AK Gençliğin Buluşma Noktası
Köşe Yazıları Köşe yazıları burada paylaşılıyor.



Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 10-18-2010, 21:45   #1
Kullanıcı Adı
Özgür Çağrı
Thumbs up Hasan Cemal Barışa Susamış Topraklardan Yazıyor [Kürt Sorunu Yazı Dizisi]
Barışa susamış topraklar üzerinde
01:00 | 12 Ekim 2010
Sabah Van’a uçtum. Şakır şakır yağmur yağıyor. BDP’li Başkale Belediye Başkanı İhsan Güler ‘Hasan Abi gelin sizi dağa çıkaralım’ diyor. ‘Peki’ diyorum. Sarı çizmeleri çekiyoruz, yağmurlukları giyiyoruz. Dağa vuruyoruz...

BAŞKALE, Van
İstanbul’dan dün sabahın köründe Van’a uçtum. Şakır şakır yağmur. Van Gölü’ne sis inmiş, etraf görünmüyor.
Başkale’ye doğru yola çıkarken, Van havaalanında rastladığım tıp profesörünün söylediklerini not alıyorum.
Diyor ki satır başlarıyla:
“Doğu’da devlet ilk defa sormaya başladı insanlara, ne istiyorsunuz diye...”
“Herkes artık bu iş bitsin istiyor!”
“Hakkari’de, Yüksekova’da, Şemdinli’de o taş atan çocuklar var ya... Onlar hep köyleri boşaltılan, köyleri yakılan, evlerinden barklarından olan ailelerin çocukları... Onların ana babalarıyla birlikte yaşadıkları o acıları anlamadan, o yaraları sarmaya çalışmadan bu topraklarda barış çok zor yakalanır.”
Biri ekliyor:
“O çocuklar var ya, babalarından daha sert, daha radikal, daha milliyetçi, daha ayrılıkçı o çocuklar... Onları anlamadan, onların acılarını yüreğinde hissetmeden çözüm yolunu, dağdan iniş yolunu açmak hayaldir.”




2200 metreden 3400 metreye doğru tırmanıyoruz. İhsan Başkan (soldan üçüncü) gülerek ‘Hasan Abi sen Kandil’e çıkmış adamsın, buraları sana ne kor be abi’ diyor.

Kartal yuvası gibi
Önde bir zırhlı, arkada bir kaç araçlık bir konvoy geçerken diyor ki:
“Asker taşıyorlar. Eskiden daha yoğun güvenlik önlemi alınırdı. Yalnız önde değil, mutlaka arkada da zırhlı olurdu.”
Kayalıkların tepesine bir kartal yuvası gibi oturtulmuş Hoşap Kalesi’ni seyre dalarken, sanki ortaçağ tünelinden geçiyormuşcasına bir duygu uç veriyor içimde...
Bebleşin geçen yılki gibi, Jandarma kontrol noktasının önünde uzun bir araç kuyruğu.
Ama yine de değişen bir şey var. Bundan yedi sekiz yıl öncesine kadar, öğleden sonraları daha güneş batmadan saat bir, bir buçuktan sonra trafik asker tarafından kesilirmiş...
Diyor ki:
“Buralarda olumlu bir şeyler olacak havası esmeye başlamış durumda... Ama çok kırılgan, inişli çıkışlı bir vaziyet...”
Başkale’ye giriyoruz.
Rakım 2200 metre, hava soğuyor. Lojman duvarına boydan boya kırmızı boyayla yazmışlar:
“TC ***leri, yıldıramaz bizleri!
“Serok Apo!”
“Biji PKK!”
Okul dağılmış, düzgün giysili, kravatlı öğrenciler. Rastgele yaklaşıyorum içlerinden birine. Lise 1’deymiş. Bir haftalık okul boykotuna katılıp katılmadığını soruyorum. Yalnız kendisinin değil, herkesin katıldığını söylüyor. Sonra da parmaklarıyla zafer işareti yapıp gidiyor.
Okul çocuklarındaki bu zafer işaretine ilk kez, sanıyorum, 1987’de Nusaybin’deki bir okul bahçesinde tanık olup yazmıştım.
Bir sivil itaatsizlik eylemi olarak PKK tarafından başlatılan okul boykotuna Başkale’deki katılım oranı yüzde 80. Anayasa referandumunda sandığı boykot ise yüzde 86 civarında...

‘İlle dağa çıkaracak’
Başkale’nin BDP’li Belediye Başkanı İhsan Güler, “Hasan Abi, gelin sizi dağa çıkaralım” diyor.
Yardımcısı kıkırdıyor:
“AKP’li belediye başkanına gitseniz sizi camiye götürürdü, bize geldiniz, haydin dağa...”
Beni ille de dağa çıkaracak!
‘Peki’ diyorum, sarı çizmeleri çekiyoruz, yağmurlukları giyiyoruz, Başkan’ın bizzat kullandığı jiple dağa doğru vuruyoruz.
Bir yanımız uçurum.
2200 metreden 3400 metreye doğru tırmanışa geçerken gülüyor İhsan Başkan:
“Hasan Abi, sen Kandil’e çıkmış adamsın, buraları sana ne kor be abi!”
Susuyorum.
Tırmandıkça, sis basıyor. Galiba kar atıştırmaya başladı, evet öyle, yılın ilk karını burada görmek varmış...
İhsan Başkan anlatıyor:
“Biz artık barış istiyoruz, bıktık çünkü... Bundan sonra umutsuzluk felaket getirir. Ama temel sorun nedir biliyor musun, Ankara’yla güvensizlik... Ankara’da hükümet açılım diyor, görüşme diyor, bir bakıyorsunuz, Meclisten sınır ötesi operasyon kararı... Bir bakıyorsunuz, çevre ülkelerle, Tahran’la, Şam’la, Bağdat’la gizli temaslar... Bu da güvensizlik yaratıyor dağda...”
Başkale’nin BDP’li Belediye Başkanı İhsan Güler 46 yaşında. Hakkında kesinleşmiş 10 ay hapis cezası var.
Anlatıyor:
“Ankara’da Kürt-Der’in başkanıyım. Yıl 2007. Bir gece Kürtçe mevlide gidiyoruz. Konuşma falan yok. Mevlid Kürtçe, dinliyoruz. Biri, cep telefonuyla üç dört saniyelik çekim yapıyor, veriyor polise... İşte bundan dolayı, PKK propagandası diyerek 10 ay hapis...”

‘Barış nasıl olacak’
Kar bastırıyor, dağda sis yoğunlaşıyor, Başkan anlatıyor:
“Bir yandan dağda askeri operasyon, öbür yandan şehirde siyasi operasyon, KÇ operasyonu vesaire... Eeh, barış nasıl olacak? Eylemsizlik kararı, ateşkes olunca, PKK kendi militanlarını askerle çatışmanın olamayacağı yerlere doğru çekiyor dağda... Ama operasyonlar yine de durmuyor, askeri hareketlilik devam ediyor. Halbuki istendiği vakit operasyonlar durabiliyor, 2007 genel seçimlerinde, 2009 yerel seçimlerinde olduğu gibi... Güven sorununu aşmak lazım. Hükümette çok laf, az iş var.”
3200 metreyi gösteriyor, Başkan’ın jipindeki gösterge.
Yukarıdan inenler var.
Bağırıyor biri gülerek:
“Aman abi çekme, gerilla sanırlar.”
Başkale’nin suyunu getirmek için dağda çalışan Başkale Belediyesi’nin işçileri... Arazide yaptıkları tavşan kanı çayları yudumlarken Başkan Güler anlatıyor:

‘Okul boykotu tuttu’
“BDP’li bir Belediye Meclisi üyemiz var, bir hanım Kocası Antalya’dan bir doktor, o da Türk, şimdi aramızda olan. Adı Eylem Meclis üyemizin. Telefonu dinleniyor. Telefonda, ‘Biz eyleme gidiyoruz!’ sözü tespit ediliyor. Eylem Hanım, telefon dinlemede oluyor, eylem... Eylem Hanım tam dokuz aydır hapiste, 2 yaşındaki çocuğu Argeş’le birlikte... KÇK operasyonuyla içeri alındı, ilk duruşması ise bunca ay sonra, 1 Kasım’da...”
Öteki söze giriyor:
“Okul boykotu tam tuttu burada. Kürtler kendi dillerinde eğitim istiyor.”
Dün öğleden sonra dağdan inişe geçerken, kolumu tutuyor Başkale’nin BDP’li Başkan İhsan Güler:
“Vallah Hasan Abi, barışı özledik!”
Bu hafta, gerçekten barışa susamış topraklardan yazacağım yazılarla geçecek.

 

  Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 10-18-2010, 21:50   #2
Kullanıcı Adı
Özgür Çağrı
Standart
‘Yaz evlat, biz barışa susamışız!’
01:56 | 13 Ekim 2010
Keklikpınarı’nda bir ay önce ve altı yedi ay önce iki kez panzeri devirmişler. O yüzden güvenlik güçlerinin pek sık uğramadığı belirtiliyor. Burada barışı konuştuk...

HAKKÂRİ
Tüm heybetiyle yükseliyor Sümbül Dağı. Ne zaman gelsem hayranlıkla seyrederim bu dağı. İpince, zarif doruğuyla bana hep bir başka türlü güzel, soylu görünür.
Dün öğle vakti pırıl pırıl güneşli bir havada Sümbül Dağı’nın eteklerine, Keklikpınarı mahallesine, Hakkâri Üniversitesi’nin Oxford’dan doktoralı Rektörü Prof. Dr. İbrahim Belenli’nin deyişiyle, Hakkâri’nin en mağdurlarının bulunduğu Keklikpınarı mahallesine tırmanıyoruz.
Keklikpınarı aynı zamanda Hakkâri’de ‘en çok taş atan’ çocukların yaşadığı yer. Biri bir ay önce, diğeri altı yedi ay önce iki kez panzeri devirmişler burada. O yüzden güvenlik güçlerinin pek sık uğramadığı belirtiliyor Keklikpınarı’na...
İki yıl önce Hakkâri’ye gönüllü gelip üniversitenin temellerini atan Rektör İbrahim Belenli diyor ki:
“Bakın buradaki problemi görmeden, batıda rahat yaşayamayız. Bu taş atan çocukları ya kazanacağız, ya da onlar hayatı bize zehir edecekler. Çünkü öylesine acılar yaşamışlar, öylesine acılara tanık olmuş ki bu çocuklar...”
O çocukların aileleri, Çukurca’nın sınır köylerinden, Türkiye-Irak-İran’ın birbirine kavuştuğu ve PKK kamplarının bulunduğu dağlık coğrafyadan 1995 yılında sürülüp gelmişler Hakkâri’ye.
Köyleri zorla boşaltılmış.
Köyleri yakılmış.
Evlerini barklarını bir gün yüreklerine taş basarak bırakmışlar, yola düşmüşler, Sümbül Dağı’nın eteklerinde yoksulluğun kol gezdiği Keklikpınarı’na yerleşmişler.
İsmi Sülker, 45 yaşında bir kadın.
O günü hiç unutmamış.
“Kara bir gündü o gün” diyor.
1995 yazında bir gün basılan köyünü, güvenlik kuvvetlerinin Kavuşak Köyü’nde neler yaptıklarını anlatıyor Sülker:
“Köyde iyiydik. Kimseye muhtaç değildik. Çatışmalar oluyordu, helikopter üstümüzde uçuşuyordu. Ama biz iyiydik, yün ceviz satıyor geçiniyorduk. Meralarımız da vardı. Bir gün geldiler, boşaltın köyü dediler, gideceksiniz dediler. Eşyalarımızı yola çıkardık. Ama onları da bırakmadılar alalım. Onları da yaktılar, evlerimizi de.. Kara bir gündü o gün...”
Sülker devam ediyor:




Tabanı toprak, basık tavanlı küçücük bir kulübe. İçerisi sıcak! Ortasında büyücek bir delik, içinde odun ateşi yanıyor. Yaşlı teyze diyor ki: “Burdan besliyoruz köyün insanını, tandır ekmeği pişiriyoruz bu fırında... Devlet bu mahalleyi üvey evlat yapmış...”

“Eşim işsizdir, arada iş bulunca çalışabiliyor. Ama o da ameliyatlı böbreğinden... Dört çocuğumun dördü de işitme engelli... Ancak yardımlarla ayakta durabiliyoruz.”
15 yaşında, lise bir öğrencisi, neden taş attıklarını kendisine sorunca yanıtı kısa:
“Geçmişin acılarını hatırlayarak kendimizi koruyoruz.”
Keklikpınarı’nda yaşayanların tümü Çukurca’nın Kavuşak köyünden zorla göç ettirilmiş 1995 yazında.
Cevat Taş da onlardan biri:
“Malımızı mülkümüzü de, hayvanlarımızı da ateşe verdiler, gitmezseniz sizi de vuracağız dediler. Zorla geldik buralara 1995’de, sadece canımızı alıp yollara düştük, yaz gazeteci abi! Geçen sefer panzerden evime gaz bombası atarken, bağırdılar, bu çileyi çekeceksiniz diye...”
Tabanı toprak, basık tavanlı küçücük bir kulübe.
İçerisi sıcak!
Ortasında büyücek bir delik, içinde odun ateşi yanıyor.
Yaşlı teyze diyor ki:
“Burdan besliyoruz köyün insanını, tandır ekmeği pişiriyoruz bu fırında... Devlet bu mahalleyi üvey evlat yapmış...”
Tepeden Hakkâri’yi seyrediyoruz.
Uzaktan hızlı adımlarla bana doğru geliyor. Belli, söyleyeceği bir şeyler var. Tüm yaşadıkları yüzünün derin hatlarına yerleşmiş...
Adı Hızu, soyadı Taş.
Yaşı yetmişi devirmiş.
Hızu nine de diğerleri gibi Çukurca’nın Kavuşak köyünden, iki oğluyla birlikte göç etmiş 1995 yazında. Yani kendi yurdunda sürgün olmanın acısını ailecek fena halde yaşamışlar.
Kendinden emin bir havada konuşuyor. Tane tane konuşuyor. “Yaz evlat” diye söze başlıyor, vurgulayarak devam ediyor:
“Biz barışa susamışız!”
Sözleri yüreğinden dökülüyor:
“Dağdaki de, asker de bizim çocuklarımız. Yaz evlat, barışa sahip çıkın, mahkumları da afedin!”
Elimi bırakmıyor Hızu Nine:
“Artık cezaevi kapılarında, cenaze törenlerinde buluşmak istemiyoruz!”
Lafı uzatmıyor.
Bunları söyledikten, ben elimi uzatınca elimi sıkıyor, sırtını dönüp gidiyor.
Hızu Taş yüreğinden konuşuyor.
İçimi acıtıyor.
Sümbül Dağı’nın eteklerinden şehre doğru yoksulluk manzaralarının içinden geçerek iniyoruz. Bir evin duvarına Kürtçe yazmışlar:
“ dî bese!”
Türkçesi:
“Yeter artık!”
Barışa susamış topraklardan üçüncü yazı yarına.
  Alıntı ile Cevapla
Alt 10-18-2010, 21:50   #3
Kullanıcı Adı
Özgür Çağrı
Standart
‘Yaz evlat, biz barışa susamışız!’
01:56 | 13 Ekim 2010
Keklikpınarı’nda bir ay önce ve altı yedi ay önce iki kez panzeri devirmişler. O yüzden güvenlik güçlerinin pek sık uğramadığı belirtiliyor. Burada barışı konuştuk...

HAKKÂRİ
Tüm heybetiyle yükseliyor Sümbül Dağı. Ne zaman gelsem hayranlıkla seyrederim bu dağı. İpince, zarif doruğuyla bana hep bir başka türlü güzel, soylu görünür.
Dün öğle vakti pırıl pırıl güneşli bir havada Sümbül Dağı’nın eteklerine, Keklikpınarı mahallesine, Hakkâri Üniversitesi’nin Oxford’dan doktoralı Rektörü Prof. Dr. İbrahim Belenli’nin deyişiyle, Hakkâri’nin en mağdurlarının bulunduğu Keklikpınarı mahallesine tırmanıyoruz.
Keklikpınarı aynı zamanda Hakkâri’de ‘en çok taş atan’ çocukların yaşadığı yer. Biri bir ay önce, diğeri altı yedi ay önce iki kez panzeri devirmişler burada. O yüzden güvenlik güçlerinin pek sık uğramadığı belirtiliyor Keklikpınarı’na...
İki yıl önce Hakkâri’ye gönüllü gelip üniversitenin temellerini atan Rektör İbrahim Belenli diyor ki:
“Bakın buradaki problemi görmeden, batıda rahat yaşayamayız. Bu taş atan çocukları ya kazanacağız, ya da onlar hayatı bize zehir edecekler. Çünkü öylesine acılar yaşamışlar, öylesine acılara tanık olmuş ki bu çocuklar...”
O çocukların aileleri, Çukurca’nın sınır köylerinden, Türkiye-Irak-İran’ın birbirine kavuştuğu ve PKK kamplarının bulunduğu dağlık coğrafyadan 1995 yılında sürülüp gelmişler Hakkâri’ye.
Köyleri zorla boşaltılmış.
Köyleri yakılmış.
Evlerini barklarını bir gün yüreklerine taş basarak bırakmışlar, yola düşmüşler, Sümbül Dağı’nın eteklerinde yoksulluğun kol gezdiği Keklikpınarı’na yerleşmişler.
İsmi Sülker, 45 yaşında bir kadın.
O günü hiç unutmamış.
“Kara bir gündü o gün” diyor.
1995 yazında bir gün basılan köyünü, güvenlik kuvvetlerinin Kavuşak Köyü’nde neler yaptıklarını anlatıyor Sülker:
“Köyde iyiydik. Kimseye muhtaç değildik. Çatışmalar oluyordu, helikopter üstümüzde uçuşuyordu. Ama biz iyiydik, yün ceviz satıyor geçiniyorduk. Meralarımız da vardı. Bir gün geldiler, boşaltın köyü dediler, gideceksiniz dediler. Eşyalarımızı yola çıkardık. Ama onları da bırakmadılar alalım. Onları da yaktılar, evlerimizi de.. Kara bir gündü o gün...”
Sülker devam ediyor:




Tabanı toprak, basık tavanlı küçücük bir kulübe. İçerisi sıcak! Ortasında büyücek bir delik, içinde odun ateşi yanıyor. Yaşlı teyze diyor ki: “Burdan besliyoruz köyün insanını, tandır ekmeği pişiriyoruz bu fırında... Devlet bu mahalleyi üvey evlat yapmış...”

“Eşim işsizdir, arada iş bulunca çalışabiliyor. Ama o da ameliyatlı böbreğinden... Dört çocuğumun dördü de işitme engelli... Ancak yardımlarla ayakta durabiliyoruz.”
15 yaşında, lise bir öğrencisi, neden taş attıklarını kendisine sorunca yanıtı kısa:
“Geçmişin acılarını hatırlayarak kendimizi koruyoruz.”
Keklikpınarı’nda yaşayanların tümü Çukurca’nın Kavuşak köyünden zorla göç ettirilmiş 1995 yazında.
Cevat Taş da onlardan biri:
“Malımızı mülkümüzü de, hayvanlarımızı da ateşe verdiler, gitmezseniz sizi de vuracağız dediler. Zorla geldik buralara 1995’de, sadece canımızı alıp yollara düştük, yaz gazeteci abi! Geçen sefer panzerden evime gaz bombası atarken, bağırdılar, bu çileyi çekeceksiniz diye...”
Tabanı toprak, basık tavanlı küçücük bir kulübe.
İçerisi sıcak!
Ortasında büyücek bir delik, içinde odun ateşi yanıyor.
Yaşlı teyze diyor ki:
“Burdan besliyoruz köyün insanını, tandır ekmeği pişiriyoruz bu fırında... Devlet bu mahalleyi üvey evlat yapmış...”
Tepeden Hakkâri’yi seyrediyoruz.
Uzaktan hızlı adımlarla bana doğru geliyor. Belli, söyleyeceği bir şeyler var. Tüm yaşadıkları yüzünün derin hatlarına yerleşmiş...
Adı Hızu, soyadı Taş.
Yaşı yetmişi devirmiş.
Hızu nine de diğerleri gibi Çukurca’nın Kavuşak köyünden, iki oğluyla birlikte göç etmiş 1995 yazında. Yani kendi yurdunda sürgün olmanın acısını ailecek fena halde yaşamışlar.
Kendinden emin bir havada konuşuyor. Tane tane konuşuyor. “Yaz evlat” diye söze başlıyor, vurgulayarak devam ediyor:
“Biz barışa susamışız!”
Sözleri yüreğinden dökülüyor:
“Dağdaki de, asker de bizim çocuklarımız. Yaz evlat, barışa sahip çıkın, mahkumları da afedin!”
Elimi bırakmıyor Hızu Nine:
“Artık cezaevi kapılarında, cenaze törenlerinde buluşmak istemiyoruz!”
Lafı uzatmıyor.
Bunları söyledikten, ben elimi uzatınca elimi sıkıyor, sırtını dönüp gidiyor.
Hızu Taş yüreğinden konuşuyor.
İçimi acıtıyor.
Sümbül Dağı’nın eteklerinden şehre doğru yoksulluk manzaralarının içinden geçerek iniyoruz. Bir evin duvarına Kürtçe yazmışlar:
“ dî bese!”
Türkçesi:
“Yeter artık!”
Barışa susamış topraklardan üçüncü yazı yarına.
  Alıntı ile Cevapla
Alt 10-18-2010, 21:53   #4
Kullanıcı Adı
Özgür Çağrı
Standart
‘Kendimizi Türk halkına anlatamadık’


Ruken Yetişkin: Bizim eksik yanımız Türk halkına kendimizi anlatamadık. Yeterince anlatabilsek, bir Türk anası da soracaktır, ‘Benim oğlum niye ölüyor, şehit oluyor?’ diye

YÜKSEKOVA
Ruken, Kürtçe güler yüzlü demek. Ruken Hanım da öyle. Hem güler yüzlü hem konuşkan.
Gever diye söze başlıyor.
“Gever de neresi?”
Gülüyor Ruken Hanım:
“Yüksekova buranın resmi adı. Asıl ismi Gever. 1936’da devlet, her yerde olduğu gibi burada da Türkçeleştirmiş isimleri, Yüksekova demiş. Ama gidin çarşıya gezin, bir tek Allah’ın kulu bulamazsınız Yüksekova diyen...”
Ruken Hanım’ın soyadı Yetişkin. Van Gölü kıyısına, Tatvan’a gidiyor aile kökleri. Tatvan doğumlu. Beşi kız, beşi erkek on kardeşli bir aileden...
Eşi berber, o hiç konuşmuyor. Koltuğunda, ellerini göbeğinin üstüne bağlamış, bizi dinliyor sessizce...
Ruken Hanım, İstanbul’da yıllar yılı Kürt siyasetinin içinde bulunmuş. Avcılar’da HADEP ilçe başkanlığı yapmış. Uzun yıllar Cumartesi Anneleri’ne katılmış.
Diyor ki:
“Polisin gazıyla copuyla siyaset yaptık. Kaç kere gözaltına alındığımı hatırlamıyorum. Ama her seferinde raporumu aldım, poliste dayak yediğime dair...”
48 yaşında, ilkokul mezunu.
2009 yerel seçimlerinde BDP adayı olarak yüzde 90 oyla Yüksekova Belediye Başkanı seçilirken Türkiye oy rekorunu da kırmış...
Yüksekova ya da Gever özel bir yer. Hem devlet hem PKK açısından öyle. Dağlarla çevrili öyle bir coğrafyaya sahip ki, bu durum Yüksekova’yı birçok bakımdan stratejik kılıyor.
Zirveleri yılın ilk karıyla beyaza boyanmış heybetli Cilo Dağları’nın arkası Irak, en çok 55 kilometre. Beri tarafta 40 kilometre yol alırsanız İran.
PKK’nın uzun yıllardır cirit attığı bu coğrafyanın, ya da daha basit deyişle, Hakkari-Yüksekova-Şırnak üçgenin kalbindeki en önemli merkez Yüksekova denebilir.
Sohbetin koyulaştığı sırada biri söze giriyor:
“Gever’de sizin kaldığınız Oslo Oteli bir tampon bölge sayılır. Onun bir tarafına biz Kürdistan deriz, öbür tarafına Türkiye. Polis, güvenlik güçleri oradan oraya geçti mi olay çıkar. Bunu bildiği için de geçmez.”
Diğeri devam ediyor:
“Asker, polis kaç yıldır şehre inmez. Lojmanda yaşarlar. Etrafı duvarlarla, kum torbaları ve dikenli tellerle çevrili lojmanlarda yaparlar alışverişlerini de, kendi dükkanlarından... Halktan tamamen tecrit olmuşlardır.”
Bir başkası sözü alıyor:
“Bir uzman çavuş, adı Yasin Ak, geçen yaz Haziran ayında sabah vakti yedi buçukta çarşıya çıktı, maskeli biri tarafından ensesine arkadan sıkılan tek kurşunla öldü.”
Yüksekova Belediye Başkanı Ruken Hanım’la önceki akşam evinin salonunda sohbet ediyoruz.
Düzgün, akıcı Türkçesi var. Ama hep kendi diline, Kürtçe’ye olan özlemini ifade ediyor:
“Şimdi ben bu röportajı sizinle Kürtçe yapsam, emin olun, kendimi daha iyi ifade ederdim. Kürtçe düşünüp Türkçe konuşuyorum oysa. Zor olan bu...”
Soruyor:
“Düşünüyorum hep, bu kötülüğü devlet bize niye yaptı diye. Biz ona ne düşmanlık yaptık ki, bizim dilimizi yasakladı, kültürümüzü inkar etti. Niye bu inkar ve imha siyaseti?.. Üstelik biz Kürtler bu topraklara Türklerden de önce gelmiştik. Öyle değil mi?.. Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk Kürt dedi, Kürtleri çağırdı, Türklerin, Kürtlerin devleti olacak dedi. Yalan mı, hayır gerçek bunlar. Ama sonra sen bana bütün bunları niye reva gördün, beni her şeyimle neden inkar ettin? Sen beni niçin bu kadar ötekileştirdin?“
Ruken Hanım duruyor.
Gözümün içine bakıyor konuşurken:
“Bakın Hasan Bey, insanın özünü boşaltmak o kadar kötü bir şey ki. İnsanın diliyle bağını koparmak o kadar kötü bir şey ki.”
İnsanın özünü boşaltmak!
Diliyle bağını kopartmak...
Lübnanlı büyük romancı, kendini hem Arap hem Fransız hisseden, güzel romanlarını Fransızca yazan Amin Maalouf, ‘Ölümcül Kimlikler’ isimli kitabında insanın diliyle bağını koparmanın korkunçluğunu, sonuçlarını anlatır.
Ruken Hanım da aynı konuya değiniyor. Başkale’de, Hakkâri’de yol boyu hep kulağıma çalınan bir eleştiriyi yineliyor:
“Başbakan Erdoğan gitti Almanya’ya, yine asimilasyondan yakındı. Asimilasyon insanlık suçu dedi. İyi dedi, doğru dedi. Ama Almanya’daki Türkler için, Bulgaristan’daki Türkler için söylediğini neden kendi ülkenin Kürtlerinden esirgiyorsun, neden? Bizim tarihimiz asimilasyon tarihi değil mi? Neler yapıldı Kürtlere... Hâlâ anadilimizde eğitime karşı çıkıyorsun, neden?.. Ben bugün hâlâ Kürtçe seçim propagandası yapmaktan yargılanıyorum, hapis cezası istemiyle...”
Ruken Hanım’ın iki oğlu var. Biri Antalya’da yaşıyor ve bir Türkle evli. “Benim gelinim Türk” diye söze devam ediyor, “Biz bölünmek istemiyoruz, biz İstanbul’u, Ankara’yı vermek istemiyoruz, biz barış içinde bütünlük istiyoruz.”




Ruken Hanım’ın soyadı Yetişkin. Van Gölü kıyısına, Tatvan’a gidiyor aile kökleri. Tatvan doğumlu. Beşi kız, beşi erkek on kardeşli bir aileden... Eşi berber, o hiç konuşmuyor. Koltuğunda, ellerini göbeğinin üstüne bağlamış, bizi dinliyor sessizce...


Bana doğru eğiliyor Ruken Hanım:
“Beni can kulağıyla dinleyin. Geçen Eylül ayında Hakkâri’de 28 cenaze kaldırdık. Canımız yanmıştır, tam 28 cenaze bir ayda... 13 yaşındaki bir çocuğu hedef alarak vurdular. Gençler burada siz tahmin edemezsiniz, o kadar öfkeliler ki, o kadar sertler ki. Biz burada olmasak, onları sakinleştirmeye çalışmasak daha neler olur?.. Lütfen, o gençlerin, o taş atanların duygularını anlamaya çalışın biraz...”
O gençlerin öfkesi...
Geçen yıl bu zamanlar Cengiz Çandar’la bu topraklarda gezerken de hep bu gençlerin öfkesi, radikalliği ve bu açıdan barış üzerinde haklı değerlendirmeler dinlemiştim.
Bu sefer de farklı değil.
Ruken Hanım şöyle bağlıyor:
“Bizim eksik yanımız, Türk halkına kendimizi anlatamadık. Yeterince anlatabilsek, bir Türk anası da o zaman soracaktır, benim oğlum niye ölüyor, şehit oluyor diye... Ama aynı zamanda Türk halkına yürekten kırgınız, biraz olsun bizi anlamak istemedikleri için, empati kurmadıkları için... 17 bin faili meçhul... Dağlardaki bu kadar kan ve gözyaşı... Evet, biz kendimizi anlatamadık ama Türk halkı da biraz olsun bizi anlamak istemedi.”
Gözleri doluyor Ruken Hanım sözünü yinelerken:
“Bunun için yürekten kırgınız!”
Yüksekova’dan, Hakkâri’den daha yazacaklarım bitmedi diyorum, dağlar arasından Şırnak’a doğru yola koyulurken...
  Alıntı ile Cevapla
Alt 10-18-2010, 21:53   #5
Kullanıcı Adı
Özgür Çağrı
Standart
‘Kendimizi Türk halkına anlatamadık’


Ruken Yetişkin: Bizim eksik yanımız Türk halkına kendimizi anlatamadık. Yeterince anlatabilsek, bir Türk anası da soracaktır, ‘Benim oğlum niye ölüyor, şehit oluyor?’ diye

YÜKSEKOVA
Ruken, Kürtçe güler yüzlü demek. Ruken Hanım da öyle. Hem güler yüzlü hem konuşkan.
Gever diye söze başlıyor.
“Gever de neresi?”
Gülüyor Ruken Hanım:
“Yüksekova buranın resmi adı. Asıl ismi Gever. 1936’da devlet, her yerde olduğu gibi burada da Türkçeleştirmiş isimleri, Yüksekova demiş. Ama gidin çarşıya gezin, bir tek Allah’ın kulu bulamazsınız Yüksekova diyen...”
Ruken Hanım’ın soyadı Yetişkin. Van Gölü kıyısına, Tatvan’a gidiyor aile kökleri. Tatvan doğumlu. Beşi kız, beşi erkek on kardeşli bir aileden...
Eşi berber, o hiç konuşmuyor. Koltuğunda, ellerini göbeğinin üstüne bağlamış, bizi dinliyor sessizce...
Ruken Hanım, İstanbul’da yıllar yılı Kürt siyasetinin içinde bulunmuş. Avcılar’da HADEP ilçe başkanlığı yapmış. Uzun yıllar Cumartesi Anneleri’ne katılmış.
Diyor ki:
“Polisin gazıyla copuyla siyaset yaptık. Kaç kere gözaltına alındığımı hatırlamıyorum. Ama her seferinde raporumu aldım, poliste dayak yediğime dair...”
48 yaşında, ilkokul mezunu.
2009 yerel seçimlerinde BDP adayı olarak yüzde 90 oyla Yüksekova Belediye Başkanı seçilirken Türkiye oy rekorunu da kırmış...
Yüksekova ya da Gever özel bir yer. Hem devlet hem PKK açısından öyle. Dağlarla çevrili öyle bir coğrafyaya sahip ki, bu durum Yüksekova’yı birçok bakımdan stratejik kılıyor.
Zirveleri yılın ilk karıyla beyaza boyanmış heybetli Cilo Dağları’nın arkası Irak, en çok 55 kilometre. Beri tarafta 40 kilometre yol alırsanız İran.
PKK’nın uzun yıllardır cirit attığı bu coğrafyanın, ya da daha basit deyişle, Hakkari-Yüksekova-Şırnak üçgenin kalbindeki en önemli merkez Yüksekova denebilir.
Sohbetin koyulaştığı sırada biri söze giriyor:
“Gever’de sizin kaldığınız Oslo Oteli bir tampon bölge sayılır. Onun bir tarafına biz Kürdistan deriz, öbür tarafına Türkiye. Polis, güvenlik güçleri oradan oraya geçti mi olay çıkar. Bunu bildiği için de geçmez.”
Diğeri devam ediyor:
“Asker, polis kaç yıldır şehre inmez. Lojmanda yaşarlar. Etrafı duvarlarla, kum torbaları ve dikenli tellerle çevrili lojmanlarda yaparlar alışverişlerini de, kendi dükkanlarından... Halktan tamamen tecrit olmuşlardır.”
Bir başkası sözü alıyor:
“Bir uzman çavuş, adı Yasin Ak, geçen yaz Haziran ayında sabah vakti yedi buçukta çarşıya çıktı, maskeli biri tarafından ensesine arkadan sıkılan tek kurşunla öldü.”
Yüksekova Belediye Başkanı Ruken Hanım’la önceki akşam evinin salonunda sohbet ediyoruz.
Düzgün, akıcı Türkçesi var. Ama hep kendi diline, Kürtçe’ye olan özlemini ifade ediyor:
“Şimdi ben bu röportajı sizinle Kürtçe yapsam, emin olun, kendimi daha iyi ifade ederdim. Kürtçe düşünüp Türkçe konuşuyorum oysa. Zor olan bu...”
Soruyor:
“Düşünüyorum hep, bu kötülüğü devlet bize niye yaptı diye. Biz ona ne düşmanlık yaptık ki, bizim dilimizi yasakladı, kültürümüzü inkar etti. Niye bu inkar ve imha siyaseti?.. Üstelik biz Kürtler bu topraklara Türklerden de önce gelmiştik. Öyle değil mi?.. Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk Kürt dedi, Kürtleri çağırdı, Türklerin, Kürtlerin devleti olacak dedi. Yalan mı, hayır gerçek bunlar. Ama sonra sen bana bütün bunları niye reva gördün, beni her şeyimle neden inkar ettin? Sen beni niçin bu kadar ötekileştirdin?“
Ruken Hanım duruyor.
Gözümün içine bakıyor konuşurken:
“Bakın Hasan Bey, insanın özünü boşaltmak o kadar kötü bir şey ki. İnsanın diliyle bağını koparmak o kadar kötü bir şey ki.”
İnsanın özünü boşaltmak!
Diliyle bağını kopartmak...
Lübnanlı büyük romancı, kendini hem Arap hem Fransız hisseden, güzel romanlarını Fransızca yazan Amin Maalouf, ‘Ölümcül Kimlikler’ isimli kitabında insanın diliyle bağını koparmanın korkunçluğunu, sonuçlarını anlatır.
Ruken Hanım da aynı konuya değiniyor. Başkale’de, Hakkâri’de yol boyu hep kulağıma çalınan bir eleştiriyi yineliyor:
“Başbakan Erdoğan gitti Almanya’ya, yine asimilasyondan yakındı. Asimilasyon insanlık suçu dedi. İyi dedi, doğru dedi. Ama Almanya’daki Türkler için, Bulgaristan’daki Türkler için söylediğini neden kendi ülkenin Kürtlerinden esirgiyorsun, neden? Bizim tarihimiz asimilasyon tarihi değil mi? Neler yapıldı Kürtlere... Hâlâ anadilimizde eğitime karşı çıkıyorsun, neden?.. Ben bugün hâlâ Kürtçe seçim propagandası yapmaktan yargılanıyorum, hapis cezası istemiyle...”
Ruken Hanım’ın iki oğlu var. Biri Antalya’da yaşıyor ve bir Türkle evli. “Benim gelinim Türk” diye söze devam ediyor, “Biz bölünmek istemiyoruz, biz İstanbul’u, Ankara’yı vermek istemiyoruz, biz barış içinde bütünlük istiyoruz.”




Ruken Hanım’ın soyadı Yetişkin. Van Gölü kıyısına, Tatvan’a gidiyor aile kökleri. Tatvan doğumlu. Beşi kız, beşi erkek on kardeşli bir aileden... Eşi berber, o hiç konuşmuyor. Koltuğunda, ellerini göbeğinin üstüne bağlamış, bizi dinliyor sessizce...


Bana doğru eğiliyor Ruken Hanım:
“Beni can kulağıyla dinleyin. Geçen Eylül ayında Hakkâri’de 28 cenaze kaldırdık. Canımız yanmıştır, tam 28 cenaze bir ayda... 13 yaşındaki bir çocuğu hedef alarak vurdular. Gençler burada siz tahmin edemezsiniz, o kadar öfkeliler ki, o kadar sertler ki. Biz burada olmasak, onları sakinleştirmeye çalışmasak daha neler olur?.. Lütfen, o gençlerin, o taş atanların duygularını anlamaya çalışın biraz...”
O gençlerin öfkesi...
Geçen yıl bu zamanlar Cengiz Çandar’la bu topraklarda gezerken de hep bu gençlerin öfkesi, radikalliği ve bu açıdan barış üzerinde haklı değerlendirmeler dinlemiştim.
Bu sefer de farklı değil.
Ruken Hanım şöyle bağlıyor:
“Bizim eksik yanımız, Türk halkına kendimizi anlatamadık. Yeterince anlatabilsek, bir Türk anası da o zaman soracaktır, benim oğlum niye ölüyor, şehit oluyor diye... Ama aynı zamanda Türk halkına yürekten kırgınız, biraz olsun bizi anlamak istemedikleri için, empati kurmadıkları için... 17 bin faili meçhul... Dağlardaki bu kadar kan ve gözyaşı... Evet, biz kendimizi anlatamadık ama Türk halkı da biraz olsun bizi anlamak istemedi.”
Gözleri doluyor Ruken Hanım sözünü yinelerken:
“Bunun için yürekten kırgınız!”
Yüksekova’dan, Hakkâri’den daha yazacaklarım bitmedi diyorum, dağlar arasından Şırnak’a doğru yola koyulurken...
  Alıntı ile Cevapla
Alt 10-18-2010, 21:55   #6
Kullanıcı Adı
Özgür Çağrı
Standart
BDP’li Belediye Başkanı Uysal, Ak Parti İl Başkanı Birlik, Şırnak Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Geliş, Esnaf Odası Başkanı Ayhan, Müteahhitler Birliği Başkanı Zeyrek. Konuşuyor ben not alıyorum: Yüzleşmemiz lazım
‘İlk önce silahlar susacak!’
01:55 | 15 Ekim 2010
BDP’li Belediye Başkanı Uysal, Ak Parti İl Başkanı Birlik, Şırnak Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Geliş, Esnaf Odası Başkanı Ayhan, Müteahhitler Birliği Başkanı Zeyrek. Konuşuyor ben not alıyorum: Yüzleşmemiz lazım...

ŞIRNAKÇarşamba günü akşamüstü Yüksekova’dan Şırnak’a doğru yoldayız. Dağların arasından, harikulade manzaralarla baş başa ve de gördüğümüz güzelliklerden efsunlaşmış halde gidiyoruz.
Uludere’ye az kaldı derken ağaçların, yeşilliklerin ortasındaki bir köyün yamacında müthiş bir türkü, oynak bir türkü patlıyor. Hem söylüyorlar, hem çalıyorlar, hem halay çekiyorlar.
Bir köy düğünü, adı Ortasu olan bir köyde.
Rengarenk giysileriyle, sarı-kırmızı-yeşil eşarplarıyla kızlar, erkekler serçe parmaklarıyla havada birleşmişler, hep birlikte halay çekiyorlar.
Vücutlarını türkünün ritmine kaptırmış, tarlanın çevresinde ağır ağır dönüyorlar.
Çoluk çocuk etrafta koşuşturuyor. Odun ateşi üstünde fokur fokur kaynayan kocaman kazanlarda et ve pilav...
Herkes öylesine neşe içinde ki.
Düğün bir korucu aşiretinin, yani ‘devletten yana’ bir aşiret olan Goyan aşiretinin bir düğünü...
Beni de sokuyorlar halay çekenlerin arasına. Bir Kürtçe türkü daha patlıyor hoparlörden, “Kızlar koyun sağmaya/ah evim vah evim!”


Goyan aşiretine ait korucu köyündeki bir düğünde PKK türküsüyle halay çekiliyor. Korucularla PKK bunca yıldır gırtlak gırtlağa değil miydi? Yoksa artık bu cephede de bir şey değişmeye mi başladı? Bilemiyorum.


İlk kez halay çekiyorumBen de tarlanın etrafında ağır ağır dönmeye başlıyorum. Hayatımda bir ilk olmalı bu, halay çekiyorum.
Genç şarkıcı, elinde mikrofon bir türküden öbürüne geçiş yaparken Namık Durukan kulağıma eğiliyor:
“Ne türküsü biliyor musun? Adı Oramar, bir PKK türküsüdür bu, onların kahramanlıklarını anlatan bir türkü...”
Goyan aşiretine ait korucu köyündeki bir düğünde PKK türküsüyle halay çekmek...
Korucularla PKK bunca yıldır gırtlak gırtlağa değil miydi? Yoksa artık bu cephede de bir şey değişmeye mi başladı? Bilemiyorum.
Ancak, bir gün önce başımdan geçen bu olayı dün sabah Şırnak’taki mükellef kahvaltılı bir toplantıda anlatınca, yöreyi iyi bilen biri diyor ki:
“Şunu bir kenara not edin. 12 Eylül referandumunda boykota katılım korucular arasında da çok yüksek oldu.”
Manzara yine muhteşem.
Karşımızda tüm heybetiyle Cudi Dağları.
Hava ufak ufak kapıyor, anlaşılan yağmur yaklaşmakta.
Kahvaltı masasının etrafı, temsil açısından bir hayli zengin ya da bir beyin fırtınası için uygun:
BDP’li Belediye Başkanı Ramazan Uysal, Ak Parti İl Başkanı Rizgin Birlik, Şırnak Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Osman Geliş, Esnaf Odası Başkanı Mehmet Ali Ayhan, Müteahhitler Birliği Başkanı Yüksel Zeyrek.
Ben not alıyorum, onlar konuşuyor.
Herhangi bir yorum yapmadan, isimlerini vermeden, söylediklerini özetle naklediyorum aşağıda:
“Her şey huzura bağlı. Şırnak’a ne kadar teşvik versen, yatırımcı açısından fazla bir işe yaramaz, eğer barış ve huzur yoksa... Dişsiz dedeye et ikram etmek gibi bir şey...”
“Faili meçhulleri hiç unutmadık, tabii Albay Cemal Temizöz’ü de... Şırnak’ta o, 1993-96’da Cemal Binbaşı diye geçerdi. Şimdi yargılanıyor. Ona bu dünyada adalet yetmez. Biz onu ilâhi adalete teslim ediyoruz.”

Önce silahlar sussun“Hem babam hem dayım güpegündüz ‘faili meçhul’e kurban gitti. Sabah vakti Habur sınır kapısında JİTEM aldı onları, bir daha haber alamadık. Kemiklerini bile bulamadık. 1997 yılıydı. Babam Kuzey Irak’a çimento gönderiyordu. Çalmadığımız kapı kalmadı ama bulamadık. Halen Ergenekon davasında yargılanan Levent Köktaş adını hiç unutmayacağım. O tarihte sanıyorum yüzbaşıydı.”
“Ergenekon davası henüz buralara gelemedi. Bu davanın sanıklarından Levent Ersöz Paşa Şırnak’ta Jandarma Komutanlığı yaptı, onu da unutmadık.”
“Hasan Bey, acılar paylaşıldıkça küçülüyor. Herkesin korku maskesini yüzünden çıkarması lazım. Serbestçe konuşmamız, yüzleşmemiz lazım.”
“Evet, anadilimizde eğitim, Kürtçe eğitim elbette gerekiyor. Ama önce bunun zeminini oluşturmak şart.”
“Başbakan, Almanya’ya gidip asimilasyon insanlık suçudur diyor. Ama Türkiye’ye gelince, bizi, Kürtleri unutuyor.”
“Evet, Allah için çok hizmet geldi buralara Ak Parti hükümeti döneminde... Çok şey yapıldı. Ama sadece hizmetle, yatırımla bitmiyor iş. Gönülleri de kazanmak lazım. Dilimizi, kültürümüzü de unutmamak lazım.”
“İlk önce silahların susması şart!”
“Operasyonlar devam ediyor, hâlâ cenaze geliyor.”
“Bölgeye önce bölge milletvekillerinin sahip çıkması lazım. Başbakan, ‘bizim 75 Kürt milletvekilimiz var’ diyor. Fakat son derece pasif Ak Partili bu milletvekilleri, sesleri çıkmıyor.”
“Bir yandan açılım yap, barış de, öte yandan KÇK operasyonu yap! İkisi bir arada olmaz, olmuyor.”
“Pazartesi günü Diyarbakır’daki KÇK davası çok önemli. İnşallah serbest bırakılırlar.”
“BDP de hükümete yardımcı olmuyor, dayatma yapıyor!”
“Hükümet kapıyı açmıyor ki yardımcı olalım.”
“Burada siyasetçiler kitleyi avuçlarının içine alamıyor, örgüt(PKK) elinde tutuyor kitleyi...”
“Yüzde 58 desteği var Başbakan Erdoğan’ın... Artık siyasi affı düşünmesi lazım. Bu af olmadan bir şey olmaz. Dağdan in, hapse gir! Hiç olur mu böyle bir şey?..”

Barışı istemeyenler var“İçişleri Bakanı Atalay’ın bölgedeki son gezisi çok iyi etki yaptı. Cumhurbaşkanı Gül’ün TBMM’de Kürt sorunu diye sorunun adını koyması çok olumluydu.”
“Her sabah bizim çocuklarımıza, varlığım Türk varlığına armağan olsun diye bağırtıyorlar bunca yıldır. Hiç olur mu böyle bir şey?..”
“Ulusal medyadan şikâyetlerimiz var. Barış sürecine destek değil, köstek oluyorlar. Bu yüzden yüzümüzü her geçen gün yerel medyaya dönüyoruz.”
“Duvardaki şu uydu haritasına bakın Şırnak’ın... Doğumuzda bir tümen, batımızda bir tugay, kuzeyimizde bir tugay, güneyimizde bir tugay! Dört bir yandan sarılmışız.”
“Barışı istemeyenler var. Hem devlette, hem Ak Parti’de, hem buralarda, hem de örgütte... Ama şunu iyi bilsin onlar: Artık cin şişeden çıkmış durumda! Barış taraftarları ağır basıyor.”
Barışa susamış topraklardan beşinci yazı yarın Mardin’den...

  Alıntı ile Cevapla
Alt 10-18-2010, 21:56   #7
Kullanıcı Adı
Özgür Çağrı
Standart
‘PKK realitesi’ni ve onun ‘toplumsal kökleri’ni sadece Ankara’dan bakarak kavramak galiba kolaydeğil. Beş gündür nereye gitsem, “Biz bölücü değiliz, ayrı devlet istemiyoruz” sözü kulağıma çalındı
‘Olacak şey değil öksürsek dava açılıyor!’
02:00 | 16 Ekim 2010
‘PKK realitesi’ni ve onun ‘toplumsal kökleri’ni sadece Ankara’dan bakarak kavramak galiba kolay
değil. Beş gündür nereye gitsem, “Biz bölücü değiliz, ayrı devlet istemiyoruz” sözü kulağıma çalındı

KIZILTEPE, MARDİN
Unuttum, kimbilir bu kaçıncı gelişim Kızıltepe’ye. Son kez yolum düştüğü zaman Belediye Başkanlığı koltuğunda, milletvekili olan kocasını 1990’ların başında ‘faili meçhul cinayet’te kaybeden Cihan Sincar oturuyordu.
Şimdi aynı koltukta bir başka genç kadın, Şerife Al oturuyor ama vekâleten.
Çünkü, BDP’den yüzde 78 oyla Belediye Başkanı seçilen Ferhat Türk (Ahmet Türk’ün yeğeni) ‘KÇK operasyonu’yla tutuklandı, on aydır hapiste...
İki tane beyaz barış güvercini heykelinin süslediği yeni belediye binasına girerken iki şey dikkatimi çekiyor.
Biri, çimenlerin üstündeki tabela. “Lütfen çimlere basmayın!” diye Kürtçe ve Türkçe yazılmış üstüne...
Diğeri, binanın ön cephesine sarkıtılmış fotoğraflı pankart:
“Kürt halkının iradesini esir alamazsınız.”
Kara perşembe protestosu
Pankartın üstünde, KÇK operasyonu sırasında tutuklanan ve pazartesi günü mahkemeye çıkarılmayı bekleyen 7 BDP’li belediye başkanının fotoğrafları yer alıyor:
Kızıltepe Belediye Başkanı Ferhat Türk, Viranşehir Belediye Başkanı Leyla Güven, Kayapınar Belediye Başkanı Zülküf Karatekin, Cizre Belediye Başkanı Aydın Budak, Batman Belediye Başkanı Necdet Atalay, Suruç Belediye Başkanı Ethem Sabur, Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş,(hastalık nedeniyle serbest bırakıldı).
Kızıltepe’nin Belediye Başkanı Ferhat Türk, 41 hafta önce bir perşembe günü gözaltına alınmış.
Ona vekâlet eden Şerife Al, “Keşke bugün öğle vakti gelseydiniz. Her perşembe günü onun gözaltına alındığı saat olan 12.30’da Kızıltepe’liler belediyenin önünde gösteri yapıyor, Kara Perşembe’yi protesto etmek için” diyor.
Ve ekliyor:
“İnşallah Başkanımız önümüzdeki Pazartesi serbest bırakılacak, biz de bu pankartı indireceğiz.”
Beş gündür yollardayım.
Bütün duraklarda hep aynı nokta dikkatimi çekti. Hemen herkes 18 Ekim Pazartesi günü Diyarbakır’da görülecek ‘KÇK davası’na odaklanmış durumda.
Tutukluluk halleri devam mı edecek?
Yoksa serbest mi kalacaklar?
Duruşmadan çıkacak tahliye kararları, öyle anlaşılıyor ki, barış umudu’nu besleyecek.




Şehirdekini de hapse atıyorsun
Şerife Al diyor ki:
“Barış süreci diyorsak, Ankara barış konusunda samimiyse, bu bakımdan 18 Ekim davası çok önemli. Serbest bırakılacaklar mı? Soru bu. 1800 Kürt siyasetçisi hapiste yatıyor KÇK operasyonlarından dolayı. Belediye başkanları, il ve ilçe başkanları, meclis üyeleri, BDP’liler... Böyle barış süreci olur mu? Hem diyorsun ki dağdakiler insin, hem de şehirdekileri hapse atıyorsun. Hem diyorsun ki silahlar sussun, hem de elinde silahı olmayanı hapse atıyorsun. Hiç böyle barış yolu açılır mı?..”
Ve ekliyor Şerife Hanım, Kızıltepe Belediye Başkan vekili:
“Olacak şey değil Hasan Bey, öksürsek dava açılıyor!”
Bir ara Belediye Başkan Yardımcısı Haşim Baday’la sohbet ediyorum, onun sözleri de çok net: “18 Ekim’deki dava Kürtler açısından, barış açısından son derece önemli. Çünkü halkın seçilmiş iradesi yargılanıyor bu davada...”
Haşim Baday, 22 yaşında ‘PKK üyeliği‘nden 1995’de hapse girmiş, 2004’de çıkmış. “Parti komiseri misin?” diye soruyorum, hafif tertip alaylı bir dille, “Hayır, halkımızın hizmetkârıyız” diye yanıtlıyor gayet ciddi...
10 yıl hapis yatıyor, çıkıp siyasete devam ediyor.

Kürt ve PKK realitesi
Kandil’de geçen yıl tanıştığım Bozan Tekin’i anımsıyorum. Örgütün Başkanlık Divanı üyesi ve Murat Karayılan’ın yardımcısı. 20 yıl hapis yattıktan sonra doğru dağa çıkmış...
Onca yıl hapis yatıyorsun.
Ve sonra daha bilenmiş, daha bilinçlenmiş halde yola devam...
Yıllardır devam eden bir süreç bu...
Ve bu süreç yıllar içinde, daha sonraki bir yazımda değineceğim ‘PKK realitesi’ni sahneye çıkarıyor.
Bir başka deyişle:
‘Kürt realitesi’nden sonra bugün ‘PKK realitesi’ne gelmiş durumda Türkiye.
Kabul edip etmemek!
Mesele bu.
Yani kiminle savaştıysan, barış da onunla yapılır anlayışı... Biliyorum bunun zorluğunu, bunun ne kadar netameli bir konu olduğunu Ankara’da... Ama farkında olduğum bir konu daha var.
‘Kürt realitesi’yle ‘PKK realitesi’ni artık birbirinden ayırmanın ne kadar güç bir iş olduğunu, hatta bunun imkansızlığını, barışa susamış topraklarda gezip tozdukça daha iyi anlıyorsun.
‘PKK realitesi’ni ve onun ‘toplumsal kökleri’ni sadece Ankara’dan bakarak kavramak galiba kolay değil.
Beş gündür nereye gitsem, “Biz bölücü değiliz, ayrı devlet istemiyoruz” sözü kulağıma çalındı.
Bu bakımdan, Kızıltepe Belediyesi’nin BDP’li Başkan Yardımcısı Haşim Baday sohbet sırasında Musa Anter’in bir sözünü aktarıyor:
“Bursa’nın şeftalisini, Anamur’un muzunu sadece Türklere bırakmayız, hep birlikte yiyeceğiz.”

Daha önce başörtülüymüş

Belediye Başkan vekili Şerife Hal, yakın geçmişe kadar başörtülüymüş. Üniversiteye giderken, kapıda başını açarmış. Başkan vekili koltuğuna oturunca tamamen bırakmış başörtüsünü...
Barış adına hükümetin, Ankara’nın atması gereken adımları kendisine sorunca satır başlarıyla şunları söylüyor:
“Başbakan, Almanya’da asimilasyon insanlık suçudur diyor. Bu insanlık suçu Türkiye’de Kürtlere karşı yıllardır işleniyor, bugün bile... Ben Kürt olarak büyüyemedim.”
“Ergenekon davası henüz Fırat’ın bu tarafına gelmedi, sesini bu taraflarda duymadık. Ama Hizbullah’ın, Kontrgerilla’nın, JİTEM’in, Atilla Binbaşı’nın sesini duyduk faili meçhullerle...”
“Bir gün cumhurbaşkanı çıkacak, başbakan çıkacak, Kürtlere yanlış yaptık diyecek ve özür dileyecek bu ülkede de. Bu olmadan barış zor...”
Yazacaklarım birikti.
Daha Hakkâri’den, Şırnak’tan valilerin, belediye başkanlarının, rektörlerin sözleri var not defterimde...
Barışa susamış topraklardan yazıların altıncısı yarına.
  Alıntı ile Cevapla
Alt 10-18-2010, 21:57   #8
Kullanıcı Adı
Özgür Çağrı
Standart
Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ın oğlu Baran 16 yaşında dağa çıktı. Hayatı demokratik mücadeleyle geçen Demirbaş, en son oğlu giderken hiçbir şey söyleyemedi
Oğlu 16 yaşında dağa çıkan babanın öyküsü!
01:28 | 17 Ekim 2010
Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ın oğlu Baran 16 yaşında dağa çıktı. Hayatı demokratik mücadeleyle geçen Demirbaş, en son oğlu giderken hiçbir şey söyleyemedi...

DİYARBAKIRBir pazar günü size, oğlu iki yıl önce 16 yaşında dağa çıkan bir babanın öyküsünü anlatacağım.
Onu dinlerken Felat Cemiloğlu’nu anımsadım.
1990’ların başıydı.
Rahmetli Felat Bey bana Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde, 12 Eylül döneminde yaşadığı zulmü, kendisine nasıl bok yedirildiğini bir Diyarbakır gecesinde anlatmıştı. Hapisten çıkınca ilk işi dişlerini çektirip takma diş yaptırmak olmuştu(*). Ve Felat Bey sözlerini şöyle bağlamıştı o gece:
“Genç olsam dağa çıkardım.”
Geçen gün Diyarbakır’da, iki yıl önce 16 yaşındaki oğlu dağa çıkan babayı dinlerken Felat Cemiloğlu’nu da andık. Acıların bu topraklarda nasıl dağın yolunu açtığını konuştuk.
* * *
Adı, Abdullah Demirbaş. 46 yaşında.
Diyarbakır’ın Sur ilçesinin BDP’li Belediye Başkanı.
Elazığ’da okur, felsefe grubu öğretmeni çıkar. Bir zamanlar aşırı sağın kalelerinden olan Elazığ’da ölümden iki kez kıl payı kurtulur, bir Kürt olarak.
Sürgünde yaşar. Önce Yozgat, sonra Sivas. Kütahya’nın Altıntaş’ında öğretmenlik yaparken hakkında ‘Kürtçülük’ten soruşturma açılır. “Kütahya’da Kürt yok ki Kürtçülük yapayım” diye kendini savunur.
Kızı Kütahya’da doğar 1989’da. Adını Berfin koyar, Türkçe kardelen anlamına gelen. Kürtçedir diye kabul etmez bu ismi devletin Nüfus Müdürlüğü.
Mahkemeye gider, der ki:
“Bulgaristan’da zorla isimleri değiştirilmek istenen Türklere şu sıralarda Türkiye kucağını açıyor. Peki, ben bu ülkede kendi kızıma istediğim adı koyamayacak mıyım?”
Mahkeme bunun üzerine Berfin adını tescil eder. Sonradan öğrenir, yargıcın Çerkez kökenli olduğunu...
Yıl 2001.
Diyarbakır Eğitim-Sen Şube Başkanı’dır Abdullah Demirbaş. Anadilde eğitim hakkı istediği için önce yine sürgün edilir, sonra öğretmenlikten atılır.
2004’te yüzde 56 oyla Sur Belediye Başkanı seçilir.
2007’de Belediye Başkanlığı görevine son verilirken gerekçe, resmi dil Türkçenin yanı sıra Kürtçe, Arapça, Ermenice, Süryanice, Keldanice, İngilizce dillerinde belediye için hizmet broşürü bastırmış olması gösterilir.
2009’da tekrar Belediye Başkanı seçilirken bu kez oyunu yüzde 66’ya çıkartır.
5 Mayıs 2009.
“Bir gerilla annesiyle bir asker annesinin gözlerinin rengi farklı olsa da, gözyaşları aynıdır” dediği için Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 2 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırılır, terör örgütü propagandası yapmaktan...
“Her geceye bir masal, her ev bir okul” adını taşıyan bir proje geliştirir Sur Belediye Başkanı olarak ve der ki:
“Devlet bize anadilimizde okulları yasaklayabilir. Ama evlerimizi özgür okullara çevirmemizi engelleyemez.”
Bu arada Uğur Kaymaz heykeli yaptırır belediyenin karşısına. Uğur Kaymaz çocukken, 13 yaşındayken 2005’te babasıyla birlikte Kızıltepe’de polis kurşunlarına hedef olarak ölmüştür.
Heykel yüzünden hakkında dava açılır, terör örgütü propagandası yapmak ve görevini kötüye kullanmaktan... Asliye Ceza Mahkemesi’nde beraat eder. Ancak karar Yargıtay tarafından bozulur ve bu defa ağır cezada yargılanması buyurulur.
Bu arada KCK operasyonu kapsamında tutuklanır. Beş ay sonra serbest bırakılır, tedavi edilmesi gereken kan hastalığından dolayı. İstanbul’da Çapa Tıp Fakültesi iki profesörün imzasıyla rapor verir, Amerika’da tedavisi için. Ancak yurtdışına çıkış yasağı vardır, bir türlü pasaport alamaz.
Ve tarih, 30 Mayıs 2009.
16 yaşındaki oğlu Baran isyan eder, babasına der ki:
“Bugüne kadar hep demokratik mücadele dedin de, demokrasi dedin de ne oldu baba, söylesene. Ben dağa gidiyorum.”
Kapıyı vurur gider. Dağ konusunda daha önce kaç kez oğlunu caydırmış olan baba, bu sefer çaresiz kalır.
Baran, 16 yaşında dağa çıkar.




Baran Demirbaş, “demokratik mücadeleyle sorunun çözülemeye-ceğine karar vererek” 2 yıl önce 16 yaşında dağa çıktı. Şu günlerde ateşkes ilan edildiği için annesinin yüzü biraz gülmeye başladı.


Abdullah Demirbaş önceki gün öğle vakti bunları bana anlatırken dedi ki:
“Tesadüfün böylesi... Bugün Baran’ın doğum günü, artık 18 yaşında oğlum. Şu günlerde yüzler evde biraz gülüyor, özellikle annesinin. Ateşkes ilan edildi ya...”
Soru:
Baran 16 yaşındayken, daha iki yıl önce dağa neden çıktı?
Bu soruyu çok boyutlu düşünmeden, anlamaya çalışmadan, yüreğinde hissetmeden bu ülkede barışı yakalamak hayaldir.
İyi pazarlar!
Barışa susamış topraklarla ilgili yorumlara, ara vermeden yarından itibaren birkaç gün devam edeceğim.
_____________________________
* Hasan Cemal, Kürtler, Doğan Kitap, Nisan 2003, s.15-36
  Alıntı ile Cevapla
Alt 10-18-2010, 21:58   #9
Kullanıcı Adı
Özgür Çağrı
Standart
Kürt realitesini reddeden Türkiye nasıl barışı kaybettiyse, bugün ‘PKK realitesi’ni gözardı eden Türkiye de barış kapısını açamaz. Silahla gidilecek yolun sonuna gelindi, iki taraf da bu gerçeğin farkında, bunun için de barışa en yakın noktadayız
Kürt realitesinden ‘PKK realitesi’ne...
21:52 | 17 Ekim 2010
Hakkari’de Belediye Başkanlığı’nı yüzde 80 oyla kazanan BDP’li Dr. Fadıl Bedirhanoğlu’yla makamında sohbet ederken şöyle dedi:
“Bu devlet Hakkari’nin bütün caddelerini altından yapsa da bir faydası olmaz. Benim Kürt kimliğimi, benim dilimi inkar ettiği sürece barış kapıyı çalmaz. Altın kaplı caddelerden cenazeler geçtiği sürece, ne değişebilir ki...”
Bu sözlerin altını çizin.
Çünkü, ‘Kürt sorunu’nu özetliyor Bedirhanoğlu’nun bu sözleri.
Ama bunu hâlâ göremeyenler var. Hâlâ konuşabiliyorlar, “Sorunun özü işsizliktir, yoksulluktur, cehalettir” diye.
Sanıyorlar ki işsizlik çözüldü mü, yoksulluk bitti mi, cehaletin kökü kurudu mu, işte o zaman barış kapımızı çalacak.
Hayır çalmayacak.
Anlamayadıkları bu.
Anlayamadıkları içindir ki, bu ülkede PKK sahneye çıktı. Anlayamadıkları içindir ki, bunca yıldır kan ve gözyaşı dökülüyor.





Namık Durukan ve Hasan Cemal yeniden inşa edilen Devrimci Gençlik Köprüsü’nde... Zap suyu üzerinde 1969 yılında solcu üniversite öğrencileri tarafından yapılan ve “Deniz Gezmiş Köprüsü” olarak da bilinen Devrimci Gençlik Köprüsü, PKK tarafından kullanıldığı gerekçesiyle 1999’da yıkılmıştı. Köprünün yeniden inşasında Türk - Kürt sanatçıları, aydınlar, sivil toplum örgütlerinin temsilcileri ve öğrenciler görev aldılar.


Kürt yok dediğimiz için, Kürtçe’yi yasakladığımız için, Kürdüm diyeni, Kürtçe konuşanı, yazanı hapse attığımız için, Kürtleri bu devletin eşit vatandaşları olarak kabul etmediğimiz için PKK sahneye çıktı.
Devletin ‘Kürt realitesi’ni kabullenmesi yıllar aldı. 1991’in sonunda Başbakan Demirel, benim de aralarında bulunduğum beş altı gazeteciye Diyarbakır’da bir gece vakti “Kürt realitesini kabul ediyoruz” dediğinde yer yerinde oynamıştı.
Ama sonrası gelmedi.
Her şey lafta kaldı.
Devlet Ankara’da ‘Kürt realitesi’nin gereklerini gözardı ederken, Güneydoğu’da ‘PKK realitesi’ gelişti.
Bir başka deyişle:
Kürt sorunuyla PKK birbirinin içine geçmeye başladı. Birini diğerinden ayırmak gitgide zorlaştı. PKK dağlardan sonra şehirlere de yerleşmeye başladı.
Bu süreç, köylerin devlet tarafından zorla boşaltılması, yakılması ve insanların evlerini barklarını bırakıp sefalet içinde şehirlerin varoşlarına sığınmasıyla hızlandı.
Bir başka deyişle:
PKK’nın Kürt kitleleri içinde destek bulması, kök salmaya başlaması ve toplumsal boyut kazanması, eski deyişle bir vakıa haline gelmesi gerçekleşti.
Budur PKK realitesi dediğim.
Barışa susamış acılı topraklarda ne zaman dolaşsam, ‘PKK realitesi’nin zayıflamadığını, tersine güçlendiğini kendi gözlerimle her adımda gördüm.
Realite bu!
Nereye gitsem, hapishanelerden geçmiş, devletin baskısını görmüş, zulmüne uğramış, yakınları ‘faili meçhul’ cinayetlerde ölmüş, kendileri ‘faili meçhul tuzaklar’dan kıl payı kurtulmuş, yakınları dağda ölmüş, yakınları hâlâ dağda olan insanlara rastladım, rastlıyorum, aralarında yakın dostlarım var.
Kimi belediye başkanı, kimi belediye meclis üyesi, kimi aktif siyasetçi, kimi işadamı, kimi tüccar, kimi sivil toplum kuruluşu üyesi...
Kimi de gazeteci...
Gazeteci vurgusunu özellikle yaptım. Çünkü Güneydoğu’da ‘ulusal medya’ya güvenilmiyor, inandırıcılığı fena halde törpülenmiş durumda. Ulusal medyanın dili taraflı ve itici bulunuyor. Bu nedenle, Kürtlerin yüzü Güneydoğu’da her geçen gün yerel medyaya dönüyor.
İnternet gazeteleri de var.
Başkale News, Hakkari News, Yüksekova’da Yüksekova Güncel, “Yüksekova’dan dünyaya açılan pencere” sloganıyla...
Her yanda dikkati çeken çanak antenlerle PKK’nın yurtdışından yayın yapan Roj TV’si izleniyor. Birçok yerde bu kanal sürekli açık...
Kısacası:
Yılların baskı ve zulmü, işkencesi, ölümü, yazın bir kenara, Kürtleri yıldırmamış. PKK zayıflamamış, güçlenmiş...
Hakkari Belediye Başkanı Dr. Fadıl Bedirhanoğlu, “Kürdistan’ın medreselerinde okudum, sonra Harran Üniversitesi’nde öğretim görevlisi oldum” diye söze başlıyor ve devam ediyor:
“1958’de ilkokula başladım, Cizre’nin şimdi adı Çağlayan olan Şax köyünde. 50 öğrenciydik, hiç birimiz tek kelime Türkçe bilmiyorduk okula başladığımızda. Öğretmenle çat pat anlaşabilmemiz iki yılımızı aldı. Yazık değil mi? Kürtçe’nin, Kürtçe eğitimin Türkçe’ye ne zararı dokunabilir ki? Anadilde eğitimin dünyada ne kadar çok örneği var, bizde neden olmasın ki?..”
Diyarbakır Askeri Cezaevi’nden o da geçmiş:
“1981-1982 yıllarında, zulmün en koyu olduğu o yıllarda yattım o cezaevinde. 1 yıl 21 gün. İdil’deydim, müftü vekili olarak çalışıyordum, hiçbir şey de yapmamıştım. Bir ihbarla aldılar içeri. Kürtçülük dediler, bölücülük dediler, bir şey bulamadılar. Bu cezaevini sözcüklerle anlatmak çok zordur. Bir yılda on yıl ceza çektim.”

Barışın dilini yakalamak
1951 doğumlu Dr. Bedirhanoğlu.
30 yaşında hapse girmiş.
Şimdi 57 yaşında.
BDP’den yüzde 80 oyla Belediye Başkanı olduğu Hakkari’de, 12 Eylül referandumunda seçmenlerin yüzde 93’ü il genelinde, yüzde 98’i il merkezinde sandığı boykot etmiş...
Diyor ki:
“Devletin dilini değiştirmesi lazım, barışın dilini yakalaması lazım.”
Biliyorum, laf yine uzadı.
Mardin’de, bir akşam vakti gün batarken Cercüs Murat Konağı’nın terasından göz alabildiğine uzanan Mezopotamya Ovası’nı her seferinde olduğu gibi yine hayranlıkla seyrederken şu notları alıyorum:
(1) Türkiye ‘Kürt realitesi’nden ‘PKK realitesi’ne gelmiş durumda.
(2) Artık “PKK’yı yok edeyim, Kürt sorununu çözeyim” bakışının geçerliği yoktur.
(3) Kiminle savaştıysan, barışı onunla yaparsın.
(4) Bu açıdan İmralı-Kandil-Brüksel-BDP muhatap alınması zorunlu adreslerdir.
(5) Silahla gidilecek yolun sonuna artık gelindi. İki taraf da bu gerçeğin farkında. İşte bu nedenle, barışa en yakın noktadayız.
Barışa susamış topraklarla ilgili sekizinci yazı yarına.
  Alıntı ile Cevapla
Alt 10-18-2010, 22:01   #10
Kullanıcı Adı
Özgür Çağrı
Standart
Gerçeklerden kaçmayanlara gerçekleri görmek isteyenler için ekledim bu yazı dizisini.
Okuyalım

7. yazının son kısmında

(1) Türkiye ‘Kürt realitesi’nden ‘PKK realitesi’ne gelmiş durumda.
(2) Artık “PKK’yı yok edeyim, Kürt sorununu çözeyim” bakışının geçerliği yoktur.
(3) Kiminle savaştıysan, barışı onunla yaparsın.
(4) Bu açıdan İmralı-Kandil-Brüksel-BDP muhatap alınması zorunlu adreslerdir.
(5) Silahla gidilecek yolun sonuna artık gelindi. İki taraf da bu gerçeğin farkında. İşte bu nedenle, barışa en yakın noktadayız.

bunun nedenleri ilk 7 yazıda.
8. yazı yarın çıksın onuda ekleyeceğim.
Allah izin verirse imkanlar bir gün el verirse en kısa sürede bölgeye gideceğim insanlarla konuşacağım.

  Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim
asker, barışa, cemal, devlet, gerilla, hasan, jitem, kürt, kürtler, pkk, realite, sorunu, susamış, terörist, topraklar, türkiye, şehit


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
webmaster blog çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi