![]() |
#1 |
![]() Mehmet Barlas ![]() 'Sistemin ‘biricik’ sahipliğini üstlenen, bu mülkiyete ortak istemeyen, ötekilerden daha akıllı olduklarını ileri süren merkezdeki seçkinler, işte bunun da ayırdına varamamışlardı. Bu yüzden gün ışığına çıkan istekleri, toplumsal gelişmenin ürünü olarak algılayacak yerde, sürgit bir tehdit olarak algıladı, seçkinler. ' Bu halkı "demokrasiye henüz hazır değil" diye küçük görmek özellikle gazete yazılarında yer alınca, insanın yüzü kızarıyor. Afrika'da seçim sonuçlarını bir türlü kabul etmek istemeyen Zimbabwe diktatörü Mugabe, "Seçimde kaybetsem de iktidarı vermem. Biz bu ülkeyi sokakta bulmadık" doğrultusunda demeçler veriyor. Böyle konuşma hakkını da "Bağımsızlığın mimarı" konumundan alıyor. gerçekten de Mugabe, Rodezya'yı Zimbabwe yapan ve beyaz azınlığın yönetiminden kurtaran isim. Ama buna rağmen Afrikalılar da Zimbabweliler de, Mugabe'yi defterlerinden silmiş durumdalar. Bugün Avrupa Birliği'ne aday Türkiye'de kendilerini bağımsızlığın ve devrimlerin sahipleri olarak gören ve halkın rejimi tehdit ettiğini ileri sürenlerin, bu coğrafyadaki konumları ne olabilir? 1920'lerin, 30'ların söylemleri ile 21'inci yüzyıl Türkiyesine ne tür bir ufuk vaat edilebilir? Yargıtay Onursal başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk şeriatçı mı ki anayasal demokrasinin Türkiye'de topalladığını söylüyor her fırsatta. Star'daki son yazısını hatırlatalaım: "Demokrasi sürecinde aslında Türk halkı görünüşte evrimci, ama özünde devrimci bir dönüşüm yaşıyordu. AB süreci de ivmeyi artırmıştı. Çevreden gelen, dünün ötekileştirilip dışlanan yamalı giysili, Yenişehir’e, Kızılay’a sokulmayan, ‘göbeğini kaşıyan’, ‘ne yaptığını bilmeyen’, Octavio Paz’ın deyişiyle ‘hiç kimse’lerin yarattığı bugünün dirilen yeni sermaye/burjuva sınıfı, kente akın ediyor, piyasa ekonomisinin diriltici gücünü kullanıyor, iktidardan pay ve kendini ilgilendiren kararlarda oy sahibi olmak, özellikle özgürleştirici yeni hukuk düzenini yaşama geçirmek istiyor, öğrenim düzeyini yükseltiyor, merkez-çevre yapısal ayrımını zorluyor, kentleşmeyi ve nimetlerini paylaşıyor; ama tutucu uygulamaya direniyor, bunlara geçit vermiyordu. Sistemin ‘biricik’ sahipliğini üstlenen, bu mülkiyete ortak istemeyen, ötekilerden daha akıllı olduklarını ileri süren merkezdeki seçkinler, işte bunun da ayırdına varamamışlardı. Bu yüzden gün ışığına çıkan istekleri, toplumsal gelişmenin ürünü olarak algılayacak yerde, sürgit bir tehdit olarak algıladı, seçkinler. Darbelerin gerekçeleri de bu algıları doğruladı: 27 Mayısçılar, sözde halka/çevreye karşı değil, ‘Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı’; 12 Martçılar, ‘Toplumsal gelişme, ekonomik kalkınmayı aşmıştır’ gerekçeleriyle eyleme geçmişlerdi. Merkezdeki seçkinler, yel değirmeni toplumsal yasalara direniyorlardı. Anayasalarıyla, siyasal partiler, seçim gibi yasalarla zamanın ruhuna yabancı olan ve bunalımlar vaat eden katı otokrasiye açık uçlu ‘savaşımcı (militan/mücadeleci) demokrasi’nin ya temellerini atıyorlar ya da ona yapışıyorlardı. Umutsuzca. Toplum, şimdilik ne darbelerle ne de darbe ürünü bu sözde yasalarla bir türlü hesaplaşabiliyordu. Ama bir gün hesaplaşacaktı, elbette. Şimdi yaşanan sancı, bu ikili karşıtlığın (dikotomi) kavgasıdır. Görünüşte bir kavga, ama gerçekte merkez/iktidar çekişmesidir. Bu bir hesaplaşmadır. Peki ne zamana dek sürecek bu? Halkın koşulsuz egemenliği önündeki duvarlar yıkılıncaya dek. Merkezdeki yargıç seçkinlerce bütün bunların ayırdına varılıncaya dek. Ama olmadı. Olacak ama.
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|