureleri dışından =cehren okur. Ezan ve kamet getirilmeksizin, imam iki rekat Ramazan veya Kurban Bayramı namazına diye; cemaat de aynen imam gibi, hangi bayram namazını kılıyorsa o bayram namazına niyet eder ve imama uyduğunu söyler. Şöyle ki: Niyet ettim Allah rızası için iki rekat Ramazan Bayramı namazını kılmaya, uydum imama der. İmam ve arkasından cemaat "Allâhü ekber" diyerek iftitah tekbiri*ni alır. Arkasından hep birlikte eller bağlanır ve gizlice "Sübhaneke" okunur. Sonra imam açıktan, cemaat sessizce arka arkaya üç tekbir alır. Her tekbirde eller kulak hizasına kadar kaldırılır ve arkasından aşağıya indirilir. her iki tekbir arasında da üç defa "sübhanallah" diyecek kadar durulur. Üçüncü tekbirin ardından eller bağlanır ve imam gizlice "eûzü besmele" çeker. Arkasından açıktan Fatiha ile bir sure okur veya en az Kur'an'dan üç ayet veya üç ayet miktarı bir ayet okur. Bunları okuduktan sonra hep beraber "Allahü ekber" diyerek rukûa gidilir. Normal namazdaki gibi rukû ve secdeler yapıldıktan sonra ayağa kalkılır ve eller bağlanır. Yine imam içinden gizlice besmele çeker. Açıktan Fatiha ve bir zammı sûre okuduktan sonra, tekrar "Allahü ekber" diyerek üç defa tekbir alınır. Her tekbirde, birinci rekatta olduğu gibi eller kaldırılır ve tekbir aralarında yine üç defa 'sübhanallah' diyecek kadar durulur. Tekbir aralarında eller bağlanmayıp aşağıya salıverilir. Dördüncü tekbiri de imam açıktan; cemaat gizli alarak, rukûa giderler. Normal bir namazdaki gibi, rukû' ve secdelerden sonra oturulur. "Ettehıyyatü.." "Allahümme salli ve Bârik" duaları ile "Rabbenâ âtina.." duaları okunduktan sonra iki tarafa selâm verilir. Namaz bu şekilde tamamlandıktan sonra, hatib hutbeye çıkar ve oturmadan, hutbesine başlar. Bayram hutbelerine tekbir ile başlanır. Hatib Ramazan Bayramı hutbesinde, fıtır sadakasına dair; Kurban Bayramı hutbesinde ise kurban kesmenin adabına ve teşrik tekbirlerine dair bilgiler verir. Kurban Bayramı namazını vaktinde kılmak için biraz acele etmek; Ramazan Bayramı'nda ise biraz tehir etmek sünnettir. Bayram namazından evvel gerek evde ve gerek camide; bayram namazından sonra da camide nafile namazı kılmak mekruhtur. Eve gelirse kılınabilir. Bayram namazına yetişemeyen kimse, artık onu kaza edemez ve tek başına kılamaz. Dilerse döner gider, dilerse dört rekat nafile namazı kılar. |
|
05-05-2008, 03:22 | #6 |
Fıkıh Ansiklopedisi (B)
BAZI ZEKÂT MES'ELELERİ
Zekatımı memur olan ve evlenmek için paraya ihtiyacı bulunan bir yakınıma verebilir miyim? Verebilirsem hepsini aynı kişiye verebilir miyim? Gelinimin 93 gr. altını var. Onun zekâtından da ben mi sorumluyum? Yoksa kendisinin mi vermesi gerekir? Zekat Tevbe Sûresi'nin (9) 60. ayetinde sayılan sekiz sınıfa veya bunlardan sadece birine verilir: Hanefi mezhebine göre bu sınıflardan birine giren tek bir şahsa da verilebilir. Şafiî mezhebinde olduğu gibi o sınıftan en az üç kişiye dağıtılması şart değildir(Ibn Abidîn, N/62 (M.A.)). Çünkü adı geçen ayette "fakirlere", "miskinlere" gibi cemî (çoğul) kalıbı kullanılması, zorunlu olarak onlardan bir çoğuna verileceği anlamına gelmez. Belki, o cinse verileceğini gösterir. Dolayısı ile kişi zekâtını bir fakire de verebilir. Buna göre sözünü ettiğiniz yakınınız usûl ve furuûnuz, yani ana-baba ve onların ana-babaları..., evlat ve onların evlatları... Ve eşiniz değilse zekatınızı onlara verebilirsiniz. Üstelik zekatta yakınlardan başlamak daha evla olduğu için zekatınızı en iyi şekilde ödemiş olursunuz. Ancak bilindiği gibi zekat zengine verilmez. Zenginligin sınırı da kişinin "nisab"a sahip olmasıdır. Bir diğer ifade ile, ihtiyaç mallarından fazla, elinde 85 gr. altını veya 200 dirhem gümüşü, ya da bunlardan birine denk herhangi bir parası veya ticaret malı bulunan adam zengindir. Şimdi sizin verdiğiz para tek başına ve sınırın üzerinde ise, ya da onun elindeki bir miktarla beraber bu sınırın üzerine çıkarsa, o kişi aldığı para ile zengin durumuna yükselmiş olacağından, ona o miktar zekat vermek caiz olsa bile mekruhtur (Merginânî, el-Hidâye I/114; Mavsilî, el-Ihtiyar, I/121 (Ç.)). Caizdir, çünkü zekatın sıhhatında şart olan, onu fakire vermektir ve zekât verdiği anda o fakir idi. Dolayısı ile fakire verme şartı yerine gelmiş olur. Zenginlik ise, verdikten sonra oluşan bir durumdur. Mekruhtur (yani hoş değildir) çünkü zekâtı ona verirken nisab miktarıni aştıktan sonrası sanki zengine verilmiş gibi olur ve yakınında pislik varken namaz kılan adamın durumuna benzemiş olur (Merginânî, age, I/115). Dolayısı ile Imamı Azam'ın (ra): "Bir kişiye verilip onun zengin edilmesini daha güzel bulurum." sözündeki, "zengin edilmesi" ifadesini; o anda istemeye muhtaç bırakılmaması şeklinde anlamak gerekir (agk). Ama Imamı Züfer bir kişiye "nisab"ı geçecek şekilde zekât vermenin hiç caiz olmadığını söyler (Mavsilî, age. I/121; Merginânî, age. I/114). Ancak sonraki fıkıhçı imamlarımızdan bazıları, alanın borcu olsa ve borcu çıkarıldıktan sonra kalan, "nisab"ı aşmasa, veya çoluk-çocuğu bulunsa ve onlara dağıtması halinde, her birilerine düşen, "nisab"ı aşmasa, "nisab"ın üstünde zekât verilmesinde bir mahzur olmadığını söylemişlerdir. Ikinci sorunuza gelince: Islâmda kadınlar da müstakil şahsiyet ve müstakil mükelleftirler. Malları olur, alır-satarlar, şirket kurar ticaret yaparlar. Meşru oldukça buna kocaları dahi karışamaz. Kendi mallarından da kendileri sorumludurlar. Binaenaleyh, eğer toplamı "nisab" miktarına ulaşan altın-gümüş cinsinden süs eşyaları ve paraları varsa onlardan kadın sorumludur. Harcamak onun elinde olduğu gibi zekâtı da ona gerekir. Ama kadına İslam'ın tanıdığı hakların tanınmadığı, kadının ezildigi, erkeğin hakimiyeti değil de baskısının bulunduğu ailelerde, hanıma ya da geline, altınlar bir kandırmaca olarak verilmişse, istendiğinde zorla da olsa alınabiliyor ve kadının isteğine hiç bakılmıyorsa demek ki, o altınlar aslında kadının değildir. O onlarla sadece kandırılmaktadır, o takdirde zekâtlarını da erkeğin, ya da bu durumda olan kayınpederin vermesi, kurbanı onun kesmesi gerekir. |
|
05-05-2008, 03:23 | #7 |
Fıkıh Ansiklopedisi (B)
BEDEL HAC
Kendisine hac farz olmuş ancak edâ etmesine vücut sağlığı elverişli olmayan bir kimsenin, yerine başkasını göndermekle edâ edilen hac. Nafile hac için hiç bir şarta bağlı olmaksızın; farz olan hac için ise, sağlığının elverişli olmaması şartıyla, bir kimse kendi yerine bir başkasını gönderir ve haccın sevabını alır. Çünkü böyle bir durumda insan malını Allah yolunda hac için harcamış demektir. Böyle bir harcamayı kendisi yapabileceği gibi, başkasına da kendi adına yaptırabilir. İslâmî kaynaklarda hac için bedel (nâib) tutmaya "ihcac", bedel tutan kimseye "âmir", menûb veya "mahcûcun anh" denir: Ayrıca bedel gönderilen kimseye "me'mûr", yol masrafı olarak verilen mal veya paraya "nafaka" ve haccı ifsad etmesi halinde nafakayı geri ödemesine "tazmin" adı verilmektedir. İslâm'da ibadet; mal, beden ve hem beden hem de malın birleştirilmesiyle yapılan ibadet olmak üzere üçe ayrılır. Bunlardan mal ile yapılan zekât, kurban, sadaka, keffaret vb. ibadetlerde vekâlet kayıtsız şartsız caizdir. Abdest, namaz, oruç gibi beden ile yapılan ibadetlerde ise hiç bir halde mümkün değildir. Hem beden hem de mal ile yapılan hac veya umre gibi ibadetlerde ise acizlik (sağlığın yeterli olmaması) halinde caiz, yapmaya Kadir olması halinde ise farz olan hac için caiz değil, nafile hac için caizdir. Burada söz konusu edilen acizlik, ölüm veya ölüme kadar süren daimî bir acizliktir. Aslında bir kimse bütün ibadetlerinde, işlediği amelin sevabını başkasına bağışlayabilir. İbadeti yaparken, görünüşte kendisi için niyet etmiş olsa bile sevabını başkasına hibe edebilir. Allah'u Teâlâ'nın "İnsan için ancak kendi emeğiyle kazandığı vardır." (en-Necm, 53/39) buyurduğu ayet, "ancak sevabını kendine bağışladığı ameli vardır." diye tefsir edilmektedir. (İbn Âbidîn, Haşiyetü Reddi'l-Muhtar, Mısır 1966, II, 596, 597). Dolayısıyla müslümanların birbirlerinin yerine sadaka vermeleri Allah için kurban kesmeleri hacca gitmeleri veya bedel göndermeleri ve sevabını bağışlamaları caizdir. Mükâfatı görülür ve onların hayırla anılmalarına vesîle olur. Bedel haccın sahîh olması bazı şartlara bağlıdır. Bu şartlar şöyle sıralanabilir: 1- Hac, âmir üzerine farz olmuş bulunmalıdır. Farz olmadan haccettirecek olursa nafile olarak kabul olur. Daha sonra farz olursa tekrar edâ etmesi gerekir. 2- Âmir, haccını edâdan önce sağlık açısından aciz olmalıdır. Sağlam bir kimse, önce hacca bedel gönderip sonradan âciz duruma düşse haccı makbul sayılmaz. 3- Âmir, bedel gönderdiği adamı, isteyerek ve bunu ona bildirerek göndermelidir. İzinsiz ve gıyabıda yapılan bedel hac caiz olmaz. 4- Bedel giden me'mûr müslüman, akıllı ve hac menasikini gereğince yapabilecek temyiz kudretine sahip olmalıdır. Daha önce hacca gitmemiş kişiyi veya kadını hac için bedel göndermek caiz ise de, daha önce haccetmiş hür bir erkeği göndermek daha iyidir. 5- Âmir normal olarak yol masrafını (nafaka) vermelidir. Yetmemesi halinde, bedel kendi parasından harcar ve dönüşünde âmirden isteyebilir, artmışsa iade eder. 6- Âmir ile me'mûr arasında nafakadan başka bir ücret belirlenemez. Çünkü ibadete -bedel olarak da olsa sadece ibadet maksadıyla gidilecektir. 7- Âmir, hac türlerinden (ifrad,* temettu'* ve kıran*) hangisini emrederse, me'mûr onu edâ eder. Âmirin emrettiği hac veya umreyi edâ ettikten sonra, kendi namına da hac veya umreden birini yapsa caiz olur. 8- Âmirin verdiği nafaka hangi bineğe (vasıtaya) uygunsa me'mûr onunla gider. Binek için nafaka alır da, ucuz olur diye yaya veya daha ucuz vasıta ile giderse caiz olmaz. 9- Âmirin verdiği nafaka yeterli ise kendi ikamet ettiği yerden; değilse yeterli görülen bir yerden yola çıkılır. 10- Bedel hac için niyet edilirken, "vekâleten haccedileceğine" niyet edilmesi şarttır. Âmirin adını unutursa, kalbî niyet yeterli olur. Fakat kendi adına da veya iki kişinin birden bedel haccına niyet ederse hiçbiri kabul edilmez. 11- Âmir "Benim yerime filân kimse haccetsin, başkası değil." derse belirttiği kimseden başkası bedel gidemez; "...başkası değil" kaydını koymazsa üçüncü bir kimsenin bedel gitmesi caiz olur. 12- Temettu ve kıran hac türlerinden gereken kurban, vekile vacip olur. Cinayet kurbanı da vekîle vacip olur. Hac veya umre erkânından, bir hatasından dolayı vekil "muhsar: manen engellenmiş" olursa ve âmir sağ ise kurban âmire aittir. İmam Ebû Yusuf'a göre bunu da vekil üstlenir. 13- Müteveffa bir âmirin vasiyyeti üzere gönderilen bedel yolda ölürse, ikinci bir vekîl tayin edildiğinde, İmam-ı Âzam'a göre, ölü olan âmirin malının üçte birinden geri kalan ile ve âmirin ikamet ettiği yerden başlayarak hacceder. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise önceki vekilin öldüğü yerden haccı tamamlar. 14- Me'mur eğer, Arafat'ta vakfeden önce cinsî yakınlıkta bulunursa haccı fâsit olur, üzerine kurban gerekir ve nafakayı âmire veya mirasçılarına geri öder. I5- Bedel hac, âmirin belirlediği senede yapılmalıdır. Hastalık vb. elde olmayan bir sebeple vekil tarafından tehir edilirse nafakayı iade etmez, imkân bulduğu bir senede edâ edebilir. |
|
05-05-2008, 03:23 | #8 |
Fıkıh Ansiklopedisi (B)
BEDELLERİ AÇISINDAN ALIŞ-VERİŞ ŞEKİLLERİ
1-Bey': Malı para karşılığında satmaya bey' denir. Alış-verişlerin büyük bir kısmı bu şekilde yapılmaktadır. 2-Sarf : Paranın para ile değiştirilmesi olayına sarf denir. 3-Mubâdele: Malı mal ile değiştirme işlemine denir. Halk arasında buna trampa ve takas* gibi isimler verilmektedir . 4-Selem : Para peşin, mal veresiye yapılan ticarete selem denir. Bu tür satışlara halk arasında ‚alevra satış' da denir. Bilhassa çiftçi ve sanayıcilerin başvurduğu bir satış şekli olan selemin caiz olması için bâzı şartların bulunması gerekir. Paraya muhtaç olan kimse, malını-elde etmeden önce satmak ister. Islâm dini, satıcının darlığından istifade ederek alıcının, malı ucuza kapatmasını önlemek, üreticinin malınıdeğerlendirmesine fırsat vermek için bazı şartlarla bu tip satışları caiz görmüştür. Peygamberimiz, Medine'ye geldiğinde, Medinelilerin mahsûllerini bir iki sene önceden Yahudilere sattıklarını görür. Bunun üzerine şöyle der: "Kim hurmasını önceden satacaksa; belirli ölçüde, belirli tartıda ve belirli bir vakte kadar olmak şartıyla satsın. " (Müslim, Müsakat, 25). Selem, var olmayan (mâdûm) bir malın satışı olduğundan, caiz olmaması gerekirken, ihtiyaç ve zarûret sebebiyle caiz görülmüştür. Bunda her iki tarafın da kârı vardır; müşteri biraz daha ucuza mal alır, satıcı da peşin para ile ihtiyacını giderir. Meselâ bir sanayici nakit sıkıntısına düşerse, belirli bir süre sonra teslim edilmek şartıyla, üreteceği -vasıfları belli olan malları satar; alacağı para ile üretimini yapar. Böylece sanayicinin tezgâhı çalışır, üretim devam eder, alıcı da normal zamana nisbetle biraz daha ucuz mal almış olur. Bu imkân üreticiyi, tefecilerin eline düşmekten de korur. Çünkü üretimin devamı için paraya kaçınılmaz bir ihtiyaç vardır. Fiyatlarda aşırı bir düşüklük olursa böyle alış-verişler caiz değildir. Selemin sahîh olması için şu şartların bulunması gerekir: a-Malın vasıflarının belli olması cinsi, nev'i, niteliğinin önceden belirlenmesi. b-Miktarının belirlenmiş olması. Kaç kilo, kaç metre, kaç ölçek vs. olacağının bilinmesi. c-Vadenin belirlenmesi. Selem yoluyla satılan malın ne zaman teslim edileceği belirtilmelidir. Belirtilen vakitte malın teslim imkânı olmayacaksa veya olmazsa selem bâtıl olur. Meselâ: Nisan ayında buğday teslimi imkânsızdır. Nisan ayında buğday teslim etmek üzere bir çiftçinin önceden selem tarzında satış yapması caiz değildir. d-Mal karşılığında alınan paranın miktarını belirlemek ve parayı peşinen almak. Fiyatta aşırı derecede ucuzluk olmamalıdır. 5-Veresiye satışlar : Satılan malın bedeli peşin alınabileceği gibi, belirli bir süre sonra da alınabilir. Bu tür alış-verişlerde malın karşılığının (bedel) para gibi başka bir cinsten olması gerekir. Aynı cins malların (meselâ altınla altının...) veresiye satışı caiz değildir. Alış-veriş çeşitlerinden bir diğeri de Bey' bi'l-vefa'dır. Vefâ yoluyla satım akdi yapmak demektir. Bir terim olarak ise, bir malı, satış bedelini iade edince geri almak üzere bir kimseye bir para veya borç karşılığında geçici olarak satmak anlamına gelir. Satıcı semeni geri verince veya borcunu ödeyince, alıcı satın almış olduğu şeyi geri verir. Böyle bir akit, alıcının maldan yararlanabilmesi dikkate alınırsa sahih satım akdi; tarafların akdi fesh edebilme yetkilerine bakınca da fâsid satım akdi niteliğindedir. Alıcı, vefâ yoluyla satın aldığı malı başkasına satamayacağı cihetle de bu, rehin* hükmündedir ve bu rehin olma özelliği üstündür. Fâkîhlerin çoğu, bey' bi'l-vefâ şeklindeki satım akdini caiz görmüşlerdir. (Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu VI, 126-127). Bu muâmele faizden kaçınmak ve borcu teminata bağlamak amacıyla örfleşen bir satış şeklidir. Burada, satıcı ileriki bir tarihte satış bedelini geri vermeyi veya daha önceden kalma borcunu ödemeyi, alıcı da buna karşılık malı iade etmeyi taahhüt ettiği için akit bu adı almıştır. Buna "bey'u'l-muâmele" denildiği gibi, Mısır'da "bey'u'l-emâne" adı da verilmiştir . Mîlâdî XV. yüzyıl başlarında yaşayan Şeyh Bedruddin Mahmûd (ö. 823/1420) bey' bi'l-vefâ tarzındaki satışın başlangıcı hakkında şöyle der: "Zamanımızda ribâdan korunmak için, bey'bi-l-vefâ şeklindeki satış örf haline gelmiştir. Bu, gerçekte bir rehin muâmelesi olup alıcı mebia mâlik olamaz ve mâlikin izni olmadıkça gelirinden de yararlanamaz (Ali Efendi, Fetâvâ, c. I. s. 300) Vefa yoluyla satışta, taraflar tek yanlı irade beyanıyle dilediği zaman akdi feshedebilir. Alıcı, akit süresince mala mâlik olamaz. Satıcı her an satış bedelini iade edip malı geri isteyebilir. Alıcı da malı geri verip, parayı talep edebilir, tarafların sözleşmede belirlenen süreye uymaları da gerekmez. Satışa konu olan mal, rehin hükmünde olduğu için, ne satıcı ve ne de alıcı diğerinin izni olmadıkça malı başkasına satamaz. Bu hak tarafların mirasçılarına da intikal eder. Ancak taraflardan birisi, diğerinin izniyle satış yapabilir. Rehin edenin izni bulununca, rehin bırakılan şeyden, rehin alanın yararlanması mümkün ve caizdir. Vefâ yoluyla satış da rehin niteliğinde olduğu için alıcının bundan yararlanması mümkündür. Mecelleyi şerh eden Ali Haydar Efendi bu konuda şöyle der: "Mebî'in, yani vefâen satılan bir gayrı menkûlün menfaatlerinden bir bölümü alıcıya ait olmak üzere şart kılınsa, bu şarta riayet olunur. Çünkü Mecelle'nin seksenüçüncü maddesinde: "Imkân ölçüsünde, şer'-i şerife uygun bulunan şarta uymak gerekir" hükmü yer alır. Meselâ, vefâen satılan bir bağın üzümü, satıcı ile alıcı arasında yarı yarıya paylaşılmak üzere, karşılıklı rıza ile mukâvele olunsa, bu mukâveleye göre amel edilmesi gerekir. Ancak zikredilen menfaatlerin alıcıya ait olması şart kılınmadığı halde, alıcı o menfaatleri izinsiz olarak istihlâk etse tazmin etmesi gerekir. Çünkü vefâen satılan maldan meydana gelen mahsûle alıcı mâlik olamaz. Ancak satıcının mübah ve helâl kılmasıyla istihlâk etmişse, satıcı bunu alıcıya tazmin ettiremez. Mahsûl, alıcının haddi aşması veya kusûru bulunmaksızın telef olsa, tazmin gerekmez. Ancak telef olan miktar kadar borçtan düşülür. (Ali Haydar, Mecelle Şerhi, I, 664-667) Borç para bulmaya veya bir borcu ertelemeye yönelik bu gibi çareler, Ebû Hanîfe ve Imam Şâfiî'ye göre, yararlanma akit sırasında şart koşulmaması kaydıyla caizdir. |
|
05-05-2008, 03:24 | #9 |
Fıkıh Ansiklopedisi (B)
BEYNE'L-HAVF VE'R-RECÂ(KORKU İLE ÜMİT ARASI YAŞAMAK)
Korku ile ümit arasında bulunmak. Havf korku, recâ ise ümit demektir. Kur'an-ı Kerîm ve Hadîs-i şeriflerde korku ve ümit arasında bulunmaya teşvik eden hükümler vardır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Şüphesiz ki Allah bütün günahları affeder. Çünkü o çok bağışlayıcı ve pek merhametlidir. " (ez-Zümer, 39/53). "Onlar korkarak ve ümit ederek Rablerine dua ederler. " (es-Secde, 32/16). Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de şöyle buyurur: "Müminler Allah'ın azap ve azabının miktarını bilselerdi hiç biri Cennet'i ümit etmezdi. Kâfirler de Allah'ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi hiç biri O'nun rahmetinden ümit kesmezdi." (Müslim, Tevbe 23). Bu ve benzeri ayet ve hadisler gözönünde bulundurularak denilmiştir ki; "kul sıhhat halinde korkulu ve ümitli bulunmalı, havf ve recâsı birbirine eşit olmalı; hastalığı halinde de recâ (ümit) yönü kuvvetli olmalıdır." (Nevevî, Riyazü's-Salihîn Tercümesi, I, 479). Havf (korku) gelecekle ilgilidir. Çünkü insan ya başına hoşlanmadığı bir şeyin gelmesinden, ya da arzu ettiği bir şeyi elde edememekten korkar. Kulun Allah'tan korkması, Allah'ın kendisini dünya ve ahirette cezalandırmasından korkması şeklinde olur. (Kuşeyrî, Risale (çev. S. Uludağ) s. 263).. Recâ da "ileride meydana gelmesi umulan arzu edilen bir şeye kalbin duyduğu ilgidir." |
|
05-05-2008, 03:25 | #10 |
Fıkıh Ansiklopedisi (B)
BEYTÜ'L-MAL
İslâm devletinin hazinesi, devletin malîye işleriyle ilgilenen kurum. Beyt, Arapça "ev" anlamında olup, "beytü'l-mâl" mal evi, hazine demektir. İslâm'da devlet hazinesi ve mâliye dairesine beytü'l-mâl adı verilmiştir. Beytü'l-mâl tabiri ile hem devletin maliye işlerinin idare edildiği bina, hem de devlet hazinesi kasdedilir. Beytü'l-mal İslâm devletinin hazinesidir. Bu tabir ilk zamanlarda sadece soyut bir kavram iken, Hz. Ömer'in hilâfeti zamanında daha belirgin bir duruma kavuşturulmuştur. Beytü'l-mâl'ın gelirleri şunlardır: 1- Zekât ve öşür gelirleri. Zekâta tabi olan mallar emvâl-i zâhire (gizlenmesi mümkün olmayan mallar) ve emvâl-i bâtına (gizlenmesi mümkün olan mallar) diye iki kısma ayrılır. Emvâl-i zahire; ekinler, meyveler, zekâta tabi hayvanlar ile bir yerden diğer bir yere ticaret için taşınan mallardır. Bu tür malların zekât, öşür ve vergilerini devlet alır. Emvâl-i bâtına ise sahiplerinin evlerinde veya iş yerlerinde bulunup gizlenmesi kabıl olan altın ve gümüş ile ticaret mallarından ibarettir. Bu tür servetin zekâtı da başlangıçta İslâm devleti tarafından toplanılıp ilgili yerlere sarfediliyordu. Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında İslâm devletinin sınırları genişlediği ve müslümanların sayısı çoğaldığı için, bu tür malların zekâtının devlet memurları tarafından toplanması güçleşmiştir. Bu yüzden bu tür malların zekâtını vermek müslümanlara havale edilmiştir. Şu halde devletin zekât ve öşürünü alacağı mallar: a) Koyun, keçi, sığır, manda ve deve gibi mera hayvanlarından alınacak zekât. b) Öşre tâbi' arâzinin (arâzi-i öşriyye) mahsulünden alınan vergiler. Öşre tâbi' arâzi, vaktiyle müslümanlar tarafından fethedilmiş olup mücahidlere veya diğer müslümanlara temlik edilen arazidir. Bu tür araziler yağmur, dere veya nehir sularıyla sulanıyorsa mahsulünün onda birini: kova veya dolapla sulanıyor, yahut su para ile alınıyorsa yirmide birini devlet alır. c) Ticaret mallarından alınan vergiler. Ticaret mallarını bir şehirden diğer bir şehre naklettikleri takdirde, kendilerinden muayyen miktarda vergi alınır. Ticaret vergisi sadece müslümanlardan değil, İslâm ülkesinde yaşayan zimmî*lerle müste'men* lerden de alınır. Ancak bu vergi müslümanlardan kırkta bir; gayri müslimlerden ise yirmide bir alınır. (Ömer Nasuhi Bilmen, Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, IV, 92-96) 2- Ganimet mallarının beşte biri. Savaşta düşmandan alınan mallara ganimet denir. Ganimet malları beşe bölünür; bunun dördü cihada katılan askerler arasında taksim edilir. Kalan beşte biri de beytü'l-mâl'e aittir. (el-Enfâl, 8/41 ). Ganimet malları dört kısımdır: a) Savaş esirleri: Düşman askerlerinden esir alınan kimselerdir. Erkeklerin hepsi savaşa katılsın katılmasın bu gruba dahildir. Alınan savaş esirleri hakkında devlet başkanı dört şeyden birini yapmak hususunda muhayyerdir: Ya onları öldürür veya köleleştirir. Yahut fidye mukabılinde serbest bırakır ya da karşılığında bir şey almaksızın serbest bırakır. (en-Nesefî, Medârik, IV, 150). Delilleri şu ayet-i kerimedir: "(Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın. Ondan sonra artık ya lütfen bırakır veya karşılığında fidye alırsınız. Harp, ağırlıklarını bırakıncaya (savaş sona erinceye) kadar (böyle yaparsınız). Allah dileseydi (kendisi) onlardan öç alırdı, fakat sizi birbirinizle denemek için (size savaşı emrediyor). " (Muhammed, 47/4). Hanefilere göre harp esirleri ya öldürülür ya da köle yapılır. Fidye alarak veya bir şey almaksızın serbest bırakmak Tevbe suresinin beşinci ayetiyle neshedilmiştir. (en-Nesefî, a.g.e., IV, 150). b) Âdî esirler: Cihat sırasında ele geçen kadın ve çocuklardır. Bunları da fidye mukabılinde serbest bırakmak caizdir. Fidye* vermeyenler mücahidler arasında taksim olunur. c) Savaşla veya sulh yoluyla ele geçen arazi. Savaş yoluyla fethedildikten sonra elde edilen topraklar İslâm devletinin mülkiyetindedir. Bu araziler ganimet* olarak alınabileceği gibi, sahiplerinin ellerinde bırakılarak haracı da alınabilir. d) Küçük ve büyük baş hayvanlarla nakli mümkün olan diğer eşyalar. 3- Harac vergisi. Savaşla veya sulh yoluyla elde edilen arazi fetihten sonra müslüman olmayan sahiplerinin ellerinde bırakılırsa, onlardan belirli miktarda vergi alınır. İşte bu vergiye harac denir. Hz. Peygamber (s.a.s.) savaşla elde edilen Hayber arazisini, Hz. Ömer (r.a.) da fethedilen Suriye ve Irak topraklarını sahiplerinin ellerinde bırakarak bu uygulamayı yapmıştı. Harac vergisi iki kısımdır: a) Harac-ı mukâseme: Öşür gibi çıkan mahsulden alınır. Miktarı %10 ile 50 arasında olabilir. b) Harac-ı muvazzaf: Birim toprak veya ağaç başına alınan senelik vergidir. Bu, taksitle alınabilir. (Ö. N. Bilmen, a.g.e., IV, 75, 82). 4-Cizye*. İslâm devleti içerisinde yaşayan zimmîlerin (müslüman olmayan azınlıkların) mükellef olan erkeklerinden, can güvenliklerinin sağlanması mukabılinde seneden seneye alınan bir şahsî vergidir. Buna, haracu'r-ruûs (baş vergisi) de denir. Cizyenin alınmasının delili şu ayettir: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulu'nun haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçül(üp boyun eğ)erek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın. " (et-Tevbe, 9/29). Cizye iki şekilde konur: a) Karşılıklı anlaşma ile olur. Bunun miktarı da anlaşmayla tespit edilir. b) Devlet başkanı tarafından bizzat konur. Bu da müslümanların savaşla gayr-i müslimleri yenip onları toprakları ve mülkleri üzerinde bırakmasıyla olur. Bunun miktarını devlet başkanı tayin eder. Şöyle ki, halk durumlarına göre zengin, orta halli ve fakir diye üçe ayrılır. Zengin olanlara senede kırksekiz dirhem, orta hallilere yirmidört dirhem, çalışmaya muktedir fakirlere de oniki dirhem cizye konur. Bu miktarlar oniki aya bölünerek taksitle alınabilir. (Meydânî, el-Lübâb, IV, 143; Ö. N.Bilmen, a.g.e., IV, 97-99). 5- Maden ve definelerden alınan vergiler. Özel kişi ve kuruluşlar tarafından işletilen madenlerden beşte bir oranında vergi alınır. Bunlar altın, gümüş, demir, bakır ve kurşun vb. gibi ateşte eriyen madenlerdir. Define ise yer altından çıkartılan ve tabi olmayan servettir. Bunun Arapça karşılığı kenz olup üç kısma ayrılır: a) Üzerinde İslâmî işaret bulunan para, değerli eşya vb. şeylerdir. Bunlara kenz-i İslâmî denir. Bunlar Lukata* (kayıp mal) hükmündedir. Bunları bulanlar fakir iseler kendilerinin olur. Değilseler fakirlere veya beytü'l-Mâl*'e verirler. b) Üzerinde kâfirlere ait işaret bulunan para, kıymetli eşya vb. şeylerdir. Bunlara kenz-i cahilî denir. Bunların beşte biri beytü'l-mâle verilir; kalanı toprak sahibinin, yoksa bulanın olur. c) Kime ait olduğu anlaşılamayan define ise, Kenz-i cahilî kabul edilerek beşte biri beytü'l-mâle verilir. Beytü'l-mâl'in giderleri: Yukarıda sıraladığımız beytü'l-mâl'in gelirlerinden zekât ve öşür, beytü'l-mâl'de ayrı bir fonda toplanır ve Tevbe suresinin altmışıncı ayetinde belirtilen sekiz sınıf kimseye dağıtılır. Ayetin anlamı şöyledir: "Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde çalışan (zekat toplayan) memurlara, kalpleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, kölelere, Allah yolunda (cihat edenlere) ve yolcuya mahsustur. Allah bilendir, hikmet sahihidir. " Bu mallar hazinede emanet hükmündedir. Devlet emaneti yerlerine sarfetmekle yükümlüdür. Başka yerlere ancak geçici olarak harcanır, alınan miktar sonra diğer fonlardan iade edilir (Ö. N. Bilmen a.g.e., IV, 77). Ganimet mallarından beytü'l-mâl'e intikal eden beşte bir hisse üçe bölünür. Bunun bir hissesi yetimlere, bir hissesi yoksullara, bir hissesi de yolda kalmışlara verilir. Nitekim Enfâl suresinin kırkbirinci ayetinde şöyle buyurulur: Biliniz ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a, Resulu'na ve (Allah'ın Resulu ile) akrabalığı bulunan (lar) a, yetimlere, yoksullara ve yolcu (lar)'a aittir." Ayet-i kerimede Allah'ın anılışı teberrükendir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hissesi ise irtihali ile düşmüştür. Resulullah (s.a.s.) ile akrabalığı bulunanlar ise yoksullar grubuna girer. Geriye yukarıda zikredilen üç sınıf kalmış olur. (Meydanî, el-Lübab, IV, 133). Madenler ve definelerden gelen vergiler de bunun gibi yetimler, yoksullar ve yolculara harcanır. Haraç, cizye ve gayr-i müslim tacirlerden alınan vergiler devletin personel ücretleri, yol, kanal, baraj gibi amme hizmetleri, askerî hizmetler, eğitim, sağlık vs. gibi yerlere sarfedilir. Hz. Muhammed (s.a.s.) beytü'l-mâl üzerinde hassasiyetle durur, mal geldikçe hiç bir şey kalmayıncaya kadar dağıtımında bizzat hazır bulunurdu. Hz. Peygamber vefat ettikten sonra bu işe yerine geçen halifeler bakmıştır. Hz. Ömer zamanında fetihler nedeniyle devletin gelirleri artmış ve bunların hepsini hemen dağıtmak ihtiyacı kalmayınca, gelirin bir deftere kaydedilmesi ve yapılan ödeme ve harcamalardan arta kalanın korunması usulü getirilmiştir. Böylece onun zamanına kadar soyut bir kavram olan beytü'l-mâl, onun zamanında somut bir durum almıştır. Nitekim dört büyük halife devrinin sonlarına doğru beytü'l-mâl'e bakan bir veznedar görevli görülmektedir. |
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|