03-07-2009, 13:27 | #1 |
HÂKİM DEVLET Mİ, HADİM DEVLET Mİ?
HÂKİM DEVLET Mİ, HADİM DEVLET Mİ?
ALPEREN GÜRBÜZER Demokratik ülkelere Devlet toplumu kurallar manzumesi doğrultusunda merkezi hakemliği rolü ile idare eder. Zaten devlet hakem değil de hâkim olmaya çalışırsa totaliter yapıya bürünmüş demektir. Devlet baba geleneği Osmanlı, İttihat Terakki ve Cumhuriyet dönemlerinde değişik biçimlerle topluma yansıdı hep. Tarihi sürecimizde toplum-devlet ilişkimiz merkezidir. Şöyle ki; toplum merkezden idare edilmiştir. Fakat Osmanlı’nın uygulamaları topluma güven verdiği için, merkezi anlayış toplum katmanlarında rahatsızlık vermiyordu. Nitekim Devlet-i Aliyye tabanın hizmetine ram olduğundan dolayı devlet halk nezdinde efendi addediliyordu. Hatta devlet nizamında, belli mevzuatlarda tebaaya özerklik dahi verilmişti. Zira farklı kimlikler, farklı mezhepler, farklı meşrepler bir arada huzur içinde yaşayabiliyor ve farklılıklar hiçbir zaman narsisizme dönüşmüyordu. Çünkü Osmanlı’da; toplum-devlet barışıklığı hadim devlet anlayışı ile tanzim ediliyordu. Görünürde idari yapı merkezi gibi görünse de devlet toplumun emrinde ve hizmetindeydi daima. Dolayısıyla hadim devlet felsefesi sayesinde toplum kendi içindeki ilişkilerini dizayn edebiliyordu Bu arada devlet de halkla olan ilişkileri hizmetkârlık ilkesi doğrultusunda yürütüyordu. Ne zaman ki Osmanlı yükselişten gerileme sürecine girdi, o zaman hadimiyet duygusunun da erimeye yüz tuttuğunu müşahede ediyoruz. Hele hele bu durumu bütün açıklığı ile İttihat ve Terakki döneminde pekâlâ görmek mümkün. Cumhuriyet dönemi zaten ulus devlet anlayışına göre yapılanmış, felsefesi ise devletin millet üzerinde buyurgan olması esastır. Sivil toplum ruhunun izlerini Cumhuriyet’in ilk yıllarında göremeyiz. Bu yüzden uygulamada her şeyin devlet eliyle yapıldığı sürecin adıdır Cumhuriyet. Kuruluşumuzda devlet biricik ülkü, biricik tayin edici ve mukaddestir o yıllarda. Kelimenin tam anlamıyla tek hâkim güç; devlettir. Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir denilmesine rağmen, bu söylem bir türlü gerçek manada uygulamaya geçemedi. Üstelik milletin üstünlüğü ilkesi bugünümüze özde değil sözde olarak yansımış. Oysaki kararda milletin olmalıydı. Devlet mekanizması, gerek kültür, gerek ekonomi ve gerekse sosyal hayatın bütününü kendi hegemonyası altına alıyorsa, karşımıza merkezi ve buyurgan devlet modeli çıkıyor demektir. Maalesef devlet baba geleneğimiz bu gerçekleri görmemize engel oluyor. Merkezi yapımızın asıl idare heyeti seçilmişler değil, tayin edilmişler belirliyor. Hakeza siyasi partiler, milletin sesi olmaktan ziyade, tayin edilmişlerin kontrolüne girmiş teşekküller şeklinde rol ifa ediyorlar. Sivil inisiyatif programlarının uygulanmadığı sahalar hep böyledir. Devletin asıl sahibi millet olması gerekirken, karşımıza haramilerce çembere alınmış devlet çıkıyor. Tayin edilmişlerin koltukları hadim devlet modelinin biçimlenmesine engel olmak için konuşlandırılmış adeta. Bilindiği gibi yıllarca merkezi yapımızın ara kontrol şebekeleri; askeri bürokrasi ve sivil bürokrasi tarafından kontrol edilmekte. Nitekim Devlet aygıtı “yüksek askeri bürokrasisi” ve “statükocu sivil bürokrasi’’ tarafından kuşatılmıştır. Bu sistem içinde milletin seçilmişleri ise, sadece dar çember içinde sıkışmış arabulucular konumunda görev yapmaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla sivil toplum siyasilerden talepte bulunduğunda, siyasilerin yapacağı tek şey aracı koordinatör olmaktan başka elinden bir şey gelmez. Çünkü sistemin çarkları bu mekanizma içinde dönüyor. Sosyal bunalımların son bulması için, bu çarkın bir an evvel bertaraf edilip yeniden sivil katılımcı anlayışa göre yapılanması lazım. Hatta eğitim sistemimizi yeniden gözden geçirerek, insan ve insanı hareket kaynağı olarak tanımlayan ve onu tanıyan bir projeyi başlatmamız gerekiyor. Sivil toplum olgusunu her sahada hâkim kılınabilirse, Türkiye’de hadim devlet olgusunun nüvelerini her zaman görmemiz mümkün olacaktır. Zira toplumumuzun geleceği hâkim devlette değil, hadim devlet esprisindedir. Bir zamanlar sivil inisiyatif programları yürürlükte olmayınca, sürekli problemleri erteleyen mekanizmalar devreye giriyordu ister istemez. Ülke meselelerini örtbas eden, göç meselesini görmezlikten gelen ve rant ekonomisinin gidişatına dur demeyen bir hantal devlet yapımız krizleri beraberinde getirdi. Devlet şimdiye kadar toplumu kanunlara uymaya mecbur ederken, kendi içindeki kokuşmuşluğu irdelemiyordu üstelik. Dayatmalar ve kurallar hep toplum içindi, kanunları toplumun isteklerine göre tanzim edelim diyen görünürde devlet ortada yoktu zaten. Ta ki ANASOL-M hükümeti yıkılıp 2002 yılı gelinceye dek bu durum devam etti. Yinede her şeyin güllük gülistanlık olduğunu belirtmek için henüz erken sayılır. Zira bu seferde 2007 Temmuz seçimleri sonucunda halkın büyük oyu ile iktidara gelen iktidarı alaşağı etmek için yargı darbesi tehlikesi ile karşı karşıya kaldık. Aslında iktidarın şahsında İtalya’daki gladio benzer Ergenekon yapılanmanın millete yönelik bir planı desek daha yeğdir. Hâkim devlet anlayışının veya derin devlet denilen mekanizmalarının ürettiği olumsuzluklar, kanayan yaraya dönüştü habire. Yani gerçek problemlerimiz sunileşerek iç dengeler içe, dış dengeler ise dış senaryolara kurban verildi hep. Tabii olan topluma oldu. Sivil toplum olgusu sinemizde özlem olarak kaldı. Ortalık karışık, her taraf sis perdesi sanki. Bize bu hayatı reva gören mekanizmalar sosyal barış yerine kriz üretiyorlar sürekli. Sanki birileri bundan büyük bir keyif duyuyor gibi. Oysa sistemin yeniden yapılanmaya ihtiyacı var. O halde hemen hemen herkes tarafından dile getirilen sistemin kokuşmuşluğu ve devletin tıkandığı noktalardaki kısır döngüye son verilmelidir. 12 Eylül darbesini yapan Kenan Evren bile sistemin artık tıkandığı, hatta eyalet ve federatif gibi konuların tartışılması gerektiği türünden beyanıyla yüreklere su serpse de, öyle anlaşılıyor ki her türlü fikrin rahatlıkla tartışmaya açılmasından korkan birtakım derin mekanizmaların kendilerine ait statik düşüncelerin devamından yana tavır sergilemekten vazgeçmeyecekler gibi. Değişmemekte direnenler ne kadar direnirlerse dirensinler, değişim dünyanın her yerinde kendine oluk bulabiliyor ve sonunda kazanan yine değişim olacak elbet. Toplum hor görülse de eninde sonunda sağduyu galip gelecek, devlet her platformda sivil girişimleri desteklemek zorunda kalacaktır. Bir şekilde devlet merkezinden üretilen krizler az zayiatla da olsa bertaraf edilebiliyor. Türkiye zaman zaman belirsizliğe çekilmek istense de bunu başaramayacaklardır. Devlet-toplum barışıklığı ergeç gerçekleşeceğine ümidimiz hala taptaze. O günler geldiğinde gerek iç ve gerekse dış mekanizmaların hevesi kursaklarında kalacağına inancımız tam. Daha genel manada meseleyi ele aldığımızda Türk toplumunda siyasete yansıyan mekanizmalar çürümüştür. Acilen devletin yapılanması ve bir dizi problemlerin çözülmesinde seferber olacak anlayışın yerleşmesi gerekiyor. Çok boyutlu düşünme diye derdimiz olmalı. Ne yazık ki, toplumun iradesi siyasi mekanizmalar veya diğer derin devlet mekanizmalarınca manipüle edilmektedir. Türkiye’de sözde özgürlükçü partilerin varlığı veya anti demokratik faaliyetler sayesinde iktidara gelen partilerin tüm toplumu kapsayacak icraatlar yerine, devlet nimetlerinin dağıtıldığı ulufe sistemine dönüşmektedir. Bu sistemde toplumun iradesi hiçe sayılıp, devletin topluma buyurgan tavrı ve dayatması söz konusudur. Sistem çözüm üretmiyor, aksine çözümsüzlüğü işliyor. Sahnede var olan kronik açmazımız sistemsizliktir. Bu kronik vakaya seyirci kalan liderlik sultasının kurbanı milletvekilleri, hatta biz, siz, hemen hemen herkes bu işte büyük bir vebal taşıyor. Bu gidişata dur denilmezse insanlar yönetmelik olacak. Her şey çok açık, hepimiz aynı anda sistemin çarklarına yenik düştük. Çok uluslu yalanlarla dolanlarla oyalanıp kirleniyor yüzümüz. Mevlana’ca ne olursan ol yine gel diye çağıran ve ayırım yapmayan merhamet eli doğacak günleri büyük bir sabırla bekliyoruz. Aydınlık güneşi doğduğunda yüzümüzün kiri silinip yerini alnı ak gönlü pek bir neslin geleceğini, yarınlarımızın pak olacağına ölümüne inanıyoruz yinede. O halde yediden yetmişe herkes gözlerimizi yerden kaldıralım aydınlık yarınlarımız adına. Buna mecburuz. Çünkü yaşadığımız krizlerin temelinde tek tip görüşlerin hükümranlığı var. Ortak paydayı bulma yolunda tek engelimiz olan monolog görüşlerin ver yansına aldırış etmeden, çoğulculuğu inşa edecek yapılanmak adına adımlarımızı sıklaştırmalı. Gün elitist oligarşi güçlerin ele geçirdiği devletin köşe başları toplumun iletişim kanallarını tıkama faaliyetlerine son verme zamanı.. Zira hepimiz biliyoruz ki yaşadığımız kaos ve karmaşa hali bu köşe başlarından üretilen bir bardak suda fırtınalar koparma tarzında suni gündemler oluşturularak gerçekleştirilmektedir. Üstelik tekelci devlet felsefesi çoğulcu devlet felsefesi üretmediği için, ülke içinde suni krizler bir türlü bitmek tükenmek bilmiyor. Toplum-devlet, toplum-siyaset ilişkileri kopuk olduğu sürece bu durumun devam edecek gibi. Ne zaman ki toplumun devlete güvenle baktığı ya da devletin toplumun her kesimine sıcak baktığı günler gelir, o zaman yarınlarımız aydınlık olacaktır. Tam bir iflas etmiş sistemden söz etmek iddiasında olmasak da, gidişatımızın iyi olduğu da söylenemez. Yaşadığımız kriz ortamından çıkmanın yolu hâkim devlet zihniyetinin yerine hadim devlet prensiplerini ikame edecek mekanizmalar oluşturmaktır. Milletin yönetimde söz sahibi hale gelmesi için sivil katılımcılık seferberliği başlatılmalıdır. Tüm olumsuzlara rağmen toplum kendi içinde sentez üretebiliyor. Bu üretkenlik toplumumuzun siyasilerin önünde olduğu gerçeğini ortaya çıkarıyor. Hele hele Özal’la hız kazanan demokratikleşme çabaları süreci içerisinde toplum kendi sivil söylemlerini dile getirebilmeyi başardığı gibi kendisine olan güveni daha da artmıştır. Sivil anlayış daha da yerleştikçe, toplum iradesinin siyasete yansıyan kanalların açılacağı muhakkak. Sivil oluşumlar siyasetle şimdilik bağ kuramasa da toplum şimdilik kendi vazifesini yerine getiriyor, bu nokta da önemlidir. Toplum İslâm’ın sadece vicdanlara has bir olgu olmadığının ve ibadetin dışında dinimizin sosyal hayatın her safhasında ibadet şuuruyla çalışılması gerektiğinin farkına vararak, artık halk bundan böyle dünyadan el etek çekmiş bir halde veya hayatını dört duvar arasında geçirmeye pekte niyetli değil, bu önemli bir gelişmedir. İslâm ve toplum, İslâm ve siyaset ilişkileri denilen olayla karşı karşıyayız. Mütedeyyin halkımızın yönetilen durumdan yöneten durumuna geçme çabası çağımızın en büyük hadisesidir. İslâm’a gönül vermiş kesimlerin gerek toplum, gerek siyaset gerekse kültürel alanlarla bağlantı kurmasını önemli buluyoruz. Türkiye insanı, her geçen gün farklılıklarla tanışarak yönleniyor ve değiştiriyor kendisini. Kendini ifade edemeyen ve taleplerini siyasete yansıtamayanlar ise içe kapanıyor. Devlet bu içe kapanık kesimlere kucak açması gerekirken, aba altından sopa göstermeyi huy edinmiş adeta. Kronikleşmiş bu uygulamalarla o insanlar devlete kazandırılamıyor, aksine düşman hale itiliyor. Böylece toplum-devlet kopukluğu nüksediyor. Farklı nüanslar hem devletle hem de toplumun bazı katmanlarında hala problem olmaya devam eden bir mesele. Eğer buyurgan (hâkim) devlet yapılanması yerine, hakem ve hizmetkâr devlet biçimlenmesi söz konusu olsaydı, farklılıklar narsisizme dönüşmeyerek ülke içinde zenginlik doğacaktı. Birbirinden kopuk narsist grupların türemesinin nedenini hakem devletin olmayışına bağlamalıyız. Bu büyük boşluk ister istemez topluma pahalıya mal oluyor. Şiddet zemini buyurgan fermanlarla daha da koyulaşarak teröre yol açmaktadır. Toplumsal kutuplaşmaların temelinde hadim devletin olmayışı yatıyor. Farklı nüanslar, farklı talepleri doğuruyor. Farklılıkların ahenk içinde yaşamaları için hiç bir toplumsal projemiz yok gibi. Derin devlet mekanizmaları merkezi hâkim rolü ile farklılıkları resmi söylemle hizaya çekmeye çalışıyor. Devletin ideolojisi olmaz, ideoloji ferde ait oysa. O halde devlet hadimiyet bilinciyle farklı alt kimlikler karşısında hakem rolü üstlenmelidir. Bu alanda hakemlik refleksleri geliştirerek, toplumun ürettiği fikirlere ve sembollere katkıda bulunmalı. Böylece devlet toplumun tüm katmanlarında gerçek yerini alarak doğal güvenlik şemsiyesi oluşturacaktır. Aksi takdirde devletin hakemsizliğinden dolayı toplumu devlete karşı düşmanca bakmaya sevk edecektir. Toplumla ortak payda kurabilen devlet, ancak hadim devlet olmaya layık olabilir. Farklılıklarımızı bölücülük olarak nitelemeden, farklılıklarımızla birlikte yaşamak ülkümüz olmalı. Birbirimizi artık anlayabiliyor, birbirimize önyargıyla yaklaşmıyorsak, toplum da devlet de sıhhat bulacak demektir. Karşındakini anlamaya çalışmak, insanlarla tanışmak, konuşmak, yaratılanı sev yaratandan ötürü düsturunca sevmek ve empatik yaklaşımda bulunmak demokrat olmak demektir. Aynı zamanda bir arada yaşama kültürünün şuuruna varmanın adıdır demokratlık. İnsana saygı gösteren ve hareket noktası insan olan devlet her daim demokratik nitelik kazanır. Sosyal denge ancak ve ancak demokratik katılımla sağlanır. Demokrasi lafla olmaz uygulama göstermek gerekir. Maalesef demokrasinin adı var, ama gerçek anlamda kendisi yok. Bütün meselelerin çözümü için hâkim (buyurgan) ve hantal devlet yerine, hakem ve hizmetkâr devlet anlayışını yerleştirmek lazım. Şeyh Edebali ne güzel demiş; Ey oğul insanı yaşat ki devlet yaşasın. Vesselam.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
03-08-2009, 21:03 | #2 |
tüm kardeşlerimin mevlüt kandili mübarek olsun.
|
|
10-19-2009, 23:07 | #3 |
elbetteki tavrımız hadim devletten yana.
|
|
11-10-2009, 00:41 | #4 |
Evet..
Hadim devlet -manasıana göre- olur. Hadim görevli -manasıana göre- olur. Ama öesela başbakanımıza katılmadığım bir nokta var "hizmetçisi" olunmaz. Başbakan bu milletin hizmetinde olur ama "hizmetçisi" olamaz. Oy veriliyor diye bu kadar küçük düşülmemeli. Bu millet oy verdiği Menderes için kılını kıpırdatmamıştı onu da yazmıştır tarih. Başbakanımız umarım bu hususu anlar. Ulu Hakan Abdülhamid Han'ın dediği gibi; "Hangi idare olursa olsun, bir Hükümdar milletinin hizmetindedir, ama hizmetçisi değildir!" |
|
11-10-2009, 23:58 | #5 |
tşkler.
|
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|