Geçen hafta (11 Ekim gecesi) Haber Türk televizyonundaki bir programda “Said Nursî tartışması”nda ortaya atılan bazı iddialar, tam bir ibret-i âlem idi…
Fatih Altaylı’nın yönettiği “Teke Tek” programında tartışan tarihçi Prof. İlber Ortaylı ile Murat Bardakçı’nın yer yer doğruları teslimlerinin yanı sıra, oldukça önemli konularda yanlışları ve uydurmaları seslendirmeleri, doğrusu hiç yakışmadı…
Evvela İlber Otaylı’nın, “Said Nursî ne Türkçüdür ne de Kürtçüdür” tesbitini yapması, bir hakkın teslimi olarak takdire değerdi. Ancak Ortaylı’nın bu “tesbiti”nin altını doldurmaması, dahası programın agresif akışı içinde çoğu kez Bediüzzaman’a ve Kur’ân tefsiri eserlerine uluorta yapılan isnad ve iftiraları “onaylaması”, “sessiz” kalması ya da ademe mahkûm etmesi, İlber Hoca’dan en azından “hakperestlik” bekleyenleri hayrette bıraktı…
Bir önceki programda yine seyircilerin gönderdiği e-maillere sinirlenen ve “Said Nursî ile tek ilişkisi ve ilgisi”nin çocukluğunda Adalet Partisi’nin seçimi kazanması ve Demirel’in Başbakan olması üzerine CHP’li babasının, “Eyvah Nurcular iktidara geldi” demesi olduğunu belirten gazeteci Altaylı’nın, Said Nursî’ye, çalışmalarına, eserlerine bilgisizliğini “mâzur” karşılayalım…
Ancak, programdaki tarihçilerin ifâdeleriyle Osmanlı’nın son devrini, Cumhuriyet’in “tek parti” dönemini ve çok partili siyasî hayatının ilk on yılını dolu dolu yaşayan, hayatıyla, eserleriyle, dâvâ ve mahkemeleriyle tartışmaların odağında yer alan, fikirleri uğruna çok çile çeken Bediüzzaman’ı bilmemelerinin hiçbir mâzereti olamaz…
SAİD NURSÎ’NİN BEYÂNLARINDAN HABERSİZLER…
Bediüzzaman’ın “Türkçü ve Kürtçü olmadığı” belirtilen programdaki konuşmacıların, bilhassa İlber Ortaylı’nın Said Nursî’nin, mahkemelerdeki müdafaalarında, mektuplarında yazdığı ve Kur’ânî ölçülere göre genişçe tefsir ve tahlil ettiği “ırkçılık-milliyetçilik” meselesinden, ırkçılığı takbihlerinden, kavmiyetçiliği reddinden bir tek örnek vermemesi şaşırtıcı…
Keza, Doç. Dr. Erhan Afyoncu ile birlikte katıldığı bir önceki programında, “Şeyh Said ile Said Nursî’nin karıştırıldığını, ancak aynı kişiler olmadığını” belirten ve “Said Nursî’nin 20. asırda iman nurunu öne çıkardığını” söyleyen Bardakçı’nın, programda Bediüzzaman’ın Şeyh Said’e cevabından tek kelime bahsetmemesi, ilginç…
Anlaşılan o ki “Haber Türk’tekiler”in, Bediüzzaman’ın Eskişehir Mahkemesi’ndeki müdafaasında, “Adalet noktasından tarafgirlik fikrini verip, adâletin mâhiyetini zulme çeviren, hakkımda sarf edilen bir tâbirdir ki, Isparta’da ve burada bazı isticvablarda (sorgulamalarda) ismim Said Nursî iken, her tekrarında ‘Said Kürdî’ ve ‘Bu Kürd’ diye beni öyle yad ediyorlar. Bununla, hem âhiret kardeşlerimin hâmiyet-i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adâletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhâlif bir cereyan vermektir” ifâdelerinden habersizler…
Ya da “Ey efendiler! Ben, herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan’da dünyaya geldim. Fakat, Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sâdık ve en hâlis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’âniyem cihetiyle, her milletten ziyâde Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası (gereği) olduğundan, bana ‘Kürd’ diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakîki ve civânmert bin Türk gençlerini işhâd edebilirim (şâhid gösterebilirim)” savunmasını incelememişler. (Tarihçe-i Hayat, 200-203)
BEDİÜZZAMAN’I BİLMELERİ GEREKMEZ Mİ?
Gerçekten Yunan mitolojisini en ince ayrıntısına kadar araştıran, İslâm öncesi Türklere atfedilen efsaneleri bütün teferruatıyla tetkik eden ve bilen tarihçilerin, Bediüzzaman’ın bir asır önce Osmanlı’da kavmiyetçiliği güdenlere, doksan yıl önce, âdem-i merkeziyet fikrini, ayrılığı ve eyâleti “çözüm” olarak görenlere milletin ve vatanın birlik ve bütünlüğünü esas alan tesirli yazılarını bilmeleri gerekmez mi?
Biliyorlarsa; bildikleri halde hakkı ketmedip dile getirmiyorlarsa, milyonların gözü önünde Bediüzzaman’ın Osmanlı’dan günümüze, vatan ve millete hizmetlerini, birlik ve beraberlik dersini ve etkisini bile bile inkâr anlamına gelmez mi?
Diyelim ki Millî Mücâdeleyi ve Kuvayı Millîyeyi destekleyen Bediüzzaman’ın, Anadolu’nun ecnebilerin istilâsı ve başşehir İstanbul’un İngiliz işgali altında bulunduğu menhus mütârekenin en zorlu zamanlarında Kürt Teâli Cemiyeti Reisi Seyid Abdülkadir’den gelen “Kürdistan kurma” teklifine Said Nursî’nin, “Kürdistan’ı değil, Osmanlıyı ihya edelim” itirazıyla karşı çıktığını görmediler. “Allah-û Zülcelâl Hazretleri, Kur’ân-ı Kerim’de ‘Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever’ diye buyurmuştur. Ben bu beyân-ı İlâhî karşısında düşündüm; bu kavmin bin yıldan beri âlem-i İslâmın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine, dörtyüz elli milyon hakikî Müslümanın kardeşliği bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinden gitmem” diye verdiği cevaba rastlamadılar. (N. Şahiner, Bilinmeyen Yönleriyle Bediüzzaman Said Nursî, 229)
Veya Bediüzzaman’ın 1925’te patlak veren isyanda, “Efendim! Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir. Bu harekâtımıza iştirak buyurur yardım ederseniz, gâlib oluruz” diye kendisini kıyama iştirake bizzat çağıran Şeyh Said’e yazdığı “ikaz mektubu”ndaki mânâları okumadılar.
Belli ki bu mektuptaki, “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılınç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştıramayız. Bu şer’an câiz değildir. Kılınç, hâricî düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılınç kullanılmaz. Bu zamanda yegâne kurtuluş çâremiz, Kur’ân ve iman hakikatleriyle tenvir (aydınlatmak) ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli (cehâleti) izâle etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akim kalır. Birkaç câni yüzünden binlerce mâsum kadın ve erkekler katledilebilir” ikazını görmediler.
İsyana iştirak için “izin” ve “fetva” isteyen Hamidiye paşalarından Kör Hüseyin Paşa’ya, Bediüzzaman’ın, “Askerler bu vatanın evlâdıdır; senin ve benim akrabamdır. Kime vuracaksın? Onlar kime vuracak? Düşün, idrak et. Ahmed’i Mehmed’e, Hasan’ı Hüseyin’e mi kırdıracaksın?!” ihtarından bilgileri yok.
Bediüzzaman’ın Risâle-i Nur’da dercettiği, âyetlerin ve hadislerin ışığında meseleye iman ve mânevî adeseden getirdiği “İslâm kardeşliği” eksenindeki temel târif ve çözümlerinden de haberleri yok.
Anlaşılan o ki “Mektûbat” adlı eserinde, “Abbasiler zamanından beri bin senedir Kur’ân-ı Hâkimin bayraktarı olarak, bütün cihâna karşı meydan okuyup Kur’ânı ilân eden ve milliyetini İslâma ve Kur’ân’a bayrak yapan Türk milleti”ni, “Nerede Türk varsa Müslümandır, Müslüman olmayan Türkler Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi)” diye târif eden Bediüzzaman’ın, bu vatandaki unsurları birbirine bağlayan binbir birlik yönlerini nazara verdiğinden de haberleri yok.
Bu ülke insanı için, “Hâlıkları (Yaratıcıları) bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir-bir binler kadar bir bir…” birlik bağları göstermesinde de haberleri yok. (s. 308-312)