AK Gençliğin Buluşma Noktası
Bütün Peygamberler Bütün peygamberlerimiz ile ilgili konularımızı bu bölümde paylaşıyoruz.



Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 05-22-2008, 02:34   #11
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hazreti Davud (a.s)
Tâlût:


Tâlût; İsrailoğullarının Dâvûd (a.s.) zamanındaki melikidir. Esas adı Saul'dür. Kelime olarak "Tâlût" İbranice bir lakabdır. Arapça "Tûl" kelimesi ile alâkalı olup, aşırı derecede boylu ve kudretli anlamına gelir (Goldziher, Der Mythosbei den Hebraern, 162 vd.).

Kur'an'da iki yerde Tâlût kelimesi geçmektedir (2/Bakara, 247, 249). Birkaç yerde de, ona işaret eden zamirler bulunmaktadır. Mısır ile Filistin arasında yaşayan Amalika adlı bir kavim vardı. Başlarında Câlût adında bir kral bulunuyordu. Bunlar İsrailoğullarına saldırıp onları perişan ettiler. İsrailoğulları da, kendi peygamberlerinden, düşmanlarıyla çarpışmak için kendilerine bir kumandan tâyin etmesini istediler. Onların bu peygamberi, Mûsâ (a.s.)'dan sonraki peygamberlerden biriydi. Onların bu talebi üzerine, peygamberleri onların başına, nesli Ya'kûb (a.s.)'un oğlu Bünyâmin'e dayanan Tâlût'u hükümdar olarak tâyin etti (Taberî, Câmiu'l-Beyân, Mısır 1954, II, 595 vd.). Bu durum Kur'an'da söyle ifâde edilmiştir: "Peygamberleri onlara: 'Bilin ki Allah, Tâlût'u size hükümdar olarak gönderdi' dedi. Bunun üzerine (onlar): 'Biz hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken, o bize nasıl hükümdar olur?' dediler. (Peygamberleri 'Allah sizin üzerinize onu seçti. İlimde ve cüssede ona, sizden daha çok üstünlük verdi. Allah, mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihâta eden ve her şeyi bilendir' dedi" (2/Bakara, 247).

İsrâiloğulları onun krallığını tasvip etmek istemediler; işi zenginlik ve kısır kavmiyet noktasından ele almaya çalıştılar. Oysa âyette ifâde edildiği gibi, Yüce Allah, Tâlût'a ilimde ve cisimde, maddî ve mânevî yönden bir üstünlük vermişti. Maddî yönden iri cüsseli, güçlü, kuvvetli ve güzel olarak yaratmıştı. Mânevî yönden de, dinî, siyasî, fen, teknik ve savaş ilimlerinde ona üstün bir başarı ve mahâret vermişti. Aynı zamanda o, fakirlere karşı merhametli ve şefkatliydi, yoksulların dertleriyle dertlenir, sıkıntılarını gidermeye çalışırdı. Bir de, Yüce Allah âmirliği dilediğine verir. Komutanlık ve âmirlik için bunlar önemlidir. Yoksa verâset, soy-sop, ayrı nesepten gelme şartları geçerli ve önemli değildir (el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, Mısır 1955, I, 55).

Tâlût komutanlığı ele aldıktan sonra, askerleriyle Câlût'a karşı cihada çıkıyor ve önce askerlerini deniyor. Askerlerinden ihlâslı ve samimi olanlar belirlendikten sonra, düşmanlarıyla cihada devam ediyor. Yüce Allah bu hususta Kur'an'da şu açıklamada bulunmuştur: “Tâlût, ordusuyla birlikte ayrıldığında dedi ki: ‘Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim bundan içerse, artık o benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç avuçlayanlar hariç- onu tatmazsa, o bendendir.’ Onlardan az bir bölümü dışında ondan içtiler. O, kendisiyle beraber iman edenlerle onu (ırmağı) geçince, onlar (geride kalanlar): 'Bugün bizim Câlût'a ve ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yok' dediler. (O zaman) Allah'a kavuşacaklarına kesin gözü ile bakanlar: 'Nice az bir topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir' dediler." (2/Bakara, 249)

Tâlût ve askerlerinin, Câlût ve askerlerine karşı cihada hazırlandıklarında, Allah'a karşı yaptıkları niyâz ve duâları, Kur'an'da şöyle haber verilmiştir: "Onlar, (Tâlût ve ordusu) Câlût ve ordusuna karşı meydana (savaşa) çıktıklarında, dediler ki: 'Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Adımlarımızı sâbit kıl (kaydırma) ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et" (2/Bakara, 250).

Tâlût ile askerlerinin zaferini ve Câlût ile askerlerinin de yıkılışını haber veren bir âyetin meâli ise, şöyledir: "Derken, Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd Câlût'u öldürdü. Allah ona (Dâvûd'a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmiyla diğerlerini savmasaydı, dünya bozulurdu. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir" (2/Bakara, 25 1). Âyette de ifâde edildiği gibi, Dâvûd (a.s.), Tâlût'un komutasında toplanmış bulunan İsrailoğullarının arasındaydı ve karşı ordunun başında bulunan Câlût'u öldürdü. Böylece İsrailoğulları bu savaşta gâlip çıktı. Filistin ordusu yenildi. Dâvûd (a.s.) bilâhare Tâlût'un kızı ile evlendi ve onun ölümünden sonra da onun yerine kral oldu (Taberî, Camiu'l-Beyân, II, 627 vd.; İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, Beyrut 1969, 1, 303).[1]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Nureddin Turgay, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 110.
dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-22-2008, 02:35   #12
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hazreti Davud (a.s)
Câlût:


Câlût; Hz. Dâvud (a.s.) zamanında, Tâlût’un (Saul) krallığı döneminde yaşamış, "Amâlika" kralının adıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Câlût olarak adlandırılan bu kişinin ismi Ahd-i Atîk’te Golyat şeklinde geçmektedir. "Amâlika" kavmi Akdeniz'in sahilinde, Mısır ile Filistin arasında yaşayan bir milletti. Câlût, iri cüssesi sebebiyle âdeta dev gibi tasvir edilmekte, onun Refaîm denilen ve devâsâ cüsseleriyle meşhur olan ırkın bir bakiyesi olduğuna inanılmaktaydı (Tesniye, 2/11; II. Samuel, 21/19-20); I. Tarihler, 20/8). Golyat’ın boyu İbrânîce Ahd-i Atîk’e göre 6 arşın 1 karış, yani 2,93 m., Ahd-i Atîk’in Yunanca tercümesine ve yahûdi tarihçisi Josephus’a göre ise 4 arşın 1 karış, yani 2.03 m.dir (I. Samuel, 17/4). Kuşandığı zırhın ağırlığı 5000 şekel tunç (yaklaşık 60 kg.), mızrağının ucundaki demirin ağırlığı ise 600 şekeldir (I. Samuel, 17/5-7).

Amâlika kavminin kralı Câlut, Hz. Mûsâ'nın vefatından sonraki bir dönemde İsrâiloğullarına saldırmış, onları yenerek birçok esir ve kıymetli eşyalarını almış, ülkesine götürmüştü. Esirler içinde İsrâil krallarının birçok prensi de bulunuyordu. Câlut sadece bunlarla kalmamış, geride kalan İsrailoğulları'na da ağır vergiler koymuştu. Hatta Tevrât'larını bile almıştı. Bu sırada İsrailoğulları'nın bir peygamberi de yoktu. Bunlar Allah'a yalvararak bir peygamber göndermesini istemişler, Allah Teâlâ da onlara bir peygamber göndermişti. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini, İstanbul 1979, II, 828).

Nihayet, önceleri bir intikam duygusuyla, kendilerine peygamber olarak gönderilen Eşmuil veya Şâmuil'e başvurarak, kendilerine dirâyetli bir hükümdar ve komutan tayin etmesini istemişlerdi. Bu hükümdar sâyesinde çıkarıldıkları yurtlarına dönmek isteklerini dile getirmişlerdi. Peygamberleri de bu istek üzerine, Tâlut ismindeki bilgili, basiretli, cesâret sahibi bir zâtı hükümdarı tâyin etti. Fakat İsrailoğulları tâyin edilen bu kumandana itiraz ettiler. Her şeyi maddî ölçülere göre değerlendirmeye alışmış olduklarından içlerinden daha zenginleri varken, böyle birisinin tâyinine râzı olmadılar. Fakat Peygamber, Tâlut'un hem bilgili hem de fiziksel yapı itibarıyla bu işe uygun olduğunu söyleyip bu işin ehli olduğunu belirtmiştir (2/Bakara, 246-247). Yine Peygamber, İsrailoğulları'na, Tâlut'un hükümdarlığının işâreti olarak içinde atalarına ait birtakım kutsal emânetler ve Tevrat levhaları bulunan kutsal tâbutu, meleklerin getirmesi mûcizesini göstermiştir (2/Bakara, 248).

Bunlardan sonra, Tâlut, İsrailoğulları'nın başına geçip, Câlut'a saldırmak üzere Filistin veya Ürdün nehrini geçerken, ordusunun sabrını veya samimiyetini ölçmek istemişti. Hava çok sıcaktı ve ordusuna nehirden geçerken su içmemelerini söylemişti. Fakat ordusundan bu emre uyanların sayısı oldukça az miktarda kalmıştı.

Fakat Tâlut bu kutsal mücâdelesinden caymamış ve Câlut ile savaşa girmiştir. Halbuki savaştan önce ordusundan bazıları, Câlut'un ordusunu görünce: "Bugün Câlut'un ordusuyla karşılaşacak gücümüz yok" demişler ve kumandanlarını bırakarak savaşa girmemişlerdi. Buna rağmen, az sayıda samimi mü’min ile beraber savaşa giren Tâlut, Câlût'a karşı savaşa çıkmıştır.

Kral Saul döneminde İsrail toprağını işgal eden Filistî ordusunda yer alan Golyat, zorlu bir savaşçıdır. İsrâil ordusu ile Filistî ordusu karşı karşıya geldiğinde başında tunç başlık, üzerinde pullu zırh, baldırlarında tunç zırhlar, omuzları arasında tunç kargı ve elinde mızrağı ile İsrâil ordusuna meydan okuyarak onları mübârezeye dâvet eder. Bu meydan okuma kırk gün sürer, fakat İsrâil ordusundan hiç kimse onun karşısına çıkmaya cesâret edemez. Orduya katılan büyük kardeşlerini ziyâret için karargâha gelen genç yaştaki Dâvûd bu durumu görünce Golyat’ın karşısına çıkmak ister ve sapanıyla attığı taş ile onu alnından vurur, sonra da kılçla başını keser (I. Samuel, 17). Tâlut'un ordusunda bulunan Hz. Dâvud’un Câlut'u öldürmesiyle büyük moral kazanan Tâlût ve askerleri, Câlût’un ordusuna karşı savaşı kazanır.

Mes'ûdî, Mürûcu'z-Zeheb'de Dâvûd (a.s.)'un Câlût ile, Ürdün'ün aşağı vâdisi Gor'daki Baysan'da dövüştüğünü anlatır. Bugün Baysan yakınlarında Aynu Câlût adını taşıyan bir yer bulunmaktadır (Bkz. Meydan Larousse, 2/739).

Ahd-i Atîk’te Golyat’ın öldürülmesiyle ilgili olarak çelişkili bilgiler vardır. Bir yerde Golyat’ın Dâvûd tarafından öldürüldüğü belirtilirken (I. Samuel, 17/50-51), başka bir yerde Gatlı Golyat’ı Elhanan’ın öldürdüğü (II. Samuel, 21/19) bildirilmektedir. Öte yandan Kitab-ı Mukaddes’in İbrânîce nüshası ile Batı dillerine yapılan çevirilerinde, “Beytülahmli Elhanan Gatlı Golyat’ı vurdu” denilirken, Türkçe tercümesinde, “Beytülahmli Elhanan Gatlı Golyat’ın kardeşini vurdu” denilmektedir. Bu son ifade, Ahd-i Atîk’in başka bir bölümünde de yer almaktadır (I. Tarihler, 20/51).

Ahd-i Atîk Golyat’ı Filistî (peliştî-peliştîm) diye takdim ederken; İslâmî kaynaklarda Bâbilli (Mes’ûdî, I/54) veya Âd ya da Semûd kavimlerinin ahfâdından bir kişi olarak gösterilmekte (Taberî, I/467), hatta Berberîlerin kralı olduğu da nakledilmektedir (Mes’ûdî, I/56-58). Tarih ve tefsir kitaplarında Câlût’un kimliği ve Dâvûd’la mücâdelesine dâir İsrâiliyat türünde çeşitli rivâyetler yer almaktadır ki bunlar Ahd-i Atîk’teki kıssaya benzer mâhiyettedir.

Hz. Dâvud (a.s.), Tâlut ve Eşmuil (a.s.)'ın vefatından sonra İsrailoğulları'nın başına geçmiş ve kendisine peygamberlik de verilmişti (2/Bakara, 249-252). Aynı kıssa biraz daha geniş olarak Kitab-ı Mukaddes, 1. ve 2. Samuel bölümünde geçmektedir.

Kur'an'ın anlattığı bu hâdise, samimiyet ve iman gücünün nelere kadir olacağını ve İsrailoğulları'nın azgınlığını gözler önüne sermektedir.[1]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Talat Sakallı, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 271; Abdurrahman Küçük, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 38.
dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-22-2008, 02:35   #13
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hazreti Davud (a.s)
Zebûr; Dâvûd (a.s.)'a Verilen İlâhî Kitab:


Zebûr; Allah tarafından Hz. Dâvud (a.s)'a gönderilen Mezmurlar ve Mezâmir adı ile de anılan mukaddes kitabın ismidir. Lügatte Mezmur, "Kavalla söylenen ilâhî, Hz. Dâvud'a inen Zebur'un sûrelerinin her biri" anlamlarına gelir. Aynı zamanda Mezmur "yazılmış" mânâsına gelen kitap anlamındadır. Büyük bilgin Zeccac, Zebur'un "Hikmetli kitap" mânâsına geldiğini; 3/Âl-i İmran, 184 âyetindeki "Zebûr" kelimesinin "men etmek" manasına gelen "Zebr" kökünden olduğunu açıklamıştır. Kitap da Hakkın hilâfına olan hususlardan halkı meneden şeyleri bildirdiği için Zebûr diye adlandırılmıştır (Fahreddin er-Râzi, Mefâtihu'l-Gayb, Ankara, 1990, VIII, 417).

İlâhî kitapların ikincisi olan Zebur, Kur'ân-ı Kerîm'in üç ayrı âyetinde (4/Nisâ, 163; 17/İsrâ, 55; 21/Enbiyâ, 105) geçmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Nûh'a, O'ndan sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz ve İbrâhim'e, İsmâil'e, İshâk'a, Yakub'a, İsa’ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârun'a ve Süleyman'a vahy eylediğimiz ve Dâvûd'a Zebur verdiğimiz gibi (Habibim) şüphesiz sana da vahy ettik Biz" (4/Nisâ, 163); "Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir. Andolsun ki, Biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızdır. Dâvûd'a da Zebur verdik" (17/İsrâ, 55); son olarak Enbiyâ sûresinde de Cenâb-ı Hak: “Andolsun, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yazmışızdır ki, arza ancak sâlih kullarım mirasçı olur" (21/Enbiyâ, 105) buyurmaktadır.

Bu âyet meâllerinden ilk ikisi, dört İlâhî kitaptan biri olan Zebur'un Hz. Dâvud (a.s)'a verildiğini açıklamakta, üçüncü âyet de Zebur'un Tevrat'tan sonra nâzil olduğunu, yeryüzüne ancak sâlih kişilerin mirasçı olacaklarını bildirmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s) de bir hadis-i şeriflerinde, ehl-i kitaptan bir fırkanın Zebur okuduklarını beyan buyurmuşlardır (Buharî, Teyemmüm, 6).

İmanın şartlarından olan "Allah'ın kitaplarına iman" ilkesi bir müslümanın, diğer İlâhî kitaplarla birlikte Zebur'a da inanmasını gerekli kılar. Ancak yine İslâm, bugün eldeki mevcut Zebur'un tahrife uğradığını da özellikle belirtir.

Kitab-ı Mukaddes külliyatında ve Ahd-i Atik bölümü içinde yer alan "Mezmurlar" diye zikredilen kitabın içinde 150 Mezmur vardır. İlk Mezmur "Ne mutludur o adama ki, kötülerin öğüdü ile yürümez ve günahkârların yolunda durmaz" cümleleriyle başlamakta, 150. Mezmur da, "Bütün nefes sahipleri Rabbe hamdetsin, Rabbe hamdedin" sözleriyle son bulmaktadır (Kitab-t Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, İstanbul, 1954).

Hz. Dâvud'a indirilmiş olan Zebur'da genellikle, O'nun Allah'a yakarışları ve ilâhîleri yer almaktadır. Zebur'un İbranice asıl metni manzumdur. Allah'ın birliği (tevhid) temeline dayanan dinler döneminin ilk İlâhî kitaplarından olan Zebur, doğruluğu terkeden, ahlâkî kaideleri tanımayan, kötülük ve günah içinde yüzen Yahûdi kavmine Allah’ın yolunu göstermek için nâzil olmuştur. Bütün bunlardan ayrı olarak Yahûdilerin, "Tevrat'tan sonra kitap gelmeyecektir" yolundaki iddiaları Hz. Dâvûd'a Zebur verilmesiyle nakzedilmiş bulunmaktadır (Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1938, IV/3081).

Günümüzde Zebur hemen bütün dünya dillerine tercüme edilmiştir. Zebur'da geçen konular, daha sonraları Batılı ressam, şâir ve heykeltıraşlara ilham kaynağı olmuş ve sanatkârların eserlerinde çeşitli şekillerde işlenmiştir. Bilindiği üzere Zebur'la müstakil bir şeriat vazedilmemiş, Hz. Dâvûd Hz. Mûsâ'nın şeriatı ile amel etmiştir. Hz. Dâvûd sesinin güzelliği ile de bilinmektedir. O, Mezmur denilen Zebur sûrelerini güzel sesi ile okurdu. Nitekim kalın, gür, pek hoş ve tesirli sesler için "Dâvûdî" tâbiri kullanılır (M. Âsım Köksal, Peygamberler Tarihi, Ankara 1990, II, 179 vd.). Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetinde de (2/Bakara, 251; 5/Mâide, 78; 6/En'âm, 84; 21/Enbiyâ, 78, 79; 27/Neml, 15, 16; 34/Sebe’, 10-13; 38/Sâd, 17) çeşitli vesilelerle Hz. Dâvud'un adı geçmektedir.



Zebur önceleri İbrânîce idi ve İbrânî-Ârâmî alfabesiyle yazılmıştı. Hristiyanlığın yayılmasından sonra da Lâtinceye çevrilmiştir. Ancak günümüzde orijinal bir Zebur nüshasının mevcut olduğunu söylemek mümkün değildir. Bugün yeryüzünde Zebur'a tâbi bir millet bulunmamakla beraber, gerek yahûdiler, gerek hristiyanlar ibâdet ve âyinlerinde duâ niyetiyle Zebur'dan parçalar okumaktadırlar. Özellikle hristiyanların pazar âyinlerinde Mezmur'dan seçilmiş parçalar okumayı ihmal etmedikleri bilinen bir husustur.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Osman Cilacı; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 439-440.
dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-22-2008, 02:35   #14
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hazreti Davud (a.s)
Kur’ân-ı Kerim’de Dâvud (a.s.):


“Mûsâ’dan sonra, Benî İsrâil’den ileri gelen kimseleri görmedin mi, ne yaptılar?! Kendileri için gönderilmiş bir peygambere ‘Bize bir hükümdar gönder ki başımıza geçsin de Allah yolunda savaşalım’ dediler. ‘Size savaş yazılır/farz kılınır da ya savaşmazsanız!’ dedi. ‘Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde neden savaşmayalım?’ dediler. Üzerlerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hâriç geri dönüp kaçtılar. Allah zâlimleri iyi bilir.

Peygamberleri onlara ‘Bilin ki Allah, Tâlût’u size hükümdar gönderdi’ dedi. Bunun üzerine ‘Biz hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur?’ dediler. ‘Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve cüssede ona, sizden daha çok üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihâta eder ve her şeyi bilendir’ dedi.

Peygamberleri onlara, ‘Onun hükümdarlığının alâmeti, Tâbut’un size gelmesidir. Onun içinde Rabbinizden size bir sekîne/ferahlık ve sükûnet, meleklerin taşıdığı, âl-i Mûsâ ve âl-i Hârun’un bıraktıklarından bir miktar bakıyye vardır. Eğer inanmış kimseler iseniz sizin için onlarda mutlaka bir âyet ve alâmet vardır’ dedi.

Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca, ‘Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Kim ondan hiç tatmazsa bendendir (benimledir), ancak eliyle bir avuç içen de istisnâ edilmiştir (o da benimledir)’ dedi. İçlerinden pek azı müstesnâ hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, ‘bu gün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur’ dediler. Kendilerinin, sonunda Allah’ın huzuruna varacaklarını bilenler, kendi aralarında ‘nice az kişiler vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler.

Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında ‘Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Bize cesâret ver ki tutunalım. Kâfir kavme karşı bize yardım et’ dediler.

Allah’ın izniyle onları yendiler. Dâvûd Câlût’u öldürdü. Allah ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah insanlardan bir kısmı ile diğerlerini defetmeseydi/savıp hizaya getirmeseydi, elbette yeryüzünde nizam bozulurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.

O söylenenler, Allah’ın âyetleridir. Biz onları sana doğru olarak anlatıyoruz. Şüphesiz sen Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerden birisin.” (2/Bakara, 246-252)

“Biz Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrâhim’e, İsmâil’e, İshak’a, Ya’kub’a, torunlara, İsa’ya, Eyyûb’a, Yunus’a, Hârûn’a ve Süleyman’a vahyettik. Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.” (4/Nisâ, 163)

“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvûd ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, isyanları/söz dinlememeleri ve haddi aşmalarıdır.” (5/Mâide, 78)

“Biz ona (İbrâhim’e) İshak’ı ve (İshak’ın oğlu) Ya’kub’u da armağan ettik; hepsini de doğru yola ilettik. Nitekim daha önce de Nûh’u ve onun soyundan Dâvûd’u, Süleyman’ı, Eyyûb’u, Yûsuf’u, Mûsâ’yı ve Hârûn’u doğru yola iletmiştik; Biz muhsinleri/iyi ve güzel davrananları işte böyle mükâfatlandırırız.” (6/En’âm, 84)

“Rabbin göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Gerçekten Biz, peygamberlerin bazısını bazısından üstün kıldık; Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.” (17/İsrâ, 55)

“Bir zaman Dâvûd ve Süleyman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı: Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz, onların hükmünü görüp bilmekte idik. Böylece bunu (bu fetvâyı) Süleyman’a Biz anlatmıştık. Biz, onların her birine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik. Tesbih eden dağları ve kuşları da Dâvûd’a boyun eğdirdik. (Bunları) Biz yaparız. Ona, savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh sanatını/zırh yapmayı öğrettik. Artık şükredecek misiniz?” (21/Enbiyâ, 78-80)

“Andolsun ki Biz, Dâvûd’a ve Süleyman’a ilim vermişizdir. Onlar, ‘Bizi mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun’ dediler. Süleyman Dâvûd’a vâris oldu ve dedi ki: ‘Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur.” (27/Neml, 15-16)

“Andolsun, Dâvûd’a tarafımızdan bir üstünlük verdik. ‘Ey dağlar ve kuşlar, onunla beraber tesbih edin’ dedik. Ona demiri yumuşattık. “Geniş zırhlar imal et, dokumasını ölçülü yap. (Ey Dâvûd hânedânı!) Sâlih ameller/iyi işler yapın. Çünkü Ben, yaptıklarınızı görmekteyim’ diye (vahyettik).” (34/Sebe’, 10-11)

“... Ey Dâvûd âilesi! Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır.” (34/Sebe’, 13)

“Onların söylediklerine sabret, kulumuz Dâvûd’u, o kuvvet sahibi zâtı hatırla. Çünkü o, daima Allah’a yönelendi. Doğrusu Biz akşam sabah onunla beraber tesbih eden dağları, toplu halde kuşları onun emri altına vermiştik. Her biri ona yönelmekteydi. Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve açık, güzel konuşma vermiştik. (Ey Muhammed!) Sana dâvâcıların haberi ulaştı mı? Ma’bedin duvarına tırmanıp Dâvûd’un yanına girmişlerdi de Dâvûd onlardan ürkmüştü. ‘Korkma; Biz birbirine hasım iki dâvâcıyız, aramızda adâletle hükmet, haksızlık etme; bizi doğru yolun ortasına götür’ dediler. (İçlerinden biri) ‘Bu kardeşimin doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken ‘onu da bana ver’ dedi ve tartışmada beni yendi.’ Dâvûd, ‘Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecâvüz ederler. Yalnız iman edip de sâlih ameller/iyi işler yapanlar müstesnâ. Bunlar da ne kadar az!’ dedi. Dâvûd, kendisini denediğimizi sandı da Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah’a yöneldi. Böylece onu bağışladık. Yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardır. Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, yoksa bu, seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır. Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri Biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Bu yüzden inkâr edenlere ateşten bir helâk vardır. Yoksa Biz, iman edip de sâlih ameller yapanları, yeryüzünde fesatçılar/bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya müttakîleri/Allah’tan korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız? (Ey Muhammed!) Sana bu mübârek Kitab’ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik. Biz Dâvud’a Süleyman’ı verdik. Süleyman ne güzel bir kuldu! Doğrusu o, daima Allah'a yönelirdi.” (38/Sâd, 17-30)
dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-22-2008, 02:35   #15
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hazreti Davud (a.s)
Hadis-i Şeriflerde Dâvud (a.s.):


“İnsanın yediğinin en güzeli kendi kazandığıdır. Hiçbir kişi asla kendi elinin emeğinden daha hayırlısını yememiştir. Allah’ın nebîsi Dâvûd kendi elinin emeğinden başkasını yemezdi” (Buhârî, Büyû’ 15, Enbiyâ, 37; İbn Mâce, Ticâret 1; Ahmed bin Hanbel, II/314, III/466; Muvattâ, Sadaka 1; Dârimî, Büyû’ 6)

Hz. Peygamber (s.a.s.) geceleyin geçerken Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin Kur'an okuduğunu duyar. Okuyuşunu, güzel sesini beğenir, durup Kur'an'ı dinler ve: "Bu adama, Dâvûd âilesine verilen mizmarlardan bir mizmâr verilmiş" der. Ebû Mûsâ: 'Yâ Rasûlallah, eğer senin dinlediğini bilseydim, daha güzel okurdum' der. (Buhârî, Fezâilu'l-Kur'an 31; Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn 34, hadis no: 236; Tirmizî, Menâkıb 55; Nesâî, İftitah 83; İbn Mâce, İkame 176)

Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin sesini işittiğinde şöyle der: “Ebû Mûsâ’ya Dâvûd’un Mezâmir’inden verilmiştir.” (Ahmed bin Hanbel, II/354)

Hz. Dâvûd, sesinin güzelliği yanında süratli okuyuşuyla da tanınmıştı. Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadise göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Dâvûd’a kıraat kolaylaştırılmıştır. O bineğinin hazırlanmasını emreder ve daha bineği hazırlanmadan Zebûr’u okurdu. Ayrıca o, yalnız kendi el emeğini yerdi.” (Buhârî, Enbiyâ 37; Tefsîr 17/6)

“Allah’ın en sevdiği namaz Dâvûd’un namazı, en sevdiği oruç, yine Dâvûd’un orucudur.” (Buhârî, Teheccüd 7).

Yaşadığı sürece gündüzleri oruç tutacağını, geceleri namaz kılacağını ifâde eden Abdullah bin Amr’a Rasûl-i Ekrem, her ay üç gün oruç tutmasını söylemiş, bunu az görmesi üzerine bir gün oruç tutup iki gün tutmamasını tavsiye etmiş, bunu da kabul etmeyince, “Bir gün tut, bir gün tutma. Bu Dâvûd’un orucudur ve oruçların en fazîletlisidir; ondan daha fazîletli oruç yoktur” (Buhârî, Savm 55-57, 59, Enbiyâ 37, Fezâilu’l-Kur’an 34, Edeb 84, İsti’zân 38; Müslim, Sıyâm 187-192) demiştir.

“En fazîletli oruç, Dâvud’un tuttuğu oruçtur; o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı” (Müslim, Sıyâm 187-192)

“Allah Teâlâ’ya en sevimli oruç, Dâvûd’un orucudur. O, bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Allah’a en sevimli namaz da Dâvûd namazı idi. O, her gecenin yarısında uyur, üçte birinde (nâfile) namaz kılar, altıda birinde yine uyurdu.” (Buhârî, Teheccüd 7, Enbiyâ 38; Müslim, Sıyâm 183, 189, 190; Nesâî, Sıyâm 69; Ebû Dâvud, Savm 66; İbn Mâce, Sıyam 31)

Ebû'd-Derdâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Hz. Dâvud (aleyhisselâm)'un duâları arasında şu da vardır: "Allahım! Senden sevgini ve Seni sevenlerin sevgisini ve Senin sevgine beni ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allah'ım! Senin sevgini nefsimden, âilemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl." Ebû'd-Derdâ der ki: "Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Dâvud'u zikredince, onu "insanların en âbidi (yani çok ve en ihlâslı ibâdet yapanı)" olarak tavsif ederdi." [Tirmizî, Da'avât 74, hadis no: 3485)

Berâ bin Âzib (r.a.)’dan rivâyet edilmiştir: “Biz Muhammed (s.a.s.) ashâbı olarak derdik ki: Bedir ashâbı (Bedir Savaşına katılan) ashâbın sayısı; Tâlût’la beraber nehri geçenlerin sayısı kadardır, o nehri sadece 310 küsür mü’min geçmişti.” (Buhârî, Meğâzî, 5; İbn Mâce, Cihad 25)
dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-22-2008, 02:36   #16
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hazreti Davud (a.s)
Tefsirlerden İktibaslar:


2/Bakara, 246:

Mele’: Bakara sûresi, 246. âyetinde geçen ve çeşitli vesilelerle Kur’an’da çok yerde tekrarlanan Mele’ kelimesi; Kavim, raht (cemaat, topluluk) gibi tekili olmayan bir çoğul isimdir ki, toplandıkları zaman göz veya yer dolduran bir cemaat veya cemiyet anlamıyla insanların eşrâfına; yani ileri gelen, görüş, fikir ve itibar sahibi olan, işleri bitirip, çözüm ve sonuca bağlayacak nitelik ve yetkiye sahip bulunan heyete denir. İbn Atiyye demiştir ki; Mele’ kelimesinin asıl kullanılışı, kavmin tamamınadır.

İleri gelenlere mele' denilmesi, benzetme yoluyladır. Yani ileri gelenlere, bütün bir kavmi temsil edebilmeleri bakımından onlar gibi mele' denir. Onun için ileride göreceğiz ki sözler, fikir ve görüş sahiplerine nisbet edilmekle beraber, sorumluluk tamamına yöneliktir. Kısaca iki bakımdan kavmin büyük çoğunluğu demektir. Ferrâ açıklıyor ki, Kur'an'daki bütün mele’ kelimeleri erkekler için kullanılmaktadır, bu anlamın içinde kadın yoktur.

“Ey görüş ve fikir sahibi! Görmedin mi, baksana, Musa'dan sonra İsrail oğullarından o kalabalık topluluğa. Bir vakit bunlar bir peygamberlerine bize kumanda edecek bir emîr (kumandan) gönder, Allah yolunda savaşalım, dediler. O peygamber, ‘size savaş farz kılınırsa yapmamazlık etmeyesiniz’ dedi, damarlarına bastı, gerçeği gördü, tesbit etmek istedi. Cevap olarak bütün topluluk, ‘biz niye Allah yolunda savaş etmeyelim? Halbuki yurtlarımızdan çıkarıldık ve çocuklarımızdan olduk’ dediler.” (2/Bakara, 246)

İntikam duygusu ve Allah'tan zafer ümidiyle savaş sebeplerinin fazlasıyla mevcut olduğunu söylediler. Bu sırada Mısır ile Filistin arasında yerleşmiş bulunan Amalika'nın başında Imlîk oğullarından Câlût adında zorba bir hükümdar bulunuyordu. Bunlar İsrâiloğullarına gâlip gelmişler, vatanlarının birçoğunu zaptederek çocuklarını, hatta şehzâdelerinden dört yüz kırk kişiyi esir edip götürmüşler, kalanlara vergiler bağlamışlar ve Tevratlarını bile almışlardı. Bu sırada İsrâiloğullarının bir peygamberleri yokmuş. Nihayet Allah'a yalvarmışlar. Allah Teâlâ bunlara peygamber sülâlesinden kalma tek bir kadından bir çocuk vermiş ve buna peygamberlik ihsan etmiş; bu sâyede ümitlenmişler, bir taraftan onun peygamberliğini imtihan, bir taraftan da zafer ümidiyle savaşmak arzusuna düşmüşler. Bu sebeple ondan bu talepte bulunmuşlar ve böyle söz vermişler. İmam Kuşeyrî, bu noktada der ki, fakat iyi niyetlerine mal ve evlat endişesini karıştırarak hareket etmiş ve sırf Allah yolunda tam bir samimiyetle İlâhî emre boyun eğmeyip, yiğitlik göstererek harbe coşturmak için ayaklanmış bulunduklarından, maksatları tamam olmamış ve çoğunlukla rahata alışmış kimselerin âdeti olduğu üzere başlangıçta intikam duygusuyla yiğitlik göstermişler ve sonra iş sıkıya gelince davranışları sözlerine uymamıştır.

Gerçek şu ki, ne zaman ki savaş yazıldı, emir verilip iş kesinlik kazandı, geri döndüler. Hareketleri, sözlerine uymadı, sözlerinde durmadılar, emre riayet etmediler. Savaş alanına gelirken yüz çeviriverdiler. Ancak içlerinden birazı müstesnâ bir makam kazandılar ki, yakında görüleceği üzere bunlar, bir avuç su ile yetinenlerdi. Azlıklarına bakmadılar, sebat ettiler ve muzaffer oldular.

Bir hadis-i şerife göre bu azınlıkta olanlar, "Bedir" ashâbının sayısı kadardılar ki üç yüz on üç kişilermiş, demek olur. Sözlerinde duran ve başarıya ulaşan bu azınlıktan başkaları, başlangıçta halkı harbe coşturdular da savaş alanında bunları yalnız bırakıp çekiliverdiler. Allah da böyle zâlimleri bilir, dolayısıyla onlara yapacağını da bilir. Bu tezyîl (ilâve) cümlesi, sözlerinde durmayan ve özellikle savaşa tâlip olup da sonradan dönenler hakkında büyük bir uyarıyı içermektedir. Burada "Benim ahdim (vaadim) zâlimlere ulaşmaz." (2/Bakara, 124) İlâhî sözünü hatırlamak gerekir. (Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı H. Yazır)

Bu olay burada müminlere cihadın zorluklarını anlatmak için ele alınmıştır. M.Ö. 1000 yıllarında Amalika'lılar İsrailoğulları'na saldırdılar ve Filistin'in birçok bölümünü ele geçirdiler. O dönemde İsrailoğulları'nın işlerine bakan Peygamber Samuel (a.s) çok yaşlanmıştı. Bu nedenle İsrailoğulları'nın büyükleri Samuel'e gittiler ve "Allah yolunda savaşacak bir hükümdar (kral) tayin et" dediler. Onlar da diğer milletler gibi kendilerini yönetecek bir kral istiyorlardı.

Böyle bir istekte bulunmuşlardı, çünkü dine bağlı olmayan yabancı yöneticilerin etkisi ile ilâhî kanun yönetimi arasındaki farkı unutmuşlardı. Bu nedenle bu istek "Samuel'i kızdırdı" ve Rabbin gazabına neden oldu. Burada Samuel I'in 7, 8, 12. bölümlerinden bazı ayrıntıları sunuyoruz: "Ve Samuel bütün hayatı boyunca İsrail'e hükmetti... Samuel çok yaşlanınca tüm İsrail uluları toplandı, Rama'ya, Samuel'in yanına geldiler ve şöyle dediler: ‘Bak, sen yaşlısın, oğulların da senin yolundan gitmiyorlar. Diğer ülkelerdeki gibi bize hükmedecek bir kral tâyin et.’ Fakat, onlar ‘bize hükmedecek bir kral tâyin et’ deyince, bu söz Samuel'in hoşuna gitmedi. Ve Samuel Rabb'a dua etti. Rabb Samuel'e seslendi: ‘Kavminin sana söylediklerini tut. Onlar seni değil, beni reddediyorlar. Benim onları yönetmemi reddediyorlar...’ Daha sonra Samuel Rabbin söylediklerini kendisinden bir kral isteyen kimselere tekrarladı. Size hükmedecek olan kral şöyle olacak dedi: ‘Sizin oğullarınızı alacak ve kendi atları, arabaları için kendisine hizmet ettirecek. Oğullarınızdan bazıları arabaların önüne koşulacak. Onları binlerce, yüzlerce kişiye kumandan yapacak, onlara kendi toprağına baktıracak, harmanını dövdürecek, savaş araçlarını, arabalarını yaptıracak. Ve kızlarınızı terzi, aşçı ve ekmekçi olarak alacak. Sizin tarlalarınızı ve bahçelerinizi ellerinizden alacak ve kendi kölelerine verecek... Sizin ürününüzün ve bahçenizin onda birini alacak ve kendi memurlarına, hizmetçilerine verecek. Sizin erkek hizmetçilerinizi, kadın hizmetçilerinizi, en iyi gençlerinizi ve merkeplerinizi kendi hizmetine alacak. İşte o gün siz kendi seçtiğiniz kralınız nedeniyle ağlayacaksınız ve o gün Rab sizi duymayacak.’ Buna rağmen kimse Samuel'in sözlerine aldırmadı. ‘Hayır, dediler, bizim de bir kralımız olacak. Biz de diğer milletler gibi olacağız. Kralımız bizi yönetecek, önümüzden gidecek ve bizim savaşlarımızda savaşacak.’ Ve Rabb Samuel'e onları dinle ve onlara bir kral tâyin et dedi..."

"Ve Samuel tüm İsrail'e şöyle dedi: ‘Sizin sözünüzü dinledim... ve size bir kral tâyin ettim... Siz Beni Amun soyundan gelenlerin kralı Nahash'ın üzerinize saldırdığını gördüğünüzde, Rabbiniz olan Allah sizin melikiniz iken, bize bir kral gerek dediniz. O halde şimdi istediğiniz ve seçtiğiniz kralı alın! İşte Rabb'ın seçtiği kral. Eğer Rabb'dan korkar, O'na hizmet eder, O'nun sözüne itaat eder ve O'nun emrine isyan etmezseniz, o zaman siz ve sizi yöneten kral Rabbiniz olan Allah'ın yolundan gitmeye devam edersiniz. Fakat, Rabbin sözüne itaat etmez ve onun emrine isyan ederseniz o zaman Allah'ın kudreti aynen babalarınız gibi, sizin de aleyhinize olacaktır. Bana gelince, Allah sizin için duâ etmeyi terketme günahından beni korusun. Bilakis ben size iyiyi ve doğru yolu öğreteceğim... Fakat siz günah işlemeye devam ederseniz, o zaman siz ve kralınız mahvolursunuz." (Ahd-i Atîk, Samuel I/7, 8, 12)

dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-22-2008, 02:38   #17
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hazreti Davud (a.s)
Yukarıdaki alıntıdan anlaşıldığına göre Allah ve Peygamberi onların bir kral (melik) isteyişlerini hoş karşılamamıştır. "Allah Kur'an'da neden kral tâyin etmeyi yasaklamamıştır?" sorusunun cevabı ise basittir. Burada bu hikâye sadece müslümanların ders alması için ele alınmıştır. Bu nedenle krallığın yasaklanması veya desteklenmesi gibi bir mesele söz konusu değildir ve bu isteğin haklı mı, haksız mı olduğu konusuna değinmek anlamsız olacaktır. Burada tek amaç İsrailoğulları'nın dejenerasyonuna neden olan şeyleri, onların korkaklıklarını, nefse tapınmalarını ve disiplinsizliklerini ortaya koymaktır. Böylece mü’minler, bu tip zayıflıklara karşı uyanık olabileceklerdir. (Tefhîmu’l Kur’an, Mevdûdi)

2/Bakara, 247:

Harbin nasıl kesinlik kazandığına gelince: Onlar öyle söylediler, o peygamberleri de onlara, Allah size Talut'u emir (hükümdar) olarak gönderdi, dedi. Buna karşı o topluluk, o bize karşı nerden hükümdar olacak? Yahut bizim üzerimize onun hükümdar olması nasıl olur? Halbuki biz, hükümdarlığa ondan daha lâyığız, hükümdar olmak, ondan daha çok bizim hakkımız, ona bir mal genişliği, bolluğu da verilmiş değil, diye itiraz ettiler. Cevap olarak o peygamber dedi ki: Allah onu seçip ayırarak üzerinize kesin bir şekilde tayin etti ve ona ilimde ve vücutta, maddi ve manevi birçok gelişmeler ve güç verdi. Vücutça iri, güçlü, kuvvetli, güzel; manevi bakımdan da din ilmi, siyaset, idare tekniği ve savaşta sizden yüksek yarattı. Fiilen hükümdarlık ve kumandanlık için esas olan şartlar da bunlardır. Yoksa varislik ve soy, asıl şart değildir.

Deniliyor ki İbrâni olan "Talut" ismi, Arapça maddesiyle de ilgili olarak kuvvet ve uzunlukta mübalağa mânâsını içermektedir. Bu bakımdan ilim ve vücut kuvvetine bir ünvan gibidir. Aslında ucme (yabancı) bir özel isimden ibaret olsa da Kur'ân, Arapça açısından mânâsına işaretle bunu bir genel kural hâlinde tarif ve tesbit etmiştir. Talut'un ismi Süryanice Sayil ve İbranice Savil bin Kays imiş. Demek ki Talut lakaptır.

Şimdi, biz dururken Allah bunu niye böyle yapmış mı denecek? Allah, mülkünü dilediğine verir. Mülkün sahibi o, asıl mülk (hükümranlık) O'nundur. Hükümranlığa kavuşanlar, asaleten değil, ondan vekaleten kavuşurlar. Hem Allah'ın rahmeti geniştir, o her şeyi bilir. Rahmet ve ihsanı çoktur, dilediğini yapar. Daraltmasını, genişletmesi takip eder. Fakiri, zengin kılar, mülksüze mülk verir, vereceğini vermek için de hiç bir kayıt ve şarta tabi değildir, bilgisizlikten münezzehtir, yücedir. Hükümdarlığa layık olup olmayanları, kimlere niçin ve n e kadar müddet vereceğini de bilir. Buna karşı, "Biz dururken mülkünü Talut'a niye verdi? denemez. Ancak habere itimat edemeyecek kimseler, mantık açısından bu davanın önermesi (suğrâ) olan seçme meselesini (kaziyye), "ne mâlûm?" diye reddedip, delil isteyebilirler. Bunu tamamlamak için, Bir de peygamberleri onlara dedi ki:

2/Bakara, 248: Talut'un hükümdar olmasının görünürdeki alâmeti ve peygamberliğin mucizesi, size tabutun gelmesidir.

Tâbût: Sandık demektir. Bununla birlikte müracaat demek olan "tevb" maddesinden mübalağa sığası (kipi) olması bakımından dönüp dolaşıp gelinecek olan herkesin dönüş yeri meâlinde bir anlam da ifade eder. Bu tabuttan maksat da Tevrat sandığıdır ki Hz. Mûsâ'dan sonra İsrail oğullarının isyanıyla ellerinden çıkmış, (Allah tarafından) kaldırılmıştı. Haberciler demişlerdir ki: "Allah Teâlâ, Hz. Âdem'e bir tabut indirmiş, içinde çocuklarından gelecek peygamberlerin suretleri (resimleri) varmış. Şimşir ağacından eni boyu üç iki (3x2) kadarmış. Âdem (a.s.)in vefatına kadar yanında kalmış, ondan sonra birer evladı miras yoluyla devralmışlar, nihayet Yakub (a.s.)'a intikal etmiş. Sonra İsrail oğullarının elinde kalmış, Musa (a.s.)'ya kadar gelmiş. Hz. Mûsâ, Tevrat'ı buna kor, savaş yaptığı zaman öne geçirir, İsrail oğullarının gönülleri b ununla huzur bulurdu. Vefatına kadar yanındaydı. Ondan sonra İsrail oğulları arasında elden ele geçti. Bir hususta muhakeme olacakları zaman buna müracaat ederler, aralarında hakim olurdu. Savaşa gittiklerinde önlerinde götürürler ve bununla teberrük ederek (bereket umarak) düşmanlarına karşı zafer ümit ederlerdi. Melekler bunu askerin başında tutar, savaşa girişirler, sonra tabuttan bir ses işittikleri zaman gâlip geleceklerine kesin bilgi edinirlerdi. Ne zaman ki İsrail oğulları isyana başlamışlar, fesada düşmüşler, işleri çığırından çıkmış; Allah, başlarına Amalika'yı musallat etmiş, bunlar galip gelmişler, tabutlarını da almışlar, götürmüşler, bir pisliğe, bir helaya bırakmışlar. Cenab-ı Allah, Talut'u hükümdar yapmak isteyince Amalika'ya bir bela vermiş, hatta tabutun yanında abdest bozanlar basura tutulur olmuş, diğer taraftan ülkelerinden beş şehir de mahvolmuş, kâfirler bu belânın tabut yüzünden olduğu kanaatine varmışlar, onu çıkarmışlar, iki öküze yükletip koyuvermişler. Allah da bunun için dört melek görevlendirmiş, sürmüşler, Talut'un evine getirmişler. İşte İsrail oğulları, Talut'un hükümdarlığına delil istedikleri zaman peygamberleri, onun hükümdarlığının alâmetinin, tabutun gelmesi olduğunu söylemiş..."

Demek oluyor ki İsrail oğullarında tabut, mukaddes emanetlerden olup Hıristiyanlıktaki "haç" gibi bir mevkide tutulurmuş. Nitekim Hıristiyanların büyük haçları da buna benzer bir olay geçirmişti. Tabutun ta Hz. Âdem'den beri gelmesi, içi resimli bir sandık olması, bunun insanların babası olan Hz. Âdem olmasıyla uyumu güçtür; aynı zamanda bu yaygın haberleri düşünmeksizin hemen yalanlamak da haksız olacağından İbnü Abbas hazretlerinden rivayet olunduğu üzere bunun zayi olmuş "Tevrat sandığı" olmasıyla yetinmek ve şu kadar ki bunu Hz. Musa yaptırmış olmayıp, daha eski tarihi bir sandık olduğunu da kabul etmek uygun olacaktır. Bununla beraber Ragıb'ın naklettiği gibi, "Tabut, kalp; sekîne (huzur) ise ondaki ilimden ibarettir." de denilmiş. Çünkü kalbe: "İlmin düşüp biriktiği yer", "hikmet evi", "ilim tabutu", "ilim kabı", "ilim sandığı" isimleri de verilir. Gerçi bu, meşhur ve zahir olan görüşlere aykırı görünürse de onun gereği olan önemli iş'arî (işaret yoluyla çıkarılan) bir mânâ olduğu da inkar edilemez. Buna göre meâlin özeti: Onun hükümdarlığının gerçek alâmeti, isyan ve gururla zayi olmuş ve sizi perişan etmiş olan kalbinizin yerine gelmesi ve hakikate iman ederek huzur ve sükünete ermenizdir. Gerçek delil, objektif olmaktan çok sübjektiftir. Siz, bozgunculuk düşüncesiyle zayi olmuş kalbinizi bulup, davayı bırakarak ona biat ettiniz mi (uydunuz mu) mesele biter. Aksi halde Allah'ın ona verdiği kudret ve vereceği başarı, size hükümdarlığını, karşısında aciz bırakarak kabul ettirir. İşte onun hükümdarlığına kesin delil, bu zahirî (açık) ve bâtınî (gizli) tabutun gelmesidir. O tabutta veya gelişinde Rabbinizden bir sekîne, Mûsâ ailesiyle Harun ailesinin bıraktıklarından bir kalıntı vardır.

Sekîne: Aslında sukûnet gibi (sukûn) kökünden ve vakar, sebat, güven, gönül rahatlığı demektir ki dilimizde de sekinet (huzur) denir. Hafifliğin ve telaşın zıddıdır. Bir de tanınan ve kendisiyle huzur ve rahatlık hissedilen herhangi bir işarete, bir alâmete "sekine" denir. Meselâ bir ordu için sancak bir sekinedir. Burada bunun ne olduğu hakkında çeşitli rivayetler vardır ki bazıları maddî ve bazıları manevîdir: Özel bir resim, hoş bir rüzgar, konuşan ilâhî bir ruh, cennetten altın bir tas ki, içinde peygamberlerin kalpleri yıkanır, rahmet, levha kutusu, belirli bir âyet. Bunların özeti başlıca şöyle toplanmıştır: 1- Sekîne, İsrail oğullarında zebercedden veya yakuttan iki kanatlı ve kedi gibi başı ve kuyruğu bulunan bir resimmiş, bir inilti yaparmış, inledikçe tabutu alıp düşmana doğru giderler, durdukça dururlarmış. 2- Hz. A li'den: insan yüzüne benzer yüzü olan bir "rih-i heffâfe = hoş, hafif bir rüzgar." 3- Sekine, Hz. Musa ve Harun ile onlardan sonraki İsrail oğullarının peygamberlerine inmiş kitaplardan Cenab-ı Allah'ın, Talut ve askerlerine yardım ihsan edip, düşmanları savacağına dair bazı müjdeler. 4- Ne olduğu bilinmeyen bir şey.

Bakiyye: Bakıyyeye gelince; Diyorlar ki bu da levhaların kırıkları, Mûsâ'nın asası ve Tevrat'tan bir parça idi. Birinci mânâ üzere tabut'un, bir sakinlik sebebi olduğu da rivayet edilmiş tir.

Mânânın özü: O tabutta veya gelişinde size Rabbinizden bir sukûnet, bir gönül rahatlığı ve Musa ailesiyle Harun ailesinden kalma kutsal şeylerden bir kalıntı vardır ki siz bununla huzur bulur, güven ve gönül rahatlığına erer, onlar gibi amel edersiniz, demek olur. Bu durumda tabut, içindekilerle kendisi bir sekinedir (rahatlıktır). "Peygamberler ne bir altın, ne bir gümüş miras bırakmamış, ancak ilim miras bırakmışlardır." hadis-i şerifi gereğince peygamberlerden kalma yadigâr kalıntısı ise ilme, din ve şeriata ait şeyler olur.

Fakat bu kalıntıyı ve o sekine ve huzuru içeren tabut nasıl gelir? Onu melekler, Allah'ın elçileri, kuvvetleri getirir. Yerden getirir, gökten getirir, nasıl getirirse getirir, siz o tarafı düşünmeyin de gelirse bilin ki Talut hükümdardır. O tabutun gelişinde sizin için mutlaka bir gerçek alâmeti, ilâhî bir delil vardır. Eğer siz iman etmiş kimseler iseniz veya iman şanınızdan ise bu böyledir. Bu bölüm, şunu da gösterir ki iman ehline yaraşan, hafiflik değil, vakar (ağır başlılık) ve sakinlik, kararlılık ve gönül rahatlığıdır. Bunda da peygamberlerin mirasının, ilim ve dinin büyük önemi vardır. Mukaddes emanetlerin de kalbin kuvveti için bir feyiz ve bereketi bulunduğu inkâr edilmemelidir. (Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır)

dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-22-2008, 02:38   #18
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hazreti Davud (a.s)
2/Bakara, 248: “Peygamberi, onlara (şöyle) dedi: "Onun hükümdarlığının belgesi, size Tabut'un 270 gelmesi (olacaktır)...” Kitab-ı Mukaddes Tabut'un ayrıntıları konusunda Kur'an'dan farklıdır, fakat buna rağmen ondan çok şeyler öğrenmemiz mümkündür.

İsrailoğulları Tabut'u, yani Tabut ahdini çok kutsal sayıyorlardı. Onlar bu Tabut sayesinde "Allah'ın gelip kendilerini düşman güçlerinden kurtaracağına" inanıyorlardı. Bu nedenle onun geri gelmesi İsrailoğulları'nı bu denli sevindiriyor ve cesaretlendiriyordu.

Tabut, Hz. Musa (a.s) ve Hz. Harun'un (a.s) evinin kutsal emanetlerini ihtiva ediyordu. Bunlar Hz. Musa'ya (a.s) Sina dağında verilen levhalardı. Bunun yanısıra Hz. Musa'nın (a.s) rehberliğinde yazılan ve Levilere verilen Tevrat'ın orijinal bir nüshası da vardı.

Tabut'ta, gelecek İsrail nesillerinin atalarına çölde lütfettiği nimetler için Allah'a şükretmelerini sağlamak üzere bir şişe de (kudret helvası) vardı. Büyük bir ihtimalle Allah'ın bir mucizesi olan Hz. Musa'nın (a.s) asası da bunlarla birlikteydi.

“Onu (tâbûtu) melekler taşımaktadır...” Burada Kur'an, muhtemelen I Samuel'in 4, 5, 6, bölümlerinde ele alınan olaya değinmektedir.

Rabbin Tabut'u İsrailoğulları'nın yaptığı bir savaşta Filistîlilerin eline geçti. İsrailoğulları cesaretlerini kaybetmişlerdi: "Tabut'un elden çıkmasıyla İsrailoğulları'nın şerefi kayboldu" diye bağırıyorlardı. Tabut yedi ay boyunca Filistîlerin elinde kaldı; fakat, "Allah onlara büyük bir yük yüklediği" için Filistî şehirlerinde büyük bir panik başladı. Öyle ki: "İsrail Tanrısı'nın Tabut'u (sandık) bizde kalmamalı, çünkü O bize karşı çok acımasız" diye bağırmaya başladılar. Daha sonra Tabut'u İsrail'e geri göndermeye karar verdiler. "İki tane sığır alıp bir arabaya koştular. Ve sığırlar Beyt-Şemes yönüne doğru yol aldı."

Arabada sürücü olmadığına göre, araba Allah tarafından tayin edilen melekler vasıtasıyla İsrail'e doğru götürülüyordu.

2/Bakara, 249. “... Pek azı hâriç, hepsi o nehirden içtiler...” Bu nehir, Talut'un İsrail ordusu ile geçmek zorunda olduğu Ürdün nehri veya başka bir nehir olmalıdır. Talut toplulukta disiplin eksikliği olduğunu bildiği için, korkağı cesurdan, yetenekliyi yeteneksizden ayırdetmek için bu sınavı uygulamıştır. Bir müddet için susuzluklarını kontrol edemeyen kişilere, bir süre önce yenildikleri düşmanla karşılaştıklarında disiplini korumaları konusunda güvenilemeyeceği açıktır. Aynı sınamayı Talut'tan önce Gideon da yaptığı için Palmer ve Rodwell burada (249. ayet) Saul (Talut) ile Gideon'un karıştırılmış olduğu sonucuna varmışlardır. Bununla, aslında Kur'an'ın vahyî bir kitap değil Hz. Muhammed'in (s.a) bir eseri olduğunu göstermek istiyorlardı. Bu iddia kendi kendisini çürütmektedir. Eğer iki benzer olaydan sadece biri Kitab-ı Mukaddes'te yer almışsa, bu kitapta yer almadığı için diğer olayın olmadığı anlamına gelmez. Bundan başka Kitab-ı Mukaddes'in İsrailoğulları'nın tüm tarihini eksiksiz bir şekilde ele aldığı da söylenemez. Kitab-ı Mukaddes'te değinilmeyen birçok olayın Talmud'da yer alması bunu ispatlamaktadır.

“Bugün Câlût’a ve askerlerine karşı gücümüz yok’ dediler.” Bu sözü söyleyenler, büyük bir ihtimalle bunlar nehir kıyısında sabredemeyen kimselerdi. (Tefhîmu’l Kur’an, Mevdûdi)

2/Bakara, 249: Ne zaman ki bunlar tamam olup, Talut askerleriyle hareket etti, askerlerine hitaben şöyle dedi: Allah sizi mutlaka bir ırmakla imtihan edecektir. Dolayısıyla ondan her kim içerse benden değil, ve her kim ona ağzını sürmezse o şüphesiz bendendir, benim askerlerimden veya beni sevenlerdendir. Ancak eliyle bir avuç alan içlerinden müstesna, bu kadarına ruhsat vardır. Doğrudan doğruya ağızla içmeye izin yoktur. Talut bir hükümdar sıfatıyla bu emri, bu talimatı vermişken ırmağa gelince askerleri n birazı hariç, hepsi de ondan içtiler, emri dinlemediler.

Rivâyet olunuyor ki, bir adam bir avuç alır, kendine ve hayvanına yetermiş, fakat saldırıp içenlerin dudakları morarır, hararetleri artarmış. Bu bakımdan onlar ırmağın berisinde dökülüp kaldılar da Talut ile iman eden beraberindeki kimseler ırmağı geçince kalanlar geriden bu gün bizim Calut ve askerleriyle savaşacak gücümüz yok dediler. Yahut bunlar değil de ırmağı geçmiş olan müminlerin zayıf kısmı düşmanın çokluğunu görünce, ümitsizliğe düşüp birbirlerine böyle söylediler. Çünkü müminlerin de imanda dereceleri farklıdır. Söylediler de ne oldu? Her halde Allah'a kavuşacaklarını bilen ve bunu bekleyenler, yani ölümden kaçmanın mümkün olmadığını, bugün bu savaşta ölmezse diğer bir gün mutlaka öleceklerini ve nihayet Allah'ın huzuruna varacaklarını bilen, bundan dolayı da sözünde duran veya zafer ümidiyle ya şehid veya gâzi olmaya karar veren kesin iman sahipleri, nice defalar azıcık bir bölük, birçok bölüklere Allah'ın izniyle galip g eldiler. Allah sabır ve sebat edenlerle beraberdir, dediler. Zayıfların kalplerine de kuvvet verdiler.

2/Bakara, 250: Ne zaman ki Tâlut ve beraberindeki bu mü’minler, Câlut ve askerlerine karşı savaş alanına çıktılar ve düşmanın çokluğunu ve hazırlığını gördüler, hepsi birden kalp kuvvetiyle Allah'a yalvarıp şöyle dediler: Ey Rabbimiz! bize sabır yağdır, bizi sabit kıl, ayaklarımızı denk ve yerinde tut, titretme, kaydırma, azim ve hedefimizden şaşırtma ve o kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsân et.

2/Bakara, 251: Bunun üzerine, çok geçmeden o kâfirleri Allah'ın izniyle bozdular ve Davud, Calut'u öldürdü ve Allah ona -yani Davud'a- hükümdarlık, hikmet ve peygamberlik ihsan etti. Talut kendisine kızını vermiş ve daha sonra Arz-ı mukaddesin (Filistin ve Kudüs civarı) doğusunda ve batısında büyük bir devlete kavuşmuştu. İsrailoğulları, Davud'dan önce hiçbir hükümdarın etrafında bu kadar toplanmamıştı. Bunlardan başka ona daha dilediği bazı şeyler de öğretti. Bu cümleden olarak, demirleri yumuşatıp zırhlı elbiseler yapma sanatını ve başkalarının bilmediği kuş dilini, güzel nağmeleri ve diğerlerini öğretti ve işte o zalimlerin zulmüne rağmen bir azınlığın azim ve imanı, gayret ve duasıyla Allah Teâlâ böyle ümit edilmez büyük başarılar ihsan etti.

Şimdi, buna karşı, iyi ama Allah savaşa hiç meydan vermese ve hükümetin baskısına müsaade etmese daha iyi olmaz mıydı, dememeli. Çünkü Allah insanların bazısını, bazısıyla savmasa veya müdafaa etmese, bozguncu ve saldırganları, ıslah ediciler ve mücahit l erle savıp barış ve düzen taraftarlarını, çocukları ve kadınları korumasaydı, yeryüzü bozulurdu, dünyanın menfaat ve düzeni dağılır, çoluk çocuktan, ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. Çünkü uzaklaştırıp karşı koyma kanunu olmasaydı, insanların çoğu, uyum içinde, itaatkar ve boyun eğmiş bile olsa, saldırganların devamlı olarak hücumuna uğrarlar, çiğnenir, mahvolurlardı. Sosyal eşitlik bulunmaz, nihayet herkes saldırgan olur; herkes saldırgan olur da, direnme de varsayılmazsa hepsi mahvolur. Cenâb-ı Allah, insanları irade sahibi olarak yaratmıştır ve böyle yaratması, sırf rahmet ve kudrettir. Fakat bu iradeler mutlak bırakılır da birbirleriyle ölçülü hâle getirilmez ve hiçbir direnişle karşılaşmazlarsa, çalışma zahmetine katlanmaz, önüne geleni çiğnemeye çalışır. Savunma ve karşı koyma olmayınca da saldırı, yolların en kısası ve doğru yol olmuş olur; o zaman da insan adına bir şey kalmaz, yeryüzünün düzeni bozulur. Fakat Allah, bütün âlemlere ve bu arada özellikle akıl sahipleri âlemine bütün b ir lütuf ve rahmet sahibidir. Bu fesada razı olmaz, o yeryüzünü imar edecek, üzerinde insanları lütuf ve ikramıyla yaşatacak, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere erdirecektir. Şu halde sonradan gelen fesat batıldır. Allah'ın istediği düzendir. Bu bakım d an düzenin, fesadı ortadan kaldırması için; düzen ve hayır sahiplerinin, bozgunculuk ve kötülük çıkaranları defetmesi lazımdır ve zaten karşı koyma ve savunma, bütün dünyada hak olan bir kanundur. İradeden, akıl ve şuurdan nasibini almayan yaratıklar, bu direnişlerini, Hakk'ın zorlamasıyla mecburen ortaya koyarlar. İstediğini, dilediğini yapanlarda bunun tatbikinin de akıl, irade ve imanlarıyla yapılması gerekir. İşte Allah, savaşı ve hükümeti bu hikmetle meşrû kılmış ve insanların bozguncu ve saldırgan kısmını, ıslahatçı kısmıyla defetmek ve güzel bir şekilde çalışacak korumak için emretmiştir. Düzen ve fazilet sahipleri, bu noktayı göz önünde tutmayıp ve savunma kaydıyla meşgul olmayıp da saldırganları serbest bırakacak olurlarsa, bütün güç onların eline geçer ve onlar da dünyayı ele geçirmek sevdasıyla yer yüzüne bozgunluk verecekler ve buna meydan verenler, sorumlu olacaklardır ki yukarda buna bir, "Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın" (2/Bakara, 195) hatırlatması geçmişti.

Şu halde iki savaş vardır: Birisi ıslah savaşı, diğeri ifsad (fesat ve bozgunculuk) savaşıdır. İman ehline emredilen de Allah yolunda ıslah savaşıdır ki, bu da zulüm ve bozgunculuğun ve zulmün kaynağı olan küfür ve şirkin yok edilmesi ve genel barışı sağlamaktır. Düzene v e İslâma sahip çıkanlar, bunu yapmazsa, küfür ve bozgunculuk ortalığı kaplayacak; o zaman da insanlar, kökünden kazınıp kıyamet kopacaktır.

2/Bakara, 252: Ey Muhammed! Şunlar, binler kıssasından Davud kısmına kadar olan şu kıssalar, Allah'ın ibret alınacak âyetleridir. Biz bunları sana her türlü şüphe ve hatadan, bozup değiştirme ve yanlış kuşkusundan uzak, sırf hak ve gerçek olarak okuyoruz, Cebrail ile sana devamlı bir şekilde okuyoruz. Sen de gerçekten mutlaka gönderilmiş olan resullerdensin, o büyük peygamberlerden birisin. Bunu bil, vazifeni yap. (Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır)

2/Bakara, 251: “Davud Câlût'u öldürdü. Allah da ona mülk ve hikmet verdi; ona dilediğinden öğretti.” Kitab-ı Mukaddes'e göre Dâvud o zaman genç bir delikanlıydı. Şans eseri olarak Filistîlerin şampiyonu olan Câlut İsrailoğulları'nı tehdit ettiğinde Talut'un ordusu içindeydi. Calut şöyle diyordu. "İsrail kuvvetlerine meydan okuyorum. Bir adam çıkarın karşıma da onunla dövüşeyim." Bunu duyan İsrailoğulları'nın cesareti kırılmıştı; fakat Dâvud, Tâlut'a: "Onun böyle dik başlılık etmesine izin vermeyin, bırakın hizmetkârınız gitsin ve Filistînlilerle savaşsın" dedi. Tâlût izin vermedi, fakat Dâvud ısrar edince kabul etti. Câlut onu görünce gençliğiyle alay etti ve: "Gel de senin etini gökteki kuşlara ve dağlardaki hayvanlara yedireyim" dedi. Buna cevap olarak Dâvud şöyle dedi: "Allah seni benim ellerime teslim edecek ve bütün dünya İsrail'in bir Allah'ı olduğunu anlayacak. Hatta bütün buradakiler Allah'ın kılıç ve mızrakla korunmadığını öğrenecekler... Savaş O'nun elindedir; O, seni bize teslim edecek." Daha sonra Dâvud onu öldürdü ve İsrailoğulları arasında çok meşhur oldu. Tâlut kendi kızını onunla evlendirdi. Ve Dâvûd Tâlût'tan sonra İsrail'in meliki (kral) oldu. (Daha ayrıntılı bilgi için bkz. I Samuel, 17-18 bölümü)

“Eğer Allah'ın, insanların bir kısmı ile bir kısmını def'i (engellemesi) olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı.” Yeryüzünde barış ve düzeni korumak amacıyla Allah farklı grup, millet ve partilerin belli bir sınıra kadar güç kazanmalarına izin verir. Fakat onlar bu sınırları aşarlarsa, o zaman onların gücünü kırar ve yerlerine yenilerini getirir. Eğer Allah bir milletin veya bir grubun sonsuza dek hakimiyette kalmasına izin verseydi, o zaman Allah'ın arzı karışıklık ve düzensizliklerle dolardı. (Tefhîmu’l-Kur’an, Mevdûdi)
dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-22-2008, 02:38   #19
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hazreti Davud (a.s)
Dilleriyle Savaş İstedikleri Halde, Savaştan Kaçanlar:


"Görmedin mi?..." (2/Bakara, 246). Sanki şu anda olmakta olan bir olaydan ve gözler önünde cereyan eden bir manzaradan söz ediliyor. Yahudi ileri gelenlerinden ve sözü geçenlerinden bir grup aralarında toplanıp peygamberlerinden birine başvuruyorlar. Bu peygamberlerin adı belli değil. Çünkü kıssanın amacı, konusu o peygamber değil. Onun adının söylenmesi kıssanın vermek istediği mesaja hiçbir şey katmıyor. İsrâiloğulları'na uzun tarihleri boyunca birbirinin peşi sıra çok sayıda peygamber geldi. İşte sözünü ettiğimiz seçkin yahûdi önderleri, aralarında toplanıp bu peygamberlerinden birine başvurdular ve ondan komutası altında "Allah yolunda" savaşacakları bir hükümdar belirleyip başlarına getirmesini istediler.

Onların ağzından çıkan bu savaşın karakterini tanımlayıcı "Allah yolunda" sözü kalplerindeki inanç coşkunluğunu, vicdanlarındaki iman uyanıklığını, kendilerinin haklı bir inancın savunucuları, düşmanlarının ise batıl yanlısı, sapık kâfirler olduklarının bilincinde olduklarını, Allah yolunda cihad etmek için önlerindeki yolun kafalarında belirgin olduğunu kanıtlar.

Bu algı belirginliği, bu idrak kesinliği zafere giden yolun yarısıdır. Buna göre kendisinin hak yolda, buna karşılık düşmanın batıl yanlısı olduğu, müminin zihninde belirgin bir biçimde yer etmesi; hedefin, yani Allah yolunda olduğu gerçeğinin kafasında mutlaka soyutlanıp kavramlaşması gerekir. Düşünceleri nereye gittïğini bilmesini engelleyecek bir kavram kargaşasının egemenliği altında olmamalıdır.

Peygamberleri de onların azimlerinin gerçekliğinden, niyetlerinin sağlamlığından, bu ağır görevi yerine getirmekte kararlı, önüne getirdikleri teklifte ciddi olup olmadıklarından emin olmak istemişti: "Peygamberleri onlara; ‘Ya eğer size savaşmak farz kılındığında bu emre karşı gelirseniz?’ diye sordu." Acaba savaşmak size farz kılınırsa bundan kaçma ihtimaliniz yok mu? Şimdi bu bakımdan serbest ve rahatsınız. Ama eğer isteğiniz kabul edilir de savaşmanız karara bağlanırsa, o zaman savaş, hesabınıza yazılmış bir farz olur ve artık bu karardan dönemezsiniz.

Bu, peygambere yaraşacak bir konuşma tarzıdır; bu üsteleme, ısrarlı vurgulama peygamberlere layık bir vurgulamadır. Peygamberlerin sözlerinin ve emirlerinin tereddüt, oyalanma ve erteleme konusu olması câiz değildir.

Bu noktada ayaklanma coşkusunun derecesi yükseliyor. Çünkü Peygamber ile görüşmeye gelen heyetin mensupları kendilerini savaşmaya sürükleyen sebepler arasında savaşmayı tereddüt götürmez, kesin bir zaruret haline getiren gerekçeler bulunduğunu belirtiyorlar: "Yurdumuzdan ve çocuklarımızdan ayrı düşürüldüğümüze göre niye savaşmayalım ki?" dediler.

Meselenin zihinlerinde belirgin olduğunu, vicdanlarında karara bağlandığını görüyoruz. Düşmanlar, Allah'ın ve O'nun dininin düşmanlarıdır, bu düşman onları yurtlarından çıkarıp evlâtlarını tutsak yapmıştır. Buna göre bu düşmana karşı savaşmak gereklidir. Önlerinde tek yol vardır ki, o da savaşmaktır. Bu karardan ve bu mücadeleden geri dönmeyi gerektirecek hiçbir sebep yoktur.

Fakat düşmanın ortada görünmediği tehlikesiz dönemde verdikleri bu kararda uzun süre sebat edemediler, zira savaşla yüz yüzeydiler artık; "Fakat savaşmak kendilerine farz kılınınca az bir kısmı hariç, çoğu sözlerinden döndüler." Gerçi burada yahûdilerin öteden beri bilinen köklü bir huyu ile karşılaşıyoruz. Onlar sık sık sözleşmelerini tek taraflı olarak bozarlar, verdikleri sözlerden cayarlar, liderlerine itaat etmezler, düzen tanımazlar, yükümlülüklerinden kaçarlar herhangi bir konuda ortak bir karara varamazlar ve apaçık gerçeklerden yüz çevirirler. Fakat bu tutum imana dayalı eğitimde olgunluk düzeyine yükselmemiş bütün toplumların, hatta bütün insanlığın ortak özelliğidir. Bu huy ancak imana dayalı, yüksek düzeyli, uzun vadeli, köklü ve etkin bir eğitimle değiştirilebilir. Bundan dolayı çetin bir yola girmeye azmedenler bu konuda son derece dikkatli olmalı, sarp yollara girecekleri sırada bu faktörü hesaba katmalıdırlar. Yoksa insan mayasındaki zorluk anında kaçma huyu sürpriz olarak karşılarına çıkarsa işlerini daha da zorlaştırır. Özellikle içgüdülerinin tutsaklığından kurtulamamış, herhangi bir potada pişerek bu zararlı unsurlardan arınamamış toplumlarda bu olumsuz tepki, beklenen bir tutumdur. Ancak hakkı ortada bırakıp geri dönenler Allah'ın şu uyarı ve tehdidini de göze almadılar: "Hiç kuşkusuz Allah zâlimlerin kimler olduğunu bilir."

Bu cümle savaşmayı istedikten sonra ve daha bilfiil savaşa girişmeden önce bu görevden kaçan çoğunluğu azarlar ve onları zalimlikle suçlar niteliktedir. Bu çoğunluk, hem kendilerine hem peygamberlerine ve hem de gerçek olduğunu bile bile onun batıl yanlarının boyunduruğu altında kalmasına göz yumdukları hakka karşı zâlimlik etmiştir.

Bir grup insan düşünelim ki, bunlar kendilerinin hak yolda ve düşmanlarının batıl, eğri yolda olduğunu biliyorlar. Tıpkı burada sözkonusu olan yahudi heyeti gibi. Arkasından bunlar peygamberlerinden "Allah yolunda" savaşmak amacıyla başlarına bir komutan görevlendirmesini istiyorlar. Sonra da cihaddan kaçarak gerçek olduğuna iman ettikleri hakkın batıl karşısında kendilerine yüklediği savaşma görevini yerine getirmiyorlar. Bunlar zulümlerinin cezasına çarpılmaları kaçınılmaz olan zalimlerdir. "Allah zâlimlerin kimler olduğunu bilir."

“Peygamberleri onlara; Allah size hükümdar olarak Talut'u gönderdi' deyince, `O bize nasıl hükümdar olabilir? Hükümdarlık bize ondan daha çok yakışır. Çünkü ona bol servet verilmiş, değildir' dediler. Peygamberleri onlara; Allah onu hükümdar olarak seçerek başınıza getirdi, Ona bilgi ve vücut gücü bakımından üstünlük bağışladı' dedi. Allah mülkünü (egemenlik yetkisini) dilediğine verir, Allah'ın lütfu geniştir ve O, her şeyi bilir.” (2/Bakara, 247)

Burada görülen ısrarlı karşı koyma, İsrâiloğulları'nın bu surede sık sık değinilen bir özelliğini ortaya koyuyor. Bilindiği gibi onlar, sancağı altında savaşacakları bir hükümdarları olsun istemişlerdi. Yine bilindiği gibi açıkça "Allah yolunda" savaşmak istediklerini belirtmişlerdi.

Fakat aynı kişiler hararetle istedikleri ve onayladıkları Allah'ın kendileri için uygun gördüğü ve Peygamberleri aracılığıyla bilgilerine sunduğu tercihe karşı çıkıyorlar, bizzat yüce Allah tarafından başlarına getirilen Talut'un hükümdar olmasını içlerine sindiremeyerek ona itiraz ediyorlar. Niçin? Çünkü onların düşüncelerine veraset gerekçesiyle hükümdarlığa kendileri daha layıktır. Çünkü Talut eski yahudi hükümdarların soyundan gelmiyordu! Üstelik serveti de yoktu ki kendisine verilen liyakat önceliğine göz yumsunlardı. Bütün bunlar, yahûdilerin tarih boyunca vazgeçmedikleri bilinen karakteristik huyları olduğu gibi aynı zamanda sapık düşüncelerini ve kavram kargaşası içinde olduklarını da açığa vurucu özelliklerdir.

Peygamberleri onlara, Tâlut'un liyakat önceliğine sahip olduğunu ve Allah'ın ne hikmetle onu tercih ettiğini açıklıyor: "Peygamberleri onlara; `Allah onu hükümdar olarak seçerek başınıza getirdi, ona bilgi ve beden gücü bakımından üstünlük sağladı: dedi. Allah mülkünü (egemenlik yetkisini) dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir ve O, her şeyi bilir." âlut, doğrudan doğruya Allah'ın seçtiği bir kişidir. Bu onun için bir liyakat gerekçesidir. Bunun yanı sıra Allah ona bilgi ve beden gücü bakımından üstünlük sağlamıştır. Bu da onun için bir başka liyakat gerekçesidir. Ayrıca Allah "Mülkünü, egemenlik yetkisini dilediğine verir." Çünkü mülk, O'nundur, onu dilediği gibi kullanma yetkisi kendisine aittir, buna göre kulları arasından kimi isterse onu seçer. Yine Allah "engin kerem sahibi ve her şeyi bilen"dir. Ne hazinesinin bekçisi ve ne de bağışlayıcılığının sınırı vardır. Bunun yanında O, neyin hayırlı olduğunu ve işleri nasıl düzenleyeceğini herkesten iyi bilir.

Bu uyarılar ve öğütler, aslında insan kafasındaki kavram kargaşasını düzene koyduracak ve düşüncelerdeki yanılgıyı ortadan kaldıracak nitelikte ve yeterliliktedirler. Fakat önemli bir savaşın eşiğinde olan yahûdilerin karakter yapılarındaki olumsuzlukları bu yüce gerçekler tek başına düzeltmeye yetmez. Onların karakter yapısındaki bu olumsuzlukları peygamberleri de biliyor. Onlara, kalplerini sarsarak,güvene ve kesin kanaate vardıracak açık bir mucize göstermek gerekir:

“Peygamberleri onlara dedi ki; `Talut'un hükümdarlığının belirtisi, size meleklerin taşıdığı bir sandığın gelmesidir. Bu sandıkta Rabbinizden size yönelik bir huzur ile birlikte Musa ve Harun ailelerinin geride bıraktıkları bazı önemli eşyalar vardır. Eğer mümin kimseler iseniz, bu sizin için kesin bir belirtidir.” (2/Bakara, 248)

dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-22-2008, 02:38   #20
Kullanıcı Adı
dildade
Standart Hazreti Davud (a.s)
Yahudiler, çöldeki perişanlık dönemlerinden ve Hz. Musa'nın ölümünden sonra peygamberleri Hz. Yuşa'nın (Allah'ın selâmı her ikisi üzerine olsun) liderliği altında mukaddes topraklara egemen olmuşlardı. Fakat bir süre sonra düşmanları kendilerini bu topraklardan sürüp çıkarmış ve bu arada Hz. Musa ve Hz. Harun'un oğullarından gelen peygamberlerinin geride bıraktıkları değerli eşyaları içeren bir sandıkta somutlaşan kutsal emanetlerine de el koymuşlardı. Bir rivayete göre bu sandıkta yüce Allah'ın Tur dağında Hz. Musa'ya vermiş olduğu levhaların kopyaları saklı idi. Peygamberleri onlara, belirti olarak Allah'tan kaynaklanan ve gözleri ile görecekleri bir mucize göstermeyi ve bu amaçla sandukanın, üstelik "melekler tarafından taşınarak" önlerine getirilmesini uygun gördü; bu sandukanın bu şekilde önlerine getirilmesi onların kalplerini huzur ve güvenle dolduracaktı. Arkasından da onlara "Eğer mümin kimseler iseniz, bu mucize, Talut'un Allah tarafından seçilmiş olduğunu kanıtlamaya yeterli bir delildir" diyecekti.

Âyetin akışından anlaşıldığına göre bu olağanüstü olay, gerçekten meydana gelmiş ve yahûdi ileri gelenlerinin kuşkularını dağıtarak peygamberlerinin sözlerine kesinlikle inanmalarını sağlamıştı.

Daha sonra Tâlut, cihad farzını terk etmeyen daha yolun başında peygamberleri ile yaptıkları sözleşmeyi çiğnememiş olanlardan ordusunu oluşturdu. Kur'an-ı Kerim, kıssa anlatımında kullandığı her zamanki üslubu uyarınca burada iki tablo arasında bir boşluk bırakıyor ve doğrudan doğruya aşağıdaki tabloyu sunuyor. Bu tabloda Talut, ordusu ile sefere çıkmıştır:

“Tâlut, ordusu ile birlikte sefere çıkınca askerlerine dedi ki; ;9llah sizi bir ırmak aracılığı ile sınavdan geçirecek. Kim bu ırmağın suyundan kana kana içerse benden değildir. Kim onun suyundan içmez de sadece bir avuç dolusu ile yetinirse o bendendir. Askerlerin az bir kısmı dışında çoğu bu ırmaktan su içtiler. Bir süre sonra Talut, yanında kalan müminlerle birlikte o ırmağı geçince, askerlerin bir kısmı "Bugün bizim Calut ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok." dediler. Fakat Allah'ın huzuruna çıkacaklarına kesinlikle inanmış olanlar "Allah'ın izni ile nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır."dediler. "Hiç kuşkusuz Allah, sabırlılarla beraberdir." (2/Bakara, 249)

Burada yüce Allah'ın bu kişiyi hükümdar seçmesinin hikmeti somut biçimde ortaya çıkıyor. O, adım adım savaşa doğru ilerliyor. Komutası altındaki ordu, tarihinde birçok kez bozgunu ve ezikliği tatmış mağlup bir milletten oluşmuş, bir süre sonra da galip bir milletin ordusu ile karşılaşacak. O halde, ordusunun vicdanında gizli bir güç bulunmalıdır ki, onun sayesinde karşılaşacağı üstün ve güçlü ordu karşısında durabilsin. Bu gizli güç olsa olsa irâdede bulunabilir. Nefsin arzularını ve içgüdülerini denetim altına alan, mahrumiyetlere ve sıkıntılara dayanan, zaruretlerin ve ihtiyaçların üstesinden gelen, itaati elden bırakmayan, bunun getireceği yükümlülüklere katlanan ve böylece ardarda gelecek sınavları başarı ile aşan bir iradedir onun aradığı.

O halde Allah tarafından seçilmiş olan komutan, ordusunun iradesini, direnme gücünü ve sabırlılık derecesini mutlaka denemeli, sınavdan geçirmelidir. İlk önce, ordusunun isteklere ve arzulara karşı ne kadar dayanabildiğini, ikinci aşamada da yokluklara ve sıkıntılara karşı ne derece sabırlı olduğunu deneyecektir. Bu yüzden rivayetlerin verdikleri bilgiye göre Talut, askerlerinin susuz oldukları bir sırada bu denemeyi yapmayı uygun gördü. Böylece kendisi ile birlikte kalıp sabredecek olanlar ile rahatını tercih edip geri dönecek olanları ayırt edebilecekti. Deneme sonunda ileri görüşlülüğü ortaya çıktı: "Askerlerinin az bir kısmı hariç, çoğu bir ırmağın suyundan içtiler."

Kana kana içtiler. Oysa isteyenlere, ırmağın suyundan bir avuç dolusu olarak aşırı susuzluklarını gidermeleri ve böylece ordudan ayrılmak isteğinde olmadıklarını kanıtlamaları serbest bırakılmıştı. Ordunun çoğunluğu sırf nefislerinin isteklerine boyun eğerek söz dinlemedikleri için ondan ayrıldılar. Ondan ayrıldılar, çünkü onun ve kendilerinin omuzlarına yüklenen görev için yeterli kimseler değillerdi. Onların düşmanla yüz yüze gelmenin eşiğinde olan ordudan ayrılmaları hayırlı ve tedbirliliğe uygun bir olaydı. Çünkü orduda zayıflık, moralsizlik ve bozgunculuk tohumu oluşturuyorlardı. Orduların gücü, asker sayılarının kalabalıklığı ile değil, bu askerlerin kalplerinin dirençlilik derecesi ile, iradelerinin kesinliği ile, yolundan sapmaz ve sarsılmaz imanları ile ölçülür.

Bu tecrübe sadece kalplerde gizli olan niyetlerin yeterli olmadığını, savaşa girmeden önce ordunun pratik bir sınavdan geçirilerek, bu yolda kaçınılmaz gerçekleri daha baştan ortaya çıkarıp tavrını ona göre belirleme gereğini ispatladı. Bunun yanı sıra bu tecrübe, Allah tarafından seçilen komutanın cevherinin de dayanıklı olduğunu, çünkü ilk tecrübe sırasında ordusunun dökülüşü yüzünden sarsılmayarak yoluna devam ettiğini kanıtladı.

Gerçi bu tecrübe, Talut'un ordusunu faydadan çok zararı olacak askerlerden arındırmıştı, ancak aşılması gereken tecrübeler henüz sona ermiş değildi:

"Bir süre sonra Talut, yanında kalan müminler ile birlikte o ırmağı geçince askerlerin bir kısmı; `Bugün bizim Calut ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok' dedi."

Sayıları çok azalmıştı. Üstelik Calut komutasındaki düşmanlarının güçlü ve sayıca kalabalık olduğunu biliyorlardı. Yukarıdaki sözü söyleyenler mümindi, peygamberleri ile,yaptıkları sözleşmeyi bozmamışlardı. Fakat burada gözleri ile gördükleri somut realite ile karşı karşıya idiler ve bu realiteye karşı koyacak güçleri olmadığını algılıyorlardı. İşte şimdi belirleyici tecrübeye, nihai sınava sıra gelmişti. Bu tecrübe gözle görünen somut realiteden daha büyük bir gücü üstün tutmaktı. Bu sınavı ancak eksiksiz imana sahip olarak kalpleri ile Allah arasında sıkı ilişki olanlar, insanların somut durumlarından edindikleri ölçüleri bir yana bırakarak imanlarının realitesi sayesinde edinilmiş yeni ölçüleri olanlar başarı ile aşabilirdi!

İşte bu denemede bir avuç mümin grup ortaya çıktı. Sayıca az, fakat seçkin grup. İlâhi ölçülere sahip olan küçücük grup:

"Fakat Allah'ın huzuruna çıkacaklarına kesinlikle inanmış olanlar; `Allah'ın izni ile nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır. Allah sabırlılarla beraberdir.' dediler."

İşte böyle... "Nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır." Dikkat edilirse çokluk ifade eden bir üslup ile karşı karşıyayız; başka bir deyimle tek-tük görülen, istisnai bir durum değil söz konusu olan. İşte Allah'a kavuşacaklarından kuşku duymayanların algıladıkları kural budur. Kural bu mümin grubun az sayılı olmasıdır. Çünkü bu küçük grup, sıkıntı merdiveninin basamaklarından bir bir çıkarak seçilme ve kalbur üstünde kalma mertebesine ulaşmış kimselerden oluşur. Fakat galip gelecek olan da bu gruptur. Çünkü o merkezi güç kaynağı ile sıkı ilişki halindedir; çünkü üstün ve galip gücü, Allah'ın gücünü temsil ediyor. O Allah-ki, iradesi tartışmasız, kulları üzerinde kesin egemenliğe sahip, zorbaların belini kıran, zalimlerin burnunu yere sürten ve kendini beğenmişleri kahredendir.

Onlar "Allah'ın izni ile" derken elde edecekleri bu zaferi Allah'a dayandırıyorlar ve "Allah sabırlılar ile beraberdir" derken de bu zaferi gerçek sebebine bağlıyorlar. Böylece de hak ile batılı birbirinden kesinlikle ayıracak hak savaşının Allah tarafından seçilmiş erleri olduklarını kanıtlamış oluyorlar.

Kendimizi hikâyenin akışına bırakıyoruz. Ve... Allah'a kavuşacağına kesinlikle inanan, tüm sabırlılığını bu buluşmanın kesinliğine dair beslediği imandan alan, tüm gücünü Allah'ın izninden alan, tüm inanç kesinliğini Allah'a güveninden ve Allah'ın sabırlıların yanında olduğu gerçeğinden alan bu bir avuç grup...

İşte az sayılı ve zayıf olmasına rağmen, düşmanın sayılı üstünlüğünün ve gücünün kalbindeki güveni sarsamadığı bu güvenle, sabırlı, kararlı küçücük grup, savaşın sonucunu belirleyen etkin güç oluyor. Bu inanılmaz başarıya, yüce Allah ile arasındaki taahhüdü yenileştirdikten, kalbi ile O'nun dergâhına yöneldikten, savaşın korkunç dehşeti karşısındayken zaferi sırf O'ndan dilemesinden sonra ulaşıyor:

“Talut ve askerleri, Calut ve ordusu ile karşılaştıklarında; `Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfirlere karşı bize zafer nasip eyle' dediler. Derken, Allah'ın izni ile onları bozguna uğrattılar ve Davud, Calut'u öldürdü. Arkasından Allah, Davud'a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hikmet) verdi; kendisine dilediği bazı bilgileri öğretti. Eğer Allah, bazı insanların şerrini diğerleri aracılığı ile savmasaydı, yeryüzünü kargaşa kaplardı. Ama Allah, bütün alemlere karşı lütuf sahibidir.” (2/Bakara, 250-251)

İşte böyle... "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır." Bu ifade sabır tablosunu Allah'tan gelen feyze benzeterek tasvir ediyor. Allah, bu feyzini o kahramanların üzerine yağmur gibi yağdırarak kendilerini onunla çepeçevre kuşatıyor, bu feyiz yağmuru onların kalplerini huzur, güven, dehşete ve sakıntıya tahammül gücü ile dolduruyor “Ayaklarımızı sabit kıl.” Bu Allah'ın elinde olan bir şey. Dilerse onların yere basan ayaklarını sabit tutar, onları titretmez, kaydırmaz ve sarsmaz. "Kâfirlere karşı bize zafer nasip eyle." Artık durum iyice aydınlandı, belirginleşti. Ortada küfrün karşısına çıkmış bir iman, batılın önüne dikilmiş bir hak; mümin dostlarına, düşmanı olan kâfirler karşısında yardım etsin, zafer nasip etsin diye Allah'a yöneltilen bir dua var. Vicdanlarda tereddüt; düşüncelerde karmaşıklık, amacın sağlıklılığından ve yolun belirginliğinden şüphe yok.

Savaş, bu kahramanların bekledikleri ve inandıkları gibi sonuçlandı. "Derken, Allah'ın izni ile onları bozguna uğrattılar." Ayet "Allah'ın izni ile" diyerek bu cümleciğin ifade ettiği gerçeği vurguluyor, pekiştiriyor. Bu gerçeği müminlere öğretmek, ya da buna ilişkin bilgilerini güçlendirmek istiyor. Şu evrende meydana gelen tüm gelişmelerin mahiyetine ve bu gelişmeleri meydana getiren gücün kimliğine ilişkin eksiksiz düşünceyi iyice belirginleştirmeyi amaçlıyor.

Mü’minler bu gücün önündeki perdedirler. Allah onlar aracılığı ile dilediğini yapıyor, tercihini yürürlüğe koyuyor. "O'nun izni ile"; olup bitenlerde aslında onların bir rolü yok. Kullandıkları güç ve enerji aslında onlara ait değil. Allah onları meramını yürütmek için seçiyor, aslında O'nun dilediği, O'nun izni ile onların eli ile oluyor. Bu gerçek, müminin kalbini barış, güven ve kesin imanla dolduracak nitelikte bir ilkedir. Zira o, Allah'ın kuludur. Onun, Allah'ın seçtiği rolü oynaması, Allah'ın karşı durulmaz takdirini uygulama alanına geçirmesi, Allah'ın ona yönelik bir keremi, bir bağışıdır. Sonra da onu -istediğini yapabilme şerefinin arkasından- sevaplandırma, ödüllendirme payesi ile onurlandırıyor. Eğer Allah'ın lütfu olmasaydı o bir şey yapamazdı, eğer Allah'ın keremi olmasaydı sevap elde edemezdi, ödül kazanamazdı. Bunun yanı sıra o gayesinin soyluluğundan, amacının arılığından ve yolunun temizliğinden emindir. Çünkü bütün bu olup-bitenlerde hiçbir art maksadı yoktur; o sadece meramını mutlaka gerçekleştiren Allah'ın hayırdan ibaret olan dileğinin yürürlüğe koyucusudur. O bütün bunları iyi niyeti ile, itaat etmeye yönelik kararlılığı ve samimi olarak Allah'a yönelişi ile hak etmiştir.

Ayetin devamında Hz. Dâvud'un (selâm üzerine olsun) rolü belirtiliyor: "Davud, Calut'u öldürdü." Dâvud, İsrailoğulları'ndan genç bir delikanlı, buna karşılık Calut, güçlü bir hükümdar, herkesin yüreğine korku salan bir komutan idi. Fakat o sırada yüce Allah istedi ki, İsrailoğulları olayların, dış görünüşlerine göre değil, asıl mahiyetlerine göre geliştiklerini, yakından görsünler. Olayların asıl mahiyetlerini yalnız Allah biliyordu, bunların akibetlerini belirlemek sadece O'nun elinde idi. Buna göre kullara sadece görevlerini yerine getirmek, Allah'a verdikleri sözleri tutmak düşüyordu. Sonra Allah neyi diledi ise O'nun dilediği biçimde oluyordu.

Nitekim Yüce Allah Câlut adındaki kan içici zorbanın ölümünün -ileride Hz. Davud olacak- bu genç delikanlının eliyle olmasını dilemiş, böylece yüreklere korku salan zalimlerin, Allah öldürülmelerini dileyince genç delikanlılar tarafından yere serilecek derecede zayıf kimseler olduklarını insanlara göstermek istemişti.

Bu olayın arkasında Allah tarafından amaçlanan, murad edilen bir başka gizli hikmet daha vardı: Yüce Allah Hz. Davud'un, Talut'tan sonra hükümdar olmasını, arkasından da yerine oğlu Hz. Süleyman'ın geçmesini ve Hz. Süleyman döneminin, yahudilerin uzun tarihleri içinde "Altın dönem"leri olmasını takdir etmişti. Bu altın dönem, uzun bir sapıklık, Allah'a karşı verilen taahhütleri çiğneme ve perişanlık döneminin arkasından yahudilerin vicdanlarında parıldayan inanç ateşlenmesinin, inanç gerekçeli ayaklanmalarının mükâfatı olarak kendilerine sunulmuştu: "Arkasından Allah, Davud'a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hikmet) verdi, kendisine dilediği bazı bilgileri öğretti."

dildade isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi