![]() |
#1 |
![]() Hissî Değil, İrâdî Kardeşlik Kanaatimce, bu hikmetlerden birisi, insan iradesine dikkat çekmek ve ittifakın iradeye vâbeste bir mesele olduğunu bildirmektir. Vifak ve ittifakın temini için insanlardan iradelerinin hakkını vermeleri istenmektedir. Şüphesiz, “hissî kardeşlik” de önemli bir esastır; ancak yeterli değildir. Uhuvvet ve ittifak mevzuu hissîlikten daha çok aklî, mantıkî ve irâdîdir; gerçekleşmesi için de karar, azim ve gayret gereklidir. Mü’minlerin anlaşıp birleşmelerinde ve birbirlerini sevmelerinde esas olan, hissîlikten öte, duygu, düşünce, inanç ve itikat birliğinin, içtimaî mutabakatı iktiza etmesine bağlı mantıkî kardeşliktir. Bundan dolayıdır ki, Nur Müellifi, meselenin daima mantıkî yönlerini ve dinamiklerini nazara vermiştir. Mesela; “Hâlikınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir, bir... Bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir... Bir, bir, yüze kadar bir, bir!..” demiştir. Öyleyse, insan, bütün bu ortak noktaları nazar-ı itibara almalı, ittifak ve uhuvvetin lüzumunu kavramalı ve sonra da onun tesisi için iradesini ortaya koymalıdır. Malum olduğu üzere, kısaca “arzu ve istekleri gerçekleştirme yeteneği” demek olan ve isteme, dileme ya da iki şeyden birini tercih etme manalarına gelen irâde, “nefsin isteklerini aşma, bedenin arzularına başkaldırma, Hakk’ın rızâ ve hoşnutluğunu kendi istek ve dileklerine tercih ederek her yerde ve her durumda kendine rağmen yaşama ve O’nun murâdını arama” şeklinde tarif edilmiştir. İşte, Allah Teâlâ, insana bu manada bir irade gücü vermiş; onu bir ağaç veya herhangi bir sürünün bir parçası olarak değil, kendi yolunu belirleyebilecek mesul bir varlık keyfiyetinde yaratmıştır. Bu itibarla da, ondan her konuda iradesinin hakkını vermesini istediği gibi, vifak ve ittifak mevzuunda da kendi ihtiyar ve gayretiyle doğruyu bulmasını dilemiştir. Aslında, netice itibarıyla kalbleri telif edecek, insanları birbirine sevimli kılacak ve dostluk köprülerinin kurulmasını sağlayacak olan sadece Allah’tır. Nitekim, İlahî Kelam’da “Şayet sen dünyada bulunan her şeyi sarf etseydin, yine de onların kalblerini birleştiremezdin; fakat, Allah onları birleştirdi. Çünkü O Aziz’dir, Hakîm’dir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Enfal, 8/63) buyurulmuştur. Evet, kalbleri birbirine ısındırmak, insanları bir araya getirmek ve onlardan bir vahdet örgülemek için dünya dolusu altın gümüş sarfedilse yine de yeterli olmaz. Servet harcamak suretiyle çeşitli insanları zâhiren bir araya getirmek imkan dahilindedir; ama, onların kalb ve vicdanlarını barıştırıp yakınlaştırmak bununla kabil değildir. Allah’tır ki kalbleri yumuşatır, insanları uzlaştırır ve aralarında bir vahdet-i ruhiye hasıl eder. Cenâb-ı Hakk’ın bu lütfunun en bariz misallerinden birisi, Evs ve Hazrec kabilelerinin birbiriyle kardeş haline gelmesidir. İslamiyetten önce öfke, kin, haset ve düşmanlık duyguları içinde yüzen; yüz yıllık kan davasından dolayı birbirlerinin canına kıyan, mallarını yağma eden; kat’iyen bir araya gelemeyen, anlaşamayan, uzlaşamayan ve Rasûl-ü Ekrem’e biat edişlerinden birkaç sene önce de Bu’as harbine tutuşan bu iki kabile, nihayet ilahî inayet ve lütuf sayesinde Allah ve Rasûlullah sevgisiyle birbirlerine kenetlenmiş ve hepsi tek yürek, tek bilek haline gelip huzura ermişlerdir. Uhuvvet İçin Fiilî Dua Bu açıdan, nihaî planda kalbleri birbirine ısındıranın ve kardeşlik duygusunu inkişaf ettirenin Cenâb-ı Hak olduğuna gönülden inanmak ve mü’minleri aynı istikamet çizgisinde buluşturması için her zaman O’na yakarışta bulunmak lazımdır. Ne var ki, bu mevzuda pratik hayatta da bazı şeylerin yapılması gerektiği, bunların şart-ı âdî planında vifak ve ittifaka vesile teşkil edeceği ve fiilî dua yerine geçeceği de unutulmamalıdır. Evet, insan, bir odun parçası ya da bir sürünün şuursuz azası değildir ki, cebren başkalarıyla ittifak etsin ve bir araya gelsin. Onun farklı düşüncelerinin, şahsî mülahazalarının ve bir kısım aykırılıklarının olması gayet tabiîdir. İnsandan beklenen, her söylenene hemen boyun eğmesi, haricî zorlamalarla bir noktaya gelmesi ve diğer insanlarla taşlar misali şuursuzca omuz omuza vermesi değildir; ondan istenen, bazı iç tepkilerini ve reaksiyonlarını irade, mantık ve muhakemesiyle bastırması ve vifakı iradî-mantıkî olarak gerçekleştirmesidir. Her zaman “insana hürmet” deyip bütün gönülleri hoş tutmaya çalışmak, farklı düşünceleri saygıyla karşılayıp her fırsatta etrafa tebessümler yağdırmak, herkese bir anne şefkatiyle yaklaşıp Allah’ın san’at eserleri olmaları açısından bütün insanlara alâka duymak ama bu alâkaya karşılık hiçbir talepte bulunmamak, hep bu espri içinde oturup-kalkmak ve herkese kadeh kadeh sevgi sunmak; sonra da evrensel bir dil geliştirmek, o dil sayesinde insanları uzlaştırmaya çalışmak, bir kısım âlemşümul argümanlar kullanarak aralarında uçurumlar meydana gelmiş milletleri birbirine bağlayacak köprüler kurmak ve yeryüzünde “sulh adacıkları” oluşturmak... İşte, bütün bunlar fiilî birer duadır ve şart-ı âdî planında insan iradesine bağlı olarak başvurulması gereken vesilelerdir. Mü’minler, iradelerinin hakkını vererek bunları gerçekleştirirlerse, vifak ve ittifakın temini için üzerlerine düşeni yapmış sayılacaklardır. Onlar ellerinden geleni ve güçlerinin yettiğini eda edince, Allah Teâlâ yapılanların küçüklüğüne ve vesilelerin ehemmiyetsizliğine bakmaz; O, kendi nâmütenahî kudret, irade ve meşietiyle Ulûhiyetine yakışır şekilde mukabelede bulunur. Evet, sultana sultanlık, nitekim gedaya da gedalık (köle, dilenci) yaraşır. İnananlar Cenâb-ı Hakk’a geda olmanın gereklerini ortaya koyunca, o Sultanlar Sultanı da şe’n-i rubûbiyetinin gereğini yerine getirir. Kırık Tesiti ' den
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|