AK Gençliğin Buluşma Noktası


Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 04-06-2009, 17:14   #1
Kullanıcı Adı
Necip Fazıl
Standart 'Hazine üstüne gecekondu kurabilmiş toplumuz'
Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları derneği bu sene ilki düzenlenen kültür sanat ödüllerinde Mili Gazete'ye verdi. Sanatalemi.net'te Bünyamin Yılmaz ile bir söyleşi gerçekleştirdi.

Bünyamin Yılmaz:'' Hazinenin üstüne gecekondu kurabilmiş bir toplumuz’’

Gazete patronları kültür sanat sayfalarını yangında en son kurtarılacak ya da hiç kurtarılmayacak sayfalara olarak görür. Pek çok gazetemizde kültür sanat sayfasına lüzum bile görülmemiştir. Az okuyan çok konuşan ülkemiz insanının da kültür sanata değer vermemesinde bunun elbette ki katkısı küçümsenemez. Marifetin iltifata tabi olduğu yerde kimseyi de neden kültür sanata daha çok yer ayırmıyorsunuz diyemiyoruz.

Çoğu zaman kültür sanat sayfaları bir tek gizli kahramanın omuzlarında yükselir ve can çekişmekten kurtulur. Bu gizli kahramanlardan biri de hiç şüphesiz Millî Gazete kültür sanat editörü Bünyamin Yılmaz'dır. Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları derneği bu sene ilki düzenlenen kültür sanat ödüllerinde Mili Gazete'nin kültür sanat sayfasını ödüle layık gördü. Bu vesileyle de Bünyamin Yılmaz ile kültür sanat üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Türkiye'de kültür sanat seçkin bir zümrenin lüksü olarak algılanıyor. Karnı doymayan insanlara da bir anlamda kültür sanata ilgi duyun demek biraz anlamsız gibi geliyor. Halkımızın kültür sanata ilgisini nasıl değerlendiriyorsunuz. İlgisizlik varsa bunu sadece ekonomik gerekçelere bağlayabilir miyiz?

Türkiye biraz arada kalmışların ülkesi. Devletin kültür politikalarında bir tutarlılık aramayı düşünmüyoruz mesela. Toplumu yönlendiren güç olan aydınlarla ilgili problemlerimiz okuma sorunlarımızdan daha büyük. Tepeden bakan bir zihniyet olarak görülüyor aydın kesimi. Münevverlerin aradan çekilmesiyle çoraklaşan bir düşünce iklimi oluştu.

Kültürel olarak planlı ve sürekliliği oluşmuş bir çabanın ortalarda görünmeyişi, halka ‘ekmek parası’ kazanma derdi ısmarlıyor sadece. Kitapla ünsiyeti sınırlı olduğu gibi kültür sanatla birlikteliği, popüler şahsiyetlerin takibiyle sınırlı kalıyor. Son dönemde önemsediğim çabalar yok mu? Var elbette. Okuma alışkanlığı, kültüre, sanata değer verme eğer küçük yaşlarda başlarsa, entelektüel birikimlerin yoğunlaştığı dönemleri görebiliriz.

Tiyatroyla, sinemayla, kütüphanelerle henüz kalıcı bir barış sağlanmış değil. Diğerleri kaleminden sayageldiğimiz sanatsal etkinlikler ciddi bir takipçi sayısına sahip değil. Ama özellikle ilköğretimden itibaren eğitimde sanata verilen destek arttıkça nitelikli gelişmelerden de söz edebiliriz. Henüz istenen seviyede olmasa da eğitim faaliyetleri arasında kültürel değerlerin ‘söz edilip geçilen’ değil, ‘değer verilen’ haline gelmesi mümkün gibi. Çoğu okulda tiyatro faaliyetleri destekleniyor. Müfredatta yer verilir olan ‘sanat’, öğretmenlerin bilgi dünyasındaki açılım kadar çocukların zihin dünyasına kapı aralıyor.

Kültüre, sanata ilgisizliği ekonomik nedenlere indirgemek kolaycılık gibi geliyor bana. Yemek yemek kadar alışkanlık haline gelebilse okuma tutkumuz, sanki daha rahat konuşabileceğiz. Kitap fiyatlarının el yaktığından söz edebiliriz elbet. Ama artık sayıları gittikçe artan kütüphanelere de uğradığımız yok.

Öğrenciler için ödev yapma mekanları haline gelen kütüphaneler, gerçekten ‘okuma yeri’ haline gelirse büyük bir gelişmeden söz edebileceğiz. Hayatımıza buyur ettiğimiz popüler kültür bütün ikonlarıyla bizi kendisini konuşturur hale getirirken, boşa gittiğini fark edemediğimiz vakitlerimiz, reyting uğruna heba ediliyor.

Yerel yönetimler, özellikle kültür merkezlerini artırarak, bilgi evleri kurarak uzun süreli tembelliğimizi üzerimizden alabilir diye düşünmeden edemiyorum. Dertlerimizi bir ‘arabesk’ film haline getirmeden, sorunlarımıza çözüm arayabilme becerisi göstersek, yolumuz kitaplara, zihnimiz sanata çıkacak. Bugünü düşünen, geçmişte yaşayan insanlar olmaktan ziyade gelecek kuşakları düşünerek atacağımız adımlar, zihnimizi ve ufkumuzu açacak.

Ülkemiz çok zengin bir kültürel mirasın üzerinde oturuyor. Geleneksel sanatlarımızdan hat, tezhip, ebru ve minyatür gibi sanatlar son zamanlarda rağbet görmeye de başladı. Siz bu geleneği sahiplenmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Geleneksel sanatlara yoğun bir ilgiden, evet, söz edebiliyoruz artık. Peki uzun süreli ilgisizliği neye yormalı? Gelenekle aramıza koskoca bir suskunluk parantezi açtı dilsizliğimiz. Yeni harflerle dünyayı tanımaya başladık ama kendi geçmişimizi de unuttuk. Mazisindeki en küçük bir kırıntıyı bile değerli bulan büyük medeniyetlerin geçmişle bağını sağlam tutup geleceğe bakabilme başarısı bizim yüzümüzü önümüze düşürüyor.

Biraz bunun utancıyla eskimez yazıların peşine düştük. İstanbul Üniversitesi’nin önündeki kitabeyi bile okuyamayan ‘okumuş nesil’den söz ediyoruz. İstanbul’da az sayıda bulunan nadir eserler kütüphanelerinde çoğunlukla hangi ülkelerin araştırmacılarını görüyoruz? Amerika, Japonya…

Entelektüel ilgi düzeyi yüksek ülkelerin bizim geçmişimize yönelik yaptıkları kazı çalışmaları, biraz olsun gözümüzü açtı. Bir yandan da halen az sayıda da olsa sanatında usta isimlerin, tüm zorluklara rağmen ortaya koydukları çalışmalar semeresini verdi; genç kuşaklar geleneksel sanatlara olan açlığını giderebildi.

Ney üfleyen, hat, tezhip, ebru dersi alan çok sayıda gencimiz var. Sultanahmet’ten aşağıya doğru inerseniz üstatların atölyelerinde farklı kesimlerden gençlerin büyük bir ilgiyle ‘hu’ yazısına nazar edişini, ebru teknesinde dalgalanan kağıtlara sabitlenen bakışlarını fark edebilirsiniz. Geleneksel sanatların modern dünyada ‘karşılıksız çek’ gibi durmadığının bir kanıtı bu aslında. Ama bir diğer yanıyla da, uzun süreli soğukluğumuzu giderebilmek için yoğunlaşmış bir ilgi de diyebiliriz. Ya da kendi sanatına ilgi göstermeyen bir toplumun Japon turistin ilgi gösterdiği eski(mez) değerlerimize göz ucuyla mahcup bakışı biraz da.

Umutsuz değilim elbet. Hazinenin üstüne gecekondu kurabilmiş bir toplum olarak, esintisiyle bile kendimize geldiğimiz geçmez güzelliklerin farkına varmayıp da ne yapalım? Farklılıklarını zenginlik bellemek yerine ayrışma olarak görür hale gelen toplumsal yıkık hafızamızın bize oynadığı oyunlar er geç sona erecek, biz de dünyanın ilgisini celbeden ‘bize ait’ değerlerin mahfazasından onları yaşanabilir hale getirme devresine gireriz. Ve de üzerimizden büyük bir ağırlık kalkar. Sonrası yeniden ihya edilen Mimar Sinan eseri muhteşem yapılarda biraz soluklanmak, üstüne güzel sohbetler dinlemek, bir de eski zamanın rüzgârıyla serinlemek…

Belediyelerimiz ve Kültür Bakanlığımız bazı kültür sanat çalışmaları yapıyor. Siz bu çalışmaları yeterli buluyor musunuz? Daha güzelini yapmaları için somut olarak neleri önerirdiniz?

Kültür Bakanlığı’ndan söz edemiyoruz. Çünkü Kültür ve Turizm Bakanlığı’na sahibiz. Turizmin bakanlığın en önemli kalemi olduğu gerçeğini görmezden gelemeyiz. Turist çekebilmek için oluşturulacak yatırımların yanında ne kadar önemi vardır bir mimari eserin? Günümüz kültür taşıyıcılarının bir anlamı var mıdır, yürüyen dolar işaretleri kadar? Yine de büyük haksızlık etmeyelim, uzun süreli ihmallerin getirdiği kafa karışıklığı, habbeyi kubbe yapma ilgisizliği, yetersiz bütçelerle iş yapamama gibi sorunları görmezden gelmeyelim.

Tarihin muhteşem görüntüsünü stadyum çirkinliğiyle kapatabilme mahareti gösteren ‘kesintili’ kuşağın torunlarıyız. Çirkinlik abidesi yüksek binaların utandırdığı ‘mimari güzelliklerin’ safında az sayıda kalsak da tarih bizden yana, hafıza bizden yana. Bakanlığa tekrar gelirsek, son yıllarda artan bir çaba var. Özellikle tüm eleştirilere rağmen Frankfurt Kitap Fuarı’nın onur konuğu olduk Türkiye olarak. Kendimizi tartabilme imkânı vardı orada. Modern değerleri önemsediğimiz zehabıyla yücelttiğimiz batıcılığın tokadıydı aslında yaşadığımız hüzün. Batı taklit değerlere prim vermiyor, kendi bünyesindeki hastalıklarla şifa bulmaya çalışan Türkiye’ye ‘kendine gel’ diyor. Avrupa Kültür Başkenti İstanbul bu dersi ne kadar almıştır bilemem, önümüzde az zaman kaldı!

Son yıllarda bir ivme kazanan Türk Sineması doğudan batıya pek çok büyük merkezde bakanlığın gayretiyle görülebildi. Sinemaya ve tiyatroya aktarılan destekler rahat nefes alabilecek sektörlerden söz ettirmiyor bize bugün ama, en azından oyunların sahnelendiğini, filmlerin çekilebildiğini görüyoruz. Son yıllarda vakıf eserlerine yönelik ‘restore’li ilgi de ümidimizi artırıyor. Ben yine de Batı’ya kendimizi anlatmak için çırpındığımız kadar ‘düne kadar ‘biz’ olan toplumların yaşadığı Doğu’ya da artık tebessüm gönderelim derim.

Halen Doğu filmleri festivali yapamamış bir ülkeyiz. Bir ‘one minute’ ile kalplerini kazandığımız ‘kardeşlik’lerin zihin dünyasına yolculuk yapalım, onları bizim hastalıklarımızdan müteşekkil ‘Gümüş’ dizileriyle oyalamayı bırakıp, ‘altın’ değerinde olan kalbimizi açalım onlara. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ülke içinde rutin festivallerin yanı sıra çaplı, geleceğe taşınabilecek önemli etkinlikler yapması taraftarıyım. Sanatın, edebiyatın, estetik değerlerin toplumla buluşabilmesinin yolu, bakanlığın ilgisiyle birlikte yerel yönetimlerin desteğinden geçiyor. Belediyelerin özellikle İstanbul’da kültür merkezlerini artırma çabası çok önemli. Neredeyse mahalle aralarına bile kurulan kültür merkezleri kısa vadede ilgisiz şahısların memur zihniyetiyle iş yapmasını getirebileceği gibi uzun vadede işinin ehli, dikkate değer işler yapabilecek önemli isimlerle buluşabilir diye düşünüyorum. Tabi belediyeler kültürden sarımsak, kiraz festivali gibi ilginçlikler çıkarmayı bırakabilirlerse!

Belediyelerin ihale merkezleri gibi çalıştığını düşünürsek ‘rant’ eksenli yapının kültüre büyük önem atfetmesini sadece ‘yaptık, ettik’ kaleminden göstermek dışında, beklemek mümkün olmayabilir. Başkanın adamları mantığının yıkılması, kültüre verilen değeri de ortaya çıkaracak.
Bazı televizyon kanallarımızda kültür sanat programları yapılıyor. Siz bu programları nasıl değerlendiriyorsunuz? Okuyucularımıza özellikle tavsiye edebileceğiniz programlar hangileridir?

Televizyon kanallarında popüler işler dışında ne yazık ki dikkate değer programlardan söz etmek mümkün değil. Çok izlenen kanallar açısından söylüyorum bunu. Kanal 7’nin ilk çıkışını anımsarsanız, çok ciddi bir kültürel boyut öne çıkıyordu. Sonrasında gittikçe popülerleşen programlar ve sükut!

TRT’nin istikrarlı bir çabayı kolladığını söyleyebilirim. Mehtap TV’nin yayın formatı kültüre, sanata önem verenleri mutlu edecek şekilde. Ülke TV’de bir kıpırdanma var. TV Net ara sürprizler yapıyor. TV5’te Ali Haydar Haksal’ın “Edebiyat Okumaları” programından söz edebiliyoruz ancak. Hilal TV’de dikkatle takip edebildiğim bir kültür programına rastlamadım. Esra Elönü’nün hazırladığı ve sunduğu A4 ekrandan kalkalı çok oldu. NTV’de takip edebildiğimiz Yekta Kopan’ın sunduğu çok iyi bir kültür sanat programı var.

CNN Türk’te Afiş programını es geçmek olmaz. Beni ekran başından kaldırmayacak, Müslümanca duyarlılıklara sahip, bu ülkenin kültürünü önceleyen, kültür sanat dünyasını ciddiyetle takip edebilen bir program var mı sorusunun cevabını veremiyorum. Henüz kültür sanat dünyasını konuşurken Batı penceresinden bakarak Doğu’yu değerlendirebiliyoruz. İslam coğrafyasından kültürel renkleri taşıyabilecek bir atlas edinemedik daha. Amerika’da çıkan yeni akımlardan haberdarız, kim hangi kitabı yazmış, kim hangi albümü çıkarmış, bunları biliyoruz.

Ama Müslüman dünyadan filtresiz alabileceğimiz haber kaynakları bile yok henüz. Dindar kesimin yetişmiş insan gücüne sahip olmasına rağmen, ciddi, masraftan kaçınılmamış, duyarlıklı program yapabilecek ekiplere selam verdiğini göremedim. Dindar kesimin özeleştirisini yapabilecek, ama üzerinde yürüdüğü yolun hakkını veren, zihin kodlarını çözmeye yarayabilecek etkenlerle karşılaşmasının zamanı var sanırım. Ömer Karaoğlu’ndan, Yücel Çakmaklı’dan, Selçuk Küpçük’ten, İbrahim Tenekeci’den, Sezai Karakoç’tan, Cihan Aktaş’tan, Sadık Yalsızuçanlar’dan, Hakan Aykut’tan, Tuluyhan Uğurlu’dan, Ömer Lekesiz’den, Mehmet Nuri Yardım’dan, Beşir Ayvazoğlu’ndan, Abdurrahman Şen’den, Nurettin Durman’dan, Cahit Zarifoğlu’ndan, Hasan Nail Canat’tan, Hasan Aycın’dan, İsmail Yeşilbağ’dan, Adem Turan’dan, Zafer Acar’dan, Mevlana İdris’ten, Bahtiyar Aslan’dan, Suavi Kemal Yazgıç’tan, Ahmet Kesgin’den, Mustafa Kutlu’dan, İhsan Kabil’den, Rasim Özdenören’den, Ömer Erdem’den, İbrahim Paşalı’dan, Cafer Keklikçi’den, Mahmut Fazıl Coşkun’dan, Nuri Pakdil’den, Nedim Ali’den, Cengiz Aytmatov’dan, Sadık Battal’dan, Ulvi Alacakaptan’dan bahseden bir program duyduysanız haber verin alıcılarımla oynayayım!

Siz olsaydınız yani elinizde bu günkünün üzerinde imkanlar olsaydı kültür sanat adına bu ülkede neler yapmak isterdiniz?

Ben olsaydım sorusunun bir karşılığı var mı bir bakalım. Mimari sahada çok önemli bir isim gelip geçti çarşımızdan. Osmanlı sonrası kurulan ve şu an bize emanet güzel ülkemizin kültür başkenti İstanbul sokaklarında şöyle kuşbakışı bir dolaşalım. Mimar Sinan yadigarı eserleri bırakalım bir tarafa, maziden atiye geçen gayrimüslim yapılarını da hüzünlü halleriyle bulundukları yerlerde bırakalım, ortada ne var? İslam mimarisinin incelikleri, güzellikleri konusunda ne söyleyebiliriz? Turgut Cansever söylemişti işte. Muhafazakar, inançlı insanların iktidarına da yetişmişti rahmetli. Siz bir estetik değer aşkınlığı görebiliyor musunuz? TOKİ’ye emanet ettiğimiz apartman sistemi dışında elimizde ne var?

Ben olsam, sanırım her şeyi bilen insan mantığıyla yalın kılıç dolaşmazdım ortalıkta. Bugün artık hayattan çekilmek üzere olan şahsiyetlerin yer aldığı bir kurul toplar ve ‘hayal kurma’ derneğinde buluştururdum onları. İçlerinde oluşan yaralara pansuman yapardım. Mehmet Şevket Eygi’den Murat Belge’ye, Mehmet Serhan Tayşi’den Semavi Eyice’ye, Süleyman Zeki Bağlan’dan, Ali Toy’a pek çok önemli ismi bir araya getirir, terekelerindeki emanetleri sahiplerine teslim ederdim.

Kimlere mi? Bizden sonraki kuşaklara. Artık tamamıyla bir batılı gibi yaşamak zorunda kalan genç kuşağa. Butik işlerin zarafetine davet ederdim onları ayrıca. Kitapları hayattan koparmazdım. Alternatifli bir kültür ortamına buyur ederdim onları. Tarihi eserleri sadece korunacak yapılardan ibaret görmez, değerini artırabilecek hale getirirdim. Bir medreseyi çay ocağına çevirmek yerine, estetik, geleneksel değerlerin ihyasına sunardım. Fatih’te üniversite için geldiğimde kaldığım Fatih Sultan Mehmed’in de eğitim gördüğü Sahn-ı Seman Medreseleri’ni şu anki hüzünlü halinden kurtarırdım. İslam’ın yüce değerleriyle anlam kazanmış, geleceğe de söz söyleyebilecek sanatların mekânı yapardım orayı. Metin Yüksel üzerine sohbet edebileceğimiz bir ortama da hayır demem elbette.

Fırat Kızıltuğ’dan ud dinlemek, Murat Kapkıner’in öfkesine eşlik etmek, Sezai Karakoç’la dirilmek, İsmet Özel’le zihin egzersizleri yapmak, D. Mehmet Doğan’la batılılaşmayı konuşmak, Mehmet Niyazi ile kitaplarına ayırdığı vaktinden kazanmak, İbrahim Paşalı ile zamanın içinden yolculuklar yapmak, Mürsel Sönmez’le ‘usta’yı konuşmak, Bozkırın tezenesi Neşet Ertaş’ın ‘Gonül Dağı’na çıkmak, Mustafa Koç’la Müfit Yüksel’e tevatür bilgiler sunup polemikli yollardan gerçeği bulup çıkarmak, Ali Murat Güven’le kısa film akıncılarını konuşmak, İbrahim Kalın’la Seyyid Hüseyin Nasr’a kulak vermek, Yüksel Aksu ile işaret diliyle konuşmak ve sohbeti İsmail Güneş’in tatlandırmasını sağlamak, Asım Gültekin’den bitmez projeler dinlemek fena olmazdı değil mi?

Bugün henüz teknolojik büyümeye oranla hızlı hareket edemiyoruz. Taşra ile merkezin bağını güçlendirmek hiç de zor olmasa gerek. Kültür merkezlerinin sayısını artırdığımız gibi, kültür insanlarının birbirlerine olan bağlılığını da güçlendirmek gerek. Eygi’nin uzun yıllar önce kurulmasını teklif ettiği Stratejik Araştırmalar Enstitüsü benzeri çalışmalar yapılmalı. Belediyelerin kültür işlerinde çalışacak her elemanı kendi kültürüyle -maişet derdi dışında- buluşmalı, bütünleşmeli, Osman Yüksel Serdengeçti’nin telefon numarasını sormamalı, bir Fatiha okumayı da ihmal etmemeli.

Çok iyi projeler geliştirilerek, farklı cephelerden geçmişi, bugünü ve yarını anlamaya çalışan isimlerle bir araya gelinip, Ramazanlarda bize sunulan kültür etkinliklerini eğlence kültürsüzlüğünden çekip, asli hüviyetine kavuşturabilmeliyiz. Burada organizatörün üç kuruş fazla kazanmak uğruna doldur boşalt yaptığı programlardansa sıkıcı olmamak kaydıyla insanlara ‘öz’ü sunan etkinlikler yapılabilmeli. Farklı siyasi, edebi çevrelerden dikkate değer isimlerin birlikte ürettikleri ‘bize ait farklılıklar’ın uygulanabilir yönlerine eğilinmeli. Kendi kodlarını bilen, sinemada büyük işler başarabilecek gençlerin yeteneklerini fark edebilecekleri mektepli-alaylı karışımı serbest akademiler oluşturulmalı. Ben olsam diye başladığımda görüldüğü gibi bitmiyor. En iyisi ben hiç olmayayım. Hatta Mustafa Kutlu’nun hikayesinde ayakkabı ustasına söylettiği gibi: Dava diye diye, dava delisi oldun be Kerim!

Haliyle kem aletle kemalat olmuyor. Bu işlerin biraz da imkan meselesi olduğunu kabul etmek gerekiyor. Kısıtlı imkanlarla çok güzel işlere de imza atılabileceğini de gösteriyorsunuz. Demek ki yaptığımız işi aşkla yaparsak başka bahanelerin arkasına sığınmamızın bir anlamı kalmıyor. Gençlere örnek olması bakımından siz bu çalışma azminizi nereden aldığınızı bize anlatır mısınız?

İşini aşkla yapmak! Evet, üzerinde durmamız gereken bir konu bu. İsterseniz biraz gerilere gidelim. Kitap okumayı sevdiğim oranda uzak durmak zorunda kaldım bir dönem. Bu yüzden yarım bıraktığım çok şey olmuştur. Evimiz iyi bir kütüphaneye sahipti. Şu an Ankara İlahiyat’ta öğretim görevlisi olan Zekeriya amcamın, Ezher döneminde getirdiği Arapça kitapları –okuyamasam da dokunmak bile güzeldi-, elimden düşüremediğim Mısır’dan gelen Radyo ile Arapça kitapları, Hasan El Benna, Seyyid Kutup kitaplarının yanında dururdu. Ahmet Günbay Yıldız’dan Cavid Ersen’den, Mustafa Kutlu’dan ve evet İsmet Özel’den, Sezai Karakoç’tan, Necip Mahfuz’tan, Tevfik El Hakim’den, Mevlana’dan, İsmail Fatih Ceylan’dan, Mehmet Akif İnan’dan, Selahattin Eş Çakırgil’den, Ali Bulaç’tan, Ali Haydar Haksal’dan pek çok isme kadar, uzağımızda değildiler.

Sürekli sohbet ederdik onlarla. Çoğu zaman yalnız başıma olurdum. İsmet Özel’le Taşları Yemek Yasak üzerine konuşurken mesela, babam gurbetteydi, amcalarım ise görev yerlerinde. Diğer amcam Sakarya’da öğretmenliğe başlamadan önce iyi bir külliyat bırakmıştı bana. Kur’an eğitimi için gittiğim Yeniçağa’da sığınağım revir olurdu. Hakses dergilerini ve tek bir kitap Alman Gelin’i (Sadık Tekin, yazarını Yusuf abi kendisi söylesin, yoksa açıklarım!) barındıran revir benim kaçamak mekanımdı. Gerede’yi sevişimin nedeni ise kurstan önce gizlice aldığım Can Kardeş dergilerinin orada bulunduğunu haber almamdı.

Ümit Nesline Selam henüz ilk sayılarıyla bana el ederken, yatağım sırtımda, memleket yollarındaydım! İmam Hatip döneminde derslerle aramın iyi olduğunu söylememi beklemeyin lütfen. Sınıftan çok kütüphanede Mehmet ağabeyin gözlerindeki sevgiye eşlik eden kitapları okuyor, Edip Cansever’le “Gül Dönüyor Avucumda” diyordum. Cahit abi ‘İns’le hikayeme katılırken, benim yaz dönemim gurbetlerde geçmeye başlamıştı. Taş duvar ustası babamla gurbetin hüznünü, sessizliğini, özleyişleri, Millî Gazete’nin dağ başına kadar gelişini sevdim. Tavan arasında hatmettiğim Yeni Devir, Sebil, Hareket ciltleri 80 harekatında ‘gizli’ye alınanlar arasındaydı. MTTB döneminin dergilerini faaliyet bültenlerini, Akıncıların yürüyüş fotoğraflarını da unutmayalım. Alev Alatlı’nın ‘Nuke Türkiye’sini alabilmek için Düzce’yi iki kez turlamıştım. Kitap pahalıydı ve benim birikmiş harçlıklarım ancak o kadardı!

Türkiye Çocuk, Milliyet Çocuk, Kandil Çocuk, Tercüman Çocuk ve kalbimin bir yarısı Gül Çocuk benimle birlikte büyüdü. Hızır Bey ve Yadigar’ın yanında dolaştım akınlarda. Mavera ile Afganistan’da mücahidlerin yanındaydım. Erdem Bayazıt’a ‘bizim iyilerimiz şehit oldu” diyen çocuğun dökemediği gözyaşıydım. Zaman çıktığında ilk göz ağrımız Millî’den vazgeçmeyi konuşmuştuk babamla mesela. Kazanan her iki gazete olmuştu. Kalandar’da evlerin kapısına astığımız poşetlere dergiler koyardık. Yörünge, Cuma.. Hakan Albayrak’ın Nihat Genç’le birlikte çıkardıkları “Çete” dergisinin fotokopilerine çok sonra ulaştık. Diriliş Servisi’nin haberlerine ise ‘Tutanak’ okuyarak ‘yetiştik’ Şevki Saka’nın İslam mecmuası ile dolu fakülte odasında zamanda yolculuk yaptık.

Büyürken Cahit Zarifoğlu ellerimi tuttu. Motorlu Kuş’a karşı bütün kırlangıçları uyarmaya çıktık. Onunla yapılmış söyleşileri okuduk. Mustafa Ruhi Şirin vefatından önce sevdirmişti bize onu. Millî ve Zaman’da Ahmet Sağlam ve Vedat Can olarak takip etmiştik, önemsediğimiz yazıları tavan arasında gazeteden kesip saklamıştık. Kimi yazılar ise düzenli tutmayı başaramadığım defterimin arasında kalmış. Bant tiyatroları başladığında Mute Destanı’nı gözyaşlarıyla dinleyenler arasındaydık. Ömer Karaoğlu, henüz kendi albümünü yapmamış, Grup Selika, İlk Cemre dönemlerinde ses vermişti. Fetih günü kutlamalarına Rüzgar albümünü dinleyerek gitmiştik.

Barbaros Ceylan’ı sahnede dinlemiş, bağlamasına tel olmuştuk. İçimizdeki heyecan sloganlara bizi hapsetmemiş, okuyarak, anlamaya çalışarak yolumuzu arar olmuştuk. MGV bizim yuvamız gibiydi. Kitaplığında birbirinden farklı fikirlerin dergileri vardı. İsmet Özel’i de dinlemiştik, aynı mekanda Bülent Arınç’ı da, Sadık Albayrak’ı da. Radyo programı yapmaya başladığımda ister istemez kültür programları yapar olmuştum. Seyfullah ve Turgut’un programına gelen dinleyici mektupları ve dumanı tüten yemekler unutulmaz elbet. Benimse işim Şahin hocayla kafasını gömdüğü yerlerde suskun kalmaya çalışan hocalarımızaydı. Onlar gençliğe öncü olmalıydılar. Hâlâ bekliyoruz. Godot gelmedi, sanırım onlarda Çokoprens almaya gitti.

Hasan Nail Canat’ı sahnelerde izlemiş, Ankara’da bir öğrenci yurdunda, çok sonraları bırakacağı cigarasının dumanları arasında hayaller büyütmüştük. Yeni Şafak entelektüel birikimi ortaya çıkardığında Ankara’da Muradiye üniversiteye hazırlık kursundaydım. Memlekettekileri üniversite bahanesiyle kandırmış, rahmetli Mehmet Akif İnan’ın sendikadaki odasını mesken tutmuştuk. Birlikte içtiğimiz çaylar okumaya çalıştığım bir dönemin düşülmemiş kayıtlarına eşlik ediyordu aynı zamanda. Söz Üstad Necip Fazıl’dan başlar Pakdil’e ulaşır, mutlaka Cahit’e gelirdi. Ne vardı Cahit ağabeyde bilmem. Her 7 Haziran’da beni Küplüce’ye çeken nedir, cevabını bilemediğim bir sorudur. Aramaya da çıkmadım hiç. Hasan Nail Canat’la büyük bir mefkürenin sanat kısmının inşasına tuğla taşıyorduk. İstanbul’a geldiğimde üniversiteye gider gibi onun Altunizade’deki kurslarına gittim. Sonrasını biliyorsunuz.
Bunca şeyden sonra işimi sevmemin sebebini ben hâlâ bulamadım. Çalışma azmimi nereden aldım, hiçbir fikrim yok. Sizce de öyle değil mi?
Kültür sanat gazeteciliği bir anlamda geniş düşünmeyi de gerektiriyor. Meslek icabı çok çeşitli insanlarla da yüzyüze geliyorsunuz. Sizin hiç ilgi çekici anılarınız var mı bize anlatabileceğiniz?

Şimdi geriye dönüp bakıyorum da 12 yıl geçmiş. Bunca zaman içinde hüzünler kadar komik şeyler de yaşamışım. Hele bir yayıncıyla ilk aylarda ‘renk’li atışmamız vardı ki, bugün bile tebessüm ederim. Bir bütün olarak olayları değerlendirip ‘önyargı’ kuranların dışında iyi takipçi bir nesil geldi. Sizin nerede yazdığınıza değil de ne yazdığınıza bakan dikkatli bir gençlik. Millî Gazete’yi tercih edişimin nedeni köklü bir gazete olmasıydı.

Yazdığımız gazeteden geçenler bugün ülkeyi yönetiyor, kültürel atmosferde soluk almamızı sağlıyorlar. Elazığ’dan Sivas’a giderken yanımda oturan emekli öğretim üyesi birden unuttuğu eski günlere döndü mesela. Yüzünde uzun yıllar öncesinin hatıraları bir heyecan dalgası oluşturdu. Yanında oturan bana, kendi gençliğine bakar gibi baktı. Beni az çok kültür etkinliklerinde görenler ‘gölge’ gibi olduğumu bilirler. Gerçi son yıllarda ister istemez ön plana çıktığım oldu. Ama önceliğim haberle okuru buluşturmak. Beyaz Haberler’i severim o yüzden. ‘Bize kimse sahip çıkmıyor’ diyenlerin yanında olmaya çalıştım. Dışlanan, horlananları sevdim.

Kendimi, Şırnak-Hakkari hattında günde bir kez geçen minibüse yer olmadığı için binemeyen bir sonraki günkü minibüsü bekleyecek olan kızın yüzündeki hüzün gibi hissederim. Son anına kadar sahnelerde mesajını vermeye çalışan o ak yüzlü Hasan dedenin heyecanında saklanırım aynı zamanda. Gözlerim Zehra’nın Gözleri’dir, Gazze’yle birlikte yıkılırım. Endülüs’le kendi medeniyet arayışına çıkan bir gezgin gibi olurum. Aliya’nın harabe haline getirilen memleketinde hiç gidemediğim halde Başçarşı’da Abdullah Sidran’ın yüreğindeki acı olurum. Malcolm X’in öldürüldüğü gün onu dinleyenler arasında, Muhammed Ali’nin gözyaşları olurum.

Okuduğum kitapların satırları arasında büyük idealler seslendiren mefkürenin reelle ayrıştığı yerlerde Hilmi Oflaz’ı bulur, uzattığı erikleri yerim bir külliyede. İşte bu kez oluyor dediğim bir filmin ilk sahnesinde sanki o berbat filmi ben çekmişim gibi kendimle tutuştuğum kavga olurum. Fuat Başar’ın ebru teknesinde lale, hat dersinde nokta gibi hissederim kendimi. Ali Toy’la geleneğe yeni bir renk getirip, Ali Alparslan’ın izinden yürürüm. Üsküdar’da bir Attar dükkanına gidemesem de artık gözlerini kaybetmeyle karşı karşıya olan Ahmet Yüksel Özemre ile ölmeden önce medeniyetimizin inceliklerini konuşurum. Kayseri’de de Diyarbakır’da da, Şırnak’ta da İstanbul’da dolaştığım gibi dolaşırım. Filistin’i özler, kendimi Feyruz’u dinlerken bulurum.

Beyrut yakmıştır yüreğimi. Mazlumlara atılan bombalar ilk beni öldürür. Hanzala kadar cesur olamadığım için yüzüm görünür benim. Mustafa Akkad’a atılan bomba Çağrı’mı, Ömer Muhtar’ımı öksüz bırakmıştır. Her izlediğim filmde ondan bir şeyler ararım. Hamza gibi bakar bana Akkad. Konya’ya rahmetli Canat’la her gidişimde çevresinde tur atardım Mevlana türbesinin. Sanki orada donmuştur zaman ve ben hep o civarda yürür dururum. Cağaloğlu’ndan geçerken bizim için çaba gösteren yayıncıların emeğini selamlarım. Onların türlü sıkıntılara rağmen umutla direnişlerini seyreder, teselli bulurum. Ney kursuna giden gençlerin seslerine Eyüp Hamiş karışır, Ender Doğan ses verir, klavyede Hakan Aykut vardır. Latif Bolat şu an sizlerle konuşurken fonda bize eşlik eder, ‘karardıkça kara bahtım, altın beşik yurdum kaldı’ der Amerika ve Hindistan arası yolculuklarından getirdiği ‘Anadolu Nefesi’ne kavuşturur bizi.

Sayfayı hazırlarken önyargılarımı dışarıda bırakıyorum. Sevmediğim, kişisel olarak kırıldığım insanların haberlerini bile görmezden gelmiyorum. Okurun haber alma özgürlüğünün önüne geçmek istemiyorum. Kendi yorumlarımda ağır kaçan ifadeler olmuştur elbet. Ama haberlerde polemikçi yanımı ortaya çıkarmadım. Farklı kesimleri gören bir sayfaya inandım. Sol ya da sağ, önemli haberleri görmezden gelmedim. Siyasetin göz bağlayıcılığına tevessül etmedim. Siyasetin edebiyattan, sanatta alabileceği şeyler olduğuna inandım.
Şu an masamın etrafında bir karmaşa var. Kitaplar, dergiler, albümler… Ama zihnimi berraklaştıran bir karışıklıktır bu. Millî Gazete’deyim, görevimi elbet bir gün devredeceğim. Tıpkı benden önceki arkadaşların yaptığı gibi. Bedir Acar ayrılırken ‘ayrılık yaman kelime’ demişti. Ben gazeteye geldiğimde çok canlı bir kültür sanat sayfası bulmuştum, umarım benden sonra gelecekler de aynı şeyi söylerler. Bana kızmalarını isterim ama. Eksik yaptığım şeyler için teessüflerini bildirsinler. Yetersiz olduğumu söylesinler. Hadi bir önceki soruda bilmezden geldiğim şeyi söyleyeyim. Yunus Emre ve Molla Kasım hikayesini bilirsiniz. Beni bunca diri tutan, yapabildiklerim değil, yapmak istediğim, ancak yapamadıklarımdır. Sözü şöyle bağlayayım. Sayfaya başladığımda pek çok gazeteci arkadaşımla takip ederdim etkinlikleri. Şimdilerde tespih dağıldı, herkes bir yerlere gitti. Ben de kendimi neredeyse bir duayen gibi, bir Mehmet Nuri gibi hissetmeye başladım. Yetişin gençler!
Kitap okumayan bir ülke olduğumuz her lafın arasına sıkıştırılır. Sizce toplumumuzu kitapla buluşturmak için ne gibi çalışmalar yapılmalıdır?

Kitaplarla ilişkimiz aslına bakarsanız abartılı bir orantıyla gelişiyor ya da geriliyor. Çocukluğundan itibaren kitapları derslerle aynı sıraya yerleştiren zihniyet, kitabı hayattan uzaklaştırıyor. Okulda öğretmenlerimiz ders kitabındaki bana göre en güzel yer olan ‘okuma parçası’nı okumasanız da olur dedikçe şaşardım. Çok iyi edebi metinlerden bölümler sunulurdu orada. Okul bir gün bitiyor, hayata atılıyorsunuz, ama kitaplar bitmiyor, onlar sizin okulunuz olmaya devam ediyor. Okulu derslere indirgeyen anlayış gençliği kitaplardan koparıyor. Bir de bahaneleri çok seviyoruz. Kitap pahalı cümlesinin bir anlamı yok aslında. Pek çok yerde kütüphane var. Ama sistem sorunlu.

Bugün yeni çıkan kitapları eğer bir öğrenci en yakınındaki kütüphanede bulamıyorsa işimiz zor demektir. Eskiden kitap adamlar vardı. Onları dinledikçe araştırma şevkimiz artardı. Şimdilerde diziler bizi moda akımı gibi yönlendiriyor. Hap kitaplara teslim oluyor, özetin özeti yayınlarla idare eder hale geliyoruz. Mısır’ın İskenderiye Kütüphanesi gibi ‘işte bu’ diyebileceğimiz bir kütüphanemiz bile yok. 2010 için İstanbul’a yani kültür başkentine gelecek yabancılara artık Atatürk Kültür Merkezi’nin çirkin görüntüsünü nasıl bir nostaljik duyarlıkla sahiplendiğimizi, restore edecek gibi olup anıtlaşmanın inceliklerini anlatır dururuz artık. 45. Kütüphane Haftası’nı kutladık bu yıl. Aklınızda kalan önemli bir ayrıntı var mı? Benim yok. Olacağa da benzemiyor. Çünkü biz kitabı hayatımızdan uzaklaştırdık.

Ona yüce payeler biçtik. Dokunursak büyü bozulacak. Bu yüzden gençler kitap okuyarak eğlencelerini bozamıyor. Ödev niyetine verilen araştırmaları internetten ‘indirip’ scan ediyorlar ve ilgilisi öğretmene teslim edip, rahatlıyorlar. Kitapla toplumu buluşturmanın ilk adımı Milli Eğitim’e düşer. Küçük yaşlarda verilecek kitap sevgisi, yarış atı haline dönüştürülerek sınav sınav gezdirilen çocukların, gençlerin nefes almasını sağlar. Kütüphaneleri soğuk ve itici mekan olmaktan çıkarmalıyız. Üniversite eğitimi gören Bilgi ve Belge Yönetimi öğrencilerinin mesleklerine güven duymalarını sağlamalıyız.

Onları bir raf memuru olarak yetiştirmek yerine Ali Emiri Efendi’nin heyecanına iliştirivermeliyiz. Eskimez yazıyla irtibatı koparılmış nesillerin geçmişi bir çırpıda önemseyebileceklerini düşünmeyelim. Ama tarih bize vazifeler yüklüyor. Geleceği anlamlandırmanın yolu da geçmişi anlamaktan geçiyor. Gençlerin kitapla bağını kurarken, sanatın, edebiyatın, estetiğin ve tarihi bilincin önemine vurgu yapmak gerekiyor. E, ben her gün bir sayfa hazırlayarak işaret fişeği çakmaya çalışıyorum. Kitap ilgililerinin de toplumla irtibatı koparmamaları gerekiyor.

İstanbul 2010 dünya kültür başkenti etkinlikleri için her tarafta hummalı bir çalışmanın da yapıldığını biliyoruz. Siz bu çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Size göre Türkiye bu fırsatı tanıtım açısından iyi değerlendirebilecek mi?

İstanbul bizim için mi kültür başkenti, Avrupalılar için mi? Bu soruya vereceğimiz cevap 2010 etkinliklerinin sağlamasını yapmamızı sağlayacak. Taşınabilir sanat etkinliklerinin ‘yabancı’laşmaya açılan kültür başkenti etkinliklerine gidiş sinyalini vermesine rağmen umutlu olmak istiyorum.

İstanbul sadece bizim medeniyetimiz için önemli değil, dünya üzerinde yaşayan veya silinmiş olan pek çok medeniyetin de ev sahibi. İstanbul koruyan, kollayan bir yapı aynı zamanda. Savaşları ya da bir dönemin kültür değişimine kurban verilen yapılarını saymazsak, bu topraklarda ‘saygı’ inancın bir gereği olmuştur. Ayasofya’yı yıkıp yerine daha ihtişamlı bir cami yapmak yerine o yapıyı korumayı gaye edinen ecdat, bize bugün geçmişin ihtişamını da koruma görevini verdi. Yıkmak yerine, kendine ait kıldı.

Bugün İstanbul’un hangi köşesinden girerseniz girin, sizi tarih karşılayacaktır. Elinizi attığınız her harita bugünün değil geçmişin izlerine götürecektir sizi. Belki 2010 projesi Avrupa’ya bir selam niteliğinde ama öncelikle bizim kendimizle yüzleşmemizin de anahtarı olabilir. Yüzü yerde bir toplumun başını mahcup edayla da olsa kaldırışının görüntüsü düşebilir tarih ekranına. Geleneksel değerleriyle bugünü anlamlandırabilen bir çabayı yaşanır kılabilirsek eğer, neden başarılı olmayalım. Önce kendi içimizdeki şu batı doğu kıyaslamalarını bitirmemiz gerekiyor. Biz doğudan da batıdan da renkler taşıyoruz. Ama yüzümüzü döndüğümüz yerde tükenmiş bir ‘ihtişam’ var. Yenilenmek için bize ihtiyaç duyan bir ‘dünya’ Ama önce kendimize soracağımız bir soru: Biz kimiz?

2010’un bize tutacağı aynadan ‘iyi görüntü’ alabilmek dileğiyle.


Sanatalemi.net

 

Necip Fazıl isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi