AK Gençliğin Buluşma Noktası
Genel Tarih Devlet tarihleri ve kültürleri.



Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 10-11-2009, 11:40   #1
Kullanıcı Adı
menes
Post Geçmişten Günümüze Türkiye-İran İlişkileri - Fatih Güldal
Geçmişten Günümüze Türkiye-İran İlişkileri

Son günlerde İran’da seçim sonuçlarına hile karıştırıldığı iddiasıyla meydana gelen olaylardan sonra Türk kamuoyu görülmemiş bir şekilde bölgeyle ilgilenir oldu. Yaşanan bu hadiselere ülkemiz insanının bakışı kabaca iki şekilde gerçekleşti. Bir kısım insanımız bölgede totaliter bir yaklaşımla, özgürlük talepleri olan insanların baskı altında tutulduğunu ve ciddi insan hakları ihlallerinin yapıldığını ifade ederken, diğer bir kesim ise bu durumun Batı’nın özellikle İngiltere ve ABD’nin İran’ı yıpratmak adına bölgeye müdahalesi olarak gördü. Ardı arkası gelmeyen iddialar ve tartışmalar sorunun bir müddet daha basınımızın gündeminde kalacağını gösteriyor.

Aslında İran, Türkiye’nin gündeminde her zaman az da olsa yer buldu. Ancak bu haberler genelde iki milleti birbirine yabancılaştırmak adına hazırlanmış, ötekileştirici ve bence kasıtlı girişimlerdi. Türkiye’de artık dillere pelesenk olan ve “Laikçi” kesimin sloganlaştırdığı “mollalar İran’a”, “Türkiye İran olmayacak” şeklindeki sözler ülkemiz insanı nezdinde komşu ülkenin imajını hiç de iyi etkilemediği bilinmektedir. Bu bağlamda Türk insanın son yaşanan olaylara bakışına bir derinlik getirmek hem de bu iki kadim topluluğun münasebetlerini daha iyi değerlendirebilmek adına Türk-İran ilişkilerinin tarihisel sürecini hatırlamak faydalı olur kanaatindeyim.

Türk-İran ilişkileri Türklerin tarih sahnesine çıktıkları devirlerde başlar. Horasan’dan Orhun nehrine kadar uzanan ve o zamanlar Turan adıyla anılan Türk ülkesi İran’a komşu olmuş ve bu iki milletin aklımıza gelebilecek her konudaki münasebetleri günümüze değin sürmüştür. İlk ciddi karşılaşmanın Hunlar zamanında olduğu tahmin edilmektedir. Ak Hunlar döneminde çatışmayla başlayan Türk-İran ilişkileri Göktürkler devrinde daha çok pragmatik bir seyir izlemiştir. Sasanilerle birlikte Akhun topraklarını bölüşen Göktürkler İpek yolunun paylaşımı noktasında çıkan anlaşmazlık üzerine bu kez İranlılara karşı Bizans’la anlaşmıştır. Orta Asya Türk dünyasından Bizans’a giden ilk elçinin gündeminde Sasanilere karşı yapılacak olan ittifakın ayrıntıları vardır. Bu süreç Sasanileri zayıflatıp İslam ordularının İran’ı kolayca ele geçirmesine zemin hazırlamıştır.

İslam fetihleri sonunda İran’da oluşan Arap egemenliğinin bitimiyle birlikte İran üzerindeki Türk etkisi bu sefer bölgenin kontrolü şeklinde ortaya çıkmıştır. Karahanlılar’ın (840-1212) İran’da ciddi bir etki gösterememelerine rağmen Maveraünnehir’i ele geçirmeleri bölgede yaklaşık dokuz asır sürecek olan Türk hâkimiyetinin ilk habercisidir. Gazneliler (963-1186) uzun bir uğraştan sonra Irak’ı, Acem’den Hindistan’a kadar geniş bir bölgeyi ele geçirip Dandanakan Savaşı’nın ardından Horosan ve Sistan’ı Selçuklulara bırakmışlardır. Tuğrul Bey savaş sonrası Türk töresine göre toplanan kurultayda bölgenin nasıl ve kimler tarafından fethedileceğini kararlaştırmıştır. Zaten Gazneli yönetimine karşı beslenen olumsuz tutum ve ülkenin daha çok mahalli yönetimler tarafından idare ediliyor olması fetihlerin kısa bir zamanda gerçekleşerek Fars topraklarının Selçuklu hâkimiyetine girmesini sağlamıştır. Böylece Sasanilerden sonra ilk kez el-Cezire’den Maveraünnehir’e kadar bütün İran coğrafyası yeniden tek bir devletin sınırları içerisinde birleşmiş oldu.

B.Selçuklu Devleti zamanında Türk-İran ilişkileri o döneme kadar yaşananların en yoğun olanıdır. Devlet, İran coğrafyasında kurulmuş olup Türkmenlerden oluşmaktaydı. Ancak devletin kurulmasından kısa bir süre sonra İran idari gelenekleri benimsenmiş ve Tuğrul Bey kendisine vezir olarak İranlı devlet adamları seçmiştir. Bu atamalar vezirlik makamıyla kalmamış tüm Selçuklu bürokrasisi İranlılarca idare edilir hale gelmiştir. Yeni kurulan devlette atlı ve göçebe Türkmenler daha çok askeri alanlarda istihdam edilmiştir. Hükümdar şehir düzeni için tehlikeli gördüğü başına buyruk, disiplin altında tutulmaları çok zor olan ve askeri başarılar sonucunda İran topraklarına kesif bir şekilde göç eden Türkmen kabilelerini ya Horasan’da tutmuş ya da devletin iktisadi hayatına ve yerleşik kent kültürüne en az zarar verecek şekilde Azerbaycan üzerinden Bizans sınırlarına göndermiştir. Tuğrul Bey’in ülke idaresinde bu tarz bir denge sağlamaya çalışması ve hiç kuşkusuz bu bürokratların devlet tecrübelerinden yararlanmak istemesi ilerleyen zamanlarda başını Türkmenlerin çektiği küskün bir sınıf meydana getirmiştir.

Göçebe Türkmenler ordunun asıl unsurunu oluşturarak gerçekleştirdikleri fetihlere rağmen ülke içerisinde ikinci sınıf vatandaş konumunda olmaktan fazlasıyla şikâyetçiydiler. Türkmenler yerleşik İranlılardan nefret ediyor ve onlara işe yaramaz, yerleşik anlamında “yatuk” diyorlardı. İranlılar ise hayatlarını at sırtında sürekli göç ederek geçiren bu kitleye “etrakı bi idrak” şeklinde küçümseyici bir sıfat takmışlardı. Devlet, büyük vezir Nizamülmülk ile birlikte resmi yazışmalarını da Farsça yapmaya başlamıştır. B.Selçukluların devamı niteliğindeki Anadolu Selçukluları’nda da işler farklı yürümüyordu. Hükümdarlar devlet işlerini bu konuda tecrübe sahibi olan İran kökenli memurlara bıraktılar. Bir dönem Anadolu Selçuklu tarihine damgasını vuran Muinüddin Pervane Anadolu’daki Fars kültürünün zirve noktasına ulaştığı anı temsil eden bir şahsiyettir. Selçuklular Farsçayı resmi dil olarak benimsemenin yanı sıra İranlı sanatçılara, mimarlara, şairlere büyük bir saygı göstermişlerdir. Moğol istilası sırasında ülkelerinin yakılıp yıkıldığını gören birçok İranlı sanatkâr Anadolu’ya sığınarak Fars kültürünün burada daha da yaygınlaşmasını sağlamıştır. Saraya devlet bürokrasisi ile giren Farsça, halkın arasına tekkeler vasıtası ile girdi. Hükümdarın huzurunda Şahname okunurken tekkelerde mesnevi dersleri yapılmaktaydı.

Selçuklu hükümdarları İranlıların efsanevi kahramanlarının isimlerini kullanmaktan da zevk duymuşlardır. Keykubad, Keyhüsrev, Keykavus gibi sıfatların kullanılmasında siyasi bir takım hedeflerin olmasının yanında o kültüre duyulan hayranlık da göz ardı edilmeyecek bir durumdur.

Selçuklu Devletleri zamanındaki uyumlu Türk-İran ilişkileri Osmanlı döneminde sancılı, bir o kadar da komplike bir şekle bürünmüştür. Özellikle, eskiçağlardan beri büyük imparatorlukların bir parçası ya da küçük hanedanların elinde bölünmüş bir yapıda olan İran coğrafyası 1501 yılında Şah İsmail’in Safevi Devletini kurmasıyla müstakil bir devlet olmuş ve tüm İslam dünyasını, Türkler için düşünecek olursak Anadolu’yu etkiler bir mahiyet kazanmıştır. İsmail ülkesinde hem dini hem de siyasi bir lider olarak kabul edilmiş, hükümdar olduğu sırada çok genç olmasına rağmen yarı kutsal bir şahsiyet olarak görülmüştür. Dedesi Cüneyd, Anadolu ve Suriye’nin bir bölümünü içine alan bölgede çoğunluğunu Türkmenlerin oluşturduğu bir ordunun desteğine sahip olmuş ondan sonra gelen takipçileri de bu şartsız itaat eden kitleyi kullanmayı iyi bilmişlerdir. Şah İsmail hükümdarlığı döneminde on iki imam sevgisini esas alan aşırı Şii doktrinini devletin resmi dini olarak benimsemiş ve bu anlayışı bölgeye dayatmaya başlamıştır. Bu kapsamda Anadolu’yu da Şii anlayışına yatkın Türkmenlerden dolayı arka bahçesi olarak gören İsmail, birçok fedaisini bölgeye göndermiş ve siyasi düşüncelerini dini bir kisveyle, Müslümanlığı tam manasıyla özümseyememiş, Heterodoks İslam inancına sahip bu kitleye aşılamaya çalışmıştır. Türkmenlerin bu davaya sarılmaları Osmanlı-Safevi ilişkilerinin temel dinamiğini oluşturmaktadır. İsmail fırsatını bulduğunda Anadolu’daki müritleri vasıtasıyla Osmanlı Devleti’nin çok önem verdiği sosyal huzuru bozmak için harekete geçip Osmanlı sultanlarını zor durumda bırakmışlardır Tehlikenin farkında olan Bayezid Han durumu savaş yoluyla halletmeye pek niyetli değildi. İsmail’in emri doğrultusunda Anadolu’dan İran’a gitmek isteyen Şii Türkmenler engellenmeye bazıları da batı vilayetlerine göç ettirilerek etkisiz hale getirilmeye çalışıldı. Oysa o sırada Trabzon valisi olan Yavuz Sultan Selim durumun ciddiyetini kavramış ve hükümdar olur olmaz kontrolden çıkan bu kitleyi yola sokmak için büyük çaplı bir harekât düzenlemiştir. Şeyhülislamdan “fesat çıkaran Şiilerin canı, malı helaldir” şeklinde fetva da alan Selim 1514’te Çaldıran’da o günden bugüne kadar Türk- İran ilişkilerinde en çok ses getiren savaşta Şah İsmail’in ordusunu dağıtmıştır. İsmail’in en büyük zararı kaybedilen fedailerden ve topraklardan çok müntesipleri tarafından mürşidi kâmil ve yenilmez bir önder olarak görülen imajının zedelenmesiydi. Sultan Selim döneminde Safevilere sadece askeri müdahaleler yapılmamış ekonomik ambargo ile İran’a karşı büyük bir boykot da uygulanmıştır. Tüm bu baskılara rağmen Şii tehlikesi tamamen ortadan kalkmamış ancak uzun bir dönem Anadolu’da Şia kaynaklı ciddi bir problem yaşanmamıştır. Bu savaştan sonra Safevi şahlarının Osmanlı ordusunun karşısına çıkmaya cesaret edemediğini ve meydan savaşından titizlikle kaçındıklarını görmekteyiz.

Yavuz’dan sonra tahta geçen Kanuni’nin, babasının uyguladığı yıldırıcı ve sert politikaları yumuşatmasına ve ilişkileri düzeltmeye çalışmasına rağmen bu iyi niyet suiistimal edilince, bölgeye Irakeyn Seferi diye tarihe geçen ve başında bizzat Sultanın bulunduğu bir dizi harekât yapılmıştır. Bu seferler sonrası Osmanlıların daha önceleri resmi muhatap olarak tanımadığı Safevi Devletiyle ilk hukuki ilişkileri olan Amasya Antlaşması (1555) imzalanmış, dolayısıyla bu devleti resmen tanımıştır. Bu anlamda antlaşmanın Tahmasb için başarılı olduğunu kabul etmek mümkündür. Antlaşmaya Osmanlı açısından baktığımızda maksat hasıl olmuş, Batı seferleri esnasında sürekli ayak bağı olana İran’ı, fethetmekten ziyade kuşatma ve izole etme amacı gerçekleştirilmiştir.

III. Murad devrinde karşılıklı suçlamalarla antlaşma tekrar bozulmuş ve bundan sonra yapılan ve çok uzun süren savaşlar, sınırların Amasya Antlaşmasındaki haliyle tekrar kabulü şeklinde imzalanan muahedelerle son bulmuştur. Osmanlı tarihinde ayrı bir yeri olan Sokullu Mehmed Paşa aslında bu kısır döngünün farkına Sultan Murad’ın İran’a savaş açtığı esnada varmış ve onu bu niyetinden vazgeçirmeye çalışmıştır. Gerçekten de sonuç itibariyle maddi anlamda bir kazanç sağlamayan bunun yanında birçok kayba yol açan İran savaşları devletin yıpranmasında büyük bir paya sahiptir. Savaşlar sonucunda fethedilen yerlerden elde edilen gelirler bırakın seferlerin masraflarını karşılamayı bölgede istihdam edilecek askerin ulufesini dahi sağlayamamıştır. Sadrazam aynı zamanda tüm İran’ın fethinde dahi bu coğrafyanın elde tutulmasının mümkün olmayacağını dile getirerek ne kadar ileri görüşlü olduğunu göstermiştir. Öyle ki 1618 yılında imzalanan Serav Barış Antlaşması’nın 1612 yılında kabul edilen İstanbul Antlaşması’ndan yegâne farkı İran’ın her yıl ödediği 200 yük ipeğin 100 yüke indirilmesi olmuştur. Bu durum bize aradaki sürede yapılan savaşların netice itibarıyla ne kadar gereksiz olduğunu göstermektedir. Aslında Devlet-i Aliye doğuyla sadece herhangi bir sorun çıktığında ilgilenmek gibi bedeli ağır olan stratejik bir hata yapmıştır. Elbette ki devletin asıl meşgalesini batıdaki fütuhatlar oluşturuyordu ancak geriye dönülüp bakıldığında sarf edilen onca gayretin ciddi bir neticesinin olmamasını, düzenlenen seferlerin ve imzalanan antlaşmaların ileriye yönelik değil de günü kurtarmayı hedefleyen bir durum arz etmesine bağlayabiliriz. Bunun yanında özellikle Şah Abbas zamanında Safevi ordusunun ciddi anlamda modernize edilmesi, muvaffak olmamalarına rağmen Avrupalılara yapılmaya çalışan ittifaklar, Anadolu’da ardı arkası kesilmeyen isyanlar ve hemen hemen tüm Safevi şahlarının izledikleri kaypak siyasetin de Osmanlı’nın başarısızlığının nedenleri arasında sayılabilir. Osmanlı-Safevi savaşları o dönemin en dirayetli sultanlarından IV. Murad zamanında imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla son bulmuştur. Böylece yaklaşık yüz kırk yıldır iki ülke arasında devam eden hâkimiyet mücadelesi neticelenmiş ve Türk-İran sınırı kabaca bugünkü halini almıştır.

Osmanlı dönemindeki Türk-İran ilişkileri genelde siyasi mücadeleler ve kanlı savaşlar şeklinde sürmesine rağmen Fars kültürüne karşı Osmanlı padişahları herhangi bir nefret duymamışlardır. Çünkü bu dönemde Farslılarla değil Heterodoks Türkmenler ve Şii Safevilerle savaşılmıştır. Öyle ki İranlıların Safevi ordusunda görev almaları Şah Abbas zamanına rastlar. Gerçekten Fars kültürüne yönelik bir kötü niyet beslense Safevilerden nefret eden Yavuz Sultan Selim 2000 beyitten oluşan Farsça divan yazmaz, Çaldıran Savaşı’ndan sonra birçok İranlı yazar ve şairi kendi himayesinde İstanbul’a getirmezdi. Türkçe ile Farsça arasında kullanılan veya halen kullanılmakta olan ortak kelime sayısının altı bin, ortak deyim sayısının beş bin olduğunu düşünecek olursak aslında her İranlının biraz Türkçe her Türk’ün de biraz Farsça konuştuğunu söyleyebiliriz. Farsça’daki Tork (Türk) kelimesinin “güzel, sevgili” anlamında kullanılıyor olması yüzyıllarca aynı coğrafyada yaşamanın getirdiği olumlu sonuçlardan biri olmalıdır. Yine İranlıların kullanmayıp unuttukları birçok kelimenin (örn. avize) halen Türkçede kullanılıyor olması iki kültürün tarihi serüveni hakkında önemli bir fikir verecektir. Galatı meşhur olan “Kim okur Farisi gider dinin yarisi” ifadesinin aslında Lügat-ı fasihte “Kim okur Farisi gider deynin (borcun) yarisi” sözünün biraz da nükteli bir şekilde söylenmesidir. Nitekim Üstad Sezai Karakoç birinci ifadeyi “kim okur Farisi tamam dinin yarisi” şeklinde şerh ederek Türk İslam kültürü için Farsçanın ne denli önemli olduğunu vurgulamıştır.

Cumhuriyet dönemi Türkiye’siyle İran arasındaki ilişkiler ilk dönemde bazı sınır problemleri şeklinde ortaya çıkmış, ancak 1926 yılında iki ülke arasında yapılan Güvenlik ve Dostluk Antlaşması ve 1932 yılındaki Hakem Antlaşması’yla bu sorunun halline çalışılmıştır. Cumhuriyet devrinin ilk dönemindeki ideolojik politikalar sonucu, genelde doğuya özelde de İslam ülkelerine yüz çeviren Türkiye’nin İran’la münasebetleri de bundan nasibini almıştı. Bununla birlikte Ortadoğu’da faşist İtalya’nın tehditleri bölge ülkeleri için ciddi bir tehlike oluşturmaya başladığında, İran’ın öncülüğünde ve İngilizlerin teşvikiyle Türkiye, İran ve Irak’tan meydana gelen Sadabad Paktı 1937’de Afganistan’ın da katılımıyla imzalandı. Çok uzun ömürlü olmayan bu ittifak girişiminden sonra Türk-İran ilişkileri İran İslam devrimine kadar normal seyrinde sürdü. 1979’da İmam Humeyni liderliğinde İran’da meydana gelen devrim bütün İslam dünyasında olduğu gibi Türkiye’de de etkisini gösterdi ve o zamanlar yükselen ideoloji konumundaki İslamcılığa mensup kimseler arasından da sempatizanlarını bulmakta gecikmedi. İran’daki bu gelişmelerin bölge ülkelerine etkileri İran’ın komşuları tarafından karşı tedbirlerin alınmasına yol açtı. Hatta aynı dönemde 12 Eylül darbesiyle Türkiye’de askeri bir yönetimin iş başına gelmesini de bu devrimle ilişkilendirenler olmuştur. Bundan sonraki süreçte Türk-İran ilişkilerinin Türk kamuoyundaki algılanışı daha çok İran mollaları ile Türkiye’deki laikçilerin ideolojik karşıtlığı şeklinde olmuştur. Türkiye’deki İslamcılar üzerindeki İran etkisi zamanla kaybolma noktasına gelmiştir. İran’ın devrimin ilk zamanlarındaki devrim ihraç etme politikaları, yerini ülkelerarası ortak menfaatlerin ön plana çıktığı normal komşuluk ilişkilerine bırakmıştır diyebiliriz. Türkiye’deki bir kısım laikçilerin İran takıntısı halen sürmekte olsa da son yıllarda iki ülke arasında gelişen ticaret ve bölgede meydana gelen siyasi olaylar iki ülkeyi daha yakın işbirliğine ve de bir nevi dostluğa zorlar görünmektedir. Türkiye ile İran arasındaki çatışmalardan tarih boyunca her iki taraf da bir kazanç elde edememiş, bilakis zarar görmüşlerdir. Bu bakımdan son zamanlarda her iki tarafta olumlu yönde gelişen politika değişikliklerinin uzun vadeli ve sağlam temeller üzerine oturtulmuş bir yapı kazanması iki ülkenin ve halklarının yanında, bölge ve dünya için de çok hayırlı sonuçlar vereceğini ummak haklı bir beklentidir. Bu bağlamda İran’da yaşanan son olayları bir ülkenin iç meselesi olarak görmek ve komşu ülkenin bu sıkıntılı günlerden bir an evvel kurtulmasını dilemekten başka bir şey, ne yazık ki elden gelmiyor.

FATİH GÜLDAL - 10yazar.com

 

menes isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Cevapla

Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim
iran, tarih, türkiye


Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
webmaster blog çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi