06-09-2009, 10:02 | #1 |
Hasan Karakaya " “Koyun”larda açık arıyorsan, “Keçi” olmayacaksın! "
Ben, şuna inanırım: Bir insan “namussuzluk”tan şikâyet edecekse, önce kendisi “namuslu” olmalıdır... “Yamukluk”tan şikâyetçi olanın, önce kendisi “dürüst” olmalıdır!.. Bir insan “hırsızlık”tan, “yolsuzluk”tan ve “peşkeş”ten şikâyet ediyorsa, bunları kendisi yapmamış olmalıdır... “Temizlik”ten dem vuruyorsa, kendisi “kirlilik denizi”nde yüzüyor olmamalıdır... “Zulüm”den şikâyet edenin, kendisi “zalim” olmamalıdır!. Meseleyi daha iyi kavrayabilmek için, “koyun”ları veya “sığır”ları örnek vereyim... Malûm; koyunlar veya sığırlar her pislediğinde, “yün”lerine bir parça “pislik” bulaşır... Bunlar çoğala çoğala, bir süre sonra “çakıldak” hâline gelir... İşte bu “çakıldak”lar, koyun veya sığır hareket ettikçe sallanırlar!. Aynen bunun gibi; “temizlik”ten dem vuran birinin arkasında, koyunlar gibi “çakıldak” olmamalıdır!.. Ya da “keçi” örneği... “Hikâyeyi bilirsiniz ama bilmeyenler ve duymayanlar için tekrar anlatayım... “Keçi”ler ve “koyun”lar merada otlarlarken, “hendek” gibi bir yerden atlamaları icap etmiş... Önce koyunlar, sonra keçiler atlarlarken, koyunun kuyruğu havalanmış ve afedersiniz poposu görünmüş... Kendi kuyruğunun sürekli havada ve poposunun da sürekli “açıkta” olduğunu bilmezden gelen keçi, hiç fırsatı kaçırır mı; başlamış sevinçle bağırmaya: “Koyunun kıçı gözüktü, koyunun kıçı gözüktü!”... Bu “pişkinlik” karşısında, koyun ne desin?.. Hiçbir şey demeden yoluna devam etmiş... Eğer bir şey demesi gerekseydi, herhalde şöyle derdi; “Ulan, benim kıçım bir defa göründü... Ya seninki?.. Senin kıçın hep açıkta!..” Bu “hikâye”den benim çıkardığım “ders” şu: Gözleri “başkalarının kıçında” olanların, sürekli “başkalarının açığı”nı arayanların kendi kıçları açık olmamalı!.. Kısacası, “koyunlarda açık” arayanların kendileri asla “keçi” olmamalı!.. Zira, bir gün bir koyun çıkar ortaya ve der ki; “Sen, önce kendi kıçını ört!.. Çünkü senin kıçın hep açıkta!” SABANCI-YÖK ÇEKİŞMESİ! Malûm; bu ülkede birçok insan “uysal koyun” olduğundan, “açık gördüm” diye her defasında çığlık basanlar, maalesef “keçi”ler oluyor!.. Meselâ, şu YÖK-Sabancı Üniversitesi olayı... Malûm; Sabancı Üniversitesi’nde bir uygulama var: Öğrenciler, ilk başlangıçta hangi “fakülte”yi tercih etmiş olurlarsa olsunlar, birinci yıl “aynı dersleri” okuyorlar... İkinci yıl ise; “puan şartı” aranmadan, “alan farkı”na da bakılmadan, “arzu ettikleri” bölüme geçebiliyorlar!.. Kartel gazeteleri bu sisteme övgü yağdırırlarken, YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, elbette tepki gösterdi ve dedi ki; “Ya herkese bu sistemi verelim, ya da hiç kimseye vermeyelim.” Tabiî, “Bremen Mızıkacıları”ndan hemen protestolar yükselmeye başladı... Sabancı Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tosun Terzioğlu, “Bu sistem 10 yıldır uygulanıyor” derken, eski rektör Prof. Dr. Üstün Ergüder; “Tek tip, herkesin birbirine benzemesi meselesi, üniversitenin ruhuna çok aykırı” gibi lâflar etti. Hayır; “uygulama”yı da tartışmıyorum, faydasını veya zararını da!.. Benim tartıştığım, zihniyet!.. Evet, “zihniyet”i tartışıyorum!.. “Tek tip”e karşı çıkıp, “bu mesele üniversitenin ruhuna çok aykırı” diyen ama “kıyafette tek tipçi uygulama”yı savunan, ya da savunanlara sesini çıkarmayan zihniyeti!.. Hadi, daha açık yazayım; “Eşit ağırlık” puanıyla girdiği fakülteden “Sayısal” bölüme geçebilmek madem bir “hak”tır ve hiçbir üniversite tornadan çıkmışçasına “birbirine benzemek” zorunda değildir, o zaman sormak gerekmez mi; “Bölüm tercihinde serbest bırakılan bir öğrenci, kıyafet tercihinde niye serbest bırakılmıyor?.. Evet, 18-19 yaşına gelmiş ve eşini bile seçme özgürlüğüne kavuşmuş bir genç kız, başının açık veya kapalı olmasına niye karar veremiyor?..” ÖĞRETMENLERE DENKLİK ZULMÜ! Gelelim, madalyonun diğer yüzüne... İşin içinde Sabancı Üniversitesi olduğu için, kartel gazetelerinin tamamı “YÖK’ü hedef tahtasına oturtmuş” durumda!.. YÖK Başkanı, kıyasıya eleştiriliyor!.. “Böyle karar mı olur”muş!.. Bu, “tek tipçi zihniyet”miş falan, filan!.. Bugün YÖK’ü ve YÖK Başkanı’nı eleştirenler, daha önce nerelerdeydiler acaba?.. Çokoprens almaya mı gitmişlerdi ki; “zulüm”leri ve “zalim”leri görmüyorlardı!.. Hatta alkışlıyorlardı!.. Hatırlarsınız... YÖK, 16 Temmuz 1997’de bir karar almış ve “yurtdışındaki yükseköğretim kurumlarının ilahiyat programlarından ve bu programların bulunduğu yükseköğretim kurumlarının tüm diğer programlarından alınmış önlisans ve lisans diplomalarına hiçbir suretle denklik verilmemesini, verilenlerin de iptal edilmesini” kararlaştırmıştı. İşin garibi diploma denklikleri iptal edilen çok sayıda kişi de Milli Eğitim Bakanlığı’nda öğretmen olarak görev yapıyordu. Bunun üzerine, 23 Eylül 1987 ile 31 Aralık 1992 yılları arasında öğretmen olarak atanan Riyad, Libya, Mekke, El-Ezher, Medine, Bağdat, Ürdün, Ummu’l Kur’a, Kral Suud, Cidde, Irak ve Fas Üniversitesi mezunlarının durumlarının ne olacağını Bakanlık, Danıştay’a sormuştu... Tamamı İmam Hatip liselerinde meslek dersleri, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi derslerine giren öğretmenler için Danıştay demişti ki; “Ya Diyanet’e geçin, ya da MEB’in İdare Hizmetleri sınıfına!” Yani açıkça deniliyordu ki; “Öğretmenlik yapamazsınız!” Kime deniliyordu bu?.. “12 ya da 14 yıl öğretmenlik yapan” insanlara!.. Alın size 2000 yılından iki örnek: ¥ Eskişehir Anadolu İmam Hatip Lisesi Müdür Yardımcısı ve 8 yıllık öğretmen Sami Ay, görevden alınarak aynı okula daktilo memuru yapıldı. ¥ Medine İslâm Üniversitesi mezunu Mehmet Aslan’ın 1986 yılında onaylanan diploması, 14 yıl aradan sonra geçersiz sayıldı ve öğretmenliğine son verildi. Hemen hatırlatayım; Sami Ay ve Mehmet Aslan gibi; benim bilebildiğim en az “114 öğretmen” vardı o zamanlar... “Öğretmenlik”ten alınmışlardı!.. Peki, siz olsanız sormaz mısınız; “Tek tipçiliğe karşı çıkan” profesörler ve YÖK’ü hedef tahtasına oturtan gazeteler, 9 yıl önce nerelerdeydi acaba?.. O zaman niye hiç sormadılar; “Bu zulmün sebebi ne?.. Denklik sorunu, YÖK’ün aklına 14 yıl sonra mı geldi?.. 14 yıl öğretmenlik yapan bir adamı; “sen artık öğretmen değilsin” diyerek öğrencilerden koparmak, alçakça bir zulüm değil midir?” Dedim ya, “koyun-keçi” meselesi... 9 yıl önce bunu demeyenlerin, bugün kalkıp da YÖK’e saldırmaya hakları yoktur!.. Hele de popolarında, kat kat olup sarkan o “çakıldak”lar varken!.. TEHDİT EDİLEN ÜNİVERSİTELER! Tabiî, o yıllarda “denklikleri iptal edilen” sadece yabancı üniversiteler değildi... Türkiye’deki üniversitelere de, “denkliğinizi iptal ederiz” tehdidi yapıldı, biliyor musunuz?.. Hem de; Bilkent gibi ünlü bir üniversiteye!.. Hem de, Fatih Üniversitesi gibi, bir vakıf üniversitesine!.. Niye, biliyor musunuz; “Başörtülülere tolerans gösterdikleri için!..” Evet, “başörtülülere tolerans” gösterdikleri için, “tehdit” edilmişti bu üniversiteler!.. Kendilerine denilmişti ki; “Başörtülü öğrencileri ya okula almayacaksınız, ya da denkliğinizi iptal ederim!” Kemal Gürüz başkanlığındaki o günkü YÖK yönetimine ses çıkarmayanların, ya da bu zulme gönüllü destek verenlerin, bugünkü YÖK Başkanı’na saldırmaya ve onu alaya almaya hakları var mıdır acaba?.. 3 MİLYON DOLAR VE 1 TRİLYON LİRA! Çifte standart, sadece “profesör”ler ve “medya” ile sınırlı değil... Aynı durum, CHP için de geçerli!.. Malûm; CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve CHP kurmayları, aylardır “Deniz Feneri” ile yatıp, “Deniz Feneri” ile kalkıyorlar!.. Neymiş... “Müslümanlar”ın Deniz Feneri’ne bağışladıkları paralarla, Türkiye’de “televizyon”lar kurulmuş ve bu televizyonlardan “AK Parti’nin propagandası” yapılmış!.. Allah Allah, “Müslümanların parası”nı nasıl da dert ettiler kendilerine?!?.. Tabiî, mesele bu değil!.. Mesele şu ki; bu iddiayı ortaya atan partinin, kendisinin “temiz”liği tartışmalıdır!.. Gerisinde “çakıldak” sallanmaktadır!.. Ya da “keçi”ler gibi; Arkası “sürekli açık” dolaşmaktadır!.. Sadece, “Ergenekon Terör Örgütü tutuklusu” olarak cezaevinde yatan Tuncayım Özkanım’a verdikleri “3 milyon dolarlık avans”ın izahını hâlâ yapabilmiş değiller!.. Bu “3 milyon dolar” ile ne yapıldı acaba?.. “Kanaltürk’te CHP propagandası” yapılmadıysa, ne yapıldı?.. Hadi, bunu da geçelim ve soralım; “1 trilyonu ne yaptı CHP?” Herhalde hatırlarsınız; CHP’nin 1998-2006 yılları arasında yaptığı “usûlsüz harcamalar”ın listesi tek tek Resmî Gazete’de yayınlanmış ve Anayasa Mahkemesi, bu harcamaları “yasadışı” bulmuştu!.. Dahası, demişti ki; “Bu para, Hazine’ye aktarılacak!” Peki, neydi o “usûlsüz” harcamalar?.. Anayasa Mahkemesi; CHP'nin uyku tulumu ve şemsiye gibi harcamaların yanında restoranlara ödediği paralar ve basın müşavirine danışmanlık hizmeti adı altında yaptığı ödemelerle, Halk TV'ye aktarılan paraları kanun dışı bulmuştu... Yüksek Mahkeme ayrıca aralarında Onur Öymen, Algan Hacaloğlu ve Güldal Okuducu'nun da bulunduğu bazı milletvekillerinin, Mısır, İspanya, Yunanistan, İtalya gibi ülkelere yaptığı seyahat giderlerini bahşiş adı altında partiye ödettiğini tespit etmişti... Sonuçta; CHP'nin kesin hesap çizelgeleri, defter ve belgeleri üzerinde yaptığı incelemede, tespit ettiği yaklaşık 1 milyon YTL usûlsüz gideri Hazine'ye aktarmıştı!.. KUYRUK DİK, AMA POPO AÇIK! Şimdi söyleyin Allah aşkına; Arkasında, “Tuncay Özkan’ın Kanaltürk’üne verilen 3 milyon dolarlık avans” gibi bir “şaibe”si bulunan, harcadığı “1 trilyon lira”lık paranın “yasadışı” olduğu tescillenen bir partinin, Deniz Feneri üzerinden AK Parti’ye saldırmaya ve bağışlanan paraların “AK Parti’nin propagandası”nda kullanıldığını iddia etmeye hakkı var mıdır?.. Adama sorarlar; “3 milyon dolarla ne yaptın?.. 1 trilyonu kimlere peşkeş çektin?.. O paralar, kimin parasıydı?” Söyleyecek söz çok... Ama laf dönüp dolaşıp, geliyor “çakıldak”lara ve “koyun ile keçi”nin popo meselesine!.. Uzun lafın kısası; Koyunlarda “açık” arayanların kendileri asla ve kat’a “keçi” olmamalıdır!.. Keçiler “kuyruklarını dik tutsa” da, unutulmamalıdır ki, “popoları hep açıkta”dır!.. Bilmem, anlatabildim mi?.. =================== Anasını öldüren kız! Malûm; “Çirkin kadın yoktur... Bakımsız ve süslenmesini bilmeyen kadın vardır!” şeklinde bir söz vardır... Bu anlayış, “medya” için de geçerlidir... Medya için de “çirkin haber” yoktur!.. Bir haber “çirkin” ise; onu “makyajlamak” yani “süslemek” gerekir!.. Ki, “güzel” görünsün, “ilgi” çeksin!.. Bu anlayış, “28 Şubat süreci”nde hayli yaygındı... Bütün haberler “irtica sosu”na batırılıp öyle servis ediliyordu... Görüyorum ki; “28 Şubatçı anlayış” bugün de “Ergenekon”la devam ediyor!.. Hem de, “32 kısım, tekmili birden!” Adana’da, “henüz 11 yaşında” olan Rabia adlı bir çocuk, babasının tabancası ile annesini öldürmüş!.. Olayın kendisi dehşet!.. Ama bu olaya “irtica, tarikat” sosu dökülmeli ki, daha cazip olsun!.. Medya da onu yapmış zaten!.. Annesi, güya “tarikata gireceksin” deyip, “SBS’ye” sokmamış kızını!.. O da annesinin kafasına sıkmış kurşunu, öldürmüş!.. Allah aşkına söyleyin; 11 yaşındaki bir kız çocuğu “tarikat”tan ne anlar, “intikam”dan ne anlar?.. Belli ki, “problem”leri var!.. Bu dehşet olayı “tarikat” sosuna bulamakla, kimin eline ne geçecek?.. Ama, medya da haklı... Eğer böyle bir sos dökmeseler, “çağdaş okullar katil yetiştiriyor” diyen birileri çıkabilir!.. O halde barikat kurup, tarikat denilmeli!.. Yaptıkları bundan ibaret!.. vakit
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir) | |
|
|